Sayfalar

647 ) BAŞKUMANDANLIK MEYDAN MUHAREBESİ

   

Dumlupınar büyük meydan muharebesine yol açan 29 Ağustos gecesi durumunu, Başkumandan Gazi Mustafa Kemal, hem de tam bu savaşların geçtiği Dumlupınar'da, 30 Ağustos 1924'de (yukarıda) şöyle anlatmıştır : 

"29-30 ağustos gecesi, sabaha karşı, Garp Cephesi Harekat Şubesi Müdürü Tevfik (Bıyıklıoğlu) Bey her zamanki gibi o saate kadar çeşitli karargahlardan gelen raporlara göre, harita üzerinde tespit ve işaret ettiği genel durumu Cephe Komutanı İsmet Paşa'ya göstermiş ve o da, derhal Paşa'ya göster emri ile Tevfik Bey'i yanıma göndermişti. Afyonkarahisar belediye dairesinde, bana tahsis edilen odada yatmaktaydım. Beni uyandıran Tevfik Bey'in gösterdiği haritaya baktım. Haritada gördüğüm şey şu idi ki, ordularımız düşmanın önemli kuvvetlerini kuzeyden, güneyden ve batıdan çevirmeye uygun bir vaziyet almış bulunuyorlardı. Şu halde düşündüğümüz ve azami neticeyi sağlayacağını ümit ettiğimiz durum gerçekleşiyordu. 
"Derhal Fevzi ve İsmet Paşaları çağırınız, dedim. Üçümüz toplandık. Durumu bir kere daha görüştük ve kesinlikle karara vardık ki, Türk'ün gerçek kurtuluş güneşi, 30 Ağustos sabahı ufuktan, bütün şaşaasıyla doğacaktır. Bu karara göre ordulara, saat 6.30'da yeni bir emir ve talimat yazıldı. Fakat durum o kadar önemli, o kadar sürat ve şiddet istiyordu ki, bu yazılı emirle yetinmek ihtiyata uygun olmazdı. Onun için Fevzi Paşa Hazretlerinden Altıntaş ve güneyinden süvari kolordumuzun yanına bizzat giderek, düşüncelerimize göre hareketi düzenlemelerini rica ettim. IV. Kolordu ile de, hedef tuttuğumuz düşman büyük kuvvetlerini güneyden takip eden I. Ordu karargahına bizzat ben gidecektim. İsmet Paşa'nın karargahta kalıp, genel durumu yönetmesini uygun gördüm.."

    

Gazi Mustafa Kemal,30 Ağustos gününe ait izlenimlerini de şöyle anlatmıştır :

"Efendiler, tıpkı bugün gibi, 1922 ağustosunun 30. günü, saat 14'te, şimdi hep beraber bulunduğumuz bu tepeye (Zafer Tepesi) gelmiştim. Üzerinde bulunduğumuz bu sırtta, kahraman II. Fırkamız, şu karşıdaki tepelerde muharebeye mecbur edilen düşman asli kuvvetlerine taarruz için yayılarak ilerliyordu. Şu gördüğünüz Çal köyü alevler içindeydi. Düşman kuvvetlerini tamamıyla sarmak ve düşmanın inatla savunduğu tepelere süngü hücumları ile girerek kesin sonuç almak gerekiyordu. II. Fırkanın kahraman kumandanı Derviş Bey (Paşa) bizzat ileriye atılarak bütün gücüyle düşman mevzilerine ilerliyordu. Kolordu Kumandanı Kemalettin Sami Paşa, güneyden ve batıdan saldırttığı bütün fırkalarına yeniden yeniye, hareketlerini hızlandırmak ve şiddetlendirmek için emirler gönderiyordu. II. Ordunun 16. ve 61. Tümenleri de sarma çemberini daraltıyorlardı. Süvari Kolordumuzun daha batıdan düşmanın arkasını kesmek üzere olduğu haberini bana bir süvari subayı getirdi..
"Arkadaşlar, saatler ilerledikçe gözlerimin önünde gelişen manzara şuydu : Düşman Başkumandanının, şu karşıdaki tepede, son gayretiyle çırpındığını görür gibiydim... Bütün düşman mevzilerinde büyük bir heyecan vardı. Artık toplarının ve mitralyözlerinin ateşlerinde, sanki öldürücü bir hassa kalmamıştı. Bu ovanın kuzeyinden ve güneyinden birbirlerini takip eden avcı hatlarımızın, guruba yaklaşan güneşin son ışıklarıyla parlayan süngüleri her an daha ileride görülüyordu. Düşman mevzilerini saran bir daire üstünde mevzi almış olan bataryalarımızın fasılasız ve amansız ateşleri düşman mevzilerini, içinde barınılmaz bir cehennem haline getiriyordu. Güneş batıya yaklaştıkça, ateşli, kanlı, ölümlü bir kıyametin kopmak üzere bulunduğu bütün ruhlarda hissediliyordu.." 

31 Ağustos sabahı düşman, muharebe meydanını, artık muzaffer ordunun silahlarına terk etmişti..




ŞEVKET SÜREYYA AYDEMİR'in "Tek Adam" adlı eserinin 2. cildinden alıntı yapılmıştır..

 

646 ) ASLA KOKMAYACAK BİLGİLER !...

    

Tarih boyunca kimi zaman "beyaz altın" diye nitelenen tuz konusunda Antikçağ'da mitolojik gelenekler oluşmuş ve Hristiyanlarda tıpkı ekmek ve şarap gibi tuza da bir kutsallık yakıştırılmıştır. İlk tuz pazarları bu dönemde oluşmuş ve tuz üretimi ile tüketimi arasındaki ekonomik aşamaların her adımında devlet denetimi konmuştur. Her halkın kendi özel tuz kaynakları bulunduğu için hiçbir halk, tuz konusunda komşusu ile savaşmamış ve Eskiçağ'da tuz, stratejik bir malzeme olmamıştır..
Ekmek ve tuz, Eskiçağ insanının vazgeçilmez iki temel gıdası idi. Almanca'da "Tuz ve ekmek, yanakları kırmızı yapar, açlığı sona erdirir" şeklinde bir deyiş vardır. Bizdeki, "birinin ekmeğini yemek" deyişine benzer şekilde Batı'da, "birinin tuzunu yemek" deyişi de vardır ve birisine karşı minnet borcunu ifade eder..
Halk inancında tuzun büyüyü bozma ya da kovma rolüne inanılıyordu. Yemek sonunda son ekmek lokmasına tuz serpilip yenmesi bununla bağlantılı olup, ayrıca sindirim kolaylaştırıcı etkisi de vardır. Ortaçağ Avrupa'sında Şeytan'ın yanaşmaması için kadınlar kulaklarının içine, erkekler ise şapkalarının kenarlığına tuz koyarlardı. Tuz cadılara ve cadılığa karşı da koruma sağlardı. Ölüm yatağındaki bir hastayı ziyarette, ateşe tuz serpilir, böylece Şeytan'ın oraya uğraması önlenirdi. Meklenburg kentinin göre, ağır hastalıktan yatan bir hastanın ölüp ölmeyeceğini kestirmek üzere, hasta odasına giren kişi avucunun içine bir miktar tuz koyduktan sonra sessizce içeri girip bir süre beklerdi. Tuz nemlenirse hastanın öleceğine hükmedilir, kuru kalırsa hastanın iyileşeceğine inanılırdı..
Tuz, tanrılara adanır, ilaç olarak, konserve yapımında ve yiyecekleri çeşnilendirmede kullanılırdı.

     

Karadeniz kıyısında, İÖ 1000-500 yılları arası dönemin Kafkasya'sında ve İsviçre'deki Neugenburger Gölü yakınındaki bir sığlık yerden adını alan ve İÖ 450 ile Milat (Takvimdönümü) arası dönemi kapsayan "La-Téne dönemi" Avrupa' sında, tuzlu su ateşte kurutularak tuz elde edilmiş, alttan odun ateşi ile ısıtılan sandık biçimi kaplar kullanılmıştır. Ağrı Dağı yakınlarında Kulp yöresindeki verimli kayatuzu yatakları yüzyıllar boyu işletilmiştir..

Kimyasal açıdan sodyum klorür (NaCl) bileşiği olan adi tuz, çok eski bir dinsel inanç malzemesidir. Eski Mısır'da gıda koruma önlemleri arasında kurutma ve tuzlama yöntemleri en başta geliyordu. Eski Mısır'ı ziyaret eden Herodotos, Teb kentinden on günlük uzaklıkta çöl sınırına yakın bir yerde (bugünkü Libya Çölü Siwah Vahasında) oturduklarını belirttiği kutsal Ammon rahiplerinden söz eder. Bu kutsal kişiler Güneş Tanrısı Amon-Ra'nın rahipleri idi ve burada devasa genişlikte bir tuz yatağı vardı..
Eski Yunan'da, yaşamı ve konukseverliğin kutsallığını simgeler şekilde konuklara tuz ve ekmek ikram edilirdi. 
Latince "salus" (selamet) ve "salubritas" (sağlık) sözcükleri, Latince "sal" (tuz) sözcüğünden türetilmiştir.. Avrupa'nın tuz üreten kentleri, adlarını tuzdan almışlardır : Salzburg, Salzgitter, Salzwedel vb. gibi..
İspanyolcada "salinas" (tuzla) ya da "saline" (tuz) adlı kent ya da bölgelerin pek çoğu da tuz ve tuzla ile ilgilidir..
Keltlerin (Galatlar) vatanları şimdiki Avusturya, Macaristan ve Bavyera olup buralarda tuz madenciliği yaptıklarından, Romalılar onlara, "hal" (tuz) sözcüğünden bozma "Galyalı" adını vermişlerdir. 
Roma İmparatorluğu'nda askerlere günlük bir tuz tayını verilirdi. Tuz dağıtımı şeklinde yapılan bu ödemenin Latince adı "salarium" idi. Daha sonra tuz yerine tuz parası verilmeye başlandı. Batı dillerinde maaş, aylık ücret ya da ödenek anlamına gelen İngilizce "salary" ve Fransızca "salaire" gibi sözcükler Latince "salarium" (tuz parası) ya da "salarius" (tuza ilişkin) sözcüğünden türemiştir..

    

Türk mitolojisine göre ise Nuh Peygamber'in oğullarından Yafes'in Türk adında bir oğlu vardır ; Türk'ün oğlu Tutuk (ya da Tütek), tuzu ilk keşfeden kişi olup avladığı geyiği pişirip yerken eti yere düşürmüş ve onu yerden alıp yediğinde yerin tuzlu olması nedeniyle etin daha da lezzetlendiğini anlayarak tuzu keşfetmiştir..

Kimi yörelerde tuz, özel bir değer ve dinsel açıdan da bir önem kazanmıştır. Ermeniler ve Katolikler vaftizlerini tuz ile yaparlar. 
Anadolu'da çocuk doğduğu zaman korkmasın diye koltuk altlarını tuzlama adeti vardır. Bu bağlamda birisinin fiyakasını bozmamak anlamında, "Tuzlayım da kokma !" şeklinde bir deyişimiz de bulunmaktadır. 

16. ve 17. yüzyılda Avrupa'nın kimi tuz ocaklarında, Tunç Çağı (İÖ 3000-1200) ya da Demir Çağı (İÖ 1200-500) döneminden, ocakta ölen insanların tuz içinde mumyalanmış ; saç, sakal ve giysileriyle birlikte bozulmadan korunmuş halde günümüze ulaşmış cesetlerine rastlanmıştır. 
Ortaçağ'da etin bozulması, kesinlikle tuz ile önleniyordu. Ayrıca Ortaçağ Avrupa' sında da bizde olduğu gibi, suçluların kesilmiş kelleleri ibret için teşhir edilirdi. Uzun süre durmaları ve çeşitli hayvanların saldırılarından korunmaları için kesilen kelleler, tuz ve kimyonla birlikte kaynatılırdı. 
Avrupalı çiftçiler yük taşımacılığı ve damızlık üretiminde kullanılacaklar dışında kalan kesim hayvanlarının ve geyik, yaban domuzu gibi av hayvanlarının etlerini tütsüleyip tuzlayarak saklıyordu. Tuz denen mucizevi madde, günlük yaşam için son derece gerekliydi. Bu tuzlama sırasında büyük oranlarda karabibere de gereksinim duyuluyordu, çünkü karabiber, tuzun yakıcı ve keskin tadını önleyebilmenin tek yoluydu..



Çinliler, Romalılar, Franklar, Germenler ve Venedikliler, savaşlar için para bulmak üzere "tuz vergisi" koymuşlardı. 16. yüzyılda Avrupa'da doğrudan vergilerin yanı sıra köylüler, başta tuz, şarap ve tütün olmak üzere günlük ihtiyaç maddeleri için de dolaylı vergi ödemek zorundaydılar."Tuz vergisi", özellikle ağırdı. Halk, kişi başına belli bir miktar tuz satın almak zorundaydı ve aldığını da yalnızca yemeklerde kullanabilirdi. Et tuzlanmasına, aşırı sayılan bir kaşık kadar bile tuz harcayan kişi, büyük cezalara uğruyordu. Ulusal birliğin henüz tam olarak kurulmamış olması yüzünden, fiyatlar da bölgeden bölgeye değişiyor ve tuz kaçakçılığı sıkı bir biçimde kovuşturuluyordu..

16. ve 17. yüzyıllarda edebiyatta ve hicivsel-grafiksel betimlerde "Evli Çiftlerin Tuzlanması", oldukça yaygın bir moda idi. O zamanlar erkekler arasındaki konuşmalarda şaka yollu olarak, "karıları çok tatlı oldukları için onları tuzladıklarından" söz edilirdi. Ancak bu oyun, rollerin karşılıklı olarak değiştirilmiş şekliyle de sık sık dile getirilirdi !..



KAYNAKÇA :    

MURAT BELGE, "Tarih Boyunca Yemek Kültürü" ; M. KURLANSKY, "Tuz : İnsanların Tuzlu Tarihi" ; W. SCHIVELBUSCH, "Keyif Verici Maddelerin Tarihi" ; D.J. BOORSTIN, "Keşifler ve Buluşlar" ; SERVER TANİLLİ, "Yüzyılların Gerçeği ve Mirası- İnsanlık Tarihine Giriş- III" ; PROF. DR. ZEKİ TEZ, "Lezzetin Tarihi"

645 ) BU KAHVENİN 332 YILLIK HATIRI VAR !..

   

Bizim Avrupalı olmayı heyecanla beklediğimiz günlerin birinde, 27 Nisan 2003 günü, Papa II. Jean-Paul bizi "Avrupa'dan kovan" bir papazı "ermiş" yapmıştı !.. "Aziz"likten bir alt basamaktaki "ermiş"lik mertebesine yükseltilen bu papaz, 17. yüzyılda yaşamış olan Avianolu Marco idi. 
Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'nın 1683'teki Viyana Kuşatması, Marco'nun cephelerde verdiği ve "Haçın altında toplanın ! Meryem adına savaşın ! Türkleri yenin ! Ey zavallı Viyana, toparlan !" diye biten vaazları yüzünden korkunç bir bozgun halini almış ve bu bozgun Avrupa'daki topraklarımızı kaybetmemize öncü olmuştu..
Marco 1631 yılında, Kuzey İtalya'nın Aviano şehrinde doğdu. Genç yaşında Fransisken tarikatının "Capuchin" mezhebine girdi, bir manastırda yetişti ve "Avianolu Marco" olarak tanındı.
Osmanlı Ordusu, 1683'ün 14 Temmuz'unda Viyana'yı kuşatmıştı. Dönemin papası İnnocent, Marco'yu manevi destek vermesi için Viyana'ya, İmparator Leopold'e gönderdi. Marco, Viyana'daki askeri toplantılara, hatta savaş konseylerine katılıyor, strateji konularında bile fikir söylüyor ve sözlerini "Türkler eşyalarını bile toplayamadan kaçacaklardır, buna emin olun !.." diye bitiriyordu.



Merzifonlu Kara Mustafa Paşa şehri zapt edeceğinden o kadar emindi ki, Viyana'nın bir ucundan başlayıp imparatorluk sarayında sona erecek olan zafer resmigeçidini bile düşünmüş, merasimin Osmanlı'nın şanına layık bir şekilde yapılması için geçit resminde kullanılacak olan tören malzemelerini bile istanbul'dan yola çıkarken yanına almıştı. Topkapı hazinelerinin en kıymetli parçaları Paşa ile beraber Viyana önlerindeydi ama Kara Mustafa Paşa her şeyini surların önünde bırakıp Belgrad'a çekilince, geride bıraktığı ne varsa Viyana'yı kurtaran Polonya Kralı Jan Sobieski'nin oldu !..



Osmanlı ordusunun geri çekilmesinden hemen sonra, Viyana surlarının önünde bir başka gariplik yaşandı : Türk hazinelerinin yanında çuvallar dolusu çekilmemiş kahve vardı. Paşa'nın ordugahını talan eden Avusturyalılar kahve çekirdeklerini görünce, "Türkler meğer keçi pisliği yerlermiş" dediler ve çuvalları imha etmeye kalktılar. Çuvallardakilerin kahve olduğunu daha önce Osmanlı topraklarında yaşamış bir Viyanalı fark etti, Avusturyalılara bu siyah tanelerin ne işe yaradığını anlattı ve Avrupa işte bu sayede "kahve" ile tanışmış oldu..
Ama kahvenin tadı oldukça sertti, yumuşatılması gerekirdi ve söylentiye göre bu işi de Papaz Marco yaptı. Çekilip kaynatılmış kahveye süt ile bal ilave etti. Avrupa, bu şekilde hazırlanan kahveyi Viyana'nın kurtarıcısı kabul edilen Marco'ya olan saygısından dolayı, Marco'nun bağlı bulunduğu "Capuchin" mezhebinin adıyla anmaya başladı ve "cappuccino" demeye başladı..
Kahve o zaman kadar sadece Türklere, dolayısıyla Avrupa'nın gözünde "şeytan" kabul edilen bir millete mahsustu, "şeytan içkisi" idi ve dindar Hristiyanlar bu yüzden kahveden uzak duruyorlardı. 
Kahve, papalar sayesinde rağbet gördü. Papa VIII. Clement, bir iddiaya göre de III. Vincent, kahveyi tattı, hoşuna gidince de "Böylesine lezzetli bir içeceğin sadece kafirlere (yani Müslümanlara) ait sayılması utanç verici bir iştir" dedi ve kahve bir anda "helal" oluverdi !..



MURAT BARDAKÇI, "Avrupalı Olmayı Beklerken, Papa Bizi Avrupa'dan Kovan Papazı 'Ermiş' Yaptı" başlıklı yazısı, Hürriyet Gazetesi / 11 Mayıs 2003 ; 
ÖNDER ŞENYAPILI, "Damakta Kalan Tatların Akılda Kalan Adları"  


644 ) YİRMİ DOKUZ NOTALI BÜYÜLÜ BESTE : TÜRKÇE !..



Yazıya "merhaba" ile başlayalım ; sonra da hemen bu kelimeyi mercek altına alalım..
Dilimize Arapçadan gelip yerleşen "merhaba" kelimesinin kökeninde "Yeriniz Cennet olsun, yeriniz rahat, geniş olsun" gibi anlamlar yüklüdür. Özellikle köy kökenliler, şöyle bir olaya çok kez tanık olmuştur : Bir kahvehaneye, "selamünaleyküm" diyerek giren kişi, oturduktan kısa bir süre sonra, göz göze geldiği herkese "merhaba" der ve karşılığını da aynı şekilde alır ; yani, "oturduğun yer geniş, rahat olsun" anlamında söylediği bu kelimeyle, samimi bir iyi niyet mesajı da vermiş olur karşısındakine..
Köylerdeki "sarı çizmeli Mehmet Ağa" (!) bu sözü, kökenini bilerek mi söyler ? Tabii ki hayır !.. Ama dil biliminde bazı şeyler akıl almaz bir şekilde, kendiliğinden gerçekleşebilir !..  
Bu başlangıçtan sonra bazılarınız "abuk subuk konuşmaya başladı gene" diye düşünüyor olabilirsiniz.. Yeri gelmişken, bu deyimin anlamını da öğrenelim..
Normal vaktinde ; yani akşama doğru ve akşamları içilen içkiye "abukh", sabah vakti içilene de "sabukh" denirmiş eskiden... E, tabii sabah akşam içen ne yapar, saçmalar haliyle !..



"Şeyh-ül muharririn" unvanlı gazeteci Burhan Felek, yıllar önceki bir yazısında şunları yazmış : 
"Eski Türkçede, erkeklik azasına 'etek' denirdi. Hatta Müslümanlıkta erkek çocuklara yapılan bir cerrahi müdahale olan 'sünnet'in eski devirlerdeki isminin Türkçe karşılığı da : 'Etek külahının kesilmesi'dir. Sünnet olmanın Arapça karşılığı 'hıtan'dır ve Osmanlı'da 'sünnet düğünü'ne 'Hıtan Cemiyeti' denirdi.." 
Konuyla ilgili bir-iki örnek daha vermek gerekirse ; "etek tıraşı" ve Anadolu'da kadınlara yakıştırılan "eksik etek" deyimlerini de ekleyebiliriz.. (Tıpta olduğu gibi, dil ile alakalı konularda da "ayıp" olmaz !) 
Parantez içinde belirttiğim üzre, yukarıda bahsetmiş olduklarıma "müştemilat" olarak başka bir konuya geçiyorum.. 
Bir sohbet esnasında, "31" ile başlayan bir söz duyup da -dudakları hafifçe bükülerek- çevresine müstehzi bir bakış fırlatmayan Türk erkeği pek azdır.. Ne ilgisi var ; o senin beyninin "belden aşağı" mesai yapmasıyla ilgili, demeden önce bu paylaştıklarımı bir okuyun !.. 
Arapça, İbranice gibi Sami dillerinde, her harfin bir sayı değeri olarak karşılığı vardır. Bu sisteme "Ebced" adı verilir. Bir iki örnek verelim :
"İşi 66'ya bağlamak" diye bir söz duymuşsunuzdur. "Allah" kelimesindeki harflerin de, sağdan sola, ebced değerinin toplamı 66'dır ve "İşi 66'ya bağlamak" da o işi Allah'a havale ederek sağlama almak ya da işin gereğini yaptıktan sonra, gerisini Allah'ın takdirine bırakmak anlamına gelmektedir..


Bir örnek daha..

" On iki iki delik / Abdülmecid oldu melik"

"On iki" : 12
"iki delik" : 00 (Arapça'da 0=5 olduğu için, 55 demek oluyor)
Birleştirirsek : "1255"
Şimdi de 1255'e, "Rumi" ile "Miladi" takvimin arasındaki fark olan "584"ü ilave edelim : 1255+584=1839... Yani, Sultan Abdülmecid'in tahta çıktığı tarih !..
Ne kadar çetrefilli değil mi ?.. Halbuki "31"i anlatmak ne kadar kolay !.. Arap alfabesi ile "el" yazıyorsunuz ve "ebced" karşılığı size "31" sayısını veriyor ?!..

"Hem kel he fodul" deyimini duymayan da azdır herhalde.. Genellikle aşağılayıcı şekilde düşünerek kullanılır bu deyim.. Hatalı, kabahatli ya da haksız olmaları yanında, hatalarını kabul etmeyenlere ve üstüne üstlük haklı olduklarını savunanlara söylenir çoklukla.. Acaba gerçekten öyle mi ?. 
Kelimelerin sözlük anlamlarına bakalım önce.. 
"Kel", köken itibarıyla eski Türkçe bir kelime : "saçı dökülmüş kimse" anlamında.. Arapça bir kelime olan "Fodul" ise "üstünlük sağlayan, kibirlenen" anlamında bir sıfattır.. "Fodul", "fuzul"den gelir ve aynı zamanda "fazilet/erdem" anlamını da taşır..
Eski devirlerde saçları dökülmüş olanların çok akıllı olduklarına inanıldığını da göz önüne alırsak, bu deyim : Hem "faziletli/erdemli" hem de (saçları dökülmüş olduğu için) "akıllı ve bilgili" anlamına gelmektedir !..



Yanlış bildiğimiz, yanlış kullandığımız bir kelime daha : "Nostalji".. Dillere pelesenk olmuş. Hemen herkes, hemen her durumda yerli-yersiz kullanıyor. Örneğin, okul arkadaşlarıyla toplanıp bir-iki şarkı söylemenin ve o günleri anmanın adı "nostalji" olabiliyor ne hikmetse !.. 
Yunanca "nostos", "dönüş" demektir ; "algos" da "keder/acı"... Demek ki bu iki kelime birleştiği zaman : "Doyurulmamış bir dönüş arzusu"nu haykırmaktadır düşün dünyamıza..
Hemen burada, "nostalji"nin Osmanlı Türkçesindeki karşılığını da yazmak gerekir ki eksik kalmasın : "daüssıla". Günümüz Türkçesindeki karşılığı ise : "yurtsama / yurt özlemi".. 
Bu bilgiler ışığında hala, geçmişteki herhangi bir hatırayı "nostaljik" olarak değerlendiren olur mu bilemem !.. "Geçmişi anma" deyin, "maziyi yad etme" deyin ya da "eski günlere özlem duyma" deyin ama "nostalji yaptık" gibi anlamsız bir söz söylemeyin lütfen !.. 
"Yurdundan uzakta kalmak" gibi bir durum söz konusu değilse eğer, "nostalji" kelimesi yerinde kullanılmıyor demektir.. Sözün Özü : Geçmişi anarken sıla özlemini hissetmiyorsanız, kesinlikle "nostaljik" bir durum söz konusu değildir. 

"Kaş yaparken göz çıkartmak" deriz örneğin.. Bunun da yanlış olduğunu daha yeni öğrendim.. Eskiden "göze yakı" yapılırmış, kaşlar alınırken.. Bu deyimin doğrusu da : "kaş yaKarken..." şeklinde..

Ben de sözü fazla uzatıp "göz çıkarmadan", Yahya Kemal Beyatlı'nın çok sevdiğim bir sözüyle bu yazıyı bitireyim :
"Bu dil, ağzımda annemin sütüdür.."



(KEMAL KIRAR'ın "Ne Ülen Bu ?!" adlı kitabından derleme-toparlama...)    

643 ) AŞİYAN !..

    

"Eylül" romanının yazarı Mehmet Rauf, "Servetifünun" kapısından içeri hararetle girer bir gün.. Elinde tuttuğu broşürü masanın üstüne bırakıp, İngilizce metnin çevirisini yaptığını söylerken nefes nefesedir. Broşürde, Yeni Zelanda'ya gidecek göçmenlere parasız toprak verileceği yazılıdır.
İkinci Abdülhamid'in baskısından iyice bunalan Tevfik Fikret, hep birlikte Yeni Zelanda'ya gitme önerisini atar ortaya. Tüm Servetifünuncular bu teklifi kabul eder. Ama, onca insanın yola koyulması için büyük miktarda para gerekmektedir. Göz doktoru Esat Paşa, "Meraklanmayın, ben bu sorunu çözerim" diyerek, Ankara'daki çiftliğinin satılmasıyla aranılan paranın bulunacağını söyler. 
Broşürde yazılı bilgilere güvenilmemesi, Hüseyin Kazım ile Hüseyin Cahit Yalçın'ın önceden Yeni Zelanda'ya gidip inceleme yapmaları da karara bağlanır...
Uzak diyarlara göç etmeyi kafaya koyan Servetifünuncular bir konuda anlaşamazlar. Tevfik Fikret, orada sonuna kadar yaşamayı düşünürken, Hüseyin Cahit, meşrutiyet ilan edilirse dönme taraftarıdır. Tartışma, Esat Paşa'nın da Ankara'dan eli boş dönmesiyle sona erer. Çiftliğe alıcı bulunamamış, böylelikle Yeni Zelanda'ya yerleşme düşü bir başka bahara kalmıştır !..
Halbuki Tevfik Fikret, Yeni Zelanda'da yapmak üzere bir ev planı çizmiştir.. Yani, şairin projesini kendi yaptığı Aşiyan'daki ev, okyanus ötesindeki topraklarda da olabilirdi !..

    

Sokaklar, evler ve eşyalar.. Onları daha önce kullanan kişilerin ruhlarını da taşırlar.. Biri gelip de onları darmadağın etmezse, eskiden kendi kucaklarında yaşamış, şimdi ise ortalarda görünmeyen kişilerin yaşantılarını uzatmaktan da bir an geri kalmazlar..
Rumelihisarı'ndaki Aşiyan'a gidenler de orada kadife yeleği, kadife gömleği, kadife takkesi, geniş göğsü, parlak siyah saçları ve açık alnıyla Fikret'in her an, bir yerlerden karşılarına çıkacağı duygusuna kapılırlar..
İnsan bu düşlere edebiyat denilen tutkuya kendini kaptırmakla erişebilir..
Ruşen Eşref, Tevfik Fikret'in sağlığındaki evi en ince ayrıntılarına kadar anlatmıştır : Duvarlar çiçek bezekli, tavanlar hafifçe eğiktir. Sedef kakmalı, kadife döşeli sedir (Fikret kadifeye düşkündür) ile kanepeler 19. yüzyıl sonunun İstanbul'unu verir. Fikret,  "Servetifünun"u yönettiği yıllarda, akşamları, bu minder üzerinde biraz uyukladıktan sonra kalkar ve bütün gece derginin resimleri ve düzeltmeleriyle uğraşır, şiir ve söyleşiler yazarmış..
Salonun ortasında ince bir seccade örtülü masada bir Japon işi lamba. Çevresinde donuk siyah tunçtan bir çember. Masanın üstünde yer yer yosun tutmuş bir taş. Onun yanında yine tunçtan küçük bir heykelcik. Köşede abanoz renkli, sedef menevişli, bol yastıklı, büzme şallı taht gibi bir koltuk ki, buraya Fikret'ten başkası oturmazmış..

   

Öteki odalar da buraya göre.. O eski gümüş el aynaları, eski sırma ve ipek işlemeli yastıklar, abani kumaştan perdeler, eski divitler, kalemdanlar, rahleler, arabesk sandalyeler, el yazması kitaplar dört bir yanı kaplamış..
Tevfik Fikret Aşiyan'ın her köşesine ayrı bir ad takmış. Dış kapının sahanlığı altına düşen, sarmaşıklarla örülü, eğri taşlı bodrum penceresinin adı : "Sokrat'ın Penceresi".. Bahçede, Boğaziçi'ne bakan kayalar içine oyulmuş sedirlerin yanı başındaki üç selvi ağacına "Üç Güzeller" adını takmış ; Tiziano ve Raphaello'nun tablolarına ithafen..



Ama ne yazık ki, Fikret'in ölümünden, Aşiyan'ın müze olmasına kadar geçen otuz yıl içinde çok şey değişmiştir. Şairin kitaplığı bile orada değildir artık.. Fatma Nazife Hanım tarafından Galatasaray Lisesi'ne armağan edilmiştir..
Reşat Ekrem Koçu'ya göre ; eskiden yemek odası olarak kullanılan evin bodrum katına 1947 yılında Abdülhak Hamit'e ait bazı eşyalar taşınmıştır ; Abdülhak Hamit'in eşi Lüsyen Hanım'ın armağanı olarak.. Çiçekli İtalyan kadifesi iki koltuk ile bir kanepe, Abdülhak Hamit'in tüm kitaplarının  karalamaları ve lacivert giysisi bu eşyaların arasındadır. Şairin fesi, nişanları, kılıcı ve üniforması, kadife yakalı paltosu, rugan iskarpinleri, silindir şapkası da büyük şairin kaç çağ eskittiğinin göstergesidir !..

    

Yine Reşat Ekrem Koçu'nun anlattığına göre ; yazar 1947 yılında, Aşiyan Müzesi'ne ilk gelişinde, Fikret'in karyolasının kendi karyolası olmadığını anlamıştır. Tevfik Fikret'i ölüm döşeğinde gösteren ve karyolanın başucundaki duvarda asılı duran resim açıkça göstermektedir ki ozanımızın öldüğü ya da sonradan getirilip üstüne yatırıldığı o oymalı ceviz karyola bu değildir.. Müzeyi düzenleyenler bu değişik yatağı oraya yerleştirmişlerdir !..
Buna karşılık, Fikret'in yazı masası ile koltuğu kendisine aittir. Gerçi bunlar da bir vakitler Edebiyat Fakültesine hediye edilmiştir ama müze kurulurken, Fikret'in arkadaşlarından birinin anımsamasıyla, Fakülte ambarına atılmış olan kanepe ve koltuklar oradan çıkartılarak müzeye alınmıştır !..




(SUNAY AKIN'IN "GEYİKLİ PARK" VE SALAH BİRSEL'İN "KURUTULMUŞ FELSEFE BAHÇESİ" KİTAPLARINDAN ALINTILANMIŞTIR) 

642 ) GARİP BİR ASİMİLASYON ÖYKÜSÜ !..

    

Sülalemiz, 1930'lu yılların başında gelmiş Türkiye'ye.. Ondan evvelki yurtları : Bulgaristan-Kırcaali. Anayurda olan entegrasyon sürecimiz biraz sancılı olsa da zaman içerisinde hiç zorlanmadık, desem yeridir. Özellikle üçüncü ve dördüncü kuşak Trakyalılar olarak, diğer bölgelerimizle kaynaşmış vaziyetteyizdir Allah'a şükür. Bizim sülalenin geneli Tekirdağ ve Malkara'da yerleşmişler ; birkaç aile ise, gene Trakya'nın güzide bir şehri olan Kırklareli'nde.. 
Aradan uzun uzun seneler geçti ve tarihler artık 1980'leri göstermektedir.. Aslında sülalemiz tümden Türkiye'ye gelememişti ve beş-on aile orada kalmıştı. Tabii ki geçen yıllar içinde bizimkiler de boş durmadılar, ürediler ve buradaki hısım-akrabaları kadar bir nüfusa sahip oldular (Allah çalışanı sever ; Türk'e durmak yaraşmaz)..



Bilindiği gibi, Bulgaristan'daki Komünist yönetimin, Türklerin entegrasyonuyla ilgili politikaları (buz gibi asimilasyondur elbette !) istikametinde : dinimizin vecibelerini yerine getirmemiz ve dilimizi rahatça konuşmamız pek "oj" karşılanmazdı Todor Jivkov (aşağıda sağda) yönetimince.. Onlar da gerçi -hiyerarşiye uygun olarak- aşağı kademelerden gelen takip-tarassut raporlarına bakarak, bu durumu üst kademelerdeki istihbarat analiz uzmanlarına aktarırlar ve çıkan sonuçlardan da pek memnun olurlardı : "Türkler dinlerini uygulamakta isyankar olmamakla birlikte, ilkokuldan itibaren aldıkları Bulgarca ve Rusça eğitiminde de olumsuz çıkışlar yapmamakta olup önümüzdeki beş on sene içinde tam anlamı ile bir Bulgar kimliği kazanacaklardır."
Raporların genel değerlendirmesi aynen böyle idi. Şu demek ki artık sıra her birine Bulgarca isim vermeye geldi. E, o iş de kolay zaten !..
Yalnız, yönetimin atladığı bir gerçek vardı ki bunu çok sonraları anladılar : o zaman da iş işten geçmişti !..
Gerek alt kademelerden "durum raporu" sunulan gerekse üst kademelerde bu raporları değerlendiren makamlarda çokça Türk kökenli görevli vardı. Aşağıdan gelen raporlar, "Bölgemdeki genel durum, Türkler tarafından Bulgar yönetimine karşı bir tutum takınılmadığını göstermekte olup," diye başlar ve "uyum prosedürü"nün uygulanmasında bir sakınca olmadığına işaret ederek de sona ererdi... Üst düzeyde görevli Türk kökenli memurlar da bu raporları aynen karar mekanizmasına sunarlardı. 

    

Buraya kadar her şey iki taraf için de iyi gözüküyor !.. Bir süre sonra da çıkan istatistiksel veriler, sosyal antropolojinin sistematiği yönünde değerlendirilip "Her Türk kökenliye Bulgarca bir isim-soy isim" kampanyasını başlattılar. Fakat bizimkiler, Bulgarca Hristiyan isimlerini duydukça yavaş yavaş huysuzlanmaya başladılar.. Bu gergin duruma rağmen, huysuzluklarına az miktarda ironi katmayı da ihmal etmediler, sağ olsunlar.. Örneğin, bizim amcalardan biri, Bulgarca isim almayı reddetmiş ve onlar da biraz dövmüşler bizimkini. Gene kabul etmemiş ; onlar da elbette biraz daha dövmüşler ve sonunda bizimki bakmış bu işin sonu yok : "Tamam" demiş, "sizden bir isim alacağım ; ama benim istediğim isim olacak." Bulgar "komşi"lerimiz de "Bizden olsun çamurdan olsun" diye düşünmüş olacaklar ki, bu isteğini kabul etmişler.. Bizimki de, madem olacak bari "Hristo Botev" (yukarıda solda) olsun benim ismim, demiş. Bre aman ! Botev, Bulgar devrimci hareketinin liderlerinden ; yani, Osmanlı'ya başkaldıran biri !..
"Sen dalga geçmek amacındasın ; olmaz ! Fırlamalığın alemi yok ; başka isim al !" demişler. Necati Amca, hızını alamamış olacak ki bu kez de "Todor Jivkov" (!) olsun isim", demiş. Garip bir durumdur ; ama bizim amcayı bu sözünden sonra artık dövmemişler ! O da zaten kızma ile gülme arası bakan "isim-soy isim polisleri"ne daha çok direnmemiş ve sıradan bir isim almış. İşte bu amcamız, Kırklareli'ne yerleşenlerden "Todor Necati"dir..

Todor Necati'ye, yeni tanıştığı bir Trabzonlu, "Sen nereliydin" diye sormuş günün birinde.. Todor Amca da "Karadenizliyim beyav" diye yanıtlamış. Adam bakmış, hem Karadenizli hem de "beyav"lıyor ! "Yahu" demiş, "Nerelisin, söylesene şunu ?" Yanıt gene aynı : "Karadenizliyim beyav !" Adamın, "Peki nasıl oluyor da sen Karadenizli oluyorsun ; vilayetini söyle bakalım" sorusuna şu yanıtı vermiş :
"Kırklareliliyim beyav, bizim de Karadeniz'e kıyımız yok mu yani ?!.."


    




641 ) YİYECEK KÜLTÜRÜ



Kültür, insanların paylaştıkları davranış örgüsü ya da biçemidir. Yemek geleneği de böyledir. Aynı kültürü paylaşan insanlar, aynı yeme alışkanlıklarına sahiptir. Aynı kültür içinde yemek alışkanlıkları mutlaka tümüyle birörnek olmak zorunda değildir. Farklı sosyal sınıf ya da uğraşta olan insanlar farklı şeyler yerler. İnsanlar festival etkinliklerinde, yas tutma dönemlerinde ya da gündelik normal yaşamlarında farklı yerler. Farklı dinsel mezhepler, farklı yiyecek ölçütlerine sahiptirler.. Bir kültürün yeme biçemi, en başta onu elde edebileceği doğal kaynaklar tarafından belirlenir. 

     

İÖ 1650-1190 yılları arasında Anadolu'da büyük bir uygarlık kuran Hititlere ait ünlü İvriz kabartmasında, (üstte) baş tanrı olan Fırtına Tanrısı Teşub / Tarhunt'un, bereket simgesi olarak elinde bir demet buğday ve bir salkım üzüm tuttuğu görülür. Daha sonraki dönemlerde Yunan Bereket Tanrıçası Demeter de elinde buğday başağı ile birlikte betimlenmiş olup, Yunan mitolojisine göre, insanlara tarımı öğretmektedir. 
"Ekim Tanrısı", tüm eski uygarlıklarda görülür : 
Mezopotamya'da "Temmuz / Dumuzi", Hititlerde "Telepinu", Yunanlılarda "Demeter", Romalılarda "Ceres", Mısır'da "İsis", Çinlilerde "Shen-Nung", Azteklerde "Quetzalcoatl" vb.

Günümüzden 10 bin yıl öncesinden itibaren insan yavrusu, anne sütünden ayrı bir gıda maddesi olarak hayvan sütü ile tanıştı. Hayvan sütünden tereyağı, yoğurt ve peynir de yapıldı. Bu arada tarımın gelişmesiyle günlük yaşamda kadın ile erkek arasında iş bölümü de gerçekleşti. Bitki toplama, tahıl öğütme, yün eğirip ipliğe dönüştürme, evcil hayvanların sütünü sağma, giysi hazırlama, sepet örme, dokumacılık gibi işler ve diğerleri, kadınların üstlendiği ek yükler oldu.. Hititler günümüzdekine benzer yöntemle tereyağı da üretiyorlardı. Bu amaçla ekşi süt, yayık içinde çalkalanarak bir ahşap tokmakla dövülüyor ve süt üzerinde biriken yağ topakları toplanarak ya da süzülerek karışımdan ayrılıyordu. Bu işlem, "İnandık Vazosu" diye bilinen Hitit eserinin üzerindeki sahneden izlenebilmektedir.. (altta)



Eski Yunan'da "paksimodi" (peksimet), iki kez pişirilmiş asker ekmeği idi. İÖ 3. yüzyılda Roma'da şarapla yeniden ısıtılarak yenen ekmeklere, "iki kez pişirilmiş / çifte kavrulmuş" anlamında "panis bis coctum" ya da "biscocotus" adı verilirdi. Eski gemiciler uzun deniz seferlerinde ekmekleri bozulmasın ve dayansın diye fırına verirlerdi. Fransızca "biscuit" (iki kez pişirilmiş) sözcüğü bundan gelir..

Roma İmparatorluğu'nda iki gıda bileşeni özellikle önem kazanmıştır : "garum" adı verilen sıvı haldeki balık salamurası (ya da baharatlı balık sosu) ile, "silphium" adı verilen ve "şeytantersi" bitkisinden elde edilen topak halindeki bir tür sakızdan hazırlanan, yemeklere sarmısak benzeri bir çeşni katan sos..  
"Garum" soylu mutfaklarında şu şekilde hazırlanırdı (altta) : Yaklaşık 30 litrelik bir kap içine katmanlar halinde, bütün olarak küçük cins balıklar, büyük balıkların ise iç organları, tuz ve kuru otlar yerleştirilip üstü tülbentle örtüldükten sonra bu karışım, güneş altında bir hafta kadar bırakılıyor, sonra da 20 gün boyunca her gün iyice karıştırılıp harmanlanarak mayalanmaya bırakılıyor ve sıvı bir karışım haline getiriliyordu. Bu arada çevreye iğrenç kokuların yayılmasına neden olan bu sürecin sonunda karışım süzülerek aromalı ve sıvı bir sos elde ediliyordu..
Pompeii'nin amforalar içinde pazarlanan ve sevilen bir ihracat malı olan "garum", hemen hemen tüm yemeklerde kullanılırdı. Sıklıkla da içine zeytinyağı ve şarap, kimi zaman da bal ya da tatlı şarap ve biber, yaban kerevizi, mercanköşk ya da başkaca baharat ve otlar eklenirdi. İştah açıcı olarak yemeklerde kullanılır, hayvan ısırıklarında ve yanıklarda deri üzerine sürülüp temiz bezle sarılarak ilaç olarak da yararlanılırdı..



Eski Mısır'da üst sınıflar oldukça farklı bir besin çeşitliliğine sahipken, alt sınıflar bir avuç tahılla yetinmekteydiler. 
Eski Yunan'da her sınıftan insanın gıdası, biraz incir ve zeytin ile şarapta sulandırılmış etten ibaretti. Eski Yunanlar günde bir öğün, o da yatarken yerlerdi. 

At eti kimi dinlerde ve pek çok ülkede tabudur. Yahudi yasasında at, geviş getirmediği ve çatal tırnaklı olmadığı için at eti yasaklanmıştır. İslam yasasında ise genel olarak "mekruh"tur ; haram / yasak değildir ama, yenmesi de önerilmez..   
Hinduizm'de ve kimi Hristiyan tarikatlarında at eti yasaklanmıştır. At eti İzlanda'da ise popüler olup yenmektedir. Kanada'da yasaldır ama satışı yaygın değildir.. Balkanlar'da atın soylu bir hayvan olduğu düşüncesiyle eti yenmez. 
Avrupa'da at eti, kasaplık hayvan olarak, ilkin 1866'da resmi olarak benimsenmiştir. Bu hayvan bakteriyolojik görüş açısından, eti yenen diğer hayvan türlerine göre çok daha tehlikesizdir. 
At eti yasağı, öncelikle, onun Germenlerde kurban hayvanı olarak özel bir rol oynamış olmasına dayandırılır. Germen düşüncesinin etkili olduğu Hristiyanlık kültür çevresinin dışında da at eti yenmesi uygun görülmemiştir..

Hristiyanlık ve İslam'da görülen yiyecek yasaklarının kökleri, "Eski Ahit"teki Yahudilik kurallarında yer almaktadır. 
Çeşitli din ve topluluklarda daha çok hayvan eti yasağı ile karşılaşılmakla birlikte, ender de olsa, bitkisel gıda yasağına da rastlanmaktadır. Örneğin Yezidiler, yaprakları arasında Şeytan'ın saklandığına inandıklarından lahana, marul ve ebegümeci yemezler..

Orta Çağ Katolik Kilisesi dini bayramlarda et yemeyi yasaklamıştı. "Büyük Oruç" 40 güne çıkarılmış, zamanla toplum olarak yılın yaklaşık yarısı "oruç" günlerine dönüştürülmüştü. İngiliz yasalarında Cuma günü et yemenin cezası idamdı. Oruç günlerinde cinsel ilişki de yasaktı. Kırmızı et, cinselliği çağrıştırdığı gerekçesiyle yasaklanmıştı !..



Süt üreten hayvanların azlığı nedeniyle, yüzyıllar boyunca süt ve süt ürünleri Çin mutfağında önemli bir konum kazanamamıştır. Süt, Çin'de ilaç niyetine kullanılırdı..
Çinlilerin inanışına göre bedensel işlevler "Yin" ve "Yang" şeklinde birbirine zıt iki temel ilkeyi izler ve yiyecekler de bu "zıtların birliği ilkesi" uyarınca değerlendirilir. "Yin" ve "Yang" kuvvetleri bedende denge halinde değilse, sorun var demektir. Normal bir bedene bunlardan biri aşırı ya da eksik yüklenirse, hastalık durumu ortaya çıkar..  
Çin gastronomisinde yemekler, "Yin-Yang" zıtlığına göre hazırlanmaya çalışılır ve gıda maddeleri yemeklerin çeşitli sağlık işlevleri temelinde değerlendirilir.
Fransız doğa bilimcisi ve zoolog George-Louis Marie Leclerc Kont de Buffon (1707-1788), İslamiyet'i yayma girişimlerinin Çin'de fazla başarılı olmamasının nedeninin, İslam'daki domuz eti yasağı olduğunu ileri sürer.. Gerçekten de Çinliler yalnızca taze domuz eti pişirmekle kalmaz, ayrıca uzun zamandan beri domuz etini tuz ile işleyip pastırma, jambon ve salam da yaparlar..



KAYNAKÇA  :
P.P.BOBER, "Tarihöncesinden Ortaçağa Kültür, Sanat ve Mutfak" ; N. DAVIES, "Avrupa Tarihi" ; D. GEZGİN, "Bitki Mitosları" ; KUDRET EMİROĞLU, "Gündelik Hayatımızın Tarihi" ; Ö. ŞENYAPILI, "Damakta Kalan Tatların Akılda Kalan Adları" ; MURAT BELGE, "Tarih Boyunca Yemek Kültürü" ; PROF.DR. ZEKİ TEZ, "Lezzetin Tarihi"  

640 ) GİZLİ AMERİKAN BELGELERİNDE İŞGAL İSTANBUL'U !..

     

Havyar 60 kuruş, fasulye pilaki 30.. 
Siyah havyar salatası 50 kuruş, midye fırın 35..
Sebzeli çorba 17, mayonezli levrek balığı 65 kuruş..
Salçalı sığır eti 50 kuruş, kuzu külbastı 70 kuruş..
Tereyağlı kuşkonmaz 100 kuruş, yarım şişe Balkan şarabı 55 kuruş..

Bunlar, Nikola Mdroviç'in sahibi bulunduğu, İstanbul'un tarihi lüks lokantalarından biri olan, ünlü Tokatlayan Lokantası'nın menüsünden.. 
Tarih : 23 Kanunisani 1335.. 
Yani Kurtuluş Savaşımızın başlangıç aylarında, 1919..

1970'li yılların ortalarında, Amerikan Dışişleri Bakanlığı, Türkiye ile ABD ilişkileri konusundaki gizli resmi belgeleri tümüyle açıklamıştı.. Gazeteci yazar Orhan Duru, Amerikan Kütüphanesi aracılığıyla bu belgelerin mikrofilmlerini getirtmiş, binlerce resmi yazışma ve şifreli belge fotokopilerini taramış ve Kurtuluş Savaşımıza yeni bir ışık tutacak olan bir yazı dizisi hazırlamıştı..

İstanbul'daki Amerikan Komiseri Lewis Heck'in 30 Ocak 1919 tarihli ekonomik raporu.. Bu rapora, mutlu azınlığın Tokatlayan Lokantasındaki fiyat listesini de eklemesinin nedeni, pahalılık hakkında bir fikir vermek içindir..
Raporun ilginç yönü, 1919'da, savaş sonrası İstanbul'undan görüntüler..
Elektrik kısıtlaması, akmayan musluklar, toplanmayan çöpler.. Rüşvet, karaborsa, başıbozukluk, işsizlik.. 

İşte ABD Komiserinin raporundan bazı bölümler..

"İstanbul'da hayat pahalılığındaki büyük artış, 1917 yılında başlıyor. Temel gıda fiyatlarındaki yükselme yaklaşık % 1000'i buluyor. Enflasyon, abluka, ithal malı stokların eriyişi, pahalılığın doğal nedenleri arasında..
"Ama özel nedenler de var.. Ülkenin ürettiği bazı malların dağıtımında resmi makamların tutumu.. Rüşvet, karaborsa.. Üç ayda bir, 1 librenin dörtte üçü kadar (yaklaşık 375 gram) dağıtılan şekerin okkası (1280 gram) 20 kuruş ama, piyasa fiyatı 200 kuruş.. Musluğun başındakiler büyük çıkar sağlıyorlar... Su, elektrik ve arabalı vapur hizmetleri, kömür darlığı dolayısıyla aksıyor. Caddeler ışıksız. Bu karanlıktan başıbozuklar yararlanıyor. Her gece sokak ortasında adam vuruluyor, siyasal cinayetler işleniyor. Halkı silahtan arındırma çabaları etken olmuyor. Tramvay hizmeti Aralık ayı başından bu yana hemen hemen durmuş vaziyette. Terkos Gölü'ndeki pompa istasyonu bozuk olduğu için ancak haftada birkaç gün su akıyor kentte.. Yakıt darlığı nedeniyle demiryolları kısıtlı çalışıyor. Ticaret ve sanayi hemen hemen durmuş. Sokaklar işsiz güçsüz, başıboş dolaşan insanlarla dolu. Özellikle, son iki yılda hükumette bulunan bazı kişiler ve kendileriyle yakın ilişki içinde olanlar büyük servetler ediniyorlar. 
"Halkın % 95'inin içinde bulunduğu yoksulluk ile karşılaştırıldığında, bu kişilerin yaptıkları servetler inanılmayacak düzeylere ulaşıyor.. İçlerinde çoğu,paralarını dış ülkelere, Avusturya ya da Almanya bankalarına yatırıyorlar..
"En doğal belediye hizmetleri, örneğin çöplerin kaldırılması, sokakların temizlenmesi, son derece kötü işliyor. Kent merkezi pis koşullar içinde. Bağırsak enfeksiyonu, tifo, tifüs her zaman görülen hastalıklar arasında. Yoksulluğun egemen olduğu İstanbul gene de yüksek fiyatlar ödemeye hazır kişiler için her şeyin en iyi bulunabileceği bir kent.. Yeterince ödeme yapılırsa, bulunmayacak pek az mal var. 
"İşte, kentin iki önemli lokantasından menü örnekler.. Yerli halktan pek azı bu fiyatları ödeyecek güçte. Buralara tereyağı olsun, darlığı çekilen öteki maddeler olsun, hiçbir kısıntı yok. Türkiye'de yoksulların ıstırabını dindirmek için mümkün olduğu kadar 'hür teşebbüs' düzenini yeniden kurmak gerekiyor.."



ABD Komiseri Lewis Heck, raporunda halkın % 5'inin yediklerini anlatmış.. Ünlü bir yazarımız, Refik Halid Karay da ; aynı günlerin bir diğer tanığı olarak, halkın geri kalanının yediklerini şöyle anlatıyor :

"Bizim eşsiz bir yerli gıdamız daha vardır ki, o dahi pekmezin yumurta akıyla dövülmesinden yapılan 'bulama'dır. Birinci Cihan Harbi'nde, şaraplık yapılmadığı için memleketimizin çarşıları, pazarları bulama ile dolmuştu. Pahalı da sayılamazdı ; küçük yaştakilerle mektebe giden yavrularımız, sabahleyin asıl kaloriyi bundan alırlardı..
"Yine o harpte tahin helvası çok kişiye derman vermiş, can kurtarmıştır. Yoğurt ise tifüsten ve İspanyol gribinden yatanların ateşini almaya, hararetlerini dindirmeye yaramıştı. Hatırımda kaldığına göre fiyatlarında (başka maddelerle kıyas edilince) büyük bir yükseklik de görülmemişti. "