Sayfalar

334 ) "DEMİRKIRATLAR" VURSUN, ORTALIK İNLESİN, CHP DİNLESİN !...

   

  1950 seçimlerinden sonra Demokrat Parti yöneticileri CHP'yi, artık muhalefete düşmesine ve halkı etkileme gücünü önemli ölçüde kaybetmesine rağmen, hala korkutucu bir gücü var gibi görüyorlardı.
  Bazıları, CHP'nin daha fazla yıpratılması gerektiğine, siyasi hesaplar yaparak inanıyordu. Bazıları ise, öyle bir hesapları yoktu ama, CHP'ye karşı eskiden birikmiş olumsuz duygularını, bir intikam içgüdüsü içinde harekete geçiriyorlardı. DP'nin bu etkenler altında oluşan genel stratejisi de, muhalefet dönemindeki stratejinin devamı gibiydi : CHP yöneticilerine hücum edilecek.. Partinin yirmi yedi yıllık icraatı kötülenecek.. Tabii, bunun sorumluluğu Atatürk'e değil, İnönü'ye yüklenecek.. 
  CHP'nin iktidar yılları "Atatürk dönemi-İnönü dönemi" diye ikiye ayrılacak.. Atatürk dönemiyle ilgili eleştiri konuları için Atatürk değil, dönemin başbakanı İnönü hedef alınacak.. Ama "başbakanlık" konusunda dikkatli davranılacak. Çünkü Atatürk döneminde bir de Celal Bayar'ın bir yıllık başbakanlığı var. Ve o bir yıl, Celal Bayar'ın en büyük övünç kaynağı.. O süre, eleştiri dışında tutulacak.. Atatürk'ten sonraki dönemde ise başbakanların önemi yok. Baş sorumlu, Cumhurbaşkanı İnönü. Ona yüklenilmeye devam edilecek.. 
  "Ekmeği vesikayla verdiler... Şekeri 5 liraya yedirdiler.. Jandarmaya dayak attırdılar.." sloganları zaten 1946'dan beri hazır.. Üstelik bunların kullanılması, eskisine göre çok daha kolay.. İnönü cumhurbaşkanıyken ona hakaret etmenin cezası vardı. Ona yönelik hücumlarda genel ifadeler kullanılıyordu. İnönü'nün ismi geçirilmiyordu. "Şunlar yapıldı, bunlar yapıldı" gibi "pasif cümleler" kullanılıyordu ki, o yüzden dava açılırsa, hakim karşısında "Ben sayın cumhurbaşkanını kastetmedim, yönetimdeki zihniyeti kastettim" denilebilsin..  
                                                                                                             
Şimdi artık ne İnönü'nün cumhurbaşkanlığı vardı, ne de ondan söz ederken dikkatli olma zorunluluğu.. DP'nin sertlik yanlısı militanları, İnönü hakkında muhalefetteyken akıllarından geçirip de yapamadıkları her suçlamayı şimdi artık yapabilirlerdi.. Yapmakta da gecikmediler. Meclis'te ve basında polemikler açarak, İnönü hakkında bir dizi iddiayı gündeme getirdiler..
Bunlardan bazıları "siyasi" nitelikliydi. Örneğin : "İnönü Atatürk'ü sevmezmiş. Onu unutturmak istermiş. Cumhurbaşkanı olunca paralardan Atatürk'ün resimlerini çıkarttırmış."..
İnönü, bunlar karşısında, Atatürk'ü sevmemesinin, onu unutturmak istemesinin mümkün olmadığını anlatmak için, büyük uğraş veriyordu. Paralarla ilgili kararı kendisinin almadığını kanıtlamaya çalışıyordu. 
Bu para kararı, Merkez Bankası'nın Atatürk döneminde oluşmuş mevzuatının kurallarına göre, Merkez Bankası yönetiminin yürüttüğü bir uygulamaydı. O zamanın Avrupa'sının birçok devleti gibi, Türkiye'deki paralarda da "devlet reisi"nin resminin kullanılması kuralı, Cumhuriyet'in kendi adına para bastırmaya başladığı sıralarda konulmuştu. İnönü'nün cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra da aynı kural, banka yönetimi tarafından otomatik olarak uygulanmıştı..
  Kaldı ki, bu uygulama, nasıl olup da, İnönü'nün Atatürk'ü sevmediğinin kanıtı olarak yorumlanabilirdi ?...
  İnönü'ye suçlamaların bir kısmı da, görevi sırasındaki davranışlarıyla ilgili söylentilere dayanıyordu. Bunlar, bunu iş edinmiş bazı milletvekillerince sözlü soru haline getirilip Meclis'te görüşme konusu yapılıyordu. Örneğin şöyle :
"İnönü 1930 depreminden sonra gittiği Erzincan'dan trenle geri dönerken trenin salonlarında iskambil oynamış, doğru mu ?"
  İnönü, bunlara "şahsıma sataşıldı" diye söz isteyerek Meclis'te yanıt vermeye çalışıyor ve söylentileri yalanlıyordu.. Bunlar, Meclis kürsüsündeki bir iktidar- muhalefet tartışmasıdır. Ama bu tartışmada iktidar ve muhalefet kanatları, birbirinin rolünü üstlenmiş gibidir. Sanki CHP'li İnönü hala iktidardadır da, DP milletvekilleri, onun hakkındaki iddiaları kullanarak muhalefet işlevini yerine getirmek istiyorlar. İnönü de, kendisini muhalefet milletvekillerine karşı savunmaya çalışan iktidar lideri durumundadır. "Yapmayın, ağır olun. Yoksa dış tehlikelerle uğraşamayız" diye, onları "iktidar üslubu"yla uyarmaya çalışıyor !..



   CHP'nin iktidar dönemine aklını takan iktidar siyasetçilerinin İsmet Paşa ile uğraşma merakının örnekleri saymakla bitmez.Örneğin şu,yapılacak şey midir ?
   DP'li bir Bolu milletvekili vardı. Adı Zuhuri Danışman'dı. Daha önce eğitimci idi. Tarih öğretmenliği yapıyordu. Okullar için bir tarih kitabı yazmış, kitap Milli Eğitim Bakanlığı'nca yardımcı kitap olarak kabul edilmişti. Ama bunun sayfalarını karıştıran öğrenci velileri, hayretler içinde şunu görmüşlerdi : 
  İsmet İnönü'nün adı, Kurtuluş Savaşı tarihinden çıkarılmıştı !. İnönü muharebelerinin adıyla birlikte !.. Lozan barış müzakerecisi de, Atatürk döneminin on dört yıllık başbakanı da, Cumhuriyet tarihinin ikinci cumhurbaşkanı da yok sayılmıştı !..
  Muhalefet basını, kitabı "Zuhuri Tarihi" diye nitelendirdi. 
  Uzun tartışmalar çıktı. Neden sonra, hükumet, kitapta "bazı eksikler" olduğunu kabul etti. Fakat, İnönü'nün adını tarihten silme gayretleri bitmedi..
  Bazı DP ileri gelenleri, bu konuda radikallik yarışına girdiler. Bunlardan DP Ankara milletvekili Hamit Şevket İnce, iktidar-muhalefet ilişkilerinin normalleşmesi için, İnönü'nün CHP genel başkanlığından istifa edip köşesine çekilmesini şart koşuyordu..
  İzmir Belediye Başkanı Rauf Onursal, İnönü'den kurtulmak için daha da etkili bir çözüm istiyordu. Önerisi, İnönü'nün, son Osmanlı halifesi gibi, yurt dışına çıkarılmasıydı !. İnönü'yü ziyaret için Ankara'ya gelen CHP heyetlerini, halifeyi İstanbul'da ziyaret eden eski rejim yanlılarına benzetiyordu ! Diyordu ki :
"Sakıt (düşük) halifenin memleket dışı edilmesinin sebepleri sakıt şef için de var olmalıdır."
  Ama bu konuda daha kesin talepleri olanlar vardı.. "İnönü idam edilsin" diyen bir DP ilçe başkanı gibi.. Veya "İnönü intihar etmeli" telkinini yapan, Necip Fazıl Kısakürek'in Büyük Doğu gazetesi gibi...



  14 Mayıs 1950'deki genel seçimden sonra ekim ayında yapılan yerel seçimlerde, belediyelerin de çoğu DP'lilerin yönetimi altına girmişti. DP'li yeni belediye başkanlarının ilk işi, il ve ilçelerinde İnönü'nün adını taşıyan cadde, sokak, meydan ve kamu binaları isimlerini değiştirmek oldu. 
  Bunun için hükumetçe bir genel kural konulmuştu. Bunda İnönü'nün adı anılmıyordu ama, şu deniliyordu : Kamusal yerlerde "hayatta bulunan" kişilerin adları ve fotoğrafları kullanılmayacak..
  DP yöneticileri, bununla, "bizim adımız da kullanılmayacak" demiş oluyorlardı ama, asıl amaç belliydi..
  Karar ülkenin her yerinde hızla uygulanmıştı. İnönü'nün ve (henüz hayatta olan) eski asker ve siyasetçilerin adları, nerede görüldüyse değiştirilmişti. DP'li yeni belediye başkanları, belediye binalarındaki İnönü fotoğraflarını zaten hemen kaldırmışlardı. Fakat Malatya'nın belediye başkanlığına bir CHP'li seçilmişti : Muzaffer Akalın.. O bunu yapmadı, "İnönü Malatyalı'dır. Malatya'nın gurur kaynağıdır" dedi. Belediye binasında Atatürk'ün fotoğrafının karşısına asılmış olan fotoğrafını kaldırtmadı. 
  Kıyamet koptu.. Hükumet emir verdi, Malatya Valisi, Turgut Babaoğlu adında bir zattı. Başbakan Yardımcısı Samet Ağaoğlu'nun akrabasıydı. Güvenlik güçleri ile belediye binasına baskın düzenletti. İnönü'nün fotoğrafı zorla indirildi. Arkasından da belediye başkanı görevden alındı..
  O zamanki yasal düzenlemeye göre, görevden alma halinde seçimin hemen yenilenmesi gerekiyordu. Yeni seçim yapıldı. Gene CHP kazandı. Ama Malatya valisinin inadı bitmedi !..
  Malatya'da bir İnönü heykeli vardı. Vali Babaoğlu, onu da kaldırmayı hedefliyordu. CHP'li gençler bunu duyunca örgütlendiler.. Heykelin etrafında gece gündüz nöbet tutmaya başladılar..

Heykelleri kaldırma işi, sokak isimlerini değiştirip, fotoğrafları kaldırmak kadar kolay değildi. Ortaya hukuki sorunlar da çıkarıyordu. Bazı heykellerin sahibinin hangi kamu kurumu olduğu tartışmalıydı. Aralarında, sivil kuruluşların, askeri kuruluşların, özel kuruluşların yaptırdıkları vardı. Bunların kaldırılmasına kim karar verecekti ?.. 
Bunun için genel bir yasa çıkarılması düşünüldü. DP'nin ünlü avukat milletvekili Celal Yardımcı o göreve hazırdı. Milletvekili olarak bir yasa önerisi hazırladı. Öneri, Meclis komisyonlarından geçen haliyle, daha önce DP'li belediyeler eliyle büyük ölçüde uygulanmış olan kararları, yasa maddesi haline getiriyordu. Buna göre, caddelerden, sokaklardan, meydanlardan hayattaki kişilerin adlarının kaldırılması, yasal bir zorunluluk olacaktı.
Heykel işi de aynı kapsama girecekti. Kamu alanlarında hayattaki kişilerin, sadece adları değil, heykelleri de bulunamayacaktı. Eskiden yapılmış olanlar da kaldırılacaktı. Fakat komisyondan geçen önerinin Meclis genel kurulunda görüşülmesi sırasında, heykel konusunda birtakım sorunları, bazı DP'liler de dile getirdi. Sorunlardan biri, DP'nin Afyon milletvekili Kemal Özçoban'ın bir sorusuyla akıllara takıldı : "Peki, İstanbul'da Taksim Anıtı'nın grup heykelinde Atatürk'ün yanındaki İnönü ne olacak ?.."
  Bu soru, kolay yanıtlanabilecek bir soru değildi.. Gerçekten, yasa önerisi o şekilde uygulanacak olursa, ya anıtın İnönü'yü gösteren bölümünün tıraş edilmesi gerekecekti ya da anıtın tümünün kaldırılması.. İkisi de kamuoyuna izah edilebilecek şeyler değildi. 1950 seçimlerinden önce CHP milletvekili iken, DP'ye geçen ve DP listesinden, "bağımsız" milletvekili olarak Meclis'e giren Hamdullah Suphi Tanrıöver de Meclis kürsüsünde İnönü lehine bir konuşma yaparak bu tür girişimleri eleştirince, öneri genel kuruldan geri çekildi..
   
İnönü'nün yeni bir heykelinin yapılması, zaten artık söz konusu değildi. CHP iktidarı döneminde gene Taksim'de uygulanması planlanan "İnönü heykeli" projesinden çoktan vazgeçilmişti. DP iktidarının hem merkezi hükumete, hem de belediyelerin büyük çoğunluğuna egemen olduğu bir dönemde, o konuda yeni bir girişim yapılması mümkün müydü ?..
Ama önerinin reddedilmesinin şöyle bir sonucu oldu :İnönü'nün, Malatya'daki gibi, eskiden yapılmış birkaç heykeli, yıkılmaktan kurtuldu. Taksim Anıtı da, yıkılmaktan veya en azından, İnönü'yü grup heykelinden çıkaracak ya da onu tanınmaz hale getirecek bir "tıraş" işlemine uğramaktan kurtuldu...






ALTAN ÖYMEN, in "ÖFKELİ YILLAR" kitabından derlenmiştir...

333 ) YENİÇERİ OCAĞI VE BEKTAŞİLİK





   Bektaşi tarikatının en çok zarar verdiği kurum Osmanlı ordusu,bilhassa Yeniçeri Ocağı olmuştur. Bektaşiler,Yeniçeri Ocağı'nı Hacı Bektaşi Veli'nin kurduğunu ileri sürerler. Tarihçilerin ortak görüşü ise bunun bir yalan olduğudur..

  Ünlü tarihçi Ord.Prof.Mehmet Fuat Köprülü, "Bektaşiliğin Menşeleri" adlı kitabında,  bunun başlı başına bir Bektaşi uydurması olduğunu söylüyor
"Hacı Bektaş'ın Osman Gazi ile karşılaştığı hakkında Bektaşi söylencelerinde var olan rivayetlerin aslı olmadığı gibi, yeniçeriliğin ilk doğuşunda Hacı Bektaş'ın hayır dua ettiği rivayeti asla kabul edilemez (...) Hacı Bektaş'ın ölümü bundan çok öncedir.."   
  Bektaşilik araştırmacıları, İsmet Zeki Eyüboğlu ve Adil Gülvahapoğlu da aynı fikirdedirler..
  Aşıkpaşaoğlu Ahmed Aşıki'nin "Tevarih-i Al-i Osman"da yazdığı da aynı doğrultudadır..
  
  Ahmet Akgündüz- Said Öztürk'ün "Bilinmeyen Osmanlı" kitabından bir bölüm :  "Kanunnamedeki hükümlerden anladığımıza göre, Hristiyan gençlerin dinç olanlarından yeni ve maaşlı bir ordu oluşturma fikri, Bolayır Fatihi Süleyman Paşa'nın fermanıyla başlamış ve Bilecik Kadısı olan Kara Halil'e danışması sonucu buna karar verilmiştir. Daha sonra Kara Halil'in (Çandarlı Halil Hayreddin Paşa) ilgili devlet erkanı ile görüşüp yeniçeri örgütünü düzene soktuğu bilinmektedir. Bu erkan arasında Hacı Bektaş adında bir devlet adamı da vardır. Bunun, isim benzerliği dışında Hacı Bektaş-ı Veli ile ilgisi yoktur. Yeniçerilerin elbisesi ise, o zamanlar keşif ve kerametleri bilinen Hacı Bektaşi Veli evladından Timurtaş Dede ve Mevlana evladından Emir Şah Efendi'ye danışılarak dualarla giydirilmiştir. Mevlana'nın torunlarından olan zat, Mevlana elbisesini giydirmeyince, kepenek denilen Hacı Bektaşi Veli elbisesi giydirildi. O halde yeniçerilerin giydiği kisveyi Hacı Bektaşi Veli giymiş olabilir ; ancak, Hacı Bektaşi Veli, yeniçeri kurulmadan önce vefat ettiğinden, o giydirmemiştir. Bu muvazzaf yeni ordu, kul olduğundan dolayı yeniçeri adı verilmiştir ; yoksa Hacı Bektaşi Veli'nin isimlendirmesi değildir..
  Hacı Bektaşi Veli, Osmanlı Devleti'nin kuruluşunda emeği geçen maneviyat erlerinden ve Horasan erenlerinden biridir. Kisve olarak onun elbisesi tercih edilmiş olabilir. Bu tercihte onun evladından birinin duası bulununca ve yeniçeriler de ocaklarını onun manevi himayesinde görünce, yeniçerilere Taife-i Bektaşiyan denmiştir. Sonradan bu Horasan erenlerinden olması halini kötüye kullananlar ve olayı, saptırılan Bektaşilik mecrasına çevirmek isteyenler elbette olmuştur. Zaman zaman, aldatılan yeniçeri bölükleri de ortaya çıkmıştır. Celali İsyanlarında bu anlayışın büyük etkisi vardır. Hatta sonradan yeniçerilerin ahlaken bozulmalarında da bu anlayışın etkisi vardır.. Gerçek manada Hacı Bektaş'ın eserleri ve asıl tuttuğu yol ise, İslam'dan başka bir şey değildir.."



   1472'de on-on iki bin civarında olan yeniçeri sayısı 1715 yılına gelindiğinde yüz bini aşmıştı. Necdet Sevinç, "Osmanlı'nın Yükselişi ve Çöküşü" adlı kitabında şu yorumu yapar :
"Devşirme Kanunu hiçbir inancı bulunmayan, tam anlamıyla kozmopolit, vahşi, ahlaksız, çapulcu, bencil, kişisel hırs ve çıkarları için her türlü alçaklığa kalkışmaktan çekinmeyen bir sürünün oluşmasına neden olmuştu. Bu sürü bir süre sonra Yahudi dönmeleriyle bütünleşecek ve diğer azınlıklarla işbirliği yapacaktır.."
  Burada bahsedilenler, yeniçerilerin son yüz yılındakilerdir..

  2 Eylül 1663 tarihli yangında İstanbul'un beşte biri yanmıştır. Bu yangın yalnızca vatandaşların değil bir çok vezirler, ulema ve zengin ailelerin evleri ile konaklarını yakarak ortadan kaldırmıştır. Bu yangına dayanarak kahvehaneler kapatılmış, tütün yasağı getirilmiştir. Çünkü yeniçeriler kahvehanelerde bu tür planlar yapmaktadırlar..( Mustafa Naima, "Naima Tarihi" C.1)

  Cevdet Paşa, "Ahmed Cevdet Paşa Tarihi" c.1'de ; tulumbacı yeniçerilerin yangınlar sırasında pazarlık yaptıklarını ve kimden daha çok para alırlarsa o yangını söndürdüklerini yazar..

  Mithat Sertoğlu, "Osmanlı İmparatorluğu'nda Azınlık Meselesi" adlı yazısında ; Yahudi sarrafların, zamanla Yeniçeri Ocağı'na nüfuz edip cemaatlerini ocağın korumasına almayı başardıklarını belirtir..

  Esad Efendi, "Üss-ü Zafer" adlı eserinde Bektaşilerin Yeniçeri Ocağı'nı bozmasını bütün çarpıcılığıyla gözler önüne serer :
"Bektaşiler saf ve bilinçsiz halkı yavaş yavaş İslam'dan uzaklaştırarak ; Rumeli, Arnavutluk gibi İslam ülkelerinde ; Sultan Baba, Abdal adları altında Kadiri, Nakşibendi gibi tarikatların türbelerinin ve tekkelerinin aslında Bektaşilere ait olduğu iddiasıyla yavaş yavaş ellerine geçirmişlerdir.. 
 Bektaşi cemaati yeniçerilere dayanarak, vaktiyle dindar kişilerin öteki tarikatlara adadığı tekke ve zaviye adlarını Bektaşi adlarına çevirerek buraları ele geçirmişler ; vakıf gelirlerine el koymuşlar, yeniden daha birçok Bektaşi vakıf ve tekkeleri açmışlardır. Bunlar, 'Osmanoğulları askeri bizimle aynı pir'e inanır' iddiasıyla yeniçerileri elde etmişlerdir.."

    

   Bektaşiler yeniçerilerle birleşerek hem devlete, hem de dine karşı ihanet etmektedirler. Dine karşı ihanetleri ; halk arasında dinsizliği yaymak, tekke ve zaviyelerde ayinler yaparak içki içmek, namaz kılmamak, ramazanda oruç tutmamak ve sünnet ehlinin inançlarıyla açıkça alay etmektir. 
  Devlete karşı ihanetleri ise, casusluk ve savaşta bozgunculuk yapmaktır. Savaş zamanı içlerindeki Bektaşi babaları şöyle demektedirler : 
"Behey ahmaklar ! Boş yere canınızı neden telef edersiniz ? Size gaza ve şehitlik diye yutturulan sözlerin aslı yoktur. Osmanlı padişahı kendi sarayında sefasına bakıyor. Efrenç Kralı kendi cümbüşünde. Sizin burada dağ başlarında, metrislerde canınızı telef etmenin ne anlamı var ?" ( Esad Efendi, a.g.e.)

  Anadolu'da meydana gelen birçok isyanın altında Bektaşi parmağı olduğu görülür. Bunların en meşhuru da yıllarca süren Celali isyanlarıdır..
  Şeyh Bedreddin İsyanı da Hurufi-Bektaşi fikirlerinden kaynaklanmaktadır. Bunu anlamak için biraz daha gerilere gitmek gerekir..
  Anadolu'nun özellikle batı bölümünde yaşayan Yahudiler, Roma İmparatorluğu Hristiyanlığı resmi din olarak kabul ettikten sonra, zor duruma düşmüşlerdir. Hazreti İsa'yı öldürmekle suçlanan Yahudilere bu dönemde Hristiyanlar çok büyük zulüm yapmışlardır. Bu zulümden kurtulmak isteyen çok sayıda Yahudi, iki sapkın Hristiyan mezhebine girmiştir : BOGOMİL ve KATHARİZM...Türklerin Anadolu'yu almasıyla, bu mezheplerde asıl kimliklerini gizleyen Yahudilerin bir bölümünün Müslümanlık kılığı altına girdikleri görülüyor. 
  Şeyh Bedreddin İsyanının zeminini işte bu topluluklar oluşturmuştur. Bedreddin, çevredeki Hristiyan ve Müslüman görünümlü Yahudileri adeta bir mıknatıs gibi kendine çekmiştir. Bununla da yetinmeyerek Batıni öğretisini kısa sürede, cahil halk kitlelerine yaymış, bu arada müritleri de çoğalmıştır..
   Araya ilginç bir not sıkıştıralım : Şeyh Bedreddin'in babasının adı İsrail'dir !. 
(M.Şerefeddin Yaltkaya, "İslam Ansiklopedisi" C.2,s.444) (Abdülbaki Gölpınarlı-İsmet Sungurbey,"Simavna Kadısı Şeyh Bedreddin")

  İngiliz araştırmacı Frederic Wilhelm Hasluck ;"Anadolu ve Balkanlar'da Bektaşilik" adlı kitabında ; Osmanlı Devleti'ni yıllarca uğraştıran Pazvantoğlu, Tepedelenli ve Rum isyanlarının arkasında da Bektaşilerin olduğunu belgelemiştir...   


   

332 ) BİR ABDÜLHAMİD DEVRİ PAŞASI

      

   Nazım Hikmet'in, "sen, mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin ?" sorusunu yönelttiği ressam Abidin Dino'nun dedesi olan ve 1843 yılında Preveze'de dünyaya gelen Abidin Paşa'nın içine doğduğu imparatorluk köklü bir değişim sürecine girmişti. Zincirleme reformlar toplumu derinden sarsıyordu.   Osmanlı'nın Rumeli topraklarından çekilmeye başlaması, ilerideki parçalanmanın habercisiydi. Abidin Paşa'nın babası Ahmed Zeynel Abidin, Arnavutluk'un önde gelen ailelerindendi. Yakın arkadaşı Kavalalı Mehmed Ali Paşa'nın Mısır'da yaptıklarından ilham alıp Arnavutluk'ta benzer hareketlere girişebileceği korkusu, Konya'ya sürülmesine ve orada koleradan ölmesine yol açacaktı..
  Abidin Paşa yedi yaşında Türkçe ve Rumca okumaya başlar, medrese tahsili çerçevesinde sarf,nahiv, mantık dersleri alır. Edebiyat, hesap, coğrafya ve kozmografya ilimleriyle ilgilenir, Yunanca eserleri takip eder ve Fransızca dersleri alır..Babasının ölümünden sonra saraya alınan genç Abidin, padişahın maiyetinde, Arnavut Taburunda muhafızlık yaptıktan sonra, Mülkiye sınıfından devlet hizmetine girer. Arapça,Farsça, Türkçe,Arnavutça,Fransızca ve Yunanca bilen Abidin Paşa'nın Yunanca yazı ve şiirleri İstanbul'da Neologos adlı gazetede uzun süre yayımlanmıştır..
  Devlet borçları, borsa işlemleri ve maliye meseleleri konusundaki eserini kaleme aldığında, İstanbul'un ilk resmi borsa komiserliği görevini üstlenmiş olan 30 yaşlarındaki Abidin Paşa, ekonomik açmazlar içinde yoğrulmuş bir Osmanlı bürokratıydı..
  Abidin Paşa, 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi'nin sonunda Epir sınırlarının tespiti  için Yanya'da toplanan olağanüstü komisyona başkan olarak atandığında, Abdülhamid tahta yeni çıkmıştı, sonra da olaylar zincirleme gelişti. Savaş sonrası imzalanan Ayastefanos Antlaşması Osmanlılar için tam bir felaket anlamını taşıyordu. Hem Rumeli'de kalan toprakları birbirinden kopmuş, hem Rusların yüklediği 35 milyon liralık savaş tazminatıyla Osmanlı ekonomisi ağır bir darbe almıştı. Rus hegemonyasının güçlenmesi İngiltere'yi rahatsız ettiği için Berlin'de bir kongre toplanmasını sağladı. 1878 Berlin Kongresi, Osmanlı için, sonun başlangıcını simgeliyordu. Devlet, artık, yabancı devletlerin doğrudan baskısı altına girmişti ve bu durum iç ve dış siyasette çok temel değişikliklere yol açacaktı...
   Mart 1879'da Abidin Paşa, Yunanistan'la sınır anlaşmasını yapmakla görevlendirilen olağanüstü komisyonun başkanlığını üstlendi. Bunun ardından Diyarbekir, Elazığ ve Sivas vilayetleri ıslahatıyla görevlendirilen paşa, böylece daha da netameli bir göreve atanmış oldu. 
   Abidin Paşa, Katolik yardımcısı Manas Efendi ile birlikte Diyarbekir'de çalışmalarını yürütürken, eyalet meclisindeki Hristiyanların sayısı artırıldı, zaptiyelere üniformalar diktirildi, ödenmemiş maaşları ödendi, köylülerin güvenliği sağlandı, ayrıca Diyarbekir'de bir de polis kuvveti kuruldu. Paşa dürüsttü, gece gündüz demeden çalışıyordu, mesleğinde başarılı bir yöneticiydi ancak, reformların uygulanması için maddi kaynağa ihtiyaç vardı. Oysa İngiltere bir yandan Osmanlı yönetimini reformları uygulaması için sıkıştırırken, sultanın yardım taleplerini duymazdan geliyordu. Bu durum Osmanlı-İngiliz ilişkilerinde giderek büyüyen bir soğukluğa sebep olacak ve Osmanlı-Almanya yakınlaşmasının önünü açacaktı..  
   
   19. yüzyılın sonlarına ait nüfus verileri, Sivas Vilayeti'nde (Sivas, Amasya ve Tokat'ın tamamı ve Kayseri,Malatya,Ordu,Giresun,Samsun ve Çorum'un bir kısmı ) Ermenilerin nüfusun %20'sinden fazlasını oluşturduğunu gösteriyor. Ermeniler en verimli topraklara sahipti.Şehirlerde tefecilik yapan Ermeniler ise aylık %3 gibi fahiş bir faizle zenginliklerine zenginlik katarlarken borçluların tepkisini çekiyorlardı. 
   1879 yazında gelişmeleri yakından izlemek amacıyla Anadolu'nun belli başlı şehirlerine birer asker-konsolos atayan İngiltere, Anadolu'daki konsoloslar ağının merkezini "Anadolu Başkonsolosluğu" adıyla Sivas'ta kurmuştu. Böylece doğuda Ermeni toplumu üzerinde etkinlik kurmuş olan Amerikalı misyonerlerden sonra İngiltere de Sivas vilayetinde ağırlığını hissettiriyordu. 
   Abidin Paşa, 1879/Ağustos ile 1880/Mart arasında Sivas Valiliğinde bulundu. Gelir gelmez 3 Müslüman ve 3 Hristiyan'dan oluşan bir komisyon kurup reform çalışmalarını hemen başlattı. İngiltere'nin Sivas'taki başkonsolosu Albay Wilson, paşanın gelişinden memnundu : Bu ücra yerde, klasik edebiyat üzerine eğitimli insanların yapabileceği türden sohbetleri paşayla sürdürmenin kendisi için ne büyük bir nimet olduğunu ifade edecekti. (Wilson,to Layard,Sivas, 49 of 14 October 1879, F.O. 424/91)
  Paşanın başarılı yönetimi takdir topladı : Gece gündüz demeden çalışıyor, sakin ve hızlı karar veriyor ve kararlarını uygulamaya sokuyordu. Ancak giriştiği reformlar bir dizi rahatsızlığa yol açmış olmalı ki,Sivas'ta bulunduğu süre boyunca Babıali faaliyetlerini yakın takip altında tutacaktı. 
  Bu ortama rağmen, Abidin Paşa kısa valiliği sırasında bir dizi yeniliğe imza atabildi : Kafkaslar'dan gelen muhacirleri iskan etti, yol inşaatlarını başlattı, Müslümanların eğitim koşullarını iyileştirdi, Sivas'a sokak lambaları diktirdi, haftalık bir gazetenin yayımlanmasını sağladı. Vergi ve hukuk reformu programları hazırladı fakat Mart 1880'de Selanik'e vali atanmasıyla bu reform hamleleri son buldu. Selanik'e atanmasından kısa bir süre sonra İstanbul'a çağrılan Abidin Paşa'ya vezir rütbesi verildi ve aynı yıl Hariciye nazırlığına getirildi. Üç ay kadar bu görevde kalan 38 yaşındaki paşayı Sultan Abdülhamid tam sadrazam yapacakken, şeyhülislamın "Efendimiz, Abidin Paşa kulunuz pek gençtirler.Başkanlık edeceği vekillerin hepsi ondan yaşlıdır. Abidin kulunuz, zekası ve dirayeti sayesinde, nasıl olsa ileride bu makama davet edilir" diyerek sadrazam yapılmayarak tekrar valiliğe gönderildi. Birinci rütbeden Mecidi Nişanı ile taltif edilerek Adana valiliğine tayin edildi..
  1881 yılı Ocak ayında göreve başlayan Abidin Paşa, burada geçirdiği sürede gene birçok ilke imzasını attı. Halkın yardımıyla Askeri İdadi binasını yaptırdı. Dar sokakları genişletti ve Saathane'yi inşa ettirdi. İmparatorluğun belli başlı şehirlerinde yükselen saat kuleleri, Abdülhamid'in çağdaşlaşma çabalarının simgesi idi adeta. 
  Abidin Paşa tarım konusuna da eğildi. İlk defa Batı'dan tarım makineleri getirterek Çukurova'da tarımın modern usullerle yapılmasını sağladı. Ermenilerin yabancı bankalardan kredi alıp bölgede büyük boyutlarda arazi edinmelerinden son derece rahatsız olan Abdülhamid, kendi adına 800 bin dönümlük bir çiftlik kurduğu gibi, Abidin Paşa'ya "boş bulduğun bütün arazileri topla" talimatını vermişti. O da bir kısmını satın alarak, bir kısmını da bataklığı kurutarak edindiği yaklaşık 60 bin dönüm genişliğindeki çiftliğinde modern tarım aletleriyle örnek çalışmalar yaptırdı. Aynı dönemde altı ciltlik Tercüme ve Şerhi Mesnevi-i Şerif kitabını da yazdı..
   1884'de tekrar Sivas valiliğine getirildi ve bir yıl sonra da Ankara'ya tayin olarak yedi yıl boyunca bu küçük (30 bin nüfus) kasabayı kalkındırdı. Elmadağ'dan Kale civarındaki semtlere su getirilir, çeşmeler yapılır, şehrin etrafında yollar açılır, itfaiye teşkilatı kurulur, hastane yapılır, ambarlar inşa edilir, okullar açılır, kısacası şehirde daha rahat bir yaşam tesis edilir. 1892'de demiryolu ulaştığında, Ankara'nın çağdaşlaşma süreci çoktan başlamıştır..
  Abidin Paşa 1893'de Oniki Adalar valiliğine atanınca, Rodos'ta bir vali konağı yaptırmış, aile fertlerini yanına aldırmıştı. Bu,"Rodos sürgünü " on üç yıl sürecektir.. 
  Abidin Paşa, padişah tarafından İstanbul'a çağrılıp sadrazamlık teklif edileceği sırada, 1906'da, Mabeyinde geçirdiği kalp krizi sonucu hayata gözlerini yumar ve Fatih Türbesi avlusuna defnedilir..    

(EMİNE  UŞAKLIGİL, "BENİM CUMHURİYET'İM")  

331 ) MENDERES VE BASIN !..



   Gazeteci Cüneyt Arcayürek, bir gün öğleden sonra Başbakanlığa gider. Özel Kalem Müdürü, partide sekreterlik görevini başarıyla yürütmüş olan, Basri Aktaş'tır. "Ağabey" der, "Sabahattin Sönmez rahatsız, iş bana kaldı. Bu ise, Vatan gibi gazeteye 'atlatma haber' verecek insan yok demektir. Yaşım da, deneyimim de yeterli değil. Şimdi ne yapacağım ben ?.."
   Yardım istemektedir Arcayürek. Basri Aktaş, "dur biraz" der, masasının hemen yanındaki kapıyı açar, girer ve bir süre sonra gelir : "Başbakan, yarın saat 17'de seni bekliyor" der. 
   Cüneyt Arcayürek şaşırır. Menderes onu bekleyecek, kabul edecek.. Olur şey değildir ama...Basri Aktaş devam eder : "Seni bekliyor ve her gün aynı saatte de seni görecek.." Bir yandan da gülümsemektedir. "Haber istemiyor muydun ? İşte, Başbakanımız her gün sana dilediğin haberi verecek.."
   Menderes'in çoğu kez çevresinde gördüğü, kimi toplantılarındaki konuşmalarını not alırken gördüğü Arcayürek için "sevgi" duyduğu genç gazetecinin kulağına gitmiştir ; "O küçük, ufak tefek mavi gözlü genç, toplantıdaki konuşmamı ne güzel yazmış.." dediği de..
   Ertesi gün, Menderes onu makamında kabul eder. Bir başbakanın makam odasına ilk girişidir bu.. Gazeteciyi oturtur ve "Ne istiyorsun ?" diye sorunca, Arcayürek de, "Haber, efendim" diye yanıtlar !..
   Menderes şöyle bir bakar, gülümser, gülümsemesi o kurnazlığa varan biçimiyle yüzüne yayılır ve, Peki öyleyse, yaz bakalım" diyerek ekler : "Bugün Genel Kurmay Başkanını, Kuvvet Komutanlarını değiştirdim, yerlerine de şunları atadım.."
   Haberin büyüklüğünü kavrayan Arcayürek, hemen heyecanla not almaya başlar. Not almasını bekleyen Menderes yüzüne "yeter mi" gibilerinden bakar. Hemen kağıtlarını toplayıp kalkarken de, "Yarın aynı saatte yine gel" der.
   Arcayürek fırlar yerinden ve soluğu gazetesinde alır. Bir gün sonra Vatan'da haber, sekiz sütun manşettir. "Büyük" gazeteler atlatılmıştır..

  

   Genç gazeteci sonraları, Menderes'in bu değişikliği neden yaptığını öğrenecektir. Ancak, öğrendikleri belki de kesinkes bilgiler değildir..Başbakan yardımcısı Samet Ağaoğlu'na bir albay gelmiş, ordudan bazı generallerin DP iktidarına karşı bir darbe düzenlendiklerini söylemiştir. Bu ihbar üzerine, yeni iktidar sivil kadrolarda olduğu gibi, askeri kadrolarda da büyük ölçüde değişiklik yapmayı kararlaştırmıştır. Bir söylentiye göre, bu generaller İnönü'ye de gitmişler, DP iktidarının ülkeyi açmaza götüreceğini, bu nedenle bir "müdahale" yaparak yeniden İnönü'yü iktidara getirmek istediklerini bildirmişlerdir. İnönü ise bu girişime asla yanlı olmamış, generalleri terslemiştir. 
   İnönü'nün 1950'lerin başlarında, iktidarı bir askeri müdahale ile almaya hiç niyeti yoktur. Demokrasiyi doğal akışına bırakmayı, halkı çift partili yaşamın çalkantıları içinde kazanmayı bir "ideal" olarak benimsemiştir..
   Birkaç gün sonra Vatan'dan bir maaş ikramiye alır Arcayürek.. Bu arada Menderes onu kabul edip kimi önemli haberleri vermeyi sürdürür. Fakat bu yakın ilişki, Sabahattin Sönmez'in iyileşip görevine dönmesiyle kesilir. "Vatan" dan koparak, yeniden Kemal Zeki Gençosman'ın kurduğu "Anka" ajansına girerken, Menderes'in Özel Kalem Müdürü Basri Aktaş çağırır onu.. "Beyefendi, senin muhalefet organlarından birine gireceğini duydu. Çocuğu bulun, maddi bir sıkıntısı varsa giderin. Zafer Gazetesine alsınlar, Sümerbank'ta da bir basın görevi versinler diye emretti. Muhalefet organlarına gitmeni istemiyor.." dedi. 
   Arcayürek, yaklaşımı beğenmemiştir. Basri Aktaş'a Başbakan'ın ilgisine teşekkür ettiğini, ancak "Anka" ile anlaştığını söyler. Basri Aktaş, çok üzülür..
   
   Bir gün, eski Meclis binasının koridorunda birden karşısına Menderes çıkar. O alaylı, ancak sevecen gülüşüyle "Gene muhalefete dönmüşsünüz" der. Birden karşılaşmanın verdiği şaşkınlıkla, "Ne yapalım efendim, ekmek parası !" deyince de, şöyle bir yüzüne bakar, biraz da hayretle : "Ekmek paranızı vermeyecek miydik ?" der ve uzaklaşır.. 
   Böylece, Menderes'le bir daha yüz yüze gelmez, yakınında olmaz. Ancak, kimi gezilerinde muhalefet organı "Ulus"un muhabiri olarak Menderes'i izler. Bir muhalefet gazetecisi olarak !...

  

   "Ulus", Başbakan Menderes'i adım adım izlemek kararını almıştır. Karar,Nihat Erim'indir. 
   Başbakan, bir barajın temelini mi atmaya gidecek, Ulus muhabiri de Ankara' dan oraya gönderilmektedir. DP önderi, bir başka il'e gidip nutuk mu atacak, Ulus muhabiri bir gün önce Menderes'in gideceği kente varıyor, bir ön haber veriyor, sonra Menderes'e ve DP'ye alabildiğine saldırmaktadır..

   Adana'dadırlar. Seyhan barajının temel atma töreni vardır.. Menderes C-47 tipinde çift motorlu bir uçakla Adana'ya gelmiş, havaalanından kentin merkezine doğru büyük bir coşkuyla karşılanmıştır..
   Cadillacların ardı ardına kuyruğa girdiği, Menderes'in beyaz renkli üstü açık spor bir Cadillac ile güçlükle kente gelebildiği bir ortamda, gazeteciler arasında bir "muhalefet adası"nda tek başına C.Arcayürek bulunmaktadır !..
   Menderes, belediye binasının balkonuna yerleştirilen mikrofonun önünde durur. Gazeteciler de, onun sağında solunda not tutmak üzere yer almışlardır.   Arcayürek bir ara bakar, Menderes hafif sola dönmüş, sağ eliyle durmaksızın kendisini göstermekte, "bunlar, işte bunlar.." diye başlayan cümleler sıralamaktadır. Aşağıya, topluluğa bir göz atar. Ön sıralarda, ikinci üçüncü sıralarda duran, Menderes'i bir "mabut" gibi alkışlayan insanların karanlık bakışları keskin bir bıçağın ucu gibi yüreğine batmaya başlar.. Huzuru kaçar, not defterini cebine koyar ve içeri kaçar. 
   PTT'ye koşar ve Ulus'a haberi yazdırır : "Başbakan Menderes, bugün Adana'da gene ağzına geleni söyleyerek İnönü ile CHP'ye ağır saldırılarda bulundu."
   Gece, Adana Tüccar Kulübünde yemeğe çağrılıdır gazeteciler. Arcayürek sabahki görüntüden sonra gitmeye hiç niyetli değildir. Fakat diğer arkadaşları ısrar ederler, Basri Aktaş da ayıp olacağını söyler ve sonunda giderler..
   Basına verilen önemi, DP Adana örgütü olanca görkemiyle kanıtlamıştır : Gazetecilere salonun tuvalete açılan kapısı önünde bir masa hazırlanmıştır !..
Arcayürek, sinirlenen gazetecileri teselli eder. Halk içinden doğan bir partinin halka yakın gazetecilere ayakyolunda saygınlık göstermesini yadırgamamaları gerektiğini söyler.. Onlar da bir çeşit "ayaktakımı" değil midirler ? !..
   O sırada Menderes güleç yüzüyle kapıdan içeri girer. Alkışları karşılarken gözleri gazetecilere takılır. Yanındakilere bir şeyler söyler ve gidip yerine oturur. Birden ayaklarının yerden kesildiğini sanırlar !. Bir grup partili gelmiş, iskemleleri ve gazetecileri alıp hızla Menderes'in yakınındaki bir başka masaya oturtmuşlardır !. Menderes de gülerek bu manzarayı seyretmektedir.. 
   Rakılar gelir, yemek başlar. Menderes çevresiyle konuşmakta, arada sırada gazetecilerin masasına da bir göz atmaktadır. Arcayürek, onun hep kendisine baktığını ve bakışlarıyla da onu iğnelediğini sanmaktadır.
   Gazetecilerin içlerinden bazıları "yağ çekme sanatı"nın demokratik ilk örneklerini Menderes'e sunmaktadırlar. Kahkahaların yükseldiği bir ortamda, "Genç ama, aleyhimize yazıyor işte" gibilerinden bir söz çalınır Arcayürek'in kulağına. Görmezliğe, anlamazlığa gelir..
   Yemek sonrası Basri Aktaş ile karşılaşır. "Ağabey, Başbakan yarın uçakla dönüyormuş, gazetecileri de alıyormuş yanına, acaba bende gelebilir miyim ?" diye sorar. İyi yürekli Özel Kalem Müdürü de kabul eder. 
    Bu, sevinilmeyecek bir durum değildir. Çünkü karayoluyla Ankara bir gün, trenle iki gündür o yıllarda. Uçakla ise iki üç saat civarında.. 
   Gazeteciler toplu olarak alana gelirler, Başbakan da arkalarından.. Önce Menderes biner uçağa, sonra da gazetecileri buyur ederler. Arcayürek de bir hamle yapar ama daha önce hiç görmediği birisi yanına gelir, "siz binmeyeceksiniz !" der..  Basri Aktaş'ın adını verir ama nafile !.. 
   Uçak gözünün önünde kuş gibi uçar gider.. 
   Sonradan arkadaşlarından öğrenir : Menderes, uçakta muhalefetten kimsenin olmamasını buyurmuştur.. 
   Ankara'ya ancak iki gün sonra dönebilir !..


 

330 ) PATRONA HALİL İSYANI ...






   Venedik bailosu Francesko Gritti 1726 yılında hükumetine gönderdiği raporlarda, halkın, para azlığı, işsizlik ve pahalılıktan yakındığını, Üçüncü Ahmed'in ve damadı Sadrazam İbrahim'in yönetimlerini onaylamadıklarını belirtmekteydi.. 
   Gerçekten de gerek İstanbul ve gerekse Anadolu, ekonomik açıdan çok kötü bir dönemdeydi. 1690'larda 600-700 bin civarında olan başkent nüfusu, 1720'li yıllarda giderek büyüdü. İş bulmak için Anadolu'dan akın akın insan geliyordu. "İnsan deryası" olmuştu İstanbul.. Sultan, şehrin ekmek üretimi artan nüfusa ayak uydurabilsin diye, Tersane'nin yanına yedi adet yeni buğday deposu yaptırmıştı..
   Bu arada, şehir meslek loncalarına kabul edilmeyen göçmenlerin çoğu, hırçın bir alt sınıf oluşturmaya başlıyordu. Sultan'ın müsrifliği ücretlerde kesintiye ve vergilerde artışa neden olmuştu.. 
   Önceki dönemlerde sarayların yüksek duvarları arkasında, halkın gözlemleyemediği ama hayal ettiği bir yaşam söz konusuyken bu yeni dönemde saray yaşamının sahneleri adeta halka sergileniyor ve doğal olarak tepki alıyordu. Cinsler arasındaki engeller de zayıflamıştı. Dahası, Sadabad kasırları yapılırken işçilerin her türlü rezaletine, azınlık tebaadan kadınlarla düşüp kalkmalarına bile göz yumulmuştu. Halk, sadrazamın, Zülali Hasan Efendi'nin fingirdek hanımıyla aşkını ; Kağıthane sefalarında, hoşuna giden kadınların yaşmağı arasından göğüslerine "Zer-i mahbub" ( Sultan İkinci Mustafa döneminde çıkarılan 25 kuruş değerinde bir altın) altınları bırakışını konuşuyordu. Hatta bu kadınlardan birisi de İstanbul kadısının eşiydi !..
   Bir yandan ekonomide devam eden bozukluk, bir yandan Rusya ve İran ile yapılan savaşlardaki başarısızlıklar, diğer yandan devletin başındakilerin alenen sergilediği sefih yaşam..

    

   İbrahim Paşa, on iki yıllık sadareti boyunca, kulaklarını halkın dertlerine ve şikayetlerine değil ; caize peşinde koşan şairlerin "bahariye, şitaiye, ramazaniye, hamamiye" gibi türlü adlar altındaki methiyelerine, gazel ve şarkılarına verdi hep.. Kömür tozunu gözüne sürme yapan İstanbul halkı, Lale Devri yadigarı, muhteşem Üçüncü Ahmed Çeşmesi'ni elbette göremezdi.. Sabunsuz ve mumsuz halk elbette ki İbrahim Müteferrika'nın matbaasında basılan "Vankulu Lugatı" ile "Naima Tarihi"ni okuyacak değildi ve elbette ki bu halk Sadabad, Asafabad, Şerefabad, Mihrabad gibi güzellikleri ancak uzaktan ve kinle seyredecekti...
   Saltanatının son iki yılı, giderek ağırlaşan ekonomik ve siyasal bunalımlarla geçen Üçüncü Ahmed, İstanbul'daki ahlaksal bozulmayı önlemek için İran'dan oğlan ve kız köle getirilip satılmasını yasakladı. Ama halk bu tür önlemlerden çok, Sadrazam İbrahim Paşa'nın kendi yakınlarını en önemli görevlere getirmesi ve bunların, sefahat denecek düzeyde lüks ve eğlenceye düşkün olmalarıyla ilgileniyordu..
   7 Ağustos 1728 günü İstanbul'a öyle bir yağmur yağdı ki, böyle bir yağmuru ne gören, ne de babalarından ve atalarından duyan vardı. Güneşli ve yakıcı bir perşembe gününün ertesi, "hem de mübarek cuma günü", mesirelere gitmek üzere hazırlanan İstanbullular kapıdan dışarıya burunlarını bile uzatamadılar. Sanki gökyüzünün dibi delinmişti ! Boğaziçi'ndeki hasar büyük oldu. Yobazlara göre, İbrahim Paşa'nın zevk-ü sefası için bu, ilk uyarıydı !..
   13 Şubat 1730 gecesi Diyarbakır'da, doğudan bir kızıllık görünmüş, giderek büyümüş, gece vakti gökyüzü, gündüze dönmüştü.. Maddi hasar ve insan kaybı olmamıştı ama halk dehşete kapılmıştı.. Bu da ikinci uyarı olarak kabul edildi..
   15 temmuz 1730 günü ise, üçüncü semavi işaret alındı !.. Otuz dört dakika boyunca güneş tutuldu ve bütün İstanbul karanlık içinde kaldı.. Saray müneccimleri bu olayın daha önceden bilindiğini ve normal bir doğa olayı söyleyip dursalar da, İspiri-zade, Zülali-zade gibi yobazlar halka yönelik yayına başladılar : 
"Felaket yaklaşmıştı. Belki de bu felaket, gerçek iman sahipleri için saadet olacaktı. Artık bu Kafiristan'ı taklit edip memlekete yeni adetler sokan bu sefih vezirle, onu himaye eden ve güya halife de olan kayınpederi padişahın sonu gelmişti. 
Ey Cemaat-i Müslimin ! Bir lale soğanı için avuç dolusu altın veren, şairlerin ve bestekarların ağızlarını inci ve mücevherle dolduran, dinden sapıtmış devlet erkanını bekleyen akıbet yamandı yaman !.." 
   Her şey birbirine eklendi, kartopu bir çığa dönüştü ve Türk batılılaşmasının başlangıcı olarak görülen "Lale Devri" kanlı bir biçimde kapandı..


  Ayaklanmayı, saray mensuplarının yeni yeni icatları ile çileden çıkan Şeyhülislam ve ulema takımının bazı üyeleri teşvik etti. İran ile başlaması an meselesi olan savaş, Ayasofya'da verilen vaazlarla eleştirildi : "Yüzünü Mekke'ye çevirenler arasında savaş gayri adildir.."
   Ayaklanma 28 eylül 1730 günü başladı.. Elebaşı Horpeşteli Arnavut Halil ; leventlik, Rumeli'de yeniçerilik yapmış, "Patrona" lakabını da çalıştığı gemiden almıştı. ( "Patrona" aynı zamanda koramiral anlamına da gelmektedir ) İstanbul'da Sultanbayezid Hamamı'nda tellallık yapıyor, ayakdaşlarıyla da meyhanelerde kafa çekiyordur.. Araştırmacı Faik Reşid Unat'a göre ; 17. Bölüklü ortasına mensup bir yeniçeri idi.. Bozulan yeniçeri ocağı ; yeniçerilerin dışarıda çalışmasına çoktandır engel olamamaktadır !.. Tarihçi Cabi Said Efendi, Patrona Halil gibi olanlarla şöyle alay eder : "Ordu sefere çıksa, 'Kalyoncuyuz' derler ; donanma sefere çıksa 'yeniçeriyiz' derler"

  Tellaklığa gelince ; ihtilale kadar İstanbul hamamlarındaki tellak ve natırların çoğu Arnavut'tu. 1734'de Sultan Birinci Mahmud, bastırdığı isyanın ardından, İstanbul kadısına hitaben bir ferman yazdı ve Arnavutların İstanbul hamamlarında çalışmasını yasakladı... Kısacası, ayaklanmaya elebaşılık eden Patrona Halil, soydaşlarının ekmek kapılarından birini kapatmış oldu !..
   Halil, 1730 yılı ağustosunda kadrosunu oluşturdu. İlk isyan toplantısını da 25 eylülde, Mevlid Alayı sırasında yaptı. Muslu Beşe ve Emir Ali'yi de yardımcı olarak seçti..
   Zorbalar tatil olan 28 eylül perşembe günü, üç koldan bayrak açıp, Şeriat için herkesi bayrak altına çağırdılar. Bir anda büyüyen kalabalık, Etmeydanı'na yürüdü. 
   Bu sırada Kaymakam bahçesinde lale dikmekle meşguldü !.. Sultan ve ordu, İran seferi için Üsküdar'a geçmiş durumdaydı. Yeniçeri ağası korkup saklandı.. Kaymakam hemen Üsküdar'a geçti ve olanları Padişah'a anlattı. Devlet erkanı ve ulema Üsküdar'a çağrıldı. Topkapı Sarayı'ndan da Sancak-ı Şerif getirtildi.. Gece olunca, Padişah ve devlet erkanı Topkapı'ya geçip önlemler aldılar. Bu sırada kazan kaldıran yeniçeriler ve acemioğlanları da ayaklanmaya katılmış bulunuyorlardı..
   29 eylül günü İstanbul'un denetimini ellerine geçiren asiler, yağmalar ve baskınlar sonucu birçok kişiyi öldürdüler. Etmeydanı'na getirttikleri müderrislerden istedikleri fetvaları aldılar. Tomruk ve zindanlardaki mahkumları salıverdiler. Bunlar da "Şeriat isterüz" diyen gözü dönmüş kalabalığa katıldılar. Çingeneler, göçebeler de dalga dalga ayaklanmacılara ayak uydurdu.
   Ortaya bir "Deli İbrahim" çıktı. Sırtında cüppe, başında ilmiye sarığı ; gençliğinde her türlü kötülüğü yapmış, softa eşkıyası takımındandı.. Orta Cami önündeki topluluğun nabzına uygun, Şeriatçı sözler etti : "Bugün cumadır.. Ama böyle büyük bir davası olan günde ezanlar okunmaz ve namazlar dahi kılınmaz !.." 
   Halkı dehşet havası altında sindirmek lazımdı. Bütün mahallelere ulaklar çıkarıldı, camiler ve mescitler kapatıldı, ezan ve namaz yasak edildi !.. Türk ve Müslüman İstanbul'un tarihinde tek gün, 29 eylül 1730 cuma günü, ezan okunmamış ve binlerce cami ve mescitte namaz kılınmamıştır..    
   Patrona Halil ; Müderris İbrahim'i kadı, eski yoldaşlarından Nişli Kel Mehmed'i yeniçeri ağası, Urlu Murteza'yı sekbanbaşı atadı !.. Saraydan gelen aracıya otuz yedi kişilik bir liste verdi, hepsinin de kellelerini istiyordu..
   Üçüncü Ahmed'in çıkarttığı Sancak-ı Şerif altına pek az kişi girdi ; girenler de isyancılar tarafından dağıtıldı..
   30 eylülde sarayda yapılan toplantıda, Zülali Hasan Efendi, Padişah'a, önce İbrahim Paşa'yı idam ettirmesini önerdi. Akşama doğru İbrahim Paşa, damatları Mustafa ve Mehmed paşalar tutuklanıp, ulemanın fetvası üzerine, Kapıarası'nda boğuldular.. 1 ekim sabahı, bir öküz arabasına konulup saraydan çıkartılan cesetleri ayaklanmacılar tarafından akla hayale gelmez hakaretlerle İstanbul sokaklarında sürüklendi... Sultan'ın suçluluk duygusu, veziri azamın hazinesinde 54 sandık altın çıkınca, belki de biraz yatışmıştı !..
   Sözde Padişah adına uzlaşmak için asilerle görüşmeye giden Zülali Hasan Efendi ve İspir-zade, zorbalarla Üçüncü Ahmed'in tahttan indirilmesi konusunda anlaşıp saraya döndüler. Padişah, gece yarısı, yeğeni Şehzade Mahmud'u Hırka-i Saadet Dairesine getirtip tahttan çekildiğini bildirerek hükümdarlığını kutladı ve dairesine çekildi. 57 yaşındaydı.. Sarayın Kafes Kasrında altı yıl daha yaşayacaktı..
   Asiler, 34 yaşındaki yeni padişahtan Kağıthane'deki Sadabad'ın ve Anadolu'daki Nevşehir'in yakılıp yok edilmesini istediler !.. Bunun bir nedeni vardı.. Nevşehir önceleri "Muşkara" adlı basit bir köyken, sadrazamın burada doğması nedeniyle, imar edilip şehir mertebesine çıkartılmıştı.. Sultan Mahmud Nevşehir'i bu vahşetten kurtarabildi ama Sadabad'daki 120'den fazla kasır önce yağma edildi, sonra da temellerine kadar yıkıldı.. İhtilalciler bu yıkıntıları yakmak da istedi ama, Padişah yangın çıkabilir bahanesiyle bunu da engelleyebildi..     

    Divan-ı Hümayun toplantılarına zorla katılan Patrona, birkaç atama rezaletinin altına da imza attı. Örneğin kendisine daha önce borç veren Yanaki adlı bir Rum kasabını Boğdan (Moldovya) prensi yaparak Romanya'ya gönderdi. İstanbul kadısı olan Deli İbrahim'e uygun birisi lazımdı (!) , böylece geçmişi kir içindeki Kel Mehmed'i yeniçeri ağası yaptı..
   Asiler kapıkulu ocaklarının kütük defterlerini sebil gibi açtılar.. Birkaç gün içinde yeniçeri, topçu, cebeci, sipahi yüz binden fazla adamı asker yazıp ulufeye bağladılar !.. 
   Osmanlı'nın zaten bozulmuş olan kapıkulu asker ocakları ve bu arada yeniçeri ocağının düzeni, disiplini bu ihtilalden sonradır ki, bir şehir eşkıyası ini oldu..
   
   

   Sultan Birinci Mahmud, kıdemli yeniçeriler ve İstanbul'u ziyaret etmekte olan Kırım Hanı ile, intikam planı yaptı. Patrona Halil ve 28 adamı, 24 kasımda, yeni şeref unvanları vaadiyle saraya çağrıldı. Divan odasında muhafızlar tarafından öldürüldüler ve cesetleri, iki ay önce veziri azama yapıldığı gibi, saray kapısının önüne atıldı..

KAYNAKÇA :

Necdet Sakaoğlu, "Bu Mülkün Sultanları" ; 
Yılmaz Öztuna, "Osmanlı Padişahlarının Hayat Hikayeleri" ;
Philip Mansel, "KOnstantiniyye" ;
Reşat Ekrem Koçu, "Yeniçeriler" ;
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, "Osmanlı Hanedanı Üzerine İncelemeler" 

329 ) LOZAN ÇIKMAZINDA !..

    

   Karar adamı kimdir ?.. Karar adamı elbette ki, kritik anlarda, tehlikeli geçitlerde ve dönüm noktalarında, arkasından gelenlere karşı, sorumluluk kabul eden ve karar verebilen adamdır. İşte 4 Şubat 1922'de Lozan Konferansının en kritik gününde İsmet Paşa bu durumdaydı. Onun, o gün orada yaşadığı çile pek anlatılmamıştır. Ama bu sahneye yakından tanık olan, hem de yetkili bir yabancı var ki, bir eserinde, İsmet Paşa'nın bu çilesini, bize bütün trajedisi ile yansıttı. Bu yabancı, Lord Curzon'un daima yanında bulunan Sekreteri Harold Nicolson'dır. "By Lord Curzon" adlı eserinde bu sahneyi bütün ayrıntılarıyla işler :
"İsmet rahatsız ve canı sıkkın. Oturmakta olduğu koltuğa adeta gömülmüş. Alnı kıpırdıyor. Mendilini sık sık dudaklarına götürüyor. Çok rahatsız ve sinirli..
  Curzon koltuğunda azametle kurulmuş, oturuyor. Ben onun hemen arkasında oturuyorum ve not alıyorum. Bompard ( Fransız delege ) güzel konuşuyor, Garoni ( İtalyan delege ) ise gayet kötü..Sonra Marki (Curzon) söze başlıyor. Emsalsiz denecek kadar güzel konuşuyor : Tatlılık, ümitsizlik, korkutma, otorite... 
- İsmet Paşa, diyor, unutma ki mümkün olandan fazlasını verdim. Ve bütün bunları barış uğruna verdim. Barış,, Barış.. Mr. Bompard'ın da dediği gibi barış sizin elinizdedir. Eğer şu önümüzdeki iki saat içinde barış anlaşmasını imzalamazsak, ondan sonra barış olmayacaktır. Belki de savaş olacaktır İsmet Paşa ! Savaş !..
  Biz artık bekleyemeyiz. Size yalvarıyorum, kabul etmeniz için !. Bizzat kendi mektubunuzda da varmış olduğunuz sonuca göre, size verdiğimiz ödünleri kabul ediniz ve biliniz ki artık ödünlerin sonuna gelmiş bulunuyoruz. Sonunda !. ( Burada dramatik bir şekilde son kelimesini vurgular)..
  İsmet Paşa ve Rıza Nur bunun üzerine durumu görüşmek için Crowes'un odasına çekildiler. Onlara yolda refakat ettim. Bagajlarla dosyalarımız, götürülmek üzere toplanmıştı. Bir marangoz, dosyaları, Bill Bentinck'in dikkatli gözlemi altında sandıklara doldurup topluyordu. Bu geçit üst kata çıkmakta olan gazeteciler tarafından tıkanmıştı. Bu tıkanıklık arasından ilerledik. İsmet'i Crowes'un odasına götürdüm ve Marki'nin yanına döndüm. Oturma odasında atmosfer kriz kokuyordu. Kendisi sırtını koltuğuna dayamış, neşeli, duruma hakim ama yıpranmış durumda oturuyordu. 
  Saat 6.45'de İsmet dönüyor. Bizim bütün tekliflerimizi kabul ediyor. Fakat ekonomik paragrafı reddediyor. Marki, Bompard'a manalı bir gülümseyişle : 
- Size demedim mi ? diyor. 
  İsmet gene Yunanlıların tamirat meselesinde, karşı bir talepte bulunmalarına izin verilmemesi konusunda ısrar ediyor. Marki bana dönüyor :
- Venizelos'a söyle, diyor..
  Bitişik odaya gidiyor ve Venizelos'a telefon ediyorum. Venizelos kabul ediyor. Toplantıya dönüyorum ve kendimi ihtilalci bir ortamda buluyorum !.. Yunan tazminatını bırakmışlar. Ben de Venizelos'un mesajından bahsetmeksizin sandalyeme külçe gibi oturuyorum. 
  Kapitülasyonlar hakkında görüşüyorlar. Marki tarafından mükemmel bir şekilde desteklenen Bompard ve Garoni, İsmet Paşa'yı tehdit bombardımanına tutuyorlar. Her zamanki gibi, bu kısa boylu insan için merhamet duyuyorum. Marki de öyle duyuyor. Fakat İsmet, daha çok onların silahına sarılmış, metanetle savunma yapıyor. Yalnız bir kez kendini kaybetti :
- Ankara'ya döneceğim ve milletime diyeceğim ki, Lord Curzon'ın başkanlığındaki konferans savaş istiyor !.. 
  Hepsi birden "hayır, hayır !.." diye haykırıyorlar. Çok gergin bir an.. Telefon çalıyor. Karşıda ince bir ses, "Japon delegasyonu" diyor. Telefonu sertçe kapatıp koşarak salona geri dönüyorum. Tam o sırada Lord Curzon da saatine bakmaktadır : 
- İsmet Paşa, memleketinizi kurtarmak için ancak yarım saatiniz var ! , diyor. İsmet Paşa mendilini dudaklarına götürüyor. Kendisini sandalyeye atıyor. Ter içinde kalmış olan alnına, eliyle parmaklarıyla vuruyor. Çaresiz bir halde, "yapamam, yapamam ! " diye mırıldanıyor.. 
  Çok acıklı bir haldedir. İsmet'i seven Marki üzülüyor. Ona tebessüm ederek Fransızca olduğunu sandığım bir takım mırıldanmalarla sevgi gösteriyor. Sonra Bompard'a bakarak :
- Pekala, diyor, ümit yok..
- Ümit yok, ümit yok, diyerek Bompard ve Garoni de onun sözlerini tekrarlıyorlar. Ona katılıyorlar.. 
  Ayağa kalkıp selamlaşıyorlar. Curzon ve ötekiler odadan suratları asık ve kederli çıkıyorlar. Sandıklar ve gazetecilerle dolu koridorda ilerliyorlar. Gazetecilerin arasında Massigli, elinde imzaya hazır barış antlaşmasının son projesi ile duruyor.
  İsmet asansörle iniyor. Ben de onunla indim. Huzurlu bir sessizlik içindedir. Konferans binasını sanki hiç de önemli bir şey olmamış gibi terk ediyor." 

    
  
   Müttefikler hazırladıkları barış antlaşması taslağını 3 Şubatta İsmet Paşa'ya verdiler. Paşa yanıtını ertesi sabah verecekti !.. O gece Paşa'nın dairesinde gece geç saatlere kadar çalışıldı. 4 Şubat sabahı Türklerin yanıtı müttefiklere bildirildi. Öğleden evvel müttefikler kendi aralarında toplandılar. Gazeteciler ; İngiliz heyetinin kaldığı Beau Rivage Oteli ile Türk delegasyonunu kaldığı Lausanne Palace arasında mekik dokuyorlardı. Önce Beau Rivage'dan iyi haberler sızdı. İsmet Paşa davet ediliyor. İsmet Paşa ve delegeler, saat 4'e doğru, silindir şapkaları ellerinde otellerinden iniyorlar. Gazetecileri selamlıyorlar..
  Konferans toplanıyor. Önce hiçbir haber sızmıyor. Bir saat kadar geçiyor ve ortalığa fena söylentiler yayılmaya başlıyor : Müttefikler, Türk tekliflerinin bazı noktalarına itiraz etmişler !.. İşte o zaman İsmet Paşa yan odaya çekiliyor. Yukarıda, Curzon'un Sekreteri tarafından anlatılanlar işte bundan sonra başlıyor..
  Sonuçta, İsmet Paşa'nın son yanıtı belli olur :
" - Türk Milli Hakimiyetine aykırı hiçbir kaydı kabul etmem !.."
  İsmet Paşa ve arkadaşları konferans binasını sakince terk ederler. Lausanne Palace Otelinin sahibi ise iki güzel buket hazırlatmıştır. Buketler otelin kapısında ve Fransa Başdelegesinin hanımı, Madame Bompard'ın elindedir. Bunlar, imzalanacak olan tasarının ve barışın şerefine, İsmet Paşa'ya ve Bompard'a verilecektir. Fakat ne yazık ki, bu çiçekler Madame Bompard'ın elinde kalacaktır. Titiz ve sinirli bir hanım olan Madame'ın kocasının politik işlerini de adeta kendisi çeviriyormuş gibi bir hali vardır...
  Gene bir gün ve Türklerin uyuşmazlığına sinirlendiği bir anda, salonda dinlenen bir Türk grubunun üzerine elindeki şemsiyesiyle yürümüş ve sinirden titreyen sert bir sesle :
" - Ou sont les bons vieux Turcs ? " ( Nerede o eski, iyi Türkler ? ) diye tekrar tekrar haykırmıştı..
  Ama ne çare ki, eski uysal Türkler artık ölmüştür. İstanbul'da yabancı elçilerin, kahyaları aracılığıyla sadrazamlara arzularını ilettikleri, yahut yabancı bankalara borç para için başvuran Türk devlet adamlarının, kapılarda bekletildikleri devirler artık geride kalmıştı..


 
   İsmet Paşa yurda döndüğünde Gazi İzmir'de bulunuyordu.  Orada açılan İktisat Kongresi'nde konuşmalar yapmıştı. Konferansın sonu belli olunca, kongredeki beyanatında durumu şöyle açıkladı :
" - Efendiler !.. Bu memleketi esirler ülkesi yapamayız. Lozan Konferansının son müzakeresi bu nokta ile ilgilidir.  Aylardan beri müzakereler, münakaşalar cereyan etti. Fakat muhataplarımız bizimle üç dört yıllık bir hesabı görmüyorlar. Üç dört yüz yıllık bir hesabı görmeye çalışıyorlar.  Millet kararını vermiştir. Ancak bütün millet ve bütün dünya bilsin ki, en sonunda, ve en sonunda bu millet tam istiklalinin sağlandığını görmedikçe, yürümeye başladığı yolda, bir an durmayacaktır.."

 

 
      

328 ) 6-7 EYLÜL OLAYLARI...

  1955 yılının 6 Eylül günü salıya rastlıyordu. Meclis tatildeydi. Hükumet üyelerinin çoğu Ankara dışındaydı. Cumhurbaşkanı Bayar İzmir'de, Başbakan Menderes İstanbul'daydı,Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu da Londra'da... 
  Zorlu'nun Londra'da olmasının nedeni, Kıbrıs için "üçlü" bir dışişleri bakanları toplantısına katılacak olmasıydı. Türk,Yunan ve İngiliz dışişleri bakanları ; Kıbrıs sorununun BM konusu haline gelmesini istemedikleri için toplanıyorlardı. Olayın asıl nedeni ise,İngiltere'nin adadan çekileceklerini açıklamasından sonra adanın kimin eline geçeceği sorusuydu. Yunanlılar olayın BM aracılığıyla çözümlenmesini istiyorlardı. Diyorlardı ki : Tüm ada halkı "halkoylaması"na çağrılsın. Çoğunluk Rum kesiminde olduğu için bu, "Kıbrıs Yunan adası olsun" demekti. Türkiye ise bunu şiddetle reddediyor, "Kıbrıs eskiden Türk adasıydı.Yönetim İngiltere'ye verilmişti.İngiltere Kıbrıs'ı bırakırsa, ada yeniden eski sahibine verilmelidir" diyordu..Yani Türkiye'ye.. İngiltere ise, Yunanistan ile Türkiye'nin arasını bularak, adayı özel bir yönetim biçimi altına sokmaya çalışıyordu. Tabii, bu arada kendisine de belirli paylar çıkarmayı hesaplıyordu. Adada askeri üsler bulundurmak, koyduğu şartlar arasındaydı..
  Konferanstaki hava pek iyi değildi. Başbakan Menderes de, gene o günlerde İstanbul'da verdiği bir demeçle Yunanistan'a sert çıkmıştı. Bu gelişmelerin sonucu olarak iki tarafın da kamuoyu gergindi. 
  Tam o sırada, devlet tekelindeki radyonun tek haber kanalı, o günkü öğle haberlerinde heyecanlı bir haber vermişti : Selanik'de Atatürk'ün evine bomba konulmuş ve patlamıştı !..  Radyo bunu haber bülteninin ilk haberi olarak yayınlamıştı, fazla bir ayrıntı da vermemişti. Bu haberi öğrenen gençler Taksim'de toplanmaya başlamışlardı. Gösteriye hazırlanıyorlardı...
   O günlerin Hürriyet gazetesinde, Beyoğlu muhabiri olarak çalışan Necati Zincirkıran, anılarında, 6 Eylül günü devlet radyosunun öğle ajansında verdiği haberi, öğleden sonra çıkan İstanbul Ekspres gazetesinin "akşam baskısı"nın manşetten verdiğini (!) belirterek şunu anlatıyordu :
"Sirkeci'deki Tan Matbaası'ndan çıkan gazeteler, köprünün öte tarafına geçmeden kapışılıyordu. Bir saat içinde haber, her tarafa yayılmıştı İstanbul'da. Foto muhabiri arkadaşımla Taksim'e geldiğimizde sağda solda onar, yirmişer gruplar gördük. Bunlar, işaret bekliyordu. Birbirlerinden uzakta ayrı ayrı yerlerde duruyorlardı. 'Ne olacak ?' diye bekleşirken ellerinde iki ayaklı merdiven bulunan birileri geldi,şimdiki tramvay durağının bulunduğu yere. Ve orada merdiveni açtı. Bunlardan biri merdivenin üzerine çıktı. Bir konuşma yapacağını söyleyerek ayrı ayrı yerlerde kümeleşen grupları etrafına topladı. Birdenbire 600-700 kişilik bir topluluk oluştu. 30-35 yaşlarındaki koyu gri elbiseli, kravatlı, hitabet yeteneği olan kişi tekrar merdivene çıktı ; 'Arkadaşlar, Kıbrıs'ı ilhak etmek isteyenler şimdi de Selanik'de Ata'mızın evini bombaladılar. Yarın, İstanbul üzerinde de hak iddia etmeyecekleri ne malum. Bunlara hadlerini bildirmemiz lazım. Protesto için hep birlikte yürüyelim, marşlar söyleyelim ve Türk bayrağını astıralım. Yürüyelim arkadaşlar !..'
  Zaten bu konuşmanın sonuna doğru kalabalık 3.000 kişiyi geçmişti. Toplananlar hep bir ağızdan 'Yürüyelim arkadaşlar !' diye bağırdı. Ve hep bir ağızdan 'Dağ başını duman almış' marşı söylenmeye başlandı. Taksim'den İstiklal Caddesine girilerek Tünel'e doğru gidiyorduk. Bütün dükkan sahipleri bayrak asmaya başlamıştı. Asmayanların önünde duruluyor, 'bayrak, bayrak' diye protestoda bulunuluyordu. Bu arada ellerinde bayrak buluna bir iki kişi  İstiklal Caddesi ara sokaklarından çıkarak grubun önüne geçti.."

   

  Zincirkıran, olayları ilk başlatanın, Taksim'de iki ayaklı merdivenin üstüne çıkarak ilk konuşmayı yapan kişi olduğunu bir kere daha vurguladıktan sonra, "Onun bugün bile resmini çizebilirim. Kısa bir süre içinde ortadan kayboldu ve bir daha da görünmedi" diyor. 
  İstiklal Caddesi üzerinde Rumlara ait çok sayıda dükkan, mağaza, işyeri ve ikametgah vardı. Korkudan hepsi apartmanların çatı katından aşağıya bayrak sallandırıyorlardı. Polisin sıkı önlem aldığı, Galatasaray'daki İngiltere Başkonsolosluğu önünde aleyhte sloganlar atıldıktan sonra kalabalık Tepebaşı yönüne doğru yürümeye devam etti. Pera Palas Oteli önünde bir kararsızlık geçirildi. Bir grup, Tünel'e çıkılmasını isterken, diğer grup ise geri dönülmesini istiyordu. Geride polisler vardı ve kalabalığı dağıtmak isterlerken, polisten kaçanlar Asmalımescit'ten Tünel'e doğru koşmaya başladı. Buradan İstiklal Caddesine çıktıkları anda Rum dükkanlarına taşlı sopalı saldırılar başladı..

 

  Kocaman mağazaların vitrinlerinin camları aşağıya indirildi. Bir grup Tünel yönüne, diğeri Galatasaray yönüne doğru, ne kadar Rum dükkanı varsa vitrinleri, cam çerçeveyi kırarak Taksim yönüne ilerliyordu. Kalabalık 5.000 kişiyi geçmişti. Bu arada yanlışlıkla Türklere, Ermeni ve Musevilere ait dükkanlar da tahrip ediliyordu..Beyoğlu'nda İnci ve Butak pastanelerinin önünde, kalabalık arasında bir kaynaşma gören gazeteciler buraya yaklaştıkları zaman, İstanbul Emniyet Müdür Muavini ve Trafik Şubesi Müdürü Orhan Eyüboğlu'nun ( 1970'li yıllarda CHP Genel sekreteri ) tartaklandığını gördüler. Gazetecilerin "Ne yapıyorsunuz ? Bu adam polis müdürü" diye araya girmeleri ile kurtulan Eyüboğlu, Butak pastanesinin tahribini engellemeye çalışırken epeyi hırpalanmıştı. 
  İstanbul'da o yıllarda Rum sayısı 30.000 olarak tahmin ediliyordu. Fakat topluluğun içindeki "vurup kırıcı"lar, sahiplerinin etnik kökenine bakmaksızın, tüm dükkanlara saldırıyordu. Kimin içinden ne geçtiği bilinmez. Ama belli ki kalabalık, karmaşık duygular içindeydi. 

   

  Dönemin kıdemli gazetecisi Metin Toker ve Erdal İnönü, gece saat 22-23 sıralarında İstiklal Caddesi'nde yürümüşlerdi. Metin Toker izlenimlerini şöyle aktarıyor : "Bütün cadde kumaşlar, vitrinlerden çıkarılıp atılmış eşyalar ile doluydu. Buzdolapları, radyolar, çamaşır makineleri ortalardaydı. Sonradan resmi yorumlar buna 'milletin asil heyecanı' gibi şatafatlı sıfatlar uydurmuşlardır. Fakat hareketin hiçbir asaleti yoktu. Taksim'den itibaren cadde geçilecek gibi değildi. Ben arabadan indim,önden yürüyerek Erdal'a yol açtım. Kumaşların üstünden Tünel'e kadar öyle gittik. Bu sırada etrafımızda, elleri sopalı ve haydut kılıklı kimseler bir yandan onu bunu kırıyor, diğer taraftan amansız bir servet düşmanlığı yapıyorlardı. Bu,DP'nin 'görülmemiş kalkınma' sına karşı büyük kitlelerin ilk tepkisi idi. Artık Kıbrıs'ı da, Rumları da herkes unutmuştu. Tek arzu, haksızlıklarla burulmuş kalpleri dolduran tahrip isterisi idi.Nitekim o gece, İstanbul'da tahrip edilmedik şey kalmadı..Vilayet'e geldik. Ben basın kartımı göstererek içeri girdim. Valinin odasında İçişleri Bakanı Dr. Namık Gedik bir koltuğa adeta serilmiş, şaşkın ve kararsızdı.."

   Bu olaylardan hemen sonra yayımlanan hükumet bildirisi şöyleydi : 
"Dün gece İstanbul ve memleket esas itibarıyla bir komünist tertip ve tahrike ve ağır bir darbeye maruz kalmıştır.." 
  Hemen o gecenin sabahında Aziz Nesin'den başlayarak, Kemal Tahir, Asım Bezirci, Hasan İzzettin Dinamo dahil, "komünist" veya oldukları varsayılan 60 kadar kişi ev ve işyerlerinden toplanıp, önce Emniyet Müdürlüğü'nün bulunduğu Sansaryan Han'a, sonra da Harbiye'ye götürülüp askeri tutukevinin hücrelerine konulmuştu.. Sonuçta, 6-7 Eylül'den sonra tutuklanan "komünistlerin" salıverilmeleri, 28 Aralık'a kadar sürmüştü !..

  6-7 Eylül olaylarından bu yana neredeyse 58 yıl geçti.. "Ne ?,Nerede ?, Ne zaman ?, Nasıl ? Niçin ? Kim ? " gibi 5N+1K soruların tamamı hala aydınlanmış değil.. Gerçi bunun yargılaması 1961'de Yassıada Mahkemesi'nde yapıldı ama orada alınan kararlar da, akla gelen soruların cevabını oluşturmuyor. Zaten o mahkemenin mahkumiyet kararlarında da, beraat kararlarında da, siyasal faktörler etkendir.. 
  Konuyla ilgili en güçlü varsayım şudur : 
  Hükumet ve/veya devlet, Londra Konferansı sırasında Türk kamuoyunun Kıbrıs konusunda ne kadar duyarlı olduğunu göstermek istemişti. Bomba olayı ya bu amaçla düzenlenmiş bir tertipti veya değilse bile, o yolda kullanılmak istenmişti. Bombaya karşı tepki gibi başlayacak bir gösteri gerçekleşirse, bununla,Türkiye'nin, Yunanistan'ın Kıbrıs'ı topraklarına katma yolundaki girişimlerini kabul edemeyeceği, halk tarafından da vurgulanmış olacaktı.. Türk hükumetinin bu konudaki kararlılığını Londra Konferansında konuşan Fatin Rüştü Zorlu hep belirtiyordu. 
  Bomba olayı, bu amaçla etkili bir şekilde duyurulmuştu. Halkın çeşitli kesimleri, o iki ayaklı merdiven üzerine çıkıp konuşan kişi gibi "öncü"lerin çabasıyla "protesto" ve "bayrak astırma" eylemlerine yönlendirilmişti. Polise de el altından bazı telkinler yapılmış, göstericilere sert davranmaması istenmişti.. 
  Ama bu varsayımın gerisi şuydu : Bu işle "meşgul" olanlar, teşvik ettikleri bu gösterilerin çığırından çıkacağını tahmin edememişlerdi. 
  Bu varsayımı destekleyen olay şuydu : 6 Eylül günü Başbakan Menderes İstanbul'daydı. İzmir'de bulunan Cumhurbaşkanı Bayar da, o gün uçakla İstanbul'a geçmişti. Devletin zirvesindeki iki kişi buluşmuşlar ve olaylar başladıktan bir süre sonra Haydarpaşa'dan kalkan yataklı trenle Ankara'ya hareket etmişlerdi. Olayların büyüdüğünü ve baş edilmez bir hal aldığını, tren Sapanca'ya vardığında telsiz bağlantısıyla öğrendiler. Tren durduruldu, bulundukları iki vagon ayrılarak İstanbul yönüne giden bir başka trene bağlandılar. İzmit'e kadar trenle, daha sonra da getirtilen otomobillerle İstanbul'a ulaştılar. Vilayet binasında olayları durdurtacak önlemler üzerinde çalıştılar. 
  Aldıkları ilk önlem, daha trende iken, İstanbul ve İzmir'de sıkıyönetim ilan etmekti. Bunun bir bakanlar kurulu kararıyla olması gerektiğinden ve de herkese hemen ulaşılması olanaksız olduğundan, "islim sonradan gelsin" hesabıyla hareket edildi. İstanbul ve İzmir'de "örfi idare" (sıkı yönetim) kararının alındığı ilan edildi. İmzalar sonradan toplanacaktı !.. Fakat bu karar gece yarısından sonra geri alındı. Sabaha karşı ise, Ankara'yı da kapsayacak şekilde yeniden alındı ve tekrar ilan edildi. 
  
  Bir de, Dışişleri Bakanı Zorlu'nun, 28 Ağustos günü Londra'dan, Başbakan Menderes'e çektiği şifreli bir telgraf vardı.. O da şöyle idi : 
" (Yunanlıların) bizim haklarımızda ne dereceye kadar ısrar edeceğimiz hususunda tereddüt sahibi oldukları anlaşılmaktadır. Bu bakımdan bu tereddüdü aktif hareket ederek ortadan kaldırmak gerekir. Bu hususta ilgililere verilecek emrin pek faydalı olacağını saygılarımızla arz ederiz."

   Yassıada Mahkemesi, bu telgrafın, Türkiye'de Yunanistan'a karşı kuvvetli bir gösterinin altyapısının hazırlanmasıyla ilgili olduğu kanaatindeydi. 
   Bu altyapının unsurları neler olacaktı ? Selanik'deki bomba olayı da bunlar arasında mıydı ? 
   Yunan kaynaklarına göre, bu sorunun yanıtı "Evet" idi. Bomba olayından sonra Selanik'de başlatılan soruşturma sonunda, olayın kaynağının oradaki Türk Başkonsolosluğu olduğu iddiası ortaya çıkmıştı.  Başkonsolosluk, Ata'nın eviyle aynı yerdeydi. İddiaya göre, tertibe başkonsolos ve yardımcısı da katılmıştı. Bomba Türkiye'den getirtilmiş, Selanik Hukuk Fakültesi'nin Türk asıllı öğrencisi Oktay Engin'in de katkısıyla başkonsolosluk kavası Hasan Uçar tarafından yerleştirilmiş ve patlatılmıştı.. 
  Önce Yunanistan'da, sonra da Türkiye'de "bomba patlatma" sanığı olarak haklarında soruşturma açılan bu sanıkların suçlu olduğu, olaydan 5,5 yıl sonra Yassıada duruşmalarında, mahkeme savcısı tarafından da iddia edilmesine rağmen, mahkeme, Oktay Engin ile Hasan Uçar'ı "delil yetersizliği"nden beraat ettirdi. Mahkeme, Cumhurbaşkanı Bayar'ı suçsuz buldu. Başbakan Menderes ve Fatin Rüştü Zorlu ise 6'şar yıl hapse mahkum edildi.  




( ALTAN ÖYMEN'in "Öfkeli Yıllar" kitabından yararlanılmıştır)             

             

Hürriyet

KAYNAK OLARAK KULLANDIĞIM KİTAPLAR..
-------------------------------------------------------
1.DEVLET-İ ALİYYE.I...HALİL İNALCIK 2.OSMANLILAR..HALİL İNALCIK
3.İMP.'UN EN UZUN YÜZYILI..İLBER ORTAYLI
4.SON İMP. OSMANLI..İLBER ORTAYLI
5.TARİHİN IŞIĞINDA..İLBER ORTAYLI
6.OSM. TOPLUMUNDA AİLE..İLBER ORTAYLI
7.OSM.'YI YENİDEN KEŞFETMEK..İ.ORTAYLI
8.BATILILAŞMA YOLUNDA..İLBER ORTAYLI
9.OSMANLI TARİHİ..A.DE LAMARTINE
10.OSMANLI..CAROLİNE FİNKEL
11.OSM.İMP.TARİHİ..NICOLEA JORGA
12,BÜYÜK TÜRK..NICOLEA JORGA
13.YENİLMEZ TÜRK...NICOLEA JORGA
14.TÜRKİYE TARİHİ..ED.SİNA AKŞİN
15.OSM.DÜNYASI VE İNSANLARI..GÜLGÜN ÜÇEL
16.OSMANLI ORDUSU..GÜLGÜN ÜÇEL-AYBET
17,BU MÜLKÜN SULTANLARI..NECDET SAKAOĞLU 18.YENİÇERİLER..REŞAT EKREM KOÇU
19.SON PADİŞAH..YILMAZ ÇETİNER
20.SORULARLA OSM. ..ERHAN AFYONCU
21. SOKOLLU ...RADOVAN SAMARCIC
22. OSM.İMP.TARİHİ...A.CEVDET PAŞA
23. OSM.GERÇEĞİ..ERDOĞAN AYDIN
24. FATİH VE FETİH..ERDOĞAN AYDIN
25.KADINLAR SALTANATI..A.REFİK ALTINAY
26.DOĞU'YA BAKIŞ..GERALD MACLEAN
27.AT SIRTINDA ANADOLU..FREDERIC BURNABY
28.ABDÜLMECİD..HIFZI TOPUZ
29.ŞAH SULTAN ..İSKENDER PALA
30.FLORANSA BÜYÜCÜSÜ..S.RUSHDIE
31.TARİHİMİZLE YÜZLEŞMEK..EMRE KONGAR
32.PARİS'TE BİR OSM.SEFİRİ..ŞEVKET RADO
33.TARİHİN SAKLANAN YÜZÜ..ÇETİN ALTAN
34.OSM.İMP.'DA SON 300 YIL..ALAIN PALMER
35.KONSTANTİNİYYE..PHİLİP MANSELL
36.TÜRKİYE'NİN SİYASİ İNTİHARI..CENGİZ ÖZAKINCI
37.BU VATAN BÖYLE KURTULDU..EROL MÜTERCİMLER
38.16.YÜZYILDA İSTANBUL..METİN AND
39. ERKEN MODERN OSMANLILAR.. VIRGINIA H. AKSAN-DANIEL GOFFMAN
40."POPÜLER TARİH" VE "NTV TARİH " DERGİLERİ
41.İKİNCİ ADAM..Ş.SÜREYYA AYDEMİR
42.HAYAT..AYŞE KULİN
43.DEVRİM VE DEMOKRASİ..NUMAN ESİN
44.BİR NUMARALI TANIK..KURTUL ALTUĞ
45.İHTİLALİN MANTIĞI..Ş.S.AYDEMİR
46.KUTSAL İSYAN...HASAN İZZETTİN DİNAMO
47.KUTSAL BARIŞ...HASAN İZZETTİN DİNAMO
48.ÇÖL KRALİÇESİ...JANET WALLACH
49.YÖNETMENLER,FİLMLER,ÜLKELER..A.DORSAY
50.AY HIRSIZI...SUNAY AKIN
51.ONLAR HEP ORADAYDI...SUNAY AKIN
52.KULE CANBAZI...SUNAY AKIN
53.LÜZUMSUZ BİLGİLER ANSİKLOPEDİSİ..TAMER KORUGAN
54.PRENS..NİCCOLO MACHİAVELLİ
55.İSTANBUL'DA BİR ZÜRAFA..SUNAY AKIN
56.KIZ KULESİNDEKİ KIZILDERİLİ..S.AKIN
57.AH BEYOĞLU,VAH BEYOĞLU..SALAH BİRSEL
58.İSTANBUL-PARİS..SALAH BİRSEL
59.YAVUZ'UN KÜPESİ..ERHAN AFYONCU
60.OSMANLI PADİŞAHLARININ HAYAT HİKAYELERİ...YILMAZ ÖZTUNA
61.BİZİM DİPLOMATLAR..BİLAL N.ŞİMŞİR
62.KİM VAR İMİŞ BİZ BURADA YOĞ İKEN..CEMAL KAFADAR
63.RÜZGARIN GÖLGESİ..CARLOS RUIZ ZAFON
64.MELEĞİN OYUNU..CARLOS RUIZ ZAFON
65.ORTA DOĞU..TAYYAR ARI
66.ABD-ORTA DOĞU-TÜRKİYE..HALUK GERGER
67.ORTA DOĞU.. BERNARD LEWIS
68.ON BİR CUMHURBAŞKANI ON BİR ÖYKÜ.. CÜNEYT ARCAYÜREK
69.ÖFKELİ YILLAR...ALTAN ÖYMEN
70.ATATÜRK'TEN SONRA BUGÜNLERE NASIL GELDİK ?..CÜNEYT ARCAYÜREK
71.ÇANKAYA...CÜNEYT ARCAYÜREK
72.DEMOKRASİNİN İLK YILLARI..C.ARCAYÜREK
73.YENİ İKTİDAR,YENİ DÖNEM..C.ARCAYÜREK
74.BİR İKTİDAR,BİR İHTİLAL..C.ARCAYÜREK
75.NEREDEYSE BİR BALİNA..STEVE JONES
76.MOSSAD GİZLİ TARİHİ...GORDON THOMAS
77.BARIŞA SON VEREN BARIŞ...DAVID FROMKIN
78.SULARIN GETİRDİĞİ PADİŞAH..CAHİT ÜLKÜ
79.TANK SESİYLE UYANMAK..HASAN CEMAL
80.BİR MANİNİZ YOKSA.. ...AYFER TUNÇ
81.ALATURKAFRANKA..ERCAN ÇİTLİOĞLU
82.SUÇUMUZ MÜKEMMEL OLMAK..S.DUMAN
83.DARBE...STEPHEN KINZER
84.ÖZAL HİKAYESİ..HASAN CEMAL
85.TURGUT NEREDEN KOŞUYOR ? ..E.ÇÖLAŞAN
86.YEDİ TEPE ANADOLU...ALİ CANİP OLGUNLU
87."K", "DERBEDER BİR KAHİN"...CANSU YILMAZÇELİK
88.LATİFE HANIM...İPEK ÇALIŞLAR
89."K",YIKIK BİR SARAYDIR DÜNYA..PERİHAN ÖZCAN
90.BEYAZ PERDEDE KIRMIZI FİLMLER.. ATİLLA DORSAY
91.TEK ADAM..Ş.SÜREYYA AYDEMİR
92.DAHİLER VE AŞKLARI...ÖZCAN ERDOĞAN
93.HAYATIM KİTAP..YAŞAR AKSOY
94.BOĞAZİÇİ ŞINGIR MINGIR..SALAH BİRSEL
95.BİR EKONOMİK TETİKÇİNİN İTİRAFLARI...JOHN PERKİNS
96.CUMHURİYET TARİHİ YALANLARI 1. VE 2. CİLT...SİNAN MEYDAN
97. KOMPLO TEORİLERİ..EROL MÜTERCİMLER
98.ÖNCE KADINLAR VE ÇOCUKLAR..SUNAY AKIN
99.BİR ÇİFT AYAKKABI..SUNAY AKIN
100. BENİM CUMHURİYET'İM..EMİNE UŞAKLIGİL
101.DARAĞACINDA ÜÇ FİDAN..NİHAT BEHRAM
102.NEREYE..CAN DÜNDAR
103.İSTANBUL'DAN SAYFALAR..İLBER ORTAYLI
104.BİZİM İZMİRİMİZ..MELİH GÜRSOY
105.GİZLENEN TARİH..BRİAN HAUGHTON
106.BERGAMA DÜŞLERİMİN ŞEHRİ,İZMİR SEVDAM..SELAHATTİN TURAL
107.GÖLGEDEKİLER..CAN DÜNDAR
108.KIRMIZI BİSİKLET..CAN DÜNDAR
109.YAKAMDAKİ YÜZLER..CAN DÜNDAR
110.GEÇMİŞ AYRINTIDA SAKLIDIR..CEMİL KOÇAK