...Ahmet Midhat Efendi'nin yalısının ikinci katında büyük bir salon vardır. Her hafta geceleri yazarlar, ozanlar, musikiciler burada toplanır. Gelenler arasında Defter-i Hakani Nazırı Mahmut Esad Efendi, Müze Müdürü Halil Bey, Sahip Mollazadeler, Beykoz balıkçılarından Yaver Efendi, Niyazi Kaptan ve Beykoz' un her tabakasından insan bulunur. Sık sık gelenler arasında Şeyhülislam Musa Kazım Efendi de vardır. Bir defasında Musa Kazım Efendi, yemeğe geldiği vakit, Ahmet Midhat'ın oğlu Kamil Bey ona bir muziplik yapmıştır.. Kamil Bey, daha gündüzden, yalıda ortalık işlerine bakan Eleni adındaki tombul ve güzel Rum kızını ayarlamıştır. Eleni, akşam sofrada yemek dağıtırken yumuşak, sıcak göğsünü devamlı olarak Musa Efendi'nin omuzuna, sırtına sürtüp durmuştur.. Konuk da her defasında kızarıp bozarmış ve elini ayağına karıştırmıştır ki, sofradan yarı aç kalkmış denilse yeridir !. Fakat, konuk çekip gittikten sonra, Kamil Bey de babasından şaka ve muziplik üzerine esaslı bir zılgıt yemiştir !...
...Ahmet Midhat dolaşırken bekçi sopasını andıran bir baston taşır. Bu baston, Abdülhamid devrinin, gözü hiç bir şeyden yılmayan, sonunda da, 1899 yılında Yemen'e sürülen ve oradan ancak 1908 devrimiyle kurtulabilen Kemalpaşazade Sait Bey'in beline inmiştir !.. Yıl 1878'dir. 16 Ağustos Cuma günü sabahı Sait Bey, Sirkeci vapur iskelesinden çıkarak Vakit gazetesi basımevine gitmek üzere Babıali yokuşunu tırmanmaya başlamıştır. Az biraz sonra da Ahmet Midhat Efendi'ye rastlamıştır. Türk basınının "başöğretmen"ini şöyle bir selamla savuşturacaktır ama, Efendi karşısına dikilir : "Dur birader !" der.. O günlerde Ahmet Midhat Efendi'nin çıkardığı Tercüman-ı Hakikat gazetesinde iki şarkı yayınlanmış, Kemalpaşazade de Vakit gazetesinde bunlara birer nazire düzmüştür.. Bu nazirelerde Midhat Efendi'nin sarhoşluğundan, düşük kıratlı kadınlarla düşüp kalkmasından dem vuruluyordur. Başöğretmenimiz bunu niçin yaptığını sorunca Sait Bey şaka yaptığını söylemiştir. Ama daha lafını bitiremeden Midhat Efendi ona öyle bir Osmanlı tokadı patlatmıştır ki, yüzükoyun yere kapaklanmıştır.. Hocamız bununla da yetinmemiş , Sait Bey'in beline iki de baston indirmiştir. Sonra zaptiye gelir, dostlar araya girer ve iki eski Babıali kurdu barıştırılır...
...Ahmet Çavuş, yanına bölüğünden aldığı iki erle, keşif için dağa tırmanmaya başladı. Üstünde saatli, tetikli, fitilli olarak on bir bomba vardı !. Biraz sonra onların ardından kırk kişi daha gelecekti. Alacakaranlıkta tepenin boyun noktasına vardılar. Dikkatle bakınca bir kuytuda beş on Yunan subayının oturduğunu gördüler. Ahmet Çavuş, hemen belindeki bombalardan birini yakalayıp fırlatmaya hazırlanarak, "Davranmayın, teslim olun !" diye bağırdı. Subaylar ellerini havaya kaldırdılar. Ahmet Çavuş, önündeki bir subayın atını yularından yakalayarak çekti. Yunan subayları, "Ne kadar gücünüz var ?" diye sordular. Ahmet Çavuş, "üç ordu. Tümünüz kuşatıldınız. Ya teslim olacaksınız, ya da sizi grup ateşine vereceğiz" dedi.. Subaylardan biri, "Hangi birliğe kumanda ediyorsun ?" diye sorunca da, "Alay kumandanıyım" dedi. "Rütben ne ?" sorusuna ise "Başçavuş" cevabını verince şaşırıp kaldılar. Ahmet Çavuş devam etti, "Bizde onbaşıdan bile tümen kumandanı var !" .. Onların aç olduğunu düşünerek çantalarındaki peksimetlerden verdiler. Subaylar da onlara bol bol sigara verdiler. Bu sırada Yarbay Hüseyin Hüsnü Bey ile tabur komutanı Fuat Bey de Yunan subaylarının yanına geldiler. Hüseyin Hüsnü Bey düşman subaylarından birini eliyle göstererek Ahmet Çavuş'a sordu, "Bu subayın kim olduğunu biliyor musun ?" Olumsuz cevabını alınca, tabur kumandanı gözlerini faltaşı gibi açarak onun yüzüne bağırdı : "Trikopis ! Trikopis !.. Yunanlıların Başkomutanı.." Ahmet Çavuş ve diğerleri Trikopis'i Başkumandanın bulunduğu Uşak'a götürdüler. Yunan Başkomutanını tutsak ettiğinden ona bir İstiklal Madalyası yazdılar. Trikopis'in giysilerini de ona armağan ettiler...
...Dumlupınar dolaylarında tutsak edilen Yunan askerleri yaya olarak Polatlı'ya yürütülüyordu. Bundan üzülen, Mustafa Kemal'in sonsuz nezaketinden yüreklenen General Trikopis, cephe menzil şubesi müdürü Binbaşı Nuri (Berkiz) Bey'e bir şikayet mektubu gönderdi. İri yarı, tatlı, vicdanlı, yiğit yaradılışlı bir asker olan Nuri Bey, Generale şu cevabı verdi : "Bir yıl önce Uşak'tan Sakarya'ya dek yürüyen ve orada başarı kazanamayarak bir bu kadar mesafeyi geri yürüyen asker ve subaylarınızın, böyle dayanıksız ve yorgun olduğunu öne sürmeniz abartılı görülmüştür. Çağrılmadıkları yurdumuzu yakıp yıkmakta pek atik davranan Yunan subaylarının üç günlük yürüyüşe dayanamamaları iddiası gülünç olur. Hatırlayınız ki şu dakikada henüz tutsak olmayan subaylarınız, sizin verdiğiniz buyruk çerçevesinde köy ve kasabalarımızı yakmaya çalışmaktadırlar."...
...Küçüksu Kasrı ya da Göksu Kasrı 1751 yılında, Birinci Mahmud'un sadrazamı Divittar Mehmed Paşa tarafından ahşap olarak yaptırılmıştır. 1856'da Sultan Abdülmecid tarafından yeniden yaptırılmıştır. İç düzenlemelerini Fransız Operası dekorcusu Sechamp' ın yaptığı yalı ; Sultan Abdülaziz, Sultan Abdülhamid ve Meşrutiyet dönemlerinde üç kez daha onarım görmüştür. Üç katlı ve taştandır. Zemin katta mutfak, kiler ve hizmetli odaları vardır. İbrahim Hakkı Konyalı' nın demesine göre, ayna çerçevelerinin üstlerinde Abdülmecid'in tuğraları vardır ki cumhuriyet döneminde bunlar alçıyla kapatılmıştır...
...II. Mahmud özellikle yaz aylarında, cuma günleri, selamlık töreninden sonra Küçüksu Kasrı'na gitmeyi alışkanlık haline getirmişti. Bir kez de, 1829 kışına rastlayan Kurban Bayramının bayramlaşma törenini burada yaptırmıştır...
...Göksu Kasrı pek çok yabancı konuğa da kapılarını açmıştır. Rus Çarı'nın kardeşi Konstantin de bunlar arasındadır. Konstantin'in Kudüs'e giderken Mora'ya uğrayıp Rumlara : "Sakın bu kez Osmanlı'ya karşı çıkmayınız. Sizi ezer, yardımcı bulamazsınız" diye öğüt verdiği İstanbul'da duyulunca Rusların o ara Osmanlı ile iyi geçinmek niyetinde olduklarına inanılmış ve Konstantin İstanbul'a da uğrayınca Feriye kıyı sarayında konuk edilmiştir. 12 Haziran Pazartesi günü akşamı, bütün vekiller ve vezirler de çağrılarak sarayda Konstantin'e bir ziyafet çekilmiştir. Ertesi gün de Padişah kendisini Göksu Kasrı' na çağırmıştır. Cevdet Paşa o günü şöyle anlatır : "Şimdiye kadar padişahların bir başkasıyla aynı sofrada oturduğu duyulmuş değildir. Bu kez de öyle yapıldı. Bu sofrada Hariciye Nazırı oturamayıp onun yerine Divan-ı Hümayun tercümanı Arifi Bey ayakta dilmaçlık görevini yürütmüştür. Abdülmecid bir akşam önce saraydaki şölende de sofraya oturmamıştır. Ama Prens'in eşini alıp Haremde kimi kadınlarıyla birlikte yemek yiyerek Prenses'e gereken saygıyı göstermiştir. Aslında, II. Mahmud çağında Avusturya İmparatoru'nun kardeşi Arşidük de İstanbul'a geldiğinde padişahın tutumu bundan daha değişik olmamıştır. Pertev Paşa Zatı Şahane'ye sofraya oturmasını önerdiği halde o ; "Ben Avrupa ile olan ilişkileri sarayda şölen vermeye kadar getirdim. Bundan ilerisini benden sonra gelecek padişahlara bıraktım." demiştir...
...Abdülaziz'in tahta çıktığı ilk yıl içinde İstanbul'a gelen İngiltere Veliahtı, Galler Prensi de (sonradan Kral VII. Edward) bu kasırda yemek yemiştir. Hem sofrada Sultan Aziz de bulunmuştur. Cevdet Paşa bu yemek için şunları demiştir : "Bu yemek bir Osmanlı hükümdarının yabancılar ve kendi vezirleriyle birlikte sofraya oturduğu ilk yemektir"...
...İsrail'in yaratılmasının gerisinde çok netameli bir amaç vardı ki, bu da o ülkeyi bir imparatorluğun, İkinci Dünya Savaşı'nın galiplerinin, Orta Doğu petrolünün silahlandırılmış ileri karakolu haline koymaya yönelikti...
...Washington 1980 li yıllar boyunca Saddam'ı İran'la girdiği savaşta destekledi. O A.B.D. için sadece Şah'ı deviren, elçiliğine dalıp Amerikalı rehineleri aşağılayan, şirketlerini kapı dışarı eden Humeyni'ye karşı kullandıkları bir intikam aracı değil, dünyanın ikinci büyük petrol rezervinin üstünde oturan kişiydi. E.T.'ler onun üstünde çalışmıştı. Ona milyonlarca dolar vermişlerdi. Bechtel Şirketi onun için İranlıları, Kürtleri ve Şii asileri öldürmekte kullanacağını bildiği Sarin ve Hardal Gazı üretecek kimya tesisleri yapmıştı. Saddam'a savaş uçakları, tanklar, füzeler vermiş ve o şeyleri kullanacak personeli eğitmişti. Ayrıca A.B.D, Suudilere ve Kuveytlilere, ona elli milyar dolar borç vermeleri için baskı yapmıştı !. Sekiz yıllık İran-Irak Savaşı modern çağlar tarihinin en uzun. en masraflı ve en kanlı savaşı olmuştur. 1988'de bitene dek bir milyondan fazla insanın ölümüne yol açmıştır. Her iki ülkenin de köyleri, çiftlikleri ve ekonomisi mahvolmuştur...
...Kongo toprakları ; altın, elmas, bakır, uranyum ve tantalum doluydu. Tantalum ; yerel olarak "koltan" olarak bilinen, laptop ve cep telefonları gibi elektronik düzeneklerde kullanılan bir madendi. Bu maden olmasa, bilgisayar temelli ürünlerden çoğuna sahip olunamazdı. Örneğin tantalum kısıtlaması, SONY'nin 2000 yılı Noel döneminde Play Station-2 talebine yetişememesine neden olmuştu !...
...A.B.D. Kongresi Ortak Ekonomi Komitesi'nin yaptığı çalışmaya göre, Dünya Bankası'nın sponsorluk ettiği projelerin % 55 ila % 60'ı, başarısızlıkla sonuçlanmıştır...
...Kara mayınlarının yasaklanması için hazırlanan uluslararası anlaşma Birleşmiş Milletler'de 142' ye karşı sıfır oyla kabul edilirken, A.B.D. çekimser kalmıştır !. Aynı A.B.D. 1989 tarihli Çocuk Hakları Konvansiyonunu, Uluslararası Biyolojik Silahlar Konvansiyonunu, Kyoto Protokolünü ve Uluslararası Ceza Mahkemesi kurulması protokollerine de imza koymamıştır...
...Mısır lideri Abdülnasır Süveyş Kanalı'nı kapatınca, ABD, Afrika'nın doğu kıyıları açığındaki Aldabra Adası'nda bir üs yapılmasına karar verdi. Nükleer savaş başlıklarıyla donatılacak bu üs, Ümit Burnu yakınlarındaki Güney Afrika deniz üssü olan Simon's Town'un konumunu da güçlendirecekti. ABD nükleer denizaltıları okyanuslardaki uzun, yalnızlık dolu devriye seferlerinden dönüşte gözlerden uzak bir şekilde orasını kullanıyordu. Bu yüzden, Madagaskar kuzeyindeki bir hava üssü mükemmel olacaktı.. Ama proje şekillenmeye başlayınca planlamacılar Aldabra'nın, dev kara kaplumbağalarının üreme yeri olduğunu anladı. O dönemde hızlanan ekolojik hareketin olumsuz kamuoyu yaratmasından korkan Washington, dikkatini bir zamanlar Mauritus'un parçasıyken sonra Britanya'ya geçen Chagos Takımadalarının en büyüğü olan Diego Garcia üstünde yoğunlaştırdı. Adada çoğu Afrikalı kölelerin soyundan gelen 1.800 kişi yaşıyordu. ABD ve İngiltere ajanlarının da katkısıyla, Londra, ada halkını yurtlarını terk etmeye zorladı. Her şey güvenliğin sağlanması içindi (! ).. İngiliz politikacılar, diplomatlar ve sivil hizmetkarlar, "adada kalıcı iskan olmadığı" yönünde kampanya başlattı. Adalıların çoğu ite kaka, komşu adalar olan Şeysel Adalarına gönderildi. İngiltere Diego Garcia'yı ABD' ye kiraladı. Washington bunun karşılığında İngiltere' ye 11 milyon dolarlık Polaris denizaltı teknolojisi verdi. Ada sakinlerinin hayatlarının ve evlerinin bedeli böylece kişi başı 600 dolar etmiş oldu...
...III. Osman "Kafes" denilen bölümde elli yıldan fazla gözaltında yaşamış ve bu konuda hanedan rekoru (! ) kırmıştır.. Ancak elli beş yaşında tahta oturduğunda, hastalıklı bir bünyeye sahip olduğundan, Harem koridorlarında altları gümüş kabaralı pabuçlarla dolaşır, ayak seslerini duyan cariyelerin gizlenip saklanmalarını isterdi !. Cariyeler ona kazara da olsa rastlarlarsa buna "Hünkara çatmak" denirdi...
...Sultan III. Mustafa, yemeğine zehir konularak öldürüleceği korkusuyla hep panzehirler kullandı ve sonunda uyuşturucu müptelası oldu !...
...Sultan İbrahim döneminde kışın kedilere kürk giydirilmesi, yavrulayan kediler için loğusa şerbeti hazırlatılması, kedi düğünü yapılması gibi gariplikler olmuştur...
...Fatih Sultan Mehmed'in yaptırdığı deli bakım evinde 70 oda, 80 kubbe vardır. O zamanlar 2.000m civarında hastası olan bu bakım evinde müzikle tedavi uygularlardı. Vakfın çok güçlü bir temele dayandığı, kuruluş yazısının şu cümlesinden anlaşılabilir : "Eğer mutfakta keklik ve sülün eti bulunmazsa bülbül, serçe ve güvercin pişirilip hastalara verile..."...
...Sultan İbrahim, sadrazamı Ahmed Paşa'nın karısına göz koymuştu. Bu kadını ele geçirebilmek için kızlarından birini Paşa'ya verdi !. Düğün töreninde, sakalının tellerine inciler geçirilmiş olarak halkın karşısına çıktı !... Bütün hasekileri içinde Hümaşah Sultan'ı (Telli Haseki) tercih ederdi. Sekizinci hasekisi olan bu kadına büyük bir aşkla bağlanmıştı. Osmanlı hanedanı geleneğinde odalıkla nikah olmadığı halde, onunla evlenmişti... Bir gözdesine, her çivisi pırlanta olan bir gezi arabası hediye etmişti !...
...Hanedanın son delisi V. Murad ; 26 Mayıs 1876 gecesi tahta oturdu. Abdülaziz'in tahttan indirilişinden sonra, 2 Haziran'da, Dolmabahçe Sarayı'nda kardeşlerine verdiği yemekte onları fesi elinde, bitkin, ağzının çevresi uçuklar içinde, gözbebekleri küçülmüş bir halde karşıladı.. İntihar mı, cinayet mi olduğu hala tartışılan, Abdülaziz'in ölüm haberini kahvaltı sofrasında aldığında elindeki çatalı fırlatarak, "Eyvah ! Millet bunu benden bilir !" diyerek bayıldı.. Doktorları Yıldız Kasrı'nda oturmasını salık verdiler ama delilik denebilecek davranışları artarak devam etti. Bahçede gezerken havuza atladı... Huzura giren nazırları kucaklayıp öptü.. Bu durumundan dolayı kılıç alayı düzenlenemedi ; padişahın sırtında kan çıbanı çıktığı için bu törenin ertelendiği açıklandı.. Hükumet V. Murad'ın tedavisi çarelerini araştırmaya yöneldi. Deniz havası önerildiğinden bir vapurla Marmara'da gezdirildi. Viyana'dan getirilen Doktor Leidesdorf, bir klinikte üç ay tedavi edilmesi gerektiğini söyledi fakat Sadrazamla Midhat Paşa buna yanaşmadılar. Leidesdorf'un, hiç olmazsa odasında üç ay gözlemde tutulması önerisi de kabul görmedi.. Asabi buhranlar geçiren, yemek yemeyen, hayaller gören padişah, Şeyhülislam Hayrullah Efendi'nin de oluru ile, 30 Ağustos 1876'da tahttan indirildi.. Hükümdarlığı üç ay süren V. Murad için ;
"Doksan üç'de doksan üç gün padişah-ı dehr olub
Göçtü uzletgahına Sultan Murad-ı na Murad" diye tarih düşürüldü. On sekiz yıl sonra, 29 Ağustos 1904 tarihinde öldü. Ölüm raporunda deliliğine dair hiçbir bulguya yer verilmedi
...Her dönemde Osmanlı ile karşı karşıya gelen Bedirhan Aşireti, I. Dünya Savaşı'nda Rusya'nın yanında yer almıştır. 1916'dan itibaren Tiflis üzerinden Rusya ile ilişkiye geçen Bedirhan Aşireti'nin önde gelenlerinden Yusuf Kamil Bey, savaş boyunca Rus işgali altındaki Erzurum ve Bitlis'te, Rusya adına valilik yapmıştır...
...Rusya'nın doğu bölgelerimizde görevlendirdiği konsoloslar, bir taraftan Kürtlere tarihsel kimlik kazandıracak "bilimsel" çalışmalar yaparken, diğer taraftan da kışkırtıcı faaliyetlerde bulunmuşlardır. Diyarbakır Konsolosu Yakimaniski, Tebriz Konsolosu Bonfiyd, Binbaşı Boris Malakov, General Babatov ve Erzurum Konsolosu Alexander Jaba, önde gelenler arasındadır...
...1800'lerden itibaren Osmanlı İmparatorluğu'nda otuz civarında etkili Kürt isyanı çıkmıştır. Bunların neredeyse tamamına yakını devlet otoritesi tanımayan aşiret beylerinin isyanıdır... 20. yüzyıldan önceki Kürt isyanlarının "ulusal" karakterinin ağır bastığı iddia edilemese de, 1850'lerden itibaren Kürtlerin yaşadığı bölgelerdeki emperyalist faaliyetlerle, dini ve siyasal misyonerlik çalışmalarıyla "Kürtlük" düşüncesinin uyanmaya başladığı da inkar edilemez...
...Türkiye'deki feodal yapılanmanın güç kaynağı, aşiretlerle kol kola girmiş olan tarikatlardır. Özellikle, 1800'lerden başlayarak Kadirilik ve Nakşibendilik gibi tarikatlar Kürtler arasında hızla yayılmıştır. Kürt bölgelerindeki tarikatların etkisi sonucunda, bölgedeki Türkmen, Oğuz, Avşar gibi Türk kökenli unsurlar da Kürtleştirilerek Kürt derebeyliklerine bağlanmıştır. Yani, güneydoğudaki tekke ve tarikat ortamı, derebeylik aracılığıyla Kürtleşmenin zeminini oluşturmuştur. İşte Atatürk ve Cumhuriyet, bu zemini yıkmak için, bir taraftan tekke ve zaviyeleri kapatırken, diğer taraftan toprak reformu yapmak istemiş, ancak eski ayrıcalıklarını kaybetmek istemeyen "tarikat ve emperyalizm destekli" Kürt aşiret reisleri sudan bahanelerle ayaklanmışlardır... Kürt isyanlarının hep gerici karakterli olmasının nedeni, ayrılıkçı Kürt hareketinin temelindeki tarikat ve cemaat yapılanmasıdır. Tarih boyunca dünyanın değişik yerlerinde ortaya çıkan ayaklanmaların, gerilla hareketlerinin çoğu ilerici ve anti emperyalist iken, Kürt ayaklanmalarının tamamı gerici karakterli ve emperyalizm desteklidir...
...Şevket Süreyya Aydemir'e göre Kürtleşme ; "İnsanların aşiret ve derebeylik bağlantısı içinde Kürtçe konuşmaya zorlanması ve aşiret reisine bağlanmasıdır. Bu bağlamdan sıyrılması durumunda zaten kendisini çağdaş Türk ulusunun bireyi olarak tanımlamaktadır"...
...1908 Haziranında Asım Bey Saray Şifre Katibi olarak çalışıyordur. O günlerde Rumeli'de ihtilal kıpırdanışları baş gösterdiğinden, bir gün Abdülhamid onu huzuruna çağırır ; İzmir Tümeninin hemen Rumeli'ye gönderilip başkaldıranların yok edilmesini şifreyle bildirmesini buyurur.. Asım Bey, "Efendimiz, işi barış yoluyla ve kan dökülmeden hallediniz. Müslümanı Müslümana kırdırmayınız. Bunların akla yatkın isteklerini kabul ediniz. Etmeyecek olursanız bu saltanat size de kalmaz" der. Bu sözler karşısında Abdülhamid'in gözlerindeki sarılık, öfkeden alev gibi parlamaya başlar. Kemerli burnunun ayakucundaki çizgiler bütün bütüne derinleşir. Asım Bey'e yaklaşarak, "Hala bu düşüncelerden vazgeçmeyecek misin hain ?" der demez onun kafasına tabancasının kabzasını öyle bir indirir ki, zavallı şifre katibi Padişah'ın Harem-i Hümayun'daki özel odasından dışarı çıkamadan, kapının eşiğinde can verir. Asım Bey'in kızı Ziynet Hanım'ın anlattığına göre ; biraz sonra, sarayın süprüntü toplamakta kullanılan bir el arabasına cesedini yükleyip Yahya Efendi türbesine götürürler.. Osman Nuri Ergin "İstanbul Şehreminleri" adlı kitabında, bu konu üzerinde şu açıklamayı yapar : "O zamanlarda mabeyinin sıradan bir tüfekçisi bile ölse cenaze masrafını padişah karşılardı. Cenazesi gereken törenle kaldırılır ve ailesine ihsan-ı şahanede bulunulurdu. Oysa, Asım Bey'in cenazesine ve ailesine karşı bunların hiçbiri yapılmamıştır. Ölümü de ailesine, gömülmesinden iki gün sonra söylenmiştir...
...Abdülhamid kuruntucudur, evhamlı ve vesvesecidir... Sadrazam Küçük Said Paşa, İngiliz Elçisi Henry Layard'a bir gün şunları söylemiştir : "Zatı Şahanenin akıl melekeleri kimi kuruntuların etkisi altındadır. En küçük bir gürültü, söz gelişi bahçedeki ağaçların hışırtısı ya da hızla vurulan bir kapının çıkardığı gürültü onun elini hep samur kürkünün cebinde bulundurduğu altın-fildişi kabzalı tabancasına uzatmak için yeterlidir !...
...DOLMABAHÇE SAAT KULESİ : 1890-1895 arasında Saray Mimarı Sarkis Balyan'a yaptırılmıştır. Neo Barok ve Ampir üslubundadır. 22 metre yüksekliğindedir. Saatçi Johann Meyer tarafından takılan Paul Garnier marka saat, 1797'de kısmen elektrikli sisteme çevrilmiş ve halen çalışır durumdadır...
...ÇORUM SAAT KULESİ : Çorumlu Hasan Paşa tarafından 1894 yılında yaptırılmıştır. Osmanlı ordusunda erlikten mareşalliğe kadar yükselebilen birkaç isimden biri olan ve "Yedi-Sekiz" lakabı ile tanınan Hasan Paşa, II. Abdülhamid'in Beşiktaş Karakol Komutanıdır.. Sert mizacı ile tanınan Hasan Paşa, özellikle ramazan aylarında oruç tutmayanları yakalayıp falakaya çekermiş.. Söylenenlerin aksine, okuma-yazma bilmediğinden değil, imzasını Arapça olarak yedi sekiz rakamlarını yazarak attığı için bu lakabı almıştır.. 1902 yılında vefat eden Yedi-Sekiz Hasan Paşa, Sultan Abdülhamid'i devirmek için Çırağan Sarayı Baskını'nı düzenleyen Ali Suavi'yi bir sopa darbesiyle öldürdükten sonra "Paşa" unvanını alır. Söylentilere göre ; Ali Suavi'nin ölümüne neden olan sopasını hayatının sonuna kadar evinin bir köşesine asmıştır.. Paşa' nın Çorum'a yaptırdığı saat kulesi 27,5 metre yüksekliğindedir. Minare şeklinde yapılmış olup, çanının sesinin ilk yıllarda çok gür çıkmasıyla ünlenmiştir. Ancak, tokmağının hep aynı yere vurması sonucunda oluşan derin oyuk, günümüzde çanın çanın sesinin eskisi kadar gür çıkmamasına neden olmaktadır.. Saatin kitabesinde Osmanlıca'dan çeviri olarak şu yazıt bulunur : "Zamanın ulu hakanı cömert Abdülhamid Han'ın / Yüce fermanıyla, şanlı Hasan Paşa / Adadı bütün vaktini hayır işleri yapmaya / Başarılı kılsın her dileğini Mevla / Saat kulesi kısaca seçkin hayatıdır onun / Bol bereketle yapıldı, bu şehri etti ihya / Çıkıp kutlu bir zamanda yazıldı kapısına tarih / Bu büyük saati yaptı bak Hasan Paşa'nın lütfu / 1894 (H.1312)" Kuledeki çan, Hasan Paşa tarafından İstanbul'daki eski bir kiliseden sökülerek gönderildiği için, Çorum halkı kuleye eskiden beri "Çan Saati" der...
...Dersim'de acılar yaşanmıştır, bu doğrudur. Dersim halkının Alevi olması, bazı bürokratların ve bazı subayların burada zulüm derecesinde işler yapmasına yol açmış görünmektedir. Bunun belgesi yoksa da o zamandan kalan anı kırıntılarında bu gerçeği yakalamak mümkündür. Bu hatıraların ; tıpkı öldürülen insan sayısı gibi abartılarla dolu olduğu kabul edilebilir. Ama bazı mağaralardaki insanların öldürüldüğü, isyancı aşiretlere ait köylerde ele geçirilen bazı sivillerin de kurşuna dizildiği bir gerçektir. Bu yanlıştır, insaf dışı bir kırımdır. Dersim' deki bazı Osmanlıcı subaylar, geçmişin intikamını almak, bunları bir daha ayağa kaldırmamak gibi bir niyetle hareket etmiş gibi gözüküyorlar...
...Olayın bir de devlet tarafından görülen yüzü vardır. İkinci Dünya Savaşı'na giden dünyada Hatay sorunu ve Boğazlar konusuyla uğraşan Türkiye Cumhuriyeti, yeni düzeni Dersim bölgesinde de egemen kılacaktı. Ülkenin diğer yerlerinde olduğu gibi burada da eskiyle yeninin savaşı yaşanmıştı...
...Buralarda öldürülen sivil halkın sayısının yüz kişi olması bile onaylanamaz. Fakat yapılan bir askeri çarpışmadır. Bu çarpışmanın düzenli iki ordu savaşı olmadığı, gerilla savaşı veren tarafın bastırılması sırasında böyle zayiatların ortaya çıktığı bir gerçektir. Ve kırılan Dersim'in suçsuz insanları olmuş, bu kırımı hazırlayanlardan , tarih önünde Dersimliler hesap sormayı bile düşünmemişlerdir. İşin tek olumlu yanı şudur : Bu operasyon, Dersim bölgesindeki katı aşiret reisliğini ve ağalık sistemini çökertmiş, bölge insanını özgürleştirmiştir. Bugün Tunceli insanının en çağdaş değerlere açık olmasının aklı ve bilimi savunan bireyler haline gelmesinin sebeplerinden birisi, Tunceli'nin devlet eliyle derebeylerinden temizlenmesidir...
( "Dersim İsyanları ve Seyit Rıza Gerçeği" - RIZA ZELYUT )
...1927 yılı boyunca devam eden toplantı ve faaliyetlerden sonra, 5 Ekim 1927'de, Lübnan'ın Bihamdun kentinde, geniş çaplı bir kongre yapılarak HOYBUN Cemiyeti kurulmuştur.Kuruluş hazırlıklarına Irak'ta, İngilizlerin kontrolünde başlayan cemiyet, esas kuruluş kongresini Fransa'nın kontrolünde ve Ermenilerin güçlü olduğu bölgede yapmıştır. Kongrede cemiyet başkanlığına Celadet Ali Bedirhan seçilmiştir. Hoybun Cemiyeti, doğrudan genç Türkiye Cumhuriyeti' ni parçalamak için kurulmuştur. Nitekim, kongrede Hoybun Cemiyeti' nin kuruluş amacı belirtilirken "Türk Kürdistan'ın bağımsızlığı" olarak tespit edilmiştir.. Hoybun Cemiyeti liderleri, 21 Haziran 1928'de Halep'te bir ittifak yapmışlardır. Bu ittifak, Başkan Celadet Ali Bedirhan ile Ermeni Taşnakların cemiyet nezdinde temsilcisi olan Vahan Papazyan arasında yapılmıştır. İttifak antlaşmasında asıl dikkati çeken nokta ; İngiliz ve Fransız emperyalizmi, Türkiye'yi bölüp parçalamak isterken sadece Kürtleri ve Ermenileri değil, Nasturileri, Yezidileri ve Çerkezleri de kullanmak istemiştir. Nitekim Hoybun Cemiyeti hem Ermeni Taşnak Cemiyeti ile siyasi ve askeri bir ittifak yapmış, hem de Türkiye'ye karşı düşmanlıkları bilinen Nasturi ve Yezidilerin yanı sıra, bölgede yaşayan bazı Çerkezlerle de işbirliğine gitmeyi amaçlamıştır.. Cemiyet, sadece emperyalistlerce değil, Türkiye Cumhuriyeti düşmanı yerli işbirlikçilerle de desteklenmiştir. Hoybun Cemiyeti ile anlaşan Taşnak Cemiyeti, Fransa'da bulunan Damat Ferit hükumetlerinin içişleri bakanı Mehmet Ali ve Gümülcüneli İsmail ile 11 Kasım 1928'de Paris'te, Türkiye'ye karşı bir antlaşma yapmıştır. Bu konuda Hürriyet ve İtilaf Partisi liderlerinden Sadık Bey'in de onayı alınmıştır. Bu antlaşmaya göre ; Türkiye Cumhuriyeti'ne karşı yapılacak hareketin sonunda Hürriyet ve İtilaf Partisi iktidara geldiği takdirde, Türkiye üzerindeki Ermeni istekleri kabul edilecektir. 1937 yılı başından itibaren Fransa, Türkiye'ye yönelik "bölücü" hareketleri kışkırtma yoluna gitmiştir. Özellikle Türkiye açısından Hatay' ın ön plana çıktığı 1937 yılında Fransa, Dersim İsyanı'nı teşvik etmiştir. Bunun üzerine Türkiye 8 Temmuz 1937'de Afganistan, Irak ve İran ile "Sadabad Paktı"nı kurarak bölgeden gelebilecek bölücü hareketleri önlemeye çalışmıştır ama tüm çabalar boşa çıkmıştır. Kısacası bu isyanın altyapısı 1928-1929 yıllarında hazırlanmıştır...
...1934 yılında İskan Kanunu, 1935 ve 1937'de Toprak Kanunu ve Vakıflar Kanunu çıkarılmış ; 1937'de kamulaştırma ve toprak dağıtımı için Anayasa değişikliği yapılmıştır. Sonuçta, 1934-1938 arasında toplam doksan bin civarında aileye üç milyon dönüm kadar toprak dağıtılmıştır. 1923- 1938 arasında ise toplam 246.431 aileye toplam 9.983.750 dekar toprak dağıtılmıştır. Ancak her şeye rağmen feodalizm canavarı Cumhuriyet'e meydan okurcasına halkın kanını emmeye devam etmiştir...
..."The Times" a göre ; 1924'deki Şeyh Said İsyanı, Türkiye Cumhuriyeti'nin yirmi milyon pound kaybetmesine neden olmuştur. Buna rağmen, 1924 ile 1938 yılları arasında bu bölgeye epey yatırım yapılmıştır...
...Gelelim günün polemiğine ; Tunceli halkı Dersim yüzünden CHP'yi suçlasa, aşağıdaki seçim tablosu ortaya çıkar mıydı ?
1950 yılı : DP : % 60, CHP : % 40
1954 yılı : DP : % 46, CHP : % 53
1957 yılı : DP : % 34, CHP : % 53
1965 yılı : AP : % 27, CHP : % 34
1973 yılı : AP : % 14, CHP : % 70
...Goeben ile Breslau'nun varlığına karşın İngiltere'nin savaş ilan etmemesi karşısında Berlin düş kırıklığına uğramıştı. Bu arada Türklerin de durumunu görüyorlardı ; silahlı kuvvetlerin seferberliği henüz tamamlanmamıştı. Üstelik tamamlansa bile zayıf Osmanlı maliyesinin bunu nasıl kaldıracağı belli değildi...
...İstanbul'da General Liman von Sanders, Türkiye'yi savaşa sokmaktan umudu kesmiş durumdaydı ve Kayzer'den kendisini ve askeri heyeti geri çekmesini istiyordu. Churchill gibi o da Jön Türklere ateş püskürüyordu. Enver ile Cemal'i düelloya davet etmekten bile söz ediyordu !...
...İki hükumetin son amaçları konusundaki farklılık 8 Eylül 1914'de ortaya çıktı : Babıali tek yanlı bir kararla, Almanya dahil, tüm yabancı güçlerin kapitülasyon ayrıcalıklarını kaldırdığını ilan etti. Alman Büyükelçisi haberi aldığında çılgına döndü ve askeri heyetini topladığı gibi yurduna döneceği tehdidini savurdu. Ancak ne kendisi ne de heyeti bir yere gitmedi. Bu durum Türklerin pazarlık gücünün Temmuz sonlarından bu yana arttığını gösteriyordu...
...İstanbul'da kapalı kapılar ardında bir iktidar mücadelesi başlamıştı. İttihat ve Terakki Cemiyeti' nin iç politikası hakkında hiçbir bilgisi olmayan İngiltere Dışişleri Bakanlığı olayı çok basit görüyordu. Dışişleri Bakanı Sir Edward Grey sonraları şöyle diyecekti : "Türkiye'nin Almanya ile birleşmesini Enver'in katlinden başka hiçbir şey önleyemezdi. Türkiye'de bunalım ve şiddet zamanlarında iki sınıf insan olabilirdi ; katiller ve katledilenler.. Sadrazam, bu ikinci sınıfa rakibinden daha yakındı"...
...Enver Paşa Türkiye'nin Rusya'ya gönderdiği özür notasının kabul edileceğinden korkuyordu. Bunu önlemek amacıyla hükumetteki arkadaşlarının düşüncelerinin aksine, Türk notasına Rusya'nın bu saldırıyı kışkırttığı şeklinde bir suçlama ekledi. Beklenildiği gibi Çarlık hükumeti bu suçlamayı reddetti, Babıali'ye bir nota gönderdi ve 2 Kasım'da savaş ilan etti...
...İngiltere'nin Türk savaş gemilerine el koymasından önce Enver'in Almanlarla müzakerelerde bulunduğu ve gizli bir ittifak antlaşması yaptığı Londra'da bilinmiyordu ve uzun yıllar da bilinmeden kalacaktı. Babıali'nin Goeben ve Breslau'ya, Alman protestolarına rağmen el koyduğu bilinmiyordu. Downing Street'de, Churchill'in "Sultan Osman" ve "Reşadiye" gemilerine, parası peşin ödendiği halde, el koyması yüzünden düşman kampa itilen Osmanlıları kendi yanına çekmeyi amaçlayan Kayzer'in, Alman gemilerini Türklere verdiğine inanılıyordu. Bu nedenle ortak düşünce, Türkiye ile savaşı Churchill'in başlattığı doğrultusundaydı. Lloyd George bu suçlamayı 1921 yılına kadar sürdürmüştür...
...31 Ekim'de Almanlara hükumetteki meslektaşlarının Ruslara bir özür notası göndermekte ısrar ettiğini bildirdi. Bu, Almanlar açısından tehlikeli bir öneriydi. Babıali özür notasını hazırlamadan, Souchon'un saldırısına tepki gösteren İngiliz kabinesi, Türklere Alman askeri heyetinin hemen yurt dışına çıkarılmasını öngören bir ültimatom gönderdi. Türkler buna yanıt vermedi. Churchill konuyu tekrar kabineye götürme zahmetine girmedi ve inisiyatifini kullanarak 31 Ekim öğleden sonra Akdeniz'deki güçlerine gönderdiği bir telgrafla, "Türkiye'ye karşı harekata hemen başlanması" emrini verdi. İngiliz gemileri 3 Kasım'da Çanakkale'nin dış kalelerini bombaladılar. Eleştirmenler daha sonra Churchill'in bu çocukça huysuzluğunun Türkiye'yi kalelerinin zayıf durumu konusunda uyardığını iddia etmişlerdir. İngiliz liderlerinin 1914'de kesin bir berraklıkla görebildikleri tek şey, Osmanlıların savaşa girmesinin Orta Doğu'nun yeniden biçimlendirilmesi ve modern Orta Doğu'nun yaratılması yolunda ilk adım olduğuydu...
...Doğru, yaşanır, öğretilemez...
...Tanrı bizdedir, kavramlarda ve kitaplarda değil...
...Kendi kendine "hayır" diyen, Tanrı'ya "evet" diyemez...
...İnanç da, sevgi de, aklın yolunu izlemez...
...Bir anlatıda doğru olan, her vakit dinleyicinin inandığı şeydir ancak...
...Güzellik ona sahip olanı değil, onu sevebilen ve onu baş tacı edinebilen kişiyi mutlu kılar...
...Trajediler asla önlenemez ; çünkü bunlar felaket ve musibetler değil, karşıt dünyaların bir birine toslamalarıdır...
...Deha sevme gücüdür, özveriye duyulan özlemdir...
...Yazarın görevi izlenecek yolları göstermek değil, her şeyden önce bu yolların izlenmesine özlem duyulmasını sağlamaktır...
...Kötü şiirler yazmak, alabildiğine güzel şiirleri okumaktan daha çok mutlu eder insanı...
...Kalıcı olan, asla bir şeyin kopyası değil, simgesidir yalnızca...
...Her sevincin en harikulade yanı, hak edilmeden çıkıp gelmesi ve asla satın alınamayışıdır..
...Ancak içinden kovulduğumuz zaman cennet, cennet olduğunun bilinmesine izin verir...
...Mutluluğa onu göremediğiniz sürece sahip olabilirsiniz ancak...
...Mutluluk sevgidir, başka şey değil. Sevebilen mutludur...
...Evet denilip sineye çekildi mi, mutsuzluk mutluluğa dönüşür...
...Kendi kendisini sevmeden insan hemcinsini sevemez. Kendi kendinden nefret etmek de bunun gibi bir şeydir ; sonunda parlaklığı göze batan bencillik gibi tüyler ürpertici bir soyutlanmışlık ve çaresizliğe sürükler insanı...
...Ölmek, kolektif bilinçaltının kapısından içeri girmek, kendini burada kaybedip bir biçim, saf bir biçim kazanmaktır...
...Sevginin varlık nedeni, bizi mutlu kılmak değildir. Sevgi acı çekmelerde, çilelere katlanmalarda ne kadar güçlü olduğumuzu bize göstermek için vardır...
...Her şeyden zor ele geçirilen şey, her şeyden çok sevilir...
...Aşk ; insandaki tüm istek ve yeteneğin tutkuyla tek bir amaca yönelmesi, bu uğurda katlanılacak her özverinin bir haz kaynağına dönüşmesidir.. Bu tür bir sevgi mutluluk peşinde koşmaz, yanıp tutuşmak, acı çekmek ve seven kişiyi yok etmektir aradığı, alevdir böyle bir sevgi, ele geçirdiği nesneyi yiyip yutmadan asla sönüp gitmez...
...Sadrazam ile şeyhülislam yedi çifte kürekliye binerler. Mevsimine göre, vaşak ya da sincap kürk giyen, beline "akva" adı verilen, som sırmalı ve köstekli bir bıçak takan ve Sultan Reşat çağına kadar rütbesi sadrazam ve şeyhülislamdan sonra gelen kızlarağası da üç ya da beş çifteye biner.. Vezirler beşer, yüksek rütbeli ve sırmalı uzun setre ile geniş zırhlı pantolon giyip kılıç takanlar dörder, ulema takımı üçer çifteye biner.. Kaptan paşalar da "Kara Kancabaş" ya da "Yeşil Kancabaş" denilen yedi çiftelerde görünür.. Karadeniz Boğazı Nazırının kayığı ise beş çiftedir ; bunların "Kabanarin" diye özel bir adları da vardır...
...Saray kadınlarının bindikleri kayıklar arasında "piyade" denilenler de vardır. Daha çok gezintilerde kullanılırlar. İki, üç, dört ve hatta beş çifte kürekli olurlar. Büyüklerine, dokuz oturaklı olanlarına "zangoç" denir. Piyadeler, en ince yapılı kayıklardır. Uzun ve dardırlar. Vişne çürüğü kırmızı başlık giyen 1. kürekçiler (hamlacı), 2. kürekçiler (sigoryacı), 3.- 4. ve 5. kürekçiler ( mangacı ), kürek takımını oluşturur... Piyadeler kimi zaman. "pereme" adıyla da anılır. Ama bunlar daha çok kira kayıklarıdır. Piyadelerden de, az biraz kabadır. Geçmişleri Bizans'a kadar uzanır. Dolmuş olarak da kullanılan peremeler olsun, piyadeler olsun, son yıllarda yerlerini sandallara bırakmışlardır. Abdülhak Şinasi bunun, II. Abdülhamid'den sonra yaygınlaştığını söyler.. 19. yüzyılda Boğaz'ı bir de yarış kikleri (futa) kaplar. Abdülmecid ve Abdülaziz dönemlerinde şehzadelerin bir sürü kayığı yanında bir de kikleri vardır. Amirallerin de kikleri vardır. Kiklerin başomuzlarındaki yıldızlar onların rütbelerini gösterir...
...Kiklerde bir de "yat küreği" çekilir. "yat !" denildi mi, bütün kürekçiler yatar, kürekleri öyle çekerler. Kıyıdan bakanlar da, kiklerin içinde kimseyi göremeyince şaşırırlar !...
...Boğaz'daki bağ, bahçe ve bostanlarda yetişen sebze ve meyveler, tutulan balıklar, şehre pazar kayıkları ile taşınır. Çünkü Boğaz vapurları ancak 1854 yılından sonra işlemeye başlamıştır...
...17. yüzyılın sonlarında, pazar kayıklarının sayısı, bin beş yüze yaklaşır. Her biri 50-60 kişi alır. Yolcular kayığın içindeki kilime otururlar. Bir kısmı ise burunda kenarlarda filan oturur.. Kayık içinde oturanlar 30 para, diğer yerlerde oturanlar 20 para verirler...
...Pazar kayıkları 13 metre uzunluğunda, 2,5 metre genişliğindedir. "Baş" ve "şaşırtma" diye anılan en uzun küreği 6,5 metredir ve 80 kg. ağırlığındadır !. Kürekleri altı hamlacı çeker, başlarında bir de reis vardır...
...Kanlıca kayığı, boşu 16-17 kg., dolusu 60-70 kg. olan fıçılarla Göztepe suyunu İstanbul'a taşır. Suyun soğukluğunu korumak için fıçılar geceden doldurulur ve güneş doğmadan iki saat önce kayıklar yola çıkar.. Haliç'teki iskelelerden birine yanaştıklarında, hamallar fıçıları alıp yeni doğmuş güneşten korumak için, sokakların gölge taraflarından, Kapalıçarşı'daki kuyumcular sokağına paralel sokaktaki Sucu Mihran'ın dükkanının bodrumundaki küplere boşaltırlar. Akşama kadar doğal soğukluğunu koruyan su, dükkana pek çok müşteri çeker...
...Reagan ve Bush yönetimleri, Irak'ı başka bir Suudi Arabistan haline getirmeye kararlıydılar. Saddam Hüseyin'in, Suud Hanedanı'nın yolundan gitmek için birçok nedeni vardı. Bunun için Suudilerin Para Aklama Olayı'ndan elde ettikleri kazançları görmesi yeterdi. O anlaşma yapıldığından beri, Suud çölünden modern şehirler yükselmiş, Riyad'ın çöp toplayıcı keçileri yerlerini parıltılı kamyonlara bırakmışlardı ve şimdi de, Suudiler dünyadaki en gelişmiş teknolojilerden yararlanıyorlardı. Modern tuz arındırma tesisleri, atık su arıtma sistemleri, iletişim ağları ve enerji dağıtım ağları... Saddam Hüseyin şüphesiz ki, konu uluslararası hukuk olduğunda Suudilerin özel muamele gördüğünün de farkındaydı. Washington'daki iyi dostları, çoğu dünyanın büyük bir kısmı tarafından terörist derecesinde radikal olarak nitelendirilen fanatik grupların finansmanı ve uluslararası kaçakçıların barındırılması da dahil, birçok Suud eylemini görmezden geliyorlardı.. Saddam'ın patolojik bir despot olması, ellerine kitle katliamlarının kanının bulaşmış olması veya davranışları ve acımasız eylemlerinin Hitler'inkileri çağrıştırıyor olması önemli değildi. A.B.D bu tip insanlara bundan önce de birçok defa hoşgörü göstermiş, hatta onları desteklemişti.. Irak A.B.D için, ilk bakışta göründüğünden çok daha fazla önemliydi. Yaygın kanının aksine, Irak sadece petrol demek değildir. Aynı zamanda su ve jeopolitik de demektir. Irak ; hem Fırat, hem de Dicle nehirlerinin geçtiği iki ülkeden biri olduğu için gittikçe kritik hale gelen su rezervlerinin en önemli kaynaklarını kontrol etmektedir. 1980'lerde, suyun gerek politik, gerekse ekonomik olarak önemi, enerji ve mühendislik sektöründeki A.B.D şirketleri için belirgin bir hal almaya başlamıştı. Bugün ise, Mezopotamya'yı kontrol edenin, Orta Doğu'yu da kontrol etmenin anahtarını tuttuğu, herkes tarafından bilinen bir gerçektir..
...A.B.D'de bazı uluslararası danışmanlık firmalarının görevlendirdiği ekonomistler, gönderildikleri ülkelerin liderlerini, çeşitli yöntemlerle, Amerika'nın ticari çıkarlarını gözeten büyük bir ağın parçası olmaya teşvik ederler. Sonunda bu liderler, sadakatlerini garanti edecek şekilde bir borç batağına saplanır. Daha sonra da onlar, Amerika'nın politik, ekonomik ya da askeri gereksinmeleri için gerektiği zaman kullanılırlar. Bu, Birleşmiş Milletler'de oy kullanmaları yönünde olabilir.. Ülkelerinde üs veya üsler açılması yönünde olabilir.. Karşılığında halklarına elektrik santralleri, barajlar, havaalanları, sanayi siteleri sağlayarak, liderlerin politik durumlarını güçlendirirler.. Tabii bu arada Amerikan mühendislik ve inşaat firmaları da inanılmaz derecede zenginleşir.. 1960 yıllarında başlatılan bu sistemin kontrolsüz bir hale gelmesiyle en saygın Amerikan ticari kuruluşları Asya'daki küçük ve sağlıksız imalathanelerde insanları neredeyse köle statüsünde çalıştırmaktadır.. Petrol şirketleri tam bir umarsızlık içerisinde ; yağmur ormanlarındaki nehirlere zehir akıtarak insan, hayvan ve bitkileri öldürmekte, eski kültürleri yok etmektedir.. İlaç endüstrisi HIV virüsü kapmış milyonlarca Afrikalıdan, hayatlarını kurtaracak ilaçları esirgemektedir. A.B.D'de on iki milyon aile bir sonraki yemeğini nasıl elde edeceğini düşünmektedir.. Dünya nüfusunun en zengin ülkelerde yaşayan beşte birinin gelirinin en fakir beşte birin gelirine oranı 1960'da 30'da 1 iken ; 1995 yılında 74'de 1'e çıkmıştır.. AB.D Irak'taki savaşı sürdürmek için 87 milyar dolar harcarken, BM, bunun yarısı kadar bir parayla yeryüzündeki her kişiye temiz su, yeterli besin, uygun sağlık koşulları ve temel eğitim sağlanabileceğini tahmin ediyor...
...Saray kayıtlarından, Abdülhamid'in, 23 Mart 1898 günü, akşam yemeğinde yedikleri şöyle sıralanır : Sebzeli Bulyon çorbası, kuzu beyinli börek, salçalı pisi balığı filesi, enginarlı sığır filesi, ıstakoz kuşkonmaz, sülün ve karatavuk kebabı, pilav, zerde, yemişli kayısı tatlısı ve dondurma !... Bu arada unutmamamız gereken bir nokta var : Padişahların çoğunluğu gut hastalığından bu dünyayı terk eylemişlerdir !...
...Yıldız Sarayında sık sık akşam yemeği verilirdi. En çok çağrılan da İngiltere Elçisi Henry Layard idi...
...Basiretçi Ali Bey, Rus ordusu Ayastefanos 'a (Yeşilköy) kadar geldiği sıralar (1877 yılı ilk ayları) bir gün, bir iş için Yıldız'a gittiğinde, Büyük Mutfak dolaylarında yüz kadar tenekeci görmüştür. Bunlar akıl almaz bir çabukluk ve beceri ile teneke kutular yapmaktadırlar. Bir yandan da koyunlar kesilmekte ve kazanlarda kavurmaya dönüştürülmektedir. Ali Bey, saray adamlarından birine kavurma ve tenekelerin ne için hazırlandığını sorunca şu yanıtı alır : "Rusların İstanbul'a girip şehri ele geçireceklerinden kuşku yoktur. Sultan'ı da tutsak edeceklerdir. Bugünleri görmemek ve tutsak olmamak için Padişah, Kutsal Emanetleri alarak, çoluk çocuğuyla birlikte, Bursa'ya kaçmak düşüncesindedir. Yol azığı olarak da sekiz yüz teneke kavurma hazır edilmektedir ! " .. Abdülhamid'i bu düşüncesinden döndüren Darüssaade Ağası Hafız Behram olmuştur. "Bursa'ya kaçalım buyruluyor . Pekala ama işler bittikten, Rusya'yı bir şekilde kandırıp İstanbul'dan çıkardıktan sonra, acaba ulus bizi yeniden kabul eder mi ? III. Napoleon'un halini gördünüz.." Bu sözler üzerine sultan Bursa'ya gitmek fikrinden cayar
...Profesör Fiessinger, Atatürk'ün karnında bir ölçek de asit bulmuştu. Bunu, ancak daha sonra, ikinci gelişinde Dr. Asım Arar'a söyleyecekti...
...Sağlık Kurulu, Atatürk'ün karaciğerinde hem büyüme hem de siroz başlangıcı bulduğu sırada, hastanın karnında az da olsa su toplanması belirtilerine rastlanmıştı. Acaba bu, daha önce neden teşhis edilmemişti ? Bunun da bir tek nedeni vardı : Kanda su toplanmasıyla başlayan siroz belirtisi, daha Mart ayı başlarında bile vardı. Atatürk, kendisini, inceden inceye muayeneye bırakmayacak bir karakterde olduğundan, değerli doktorları, her zaman üstünkörü bir muayene ile yetinip Paşa'ya yalan söylemek zorunda kalıyorlardı. Bu da Ata'yı ölüme götürecek güçte olan hastalığın rahatça gövdeye yerleşmesine yol açmıştı...
...Atatürk, işin sarpa sardığını anlayarak, dinlenme rejimine başladı. Daha çok Recep Zühtü'nün daha önceleri İngiltere'den getirip kendisine armağan ettiği özel koltukta dinleniyordu. Bu ; uzanır, kısalır, sağa sola istenilen biçime sokulabilen bir koltuktu. Rahatça kitap okuyacak, yazı yazacak yerleri bile vardı. Atatürk, bütün saatlerini hemen hemen bu koltukta geçirmeye başlamıştı. Yasak olmasına bakmadan, yine de yurt ve devlet işleriyle uğraşmaktan geri durmuyordu. Şu var ki gezmek, dolaşmak, temelli yasaktı...
...Atatürk, karnını göstererek, adamlarına şöyle diyordu : "Şişmanladım ; bakın, pantolonlarım dar gelmeye başladı. Bollaştırmak zorunda kaldım". Bunları söylerken hoşnut görünüyordu. Oysa, alınan kilonun normal bir şişmanlama olmadığı belliydi, sirozdan ileri geliyordu. Gövde su toplamaktaydı ve çevresindeki herkesin içi kan ağlamaktaydı...
...Profesör Fiessinger, Atatürk'e ; günde kaç paket sigara içtiğini sorduğunda, O da sekiz paket içtiğini söyleyerek profesörü epey şaşırtmıştı. Doktor, O'na, günde ancak bir paket içebileceğini söyleyince, Paşa gülmüş, "Ben de zaten günde ancak bir paket içiyordum" diyerek doktoru atlatmıştı...
...Hatay sorununun bir an evvel çözülmesi için çıktığı Mersin gezisi, hastalığın daha da artmasına neden oldu. Profesör Fiessinger ikinci kez İstanbul'a geldiğinde, eski başbakan İnönü de safra kesesi rahatsızlığıyla Ankara'da yatmaktaydı. Fiessinger'in her saat kendisiyle ilgilenmesi gerektiğini bildiği halde, onun hemen Ankara'ya gidip İnönü'yü muayene etmesini istedi...
...Fiessinger İstanbul'dan ayrılırken şunları söylemişti : "Beni bırakınız, hemen gideyim ! Yoksa bir gün daha burada kalacak olursam, anlıyorum ki Paşa'nın buyruğuna gireceğim ! O kadar güçlü bir adam ! O kadar etkisi altındayım !."...
...Atatürk'ün güçlü günlerinde pervaneleri olmuş birçok kişi, yavaş yavaş ölüm yolcusunun mıknatıslı bölgesinden uzaklaşıyor, gecenin karanlığına karışıyorlardı. Ata'nın başında, doktorlardan başka iki kişi sürekli göze çarpmaktaydı : Kılıç Ali ve Salih Bozok...
...İnsan beyni bir mideye benzer. Önemli olan içine ne kadar girdiği değil, girenlerin ne kadarının hazmedildiğidir...
...Öldürmeyen darbe güçlendirir..NİETSCHE...
...Yaşam öykümüzü sonradan düzeltemeyiz ; aksine, onunla yaşamak zorundayız. Ama kendimizi düzeltebiliriz.. (REINER KUNZE)...
...Mutluluk, "mutsuz olmamak"tır. Mutlu kişi, en canlı zevkleri veya en büyük hazları tatmış kişi değildir. Mutlu kişi ; hayatını hem bedensel, hem zihinsel çok büyük acılar yaşamadan geçiren kişidir..(SCHOPENHAUER)...
...Bu dünyadaki en dürüst insan, dürüstlüğünden kuşku duyandır...
..."Başarı"nın "çalışma"dan önce geldiği tek yer sözlüktür !...
...Zaman paraya benzer, gereksiz yere harcanmadıkça daima yeter..KONFİÇYUS...
...İnsan, içinde bir yabancıyı barındırır ; yazmak, işte o yabancıya ulaşmaktır..MARGUERİTE DUMAS...
...Kişi kesinliklerle başlarsa gideceği yer kuşkulardır ; ama kuşkularla başlayacak kadar doygunsa, kesinliklere ulaşır..BACON...
...Cumhuriyet'in erken döneminin İzmir'deki en önemli ilk kültür yayıncısı, Vali Kazım Dirik Paşa idi. Ondan sonra da bu kıratta başka bir vali gelmemiştir. Kazım Paşa,ayağına çizmeleri çeker,başına Panama şapkasını giyer, Profesör Helene Miltner ve Profesör Johannes Böhlau ile birlikte Bayraklı'daki eski İzmir kazılarını bizzat izlerdi. Sonra Vilayet'teki makamına dönünce, Konstantin Ikonomos'un "İzmir Hakkında Tetkikat" kitabını Türkçe'ye çevirmeye çabalayan Arapzade Cevdet'ten çalışmaları konusunda bilgi alır ve çayını içtikten sonra İzmir'i ziyarete gelen Fransız edebiyatçılarına şehri gezdirir, bilgi verirdi...
...Osmanlı İmparatorluğu'nda, yabancı dilde ilk yayın da İzmir'de yapılmıştır. 1824'de Charles Trıcon adlı bir tüccar,"Le Symirneen" gazetesini yayınlamaya başlamıştır...
...1824-1827 arasında yayınlanan "Spectateur Oriantel"i bir süre yayınlayan Alexander Blacque ise daha sonra devletin yabancı dilde çıkan ilk resmi gazetesi "Le Moniteur Ottoman"ı çıkarmak için 2. Mahmud tarafından İstanbul'a çağrılır...
...Osmanlı'da, Cumhuriyet'e kadar otuz kadar Fransızca gazete çıkması ilginç değil mi ?...
...Osmanlı İmparatorluğunda ilk Rumca gazete olan "Filos Ton Neon", 1831'de İzmir'de yayınlanmıştır...
...İzmir'de ilk Türkçe gazete, 1869 yılında, Vilayet'in resmi "Aydın" gazetesi olarak yayınlanmıştır. Gazetenin yayıncısı, İzmir'in ilk Türk gazetecisi olan Mehmed Salih Efendi'dir. Daha sonra İzmir'in ilk özel gazetesi olan ve 1872'de çıkan "Devir"i yayınlar...
...İzmir'in ilk mizah gazetesi "Kara Sinan" ise, 1875 yılında yayınlanır...
...Sultan Abdülhamid'e, yayın yoluyla en ciddi muhalefet, Selanik ve İzmir'den gelmiştir...
...İzmir'de batılı anlamda ilk ciddi yayınlar şunlardır : Halid Ziya Uşşakizade ile şair Tevfik Nevzat'ın yayınladıkları, Türkçü Necip gibi bir edebiyatçının da desteklediği "Hizmet" gazetesi 1886-1930 döneminde yayınlanmıştır.... "Ahenk" gazetesi, 1895-1930 arasında yayınlanır... Bıçakçızade Hakkı'nın yayınladığı "İzmir" gazetesi, 1896-1909 arasında yayınlanır... Haydar Rüştü Öktem'in "Anadolu" gazetesi de önemli gazeteler arasında sayılabilir...
...İsmet İnönü, anılarında anlattığına göre, İzmir'in Arap Fırını semti, Mekke Yokuşundaki bir evde doğmuştur. Askeri öğrenci olduğu yıllarda, İstanbul' da Abdülhamid'in baskı rejimi altında kitap bulmak ve okumak olanağı yoktur. İnönü, o zamanlar dünyada olup bitenleri öğrenemediğini, ama ne zaman İzmir' e tatile gelse, kentin özgür ortamında bulabildiği kitaplardan siyasal, sosyal ve düşünsel gelişmeleri izlediğini anlatır...
...İzmir'in ilk edebiyat dergisi "Nevruz", 1 Mart 1884'de Şair Tevfik Nevzat, Şair Bıçakçızade Hakkı ve Şair Mehmed Halid Bey tarafından kuruldu...
...Şair Uşşakizade Süleyman Tevfik, şair Tevfik Nevzat, yazar Uşşakizade Halid Ziya, şair Eşref, şair Tokadizade Şekip, dilde sadeleşme hareketinin öncüsü Türkçü Necip ve şair Mehmed Nuri Efendi başta olmak üzere nice edebiyatçı ve yazar, İzmir kaldırımlarında vatan ve halk uğruna kalemlerini kılıç gibi kullanmışlardır. Yaşar Aksoy'un "Osmanlı İzmir Altıları" adını taktığı bu altı kişinin hayatları sürgünlerde, hapishanelerde, sultanın zulmü ve idam fermanları ile intihar karanlıklarında geçmiş. Bu kahraman insanlar, Osmanlı'ya hürriyet, demokrasi ve eşitlik getirmek için kendilerini feda ettiler...
..1955'de artık iyice tanınmıştı. Bu günlere dair, arkadaşı ve koruması olan Red West şöyle diyordu : "Günde onunla birlikte olmak isteyen üç dört kızı getirip Elvis'e bırakıyorduk"...
...Elvis, şöhreti arttıkça etrafında arkadaşlarından bir grup oluşturmuştu. Her türlü işini gören ve korumalığını da yapan bu arkadaşları, ona ulaşmaya çalışan tanımadığı kızlar için de adeta bir çeşit ön eleme kademesi olmaya başlamıştı...
...Graceland'i aldığı 1957 yılına iki film sığdırdı : "Loving You" ve "Jailhouse Rock"...
...Haziran 1962'de sürekli telefonda görüştüğü Priscilla, Los Angeles'a gelerek Elvis'i ziyaret etti. Ailesinden izin aldıktan sonra, Elvis onu Las Vegas'a götürürken adamları yine yanındaydı. Bir örnek siyah giysileri ve siyah güneş gözlükleri nedeniyle "Memphis Mafyası" adı takılmıştı bu ekibe...
...Karısı Priscilla onu terk ettikten sonra söylediği "Always On My Mind", "Seperate Ways", "You Gave Me A Mountain" adlı şarkıları onun için söylediği iddia edildi...
...1973 yılında, 14 Ocak'da, "Aloha From Hawaii" adı verilen,uydu aracılığıyla 40 ülkeden naklen yayınlanan konser gerçekleşti. 1,5 milyardan fazla kişinin seyrettiği bu konser, o güne kadar televizyon tarihinde müzik adına gerçekleşen en büyük olaydı...
...
..Herhangi bir devletin tarihinde Atatürk ölçüsünde onun tarihini, hayatını dolduran benzer bir kişiye rastlamak güçtür. Çünkü başka ülkelerde birçok adamların önayak oldukları büyük başarı ve değişim önderliklerini, Atatürk tek başına kendinde toplamıştır.. Hem İtilaf devletlerine karşı yürütülen siyasal ve askeri mücadelenin önderliğini yapmıştır, hem saraya karşı bir iç savaş yürütmüştür ve her iki mücadelede de başarılı olmuştur.. Türkiye'yi yok olma sürecinden çekip çıkarmış, Lozan'da Türkiye'nin Avrupa devletleri ile hukuki eşitliğini kabul ettirmiştir. Osmanlı Devletine son vermiş, yerine çağdaş bir devlet kurmuştur.. Çağdaş bir toplum inşa etmek için yazısından üniversitesine, hukukundan müziğine, dinsel yaşamından kadın-erkek ilişkilerine kadar devrimci değişimlerin mimarı olmuştur.. Bu denli büyük işler başarmış bir insana Türk halkı ancak büyük sevgi ve hayranlık duyabilirdi ve nitekim de öyle olmuştur.. Fakat bu tutum bir ölçüde Atatürk'ü anlama ve değerlendirme çabalarını önlemiştir. Şimdi, ölümünden yetmiş üç yıl sonra, zaman içindeki bu mesafe, onu değerlendirmeyi kolaylaştırmaktadır. Şunu da belirtmeli ki, Atatürk'e yönelik eleştirilerin yoğunluk kazanmış olması, onu soğukkanlı biçimde değerlendirmeyi zorunlu kılmaktadır. Eleştiriler iki yönden geliyor.. Biri şeriatçılardan, diğeri "sivil toplumcu" diye adlandırılan kesim.. Bunlara ikinci cumhuriyetçileri de ekleyebiliriz.. Bunlar, 12 Eylül cuntasının en kötü, Atatürkçülüğe en aykırı uygulamalarını bile, Atatürk adına yapmış olmasına bakarak, 12 Eylül yönetimiyle birlikte bütün askeri darbeleri ve Atatürk'ü aynı sepete koyarak karşılarına almışlardır.. Demokratik bir tavır sergilediklerine inanarak, şeriatçılarla cephe birliği yapabilmişlerdir. Atatürk'ü 12 Eylül ile aynı sepete koyma akrobasisi, Atatürk hareketinin devrim olduğunu inkar edip, herhangi bir askeri darbe durumuna indirmekle mümkün olmaktadır.. Atatürk Devriminin, olağanüstü güç sahibi bir önderin keyfi uygulamaları olmadığını görmek gerekir. Öyle olsaydı, Atatürk ölür ölmez, ya da kısa bir süre sonra, yaptıkları yıkılırdı. Oysa yetmiş üç yıl geçti ve Devrim hala ayaktadır. Demek ki Atatürk Devrimi, Türk halkının da benimsediği bir gereksinmeden kaynaklanıyordu.. O bakımdan buna TÜRK DEVRİMİ de diyebiliriz..
...Réne Prédal, fantastik bir filmin şu üç yöntemden birine bağlı olduğunu söylüyor : 1) Olağan dışı bir ögenin olağan bir dünyayla karşılaşması ( Dünyamıza gelip karışan bir canavar, bir yaratık ; normal yaşam gelip dalan bir deli, manyak, sadist ; olağanüstü bir olay vs).. 2) Olağan bir ögenin olağan üstü bir dünyayla karşılaşması ( Bilinmeyen bir ülkeye, bir aleme yolculuk, herhangi bir gizi araştırma vs..) ..3) Olağan dışı ögelerin kendisi de olağan dışı olan bir dünyadaki maceraları..( Tümüyle hayal ürünü bir dünyada, şaşırtıcı bir çevre içinde, maddenin bilinen yasalarına uymak zorunda olmayan insanın öyküsü)...
...Cinayet, polisiye sinemanın olduğu kadar, fantastik sinemanın da temel ögelerinden biridir ; ancak burada önemli bir yaklaşım farkı söz konusudur. Polisiye sinemada önemli olan, genellikle cinayet sonrasıdır ; onun araştırması, irdelenmesi ve çözümüdür. Oysa fantastik sinema için çözüm değil, cinayetin kendisi önemlidir. Öncesiyle, işlenmesiyle, işlenme biçimiyle.. Bir cinayetin ruhbilimsel ve toplumbilimsel nedenleri, ayrıntıları, fantastik sinemayı ilgilendirmez. Böyle şeylere ayıracak vakti yoktur. Cinayetin yarattığı korku, gerilim, ürküntü ve tiksinti duygularını kullanır. Bu nedenle, bu tür filmlerde, cinayetler bir başladı mı kolay kolay bitmez, seri cinayetlere, giderek kıyımlara dönüşür...
...Korku filmleri sinemada oldum olası rağbet ve ilgi görmüştür. Bunda, perdede esrarengiz şatoların karanlığında vampirlerle, hortlaklarla boğuşan kahramanları izlerken koltuğunda güven içinde olmanın getirdiği rahatlık duygusunun, ruhbilimsel yönden insanın duymayı sevdiği, aradığı bir duygu olmasının rolü de vardır. 1910'larda Louis Feuillade' ın "vampirler serisi", 1920'lerde Alman dışavurumculuğunun başyapıtları, 1930'larda ABD sinemasında James Whale, Tod Browning vb. yönetmenlerin ilk, sesli korku filmleri, bu türe uzun yıllar unutulmaz filmler ve kişilikler getirmişti...
..."Korku" türü, genellikle İngilizlere özgü bir tür...Bu türün en iyi örneklerini İngiliz sineması vermiş. İngilizlerin böyle filmlere karşı özel bir eğilimi olduğu gerçek.. İngiltere'de sırf korku filmleri çevirmek için kurulmuş bir yapım evi bile var : Hammer Films...
...Şanlı Urfa'nın Halfeti ilçesi,Ömerli köyünde 1948'de doğdu. Babası Kürt,annesi Ermeni kökenli.. 1966-1968 döneminde Ankara'da Tapu ve Kadastro Lisesinde okudu, ardından 1969'da Diyarbakır'da kadastro memurluğu yapmaya başladı. Oradan Bakırköy Tapulama Müdürlüğüne atanıp İstanbul'a geldi. 1971' de İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesine kayıt yaptırdı. Aynı yıl Ankara Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesine yatay geçiş yaptı. Nisan 1972'de "Şafak Grubu"nun bildirilerini dağıtırken yakalanıp yedi ay Mamak Askeri Cezaevinde tutuklu kaldı. 27 Kasım 1978' de, Diyarbakır'ın Lice ilçesi Fis köyünde PKK'yı kurdu...
...Kenya'da yakalandığında üzerinden Lazaros Mavros adına düzenlenmiş bir Kıbrıs pasaportu çıktı...
...AKP Milletvekili ve gazeteci-yazar Şamil Tayyar ilginç iddialar içeren bir kitabını çıkarmak üzere.. Bu kitaptan, bazı gazetelerce servisi yapılan, iddialar şöyle : Ergenekon Operasyonu kapsamında sanık Hikmet Çiçek'ten ele geçirilen 03.06.2000 tarihli ve "Provokasyon Mektubu" başlığını taşıyan belgeye göre, Abdullah Öcalan'ın avukatı ile görüşen Özel Kuvvetler Komutanlığındaki bir görevli, PKK'nın kuruluşunda, Öcalan'a Pilot Necati aracılığıyla on milyon lira verildi. Öcalan Türkiye'ye getirilirken, uçakta gözü açıldığında, kendisine "memlekete hoş geldin !" diyen görevli, yine aynı Pilot Necati idi...
...Öcalan'ın 1978'de evlendiği Kesire Yıldırım, Tuncelili ve devlete yakınlığıyla bilinen CHP'li Ali Yıldırım'ın kızıdır. Doğum yapmak için Bekaa'dan alınarak Diyarbakır Dicle Üniversitesi Hastanesine getirildiği iddiası var..
...Kesire Yıldırım'la Elazığ'da aynı orta okulda okuyan ve şimdi Elazığ Bayındırlık İl Müdürlüğünde sendika temsilcisi olarak çalışan Süleyman Bilcanoğlu, Öcalan'ın MİT bağlantısıyla ilgili çok önemli bir anekdot aktardı. Arkadaşı Şevket Özcan'ın, Öcalan'ı MİT binasında gördüğünü söyledi. Olay şöyle gelişti : 1980 öncesinde terör eylemleri artınca Ali Yıldırım, Ankara'ya taşınarak, MİT'deki çalışmalarını burada sürdürdü. Tanıdığı olan Şevket Özcan Ankara'ya gittiğinde Yıldırım'ı MİT binasında buldu. Sohbet sırasında içeriye Öcalan girdi. Yıldırım, "bizim Kesire'nin nişanlısı" dedi. Şevket Özcan, daha sonraları "Apocular" ortaya çıktığında basında fotoğrafını görünce arkadaşlarına, "yahu ben bu adamı MİT'de gördüm !" diye anlattı...
...Yine Şamil Tayyar'ın yazdıklarına göre ; 1972'de, Öcalan gözaltına alındı. Üç ay hafif hapis cezası ile kurtuldu. İddia, bu konuda MİT'in devreye girdiğidir. İlişkiyi tespit etmek üzereyken öldürüldüğü iddia edilen Uğur Mumcu'nun PKK- devlet ilişkisine dair aradığı belgelerden biri budur. MİT'in gizli arşivinde Öcalan'la ilgili çok özel bilgiler mevcuttur. Öcalan'ı Suriye'ye kaçıran irade, eski bir PKK'lıya göre, "Abdullah artık oradan çık, seni koruyamıyoruz" diye onun kulağına fısıldamıştı !.. İlginç, ilginç olduğu kadar iddialı ve devlet açısından çok ağır ithamlar bunlar.. Bakalım konuyla ilgili gerçekler ortaya çıkacak mı ? Benim çok fazla umudum yok, ya sizin ?...
...Milli Mücadele Ankara'sının unutulmaz isimlerinden sefir İbrahim Abilov, 4 Ocak 1923 Cuma günü, yeni yıla giriş nedeniyle Cebeci'deki Azerbaycan Elçiliği'nde yirmi-yirmi beş kişilik bir ziyafet veriyordu. Sofra, tabak tabak siyah havyarla bezenmiş, Azeri havaları çalacak çalgıcılar çağrılmıştı. Mustafa Kemal Paşa, "İşim var" diye haber göndermişti. Yine de herkes onu bekliyordu. Ve gecenin geç saatinde geldi.. Gazi önemli bir sürprizle söze başladı. Gözler O'na dikildi, kulaklar O'na açıldı. Verdiği karar gerçekten sürprizdi : "Evleniyorum !.." Herkes hayretler içinde.. "Ciddi mi Paşam ?".. "Ciddi efendim, ciddi ; kati ve mukarrer : Evleniyorum !".. "İzmir'in Fatihi'nin kalbini fetheden bu bahtiyar kim ?" diye sorduklarında ; "İzmirli bir kız" yanıtını aldılar...
... Gelini ilk kutlayan İzmir Valisi Abdülhalik Bey (Renda) oldu. "Tebrik ederim sizi Hanımefendi" demişti elini öperken ; sonra da eklemişti : "İzmir'in fatihini fethettiniz .."...
...Tarihçi Feroz Ahmed, Mustafa Kemal'in Latife Hanım'la evliliğini şöyle yorumlar : "Bu evlilik, Kemalist bürokrat elit ile, yükselmekte olan burjuvazi arasında evlilik bağına dayalı bir ittifak olarak görülebilir. Daha önce, önde gelen paşalar hep Osmanlı Hanedanından kız alıyorlardı"...
...İzmir'de kıyılan nikahı izleyen Batı basını yeni evli çiftin birlikte çekilen fotoğraflarını çok önemsemişti. Gelinin Avrupa'da eğitim görmüş olması, kadın haklarından söz edişi, gazetecilere Mustafa Kemal'in yanında poz verişi, yüzünü Batıya dönen Türkiye'nin fotoğrafı olarak kabul edilmişti. Üstelik tam da Lozan görüşmelerinin kesintiye uğradığı günlerde kıyılan nikah dış dünyaya, "bizde işler yolunda ; bakın önderimiz dünya evine giriyor, yolumuza devam ediyoruz" mesajı veriyordu. Nikahın zamanlaması bu anlamda zekice idi...
...28 Ocak 1923 gecesi İzmir Belediyesi, şehir adına Hükumet Konağında Mustafa Kemal Paşa onuruna bir yemek düzenlemişti. Geç saatlere kadar süren yemeğin sonunda Mustafa Kemal'e İzmir Göztepe nüfusuna kayıtlı olduğuna dair bir de nüfus tezkeresi verilmişti...
...2 Şubat 1923 gecesi İzmir okullarının Pathé Sinemasında düzenledikleri müsamereye Mustafa Kemal ile Latife Hanım birlikte katıldılar. Topluluk önüne bundan böyle hep yan yana çıkacakları anlaşılıyordu. Mustafa Kemal, Lale Sinemasının önünden otomobiliyle geçerken Cemal Filmer'i gördü ve akşam Köşk'e çağırdı. Cemil Bey o yıllarda İzmir'de altı sinema birden işletiyordu. Cemil Bey, akşam Köşk'ün bahçesinde cephe teftişlerine dair çekilmiş filmleri gösterdi ve Paşa'yı sinemasına davet etti. Gazi'nin sinemaya geleceğini duyan halk, sokakları mahşere çevirmişti. İkiçeşmelik'teki Ankara Sinemasına çıkan yokuşun iki tarafında kurbanlar kesiliyor, kadınlar Paşa'nın otomobilini öpüyordu. Mustafa Kemal sinemanın kapısında Cemil Filmer'in elini sıktı ve aşağıdaki salona bakarak, "Cemil, neden hiç kadın yok ?" diye sordu. O da "Paşam" dedi, "kadınlara yalnız Salı günleri sinema gösteriyoruz". Mustafa Kemal yaverini çağırtıp, dışarıdaki kadınları içeri almalarını söyledi Salonu dolduran kadınlar Paşa'yı alkışladılar. Cemil Filmer, o gün Mustafa Kemal'e gösterdiği filmler arasında Şarlo'nun olduğunu hatırlıyor. O filmi tekrar seyrettiğini ve "Cemil, hayatımda bu kadar gülmemiştim" dediğini söylüyor...
...1920'li yıllarda İzmir'in önde gelen aileleri arasında Uşakizadeler, Giritlizadeler, Evliyazadeler, Yemişçizadeler ve Tuzcuzadeler sayılabilirdi...
...Muammer Bey 1908 yılında İzmir Belediye Meclisine girdi. 1909 yılında, belediye başkanı seçildi. Devraldığında belediye kasası tamtakırdı !.. Önce, Belediye Islahat Layihası çıkarttı. Buna göre ; şehrin acil gereksinim duyduğu caddeler açılacak, halka açık bahçeler oluşturulacak, aydınlatmanın yaygınlaştırılması için bir elektrik fabrikası kurulacak, tramvay hattı Kokaryalı'dan Narlıdere'ye uzatılacaktı. Yapılacak pek çok iş vardı, ancak önce para bulmak gerekiyordu. Yeni belediye başkanı, İzmir Belediyesini işler hale getirebilmek amacıyla on beş maddelik bir reform paketi hazırladı. Paket, Vilayet Meclisinden tırpanlanarak geçti ve kabul edilen kısmıyla işe başlandı. Esnafın tartıları denetleniyor, fırınların temizliğine ve ekmeklerin niteliğine dikkat ediliyor, sokakların temizliğine özen gösteriliyordu. Arabacılar ve Karoçacılar (faytoncular) düzene sokulmuştu. Üç yeni bulvar açmak için çalışmalara başlanmıştı. Fakat Belediye, Vapur Şirketinde görülen yolsuzlukları öne sürerek şirket yönetimine el koyunca ; yabancı şirketlerin başlattığı güçlü muhalefet ortalığı karıştırdı. Yeni vergiler de getiremeyen belediye, dar boğaza girmişti. Valiliğe atanan Muhtar Paşa, şehre geldiği andan itibaren belediyeyle çatışmaya başladı. Muammer Bey görevden alındı ve Vilayet İdare Meclisince yargılanması kararlaştırıldı. Yeni vali bu uygulaması nedeniyle protesto edildi. Dahiliye Nezareti, valiliğin Muammer Bey'i görevden alma gerekçesini haklı bulmadı ve görevine iade etti. Ancak üzerindeki baskının sürdüğünü gören Muammer Bey, çok istediği halde, İzmir'i aydınlatma projesini gerçekleştiremeden istifa etti...
...Kendisinden gelen suçları yollarına tuzaklar kurduğu kullarına yükleyip sonra da işledikleri günahların hesabını soran, onları kusurlarla donatıp sonra o kusurları düzeltmesini isteyen Tanrı'ya, neden böyle yaptığını hep sordu Ömer Hayyam.. Onun söylediği bütün sözleri ezberlemiş, yasaklarıyla emirlerini anlamaya, vadettiği cenneti hayalinde canlandırmaya çalışmış, derken bir gün reddetmeye karar vermişti hepsini birden !.. Bir nefeslik dünyada gördüklerinin ötesinde bir şey yoktu onun için. Bütün çığlıkları şimdi atmalı, bütün gözyaşlarını şimdi akıtmalı, bütün mutlulukları ve kederleri şimdi yaşamalıydı. "Yarın" yoktu ! Olmayacaktı ! "Bugün" mutlu olmaya bakmalıydı. Hanları, hamamları, altınları, gümüşleri, şatafatı boşvererek ama.. Çünkü ecel, ölüm oklarını ansızın attığında, bunların hiçbiri ona siper olmayacaktı... Vazgeçmek istemediği keyifle, o, kendisini hiç terk etmeyen unutmak istediği kederi bir kadeh şarapta birleştirdi Hayyam. Diğerlerinin Tanrı'sının "haram" saydığı her şey gibi hoştu "üzümün kanı" da. Ölümle hiç karşılaşmayacaklarmış gibi yaşayanlarla da, ömürlerini aslında olmayan öteki dünyaya hazırlanarak geçirenlerle de hep alay etti. Onun için bir tek "Hak Yolu" vardı ama kimseninkine benzemiyordu.. Haksızlık etmemek, cana kıymamak, kimsenin sırtından geçinmemek vardı o yolda. İnsanın yiyeceği, giyeceği varsa tamam, gerisi yalandı...
...Hayyam'ın tanrısı evren, dini dinsizlikti. Boşuna değildi "Çadırcı" anlamına gelen Hayyam adını alması ; hiçbir zaman varlıklı olmamış, hatta devam ettiği matematik ve astronomi eğitimine bu yüzden ara vermek zorunda kalmıştı...
...Her yerde farklı bir takvimin kullanıldığı bu dönemde, sultanın isteği üzerine hazırladığı "Celali Takvimi" ise beş bin yılda bir hata verdiği için büyük övgülerle karşılanmıştı...
...Alaycılığı, ödün vermeyen kişiliği, mesafeli duruşu ve elbette herkesin Tanrı'sına inanmaması çevresindeki kişilerin azalmasına neden oldu özellikle hayatının son yıllarında. Ama yalnızlıktan şikayetçi olduğu da söylenemezdi. İnsanın az dostu olması daha iyiydi...
...Eğer bir Batılı, İngiliz şair Edward Fitzgerald, merak edip de rubailerinin üzerindeki örtüyü aralamasaydı, 19. yüzyılın sonlarında, Doğu'nun kendisine hapsettiği lanetli bir ayyaş, bir putperest olarak kalacaktı hep. Ünlü düşünür Bertrand Russell ondan "matematikçi ve şair olarak bildiğim tek kişi" diye bahsetmeyecek, dörtlükleri ve diğer bilimsel kitapları çeşitli dillere çevrilip dünyayı dolaşmayacak, karanlıklar ülkesinden asla bir ışık yükselmeyecek, Tanrı'yla ve inananlarla alay etmesinin bedelini asırlar boyunca ödetecekti ona yetiştiği Acem toprakları...
...Günümüzde Konak Meydanı olarak bilinen meydana adını veren yapı, Katipoğlu ailesinin konağıdır. Bu konağın dış avlusunu çevreleyen duvarların önündeki küçük boş alan, İzmir'in ilk Konak Meydanıdır. 1829'da konak idari bir bina olarak kullanılmaya başlanmış, böylece meydanda devleti simgeleyen resmi bir bina vücuda getirilmiştir. 1869'da yeniden inşa edilerek, 1872'de Hükumet Konağı olarak hizmete girmiştir. 1829 yılında tamamlanarak açılan Sarı Kışla ve 1901'de, II. Abdülhamid'in tahta çıkışının 25. yıldönümü için yapılan saat kulesi ile, kentin modern anlamda ilk kamusal meydanı, 19. yüzyıl içinde yaratılmıştır...
...İzmir ilk Türkçe gazete olan "Aydın" için 1868 yılını, ilk Türkçe kitap basımı için 1870'li yılları beklemek zorunda kalacaktı.. Rumca, Ermenice, Fransızca ve İngilizce basılan kitaplar binlerle ifade edilirken, Harf Devriminin yapıldığı 1928 yılına kadar Türkçe basılan kitap sayısı beş yüzdür !...
...İşgal sırasında İzmir'de ekonomik gücü ellerinde tutanlar büyük devletlerdi.. Halı, tahıl, maden ve kuru meyve işini İngilizler yürütüyordu. Tramvay Fransızların, iki büyük demiryolundan biri Fransızların, diğeri İngilizlerin elindeydi. Alkollü içki ve tütün imtiyazı da Amerikalıların elindeydi...
...İzmir'de Türkçe gazeteler 1869 yılında yayımlanmaya başlandı. İkinci Meşrutiyet'ten sonra sayıları çoğaldı. 19. yüzyıl sonunda günlük olarak üç Rumca, dört Fransızca gazete yayımlanıyordu. Yahudilerin de iki, haftalık gazeteleri vardı. On yedi basımevinin beşi Rumca, üçü Fransızca, Üçü İbranice, biri Ermenice, beşi de her dilden baskı yapmaktaydı...
...Demir yoluna yakın bölgeler sanayi bölgesi haline dönüşmüştür. Özellikle Alsancak'tan Bornova'ya gidiş yolu olan Dar Ağacı Bölgesi'nde (Bugün Alsancak Stadı ön caddesi) tamamı yabancılara ait buharlı değirmenler, sigara ve okul kağıdı fabrikası, bıçkı atölyeleri, Havagazı Fabrikası (1860), Buz fabrikaları, Prina Fabrikası, Pamukyağı ve Makarna fabrikaları kurulmuştur.. Ayrıca İngilizler dokuma sanayiinde, Şark Sanayii ile İzmir Pamuklu Mensucat şirketleriyle ön saflardadır. 1886 yılında Reji Şirketinin tütün ve sigara fabrikası kurulmuştur...
...Rıhtım Şirketinin denizi doldurarak oluşturduğu bölgede ve Kordon'da, yabancılar kendi yaşam alışkanlıklarını sürdürecek mekanlar yaratmışlardı. Özellikle yüksek gelir gruplarına yönelik pek çok kulüp ve dernek binası bu civardaydı.. Avrupalılar Derneği (Club Europen), Tüccarlar Derneği ve Kulübü, Avcılar Kulübü, Sporting Club ve Concert America tiyatro salonu en görkemli yapılardı. Bir başka büyük yapı Kramer Palas ve onun üst katındaki Club Hellenique idi...
...Bu arada, Sakız Adası'ndan gelen tüccarların oturdukları ev anlamına gelen Sakız Tipi Mimari, yani iki katlı ve cumbalı konut mimarisi de İzmir'e yerleşiyordu...
...Osmanlı İmparatorluğu'nun ilk yüzyıllarında ikinci derece bir sancak olan İzmir'in ilk Osmanlı yöneticisi Karasubaşı Hasan Ağa'dır...
...1619'da Fransız, 1620'de İngiliz konsoloslukları açılmıştır...
...1676'da yaklaşık 30.000 kişinin öldüğü bir veba salgını, 1742'de şehrin yarısının yandığı büyük bir yangın olmuştur...
...Osmanlılarca İzmir'e paşa düzeyinde yapılan ilk atama, 1707'de yabancı tüccarlarca düzenlenen Buca ayaklanmasından sonra, 1716'da tayin edilen Köprülü Abdullah Paşa'dır...
...Aydın Eyalet merkezi, 1841'de geçici olarak, 1850'de temelli, İzmir'e aktarılmıştır. Aynı yıl Sultan Abdülmecid, 1863'de Sultan Abdülaziz, İzmir'i ziyaret etmişlerdir...
...1871'de kurulan belediyenin ilk başkanı Yenişehirlizade Ahmet Efendi olmuştur...
...13 Eylül 1922 sabahı Basmane'den başlayan yangın, 2.600.000 metrekarelik bir alanda, 20.000'den fazla ev ve işyerini tahrip eder. Bu yangın ne yazık ki kentin geleneksel alanının dörtte üçünü yok etmiştir. Yangın alanında bugün İzmir Enternasyonal Fuarı bulunmaktadır...
...İzmir-Aydın ve İzmir-Kasaba (Turgutlu) demiryolları, Türkiye'nin ilk demiryolu hatlarıdır. İngiliz ve Fransızlar tarafından, Batı Anadolu'nun tarım ürünlerini hızlı bir şekilde nakletmek için 1860'lı yıllarda kurulmuşlardır...
...1867'de J.Charnaud, A.Baker ve G.Guarracino adlı İngiliz tüccarların kurdukları şirkete rıhtım inşaatının yapım imtiyazı verilmiştir. Sonradan Fransızların devraldığı şirket tarafından 1876 yılında kısmen açılan rıhtımın tamamı 1880 yılında tamamlanmıştır. Bir de tramvay hattı döşenmiştir...
...Birinci Kordon'a döşenen tramvay hatları ile gündüzleri yolcular taşınıyordu. Geceleri ise, bu hatta çalışan tren katarları, Alsancak Garı'na gelen malları İzmir Limanına aktarıyordu...
...Orhan Bey Bizans'taki iktidar kavgasının dışında kalmak istemedi ve Kantakuzenos'un tarafını tuttu. 1346'da onun kızı Teodora ile evlendi. İhtiyar Orhan' ın genç hükumeti ile, genç ve güzel Teodora'nın yaşlı saltanatı birbirinden adet ve gelenek, ekonomik ve toplumsal yaşam bakımlarından çok fazla ayrılıyordu. Osmanlıların sade, daima üstün geçim koşulları karşısında, Bizans'ın zorunluluk ve yoksunluk içindeki gururu, sefalet içindeki debdebesi büyük bir çelişki oluşturuyordu. Teodora, Bursa sarayının sessiz ve sakin odalarına, bu, çöküşe geçmiş ortam içinden ayrılıp geliyordu.. 65 yaşındaki Orhan Gazi, gencecik karısını almak için otuz gemiden oluşan bir donanma gönderiyor, yüzlerce Türk süvarisi Bizans'ın bu genç güzelini Silivri'ye getiriyordu. Düğün töreni Silivri'de, Türk usulünce yapılıyordu. Düğünde gelinin babası Kantakuzenos, annesi İrini ve sarayın ileri gelenleri bulunuyordu. Teodora, sırmalar ve ipekler içinde, yüksek bir taht üzerinde oturmuştu. Taht etrafında altınlar ve ipeklerle süslü bir perde görünüyordu. Gelinin babası at üzerindeydi ve onun işareti üzerine perde indiriliyor, gelinin tatlı ve nazik siması, parlak sırmalar içinde, bir çiçek gibi meydana çıkıyordu. Etrafta, hadımağalarının ellerinde meş'aleler yanıyor, saray çalgıcılarının davul ve flavta sesleri ortalığı çınlatıyordu. Özellikle düğün için bestelenen şarkılar coşkuyla çalınıyor, nutuklar söyleniyor, mutluluklar temenni ediliyordu. Daha sonra ziyafetler veriliyor, Türk ileri gelenleri halılar üzerine oturmuşlar, zevkle yemek yiyorlardı. Nihayet tören bitiyor, Teodora ailesine veda ediyordu. Türkler ile Bizanslılar arasında ilk akrabalık bu suretle kurulmuş oluyordu...
...Dostoyevski, aşk düşüncesinin hayatında tam bir karşılık bulmamış olmasının ruhunda doğurduğu boşluğu, yazdıklarıyla telafi eder.. Romanları çoğunlukla tutkunun oluşturduğu şiddetli bir düzlemde geçer. Aşk, yasa ve düzen tanımaz bir biçimdir ; yazdıklarının dinamizmini yansıtır. Partnerler karşılıklı parçalanırlar ve daima acı çekerler. Bu yüzden kitaplarında aşkın belirlediği ve yücelttiği bir romantizmden söz edilemez. Kaldı ki romantizm daha çok Batılı bir duygudur, Ruslara epeyi uzaktır. Aşkta iki uçurum vardır, bireyi yok eden : Abartılmış şehvet uçurumu ve abartılmış acıma duygusu uçurumu.. Dostoyevski için sakin ve şiddetten uzak bir aşkın değeri yoktur.. Yazdıklarında hayatın ya da arzuların güzelliğini pek anlatmaz, mutlu aşka giden bir yol kesinlikle yoktur. Dostoyevski'nin insana yönelik asıl ilgilendiği özgürlüktür.. Aşk, özgürlüğün içinde olsa olsa bir andır...
...Kitaplarındaki erkeklerin çoğunda aşkın ürettiği ruhsallığın izleri vardır. Benzer bir durum kadınlar için de geçerlidir. Hayatında ve yazdıklarında öne çıkan aşk acısının tek suçlusu ise, kötücüllüğü baştan ilan edilmiş kadınlardır. Cinsiyetçi dünyada da aşk ancak böyle iki yanlı bir mutsuzlukla yaşanırsa yaşanır !...
...Dostoyevski ; "Suç ve Ceza"yı, "Karamazov Kardeşler"i yazmakla kalmadı, bize ikinci kişiliklerimizi de verdi. Kendimize bakıp unutmaya çalıştığımız hastalıklı yanlarımızı, yazmaya kalkarsak saklayacaklarımızı anlatan derbeder bir kahin gibiydi.. Ve başkalarının içine de bakar gibi, bakıp buldukları ve anlattıklarıyla bize, kendimizi "yeniden öğretti"...
..."Şahmeran" motifi o denli güçlüdür ki, Osmanlı döneminde hastanelere "mar-istan", hastaya da "bi-mar" denirdi. (Mar : yılan)...
..."Şahmeran" efsanesinde ; Şahmeran'ın hamamı gözetlemesi, hamama gitmesi tesadüfi değildir. İnançsal açıklamalara göre hamamlar pek tekin yerler değildir. Cin ve perilerin yaşam yerlerinden biri de hamamlardır. Hamamda yıkanırken çırılçıplak olmamaya özen gösteren bu inanç sahipleri, hamamın içinde ve hamamdan sonra birbirlerine "iyi saatte olsun" derler. Bu, pek tekin olmayan hamamda her an çarpılabilirsin, o saatlere denk gelmeyesin anlamını taşır...
...Yılan motifini gördüğümüz en eski destan, Gılgamış Destanıdır. Sümer'in bu ünlü destanı, insanın doğa karşısındaki durumunu saptar ve inançtan öte bilginin önemli olduğunu ifade eder. Bu destan Homeros'un "Odisea" ve "Ilyada" adlı destanlarından 1400 yıl daha eskidir. Destan tam bir serüven ve ahlak dersi olup bilginin ardından gidişi anlatır. Ölümsüzlük arayışı destanın ana fikridir. Destan kahramanları olan Gılgamış, bilginin ; Endiku, doğanın karşılığıdır...
...Gılgamış ilk trajik kahramandır. Tamamı elimizde olmamasına rağmen 5000 yıllık geçmişiyle bu, bilinen en eski efsanedir. Destanı oluşturan şiirlerin çoğunun M.Ö. 2000 yıllarında yazıldığı bilinir. Destanın en son nüshası Asur İmparatoru Asurbanipal tarafından M.Ö. 7. yüzyılda yazdırılmıştır...
...Gılgamış ile Endiku'nun maceraları ilginçtir. Gılgamış'ın 12 görevi olup, bu görevlerde Endiku sadece yardımcısıdır... Gılgamış gibi Herakles'in de 12 asli görevi vardır. Anadolu tanrısı olan Herakles' in ilk görevi ise, doğar doğmaz öldürdüğü yılandır. 12 sayısı tam olgunluğu ifade eder. Hz.İsa'nın 12 havarisi, Türklerin 12 hayvanlı takvimi, Alevi-Şii anlayışında 12 imam oluşu, yılın 12 aya bölünmesi, düzinenin 12 ile oluşturulması, birbirleriyle yakından uzaktan ilintilidir...
...Helen mitolojisinde "Tanrıça Athena" ya kafa tutan Medusa'yı yılan saçlı olarak biliriz... Yurgal, Stenna ve Medusa adlı üç kız kardeşin aralarında sadece Medusa ölümlüdür. Bu becerikli kız o denli yeteneklidir ki, gün gelir, Athena'ya kafa tutar. Ancak Athena'nın gazabına uğrayarak yılan saçlı hale getirilir ve kim ona bakarsa taş kesileceği inancı oluşturulur. Didim Apollon Tapınağı karşısında bulunan Medusa başı günümüze kadar gelebilen en iyi örnektir. M.Ö. 4. yüzyılda inşa edilen tapınağın girişine Medusa başı konulması önemlidir. O dönemde tapınak adeta bir bankadır. Oldukça değerli eşyalar saklıyor olmasından dolayı, olası bir hırsızlığa karşı "ona bakan taş kesilir" kültü ile beslenen yılan saçlı Medusa, bir anlamda tapınağı korur. Önceleri lanetin sembolü olan yılan, süreç içerisinde koruyuculuk niteliğine yükseltilir... Ortodoks Hıristiyan inancında yılan, iblisi ifade eder. Özellikle Kapadokyalı Aziz George'un, beyaz at üzerinde iken sürekli mücadele ettiği varlık, yılan şeklindeki düşmandır..
...Yılanın doğurtucu gücünün olduğuna ise Helen ve Makedonya mitolojilerinde rastlarız. Büyük İskender' in babasının (henüz İskender doğmamışken) bir gece eve geldiğinde karısı Olimpias'ı koynunda bir yılanla uyurken gördüğü anlatılır.. Helen mitolojisinde ise ; Asklepios sağlık tanrısının Asklepion adı verilen sağlık evine gelen kısır kadınlar bir gece orada kalırlar. Geceleyin tanrının elinde bir yılanla yanlarına sokulduğuna ve bu yılanla ilişkiye girerek çocuk doğuracaklarına inanırlar. Bu noktada halkın saf inancının rahipler tarafından kötüye kullanıldığı açıkça anlaşılmakta. Ne yazık ki günümüzde de benzer uygulamalarla insanlarımız kandırılmakta..
...Mossad'ın Paris'te görevlendirdiği Maurice, fiziksel açıdan son derece sıradan bir insandı. Bomboş bir sokaktan geçse, kimsenin onu fark etmeyeceği söylenirdi. Mossad'ın hala efsanevi özelliğini koruduğu zamanlarda organizasyona üye olmuştu. İsrail'de zorunlu askerlik hizmetini yerine getirirken sahip olduğu potansiyel keşfedilmiş, ön eğitim aldıktan sonra hava kuvvetleri istihbarat servisine alınmıştı. Dillere karşı doğal yeteneği (Fransızca, İngilizce ve Almanca biliyordu) ve diğer özellikleri dikkatleri çekmişti. Bir dava araştırması sırasında boşlukları doldurmak, spekülasyonlardaki gerçek unsurları bulup çıkartmak konularında eşsiz yeteneği vardı ve bilgili varsayımların sınırlarını biliyordu. Hepsinden öte, insanları kullanmak konusunda son derece başarılıydı. Başkalarını kolayca ikna edebiliyor, tatlı diliyle kandırabiliyordu ve hiçbiri işe yaramazsa etkili bir şekilde tehdit edebiliyordu. 1982 yılında Mossad eğitim okulundan mezun olduktan sonra Avrupa, Güney Afrika ve Uzak Doğu'da görev yapmıştı. Çeşitli zamanlarda ve çeşitli yerlerde iş adamı, bir seyahat yazarı veya bir pazarlamacı olarak ortaya çıkıyordu. Mossad'ın kütüphanelerinde saklanan takma isimlere ait çeşitli biyografiler kullanıyordu...
...İngiltere'nin son muhafazakar hükumetinin bakanlarından biri olan Jonathan Aitken, silah satışlarını koordine etmek ve Orta Doğu'daki silah tüccarlarıyla bir yığın bağlantı oluşturmaktan sorumluydu. Bu çalışmaları, "World In Action" adında bir TV araştırma programına yol açmış, "Guardian" gazetesi de Aitken'ın normalde hükumet bakanlıklarının şirketlerinde yer almayan bu adamlarla bağlantılarını açıklayarak ciddi hasar yaratmıştı !. Aitken bunun üzerine iftira davası açmıştı.. Dava, Arap bağlantılarıyla görüşmek için Ritz'de kaldığında Aitkens'ın otel masraflarını kimin karşıladığı konusuna geldiğinde, tıkanıp kalmıştı. Mahkemede Aitken hesabı karısının ödediğine yemin etmişti. Üçüncü şahıslar aracılığıyla, Mossad Bayan Aitken'in Paris'te olmadığını öne süren davalı tarafı araştıran soruşturmacılardan kolayca kurtulmuştu. Dava düşmüştü. Aitken'ın faaliyetlerini bir süreden beri İsrail için tehdit olarak gören Mossad, etkili bir şekilde onu yok etmişti. 1999 yılında, Londra'da uzun bir suç mahkemesinden sonra, Aitken yalancı tanıklıktan suçlu bulundu ve hapis cezasına çarptırıldı. O zamana kadar karısı onu terk etmişti ve yıllardır güç koridorlarında yürümeye alışmış olan adam, şimdi belirsiz bir gelecekle karşı karşıya kalmıştı...
...MOSSAD yetkililerinden Ben-Menashe ; Maurice'in Henri Paul hakkında yürüttüğü operasyonla ilgili şunları söylüyordu : "Eğer bu benim operasyonum olsaydı, bu noktada geri çekilirdim. Henri Paul zihinsel dengesizliğini çoğu kişiden saklamakta başarılı olabilir ama Maurice gibi bu tür gözlemleri etkili şekilde yapmak üzere eğitilmiş deneyimli bir ajan için, zihinsel bozuklukla ilgili tüm kanıtlar ortadaydı. Maurice bence bu noktada Tel Aviv'deki yetkiliye, yani Danny Yatom'a, geri çekilmesini ve bu işten vazgeçmesini söylerdi. Ama sadece Yatom'un bildiği nedenlerden dolayı, gelişmeler hiç de bu yönde olmadı. Yatom bulunduğu yere geleli en fazla bir yıl olmuştu. Kendi adına saygın bir yer edinmek istiyordu. Kibir, istihbarat işindeki en büyük tehlikelerden biridir. Yatom ise oldukça kibirli bir adamdır ve gerçeklerle çatışmadığı sürece bunun bir zararı yoktur. Ama Mossad'ın geri çekilmek zorunda olduğu bir gerçekti"...
...Kazadan saatler sonra, Maurice bazı önemli soruları cevapsız şekilde beraberinde götürerek Tel Aviv 'e uçtu.. Uyguladığı baskı politikasının kazada rolü ne olmuştu ?... Arabayı Henri Paul mü kullanıyordu ?... Mossad'ın giderek daralan kıskacından kendini kurtarmak için bir yol göremediğinden, çözümü arabayı tünelin 13. sütununa çarpmakta mı bulmuştu ?... Bu baskının, damarlarında bulunduğu rapor edilen yüksek dozdaki uyuşturucuyla bir ilgisi var mıydı ?.. Üç yolcusuyla birlikte Ritz'den ayrıldığında, zihni bu baskı konusunda ne yapması gerektiğiyle mi meşguldü ?.. Sadece korkunç bir trafik kazasından sorumlu kalmayıp, aynı zamanda da acımasız bir istihbarat servisinin kurbanı mı olmuştu ?.. Bu sorular Mohammed El-Fayed'in de zihnini kurcalamaya devam edecekti. Şubat 1998'de, basına şunları söyledi : "Kesinlikle kaza değildi. Buna bütün kalbimle inanıyorum. Gerçek, sonsuza kadar gizli kalamaz"...
...Aynı dönemde Diana'nın erkek kardeşi Earl Spencer olaya karışmaya karar verdi. Amerikan televizyonlarından birine şu açıklamayı yaptı : "Diana'nın Dodi El-Fayed'le ilişkisi, bir yaz aşkından başka bir şey değildi. Onunla evlenmek gibi bir niyeti kesinlikle yoktu".. Mohammed El-Fayed ise, Diana ile Spencer arasındaki ilişkinin o dönemde pek de yakın olmadığını iddia etti...
...Diana ve Dodi, ABD'nin Ulusal Güvenlik Servisi NSA' in en hassas ve ultra gizli gözlem sistemlerinden biri olan ECHELON tarafından izleniyordu. Bu küresel elektronik ağ, gerçekten de nefes kesici özelliklere sahiptir. Uyduları bir dizi yüksek hızlı bilgisayara bağlamaktadır. Sistem, NSA ve diğer yetkililerin (İngiltere de bunlardan biri) bilgi paylaşımını kolaylaştırmaktadır ; ayrıca, dünyanın neresinde olursa olsun, herhangi bir elektronik iletişime girebilmekte ve değiştirebilmektedir ; hem de gerçek zamanlamayla. Programlandığı anahtar kelimeleri arayıp bulan ECHELON, kullanıcıları için önemli olan mesajları tanımlayıp ayırabilir. Dodi'nin Diana'nın hayatına girmesi, otomatikman onu da ECHELON'un mesaj toplama çalışmalarının bir parçası haline getirdi. Ne kadar yakın olursa olsun, iletişimleri, kendileri farkında bile olmadan, ECHELON uyduları tarafından sürekli kaydediliyordu...
...1997 yılında Mohammed El-Fayed'in adı da ECHELON taramasına kaydedildi. Oğlunun bir prensesle evleneceği umudunu içinde taşıdığını ailesi dışında ilk öğrenen belki de ECHELON idi ; daha sonraları, öldükleri günün öncesinde nişanlarını açıklamayı planladığını söyledi...
...Diana ve Dodi, El-Fayed'in 60 metrelik yatı "Fonikal" ile, Sardunya açıklarındaki Zümrüt sahillerinde dolaştıkları bir hafta boyunca sürekli gözlem altındaydılar. ECHELON, 28 Ağustos 1997 Cuma gecesinde, Diana'nın Dodi'ye, "mümkün olan en kısa sürede" Paris'e gitmek istediğini de saptamıştı !... Adada ünlü insanları gezdirmek konusunda yılların deneyimine sahip olan yaşlıca bir Sardunyalı, Tomas Muzzu, çifti havaalanına götürecek kişiydi. Muzzu'nun arabada geçen konuşmalarla ilgili söyledikleri, ECHELON uydusunun topladığı bilgilerle örtüşüyordu : "Aralarında İngilizce konuşuyorlardı ve sözleri sevgi doluydu. İyi İtalyanca konuşan Dodi, zaman zaman benimle de konuşuyordu. Sonra tekrar İngilizce'ye dönüyordu. Ben bu dili pek iyi bilmem ama anlayabildiğim kadarıyla ikisi de birbirlerini çok seviyorlardı ve gelecekle ilgili planlar yapıyorlardı...
...Son derece deneyimli İsrail istihbarat ajanı Ari Ben-Menashe şöyle diyordu : "Eski MI6 yetkilisi Richard Tomlinson ile gücünü birleştiren Mohammed El-Fayed, görüşünü kaybetti. Konuları olması gerektiği şekilde ele alsaydı ve ciddi bir soruşturma sürdürseydi, son derece şaşırtıcı bazı sonuçlar elde edebilirdi. Diana ve Dodi'nin ölümlerinde tuhaf bir şey olduğu belli. Bu konuda hiç şüphe yok. Soruşturulması gereken bir dava vardı. Ama bütün olaylar, El-Fayed'in kendisi tarafından daha da karıştırıldı. Bu onun hatası bile olmayabilir. Etrafında hep kendisine buraya bakmasını söyleyen insanlar var, 'oraya' değil.. Bazıları için, olayın sürmesini sağlamak bir anlamda para kaynağı sağlıyor. Ortaya attıkları her teoride El-Fayed'in daha fazla para harcamaya hevesli olacağının farkındalar. Bütün bunlar olup biterken, El-Fayed asıl kanıtları bulabileceği yerden uzaklaşıyor"...
... JOHN FANTE KİTAPLARINDAN...
... "Kadınlardan korkmak !.. Üstelik büyük bir yazar !.. Bir kez bile bir kadınla birlikte olmamışken kadınlar hakkında nasıl yazacak ? Seni sahtekar, yazamamana şaşmamak lazım !.. 'Minik Köpek Güldü' de tek kadın olmamasına şaşmamak lazım !. Bir aşk öyküsü olmadığına şaşmamak lazım, seni ahmak, seni muhallebi çocuğu !"... (TOZA SOR )...
..."Din halkın afyonudur !.. Olduğumuz ya da olmayı umacağımız her şeyi şeytana ve onun kaçak elmalarına borçluyuz" ... (LOS ANGELES YOLU)...
..."Cahiller,budalalar ve geri zekalılarla konuşmanın yararı yok. Zeki insan dinleyicilerinin seçimini özenle yapar"... (LOS ANGELES YOLU)...
..."Ön bahçeme çıkıp güllerin arasında durdum ve hayranlıkla evimi seyrettim. Yazarlığımın ödülü.. Ben, yazar, John Fante, üç kitabın yaratıcısı.. İlki 2.300 sattı. İkincisi 4.800. Üçüncüsü 2.100.. Ama Hollywood'da kitaplarının kaç sattığını sormuyorlar adama. O sıra aradıkları şeye sahipsen öderler, hem de iyi öderler. O sıra aradıkları şey bende vardı ve her Perşembe yüklü bir çek yolluyorlardı"... ( HAYAT DOLU )...
...1922 Eylülünün 18. günü Latife Hanım ; İsmet Paşa ile gazetecileri, Halide Edip Hanımı, İzmir zaferini bir masa başında kutlamak üzere köşke çağırdı. Mustafa Kemal, köşke giderken Halide Edip Hanımı yanına aldı. Yol boyunca Latife Hanımdan bahsetti. Ondan söz ederken konuşmasında tatlı, yumuşak, aşk sıcaklığı taşıyan bir lirizm titriyordu. O, şu sırada bu savaş gürültülerinin çok ötesinde, göğsünün altında aşk kalbi çarpan bir delikanlıyı andırıyordu. Halide Edip Hanım dikkat ediyordu : "sesinde, en sonra bir yuva kurmak için hazırlandığını gösteren bir şey vardı." Latife Hanıma gerçekten tutulmuş gibiydi...
...Uşşakizadelerin köşkünün salonunda otururlarken Mustafa Kemal, bir ara ortadan kayboldu. Biraz sonra, herkesi kendisine imrendirerek baktıran çok hoş bir kılıkla meydana çıktı. Sırtında belden sıkmalı, beyaz ipekten bir Rus Kafkas gömleği, bunun altında beyaz bir pantolon, ayaklarında da beyaz iskarpinler vardı.. Savaş sırasında iyice zayıflamış olan gövdesi, bu kıyafet içinde onu levent gibi bir delikanlı olarak gösteriyordu. Arkaya taranmış kızılımtrak sarı saçlarının çerçevelediği yüzü ile mavi gözleri, en büyük başarısının, yeni yakalanmış bir aşkın verdiği en güzel mutluluk ışıltılarıyla parlıyordu...
...Çok güzel mezeler, yemeklerle süslenmiş olan rakı sofrasının başına geçen Mustafa Kemal, belki de çoktan beri özlediği bütün mutlulukların bu sırada, bu sofra başında toplandığını düşünüyordu. Halide Edip Hanımla Latife Hanım yan yana oturuyordu. Halide Edip, göz ucuyla Latife Hanımın hayran bakışlarını Mustafa Kemal'in yüzünden ayırmadığını görüyordu. O, Halide Edip Hanıma da "hocam" diye sesleniyordu. Amerikan Kız Kolejinde Halide Hanımın kendisine bir yıl öğretmenlik ettiğini de söylemişti. Paşa'nın Halide Edip'e bir gün önce anlattığına göre Latife Hanımın boynundaki Madalyonun içinde kendisinin küçük bir resmi vardı. Paşa, bunu anlatırken keyifli keyifli gülmüştü...
...Halide Edip, Paşa'nın şu sırada Latife Hanıma bakışında da aşk başlangıcının bütün hoş niteliklerini yakalamıştı. Latife Hanım, Paşa'nın kaderini mis gibi anason kokan İzmir rakısıyla doldurduktan sonra ötekilerinkini de doldurdu. Paşa dolu kadehi eline alarak öbür konuklara karşı kaldırdıktan sonra Halide Edip'e bakarak şöyle dedi : "Hanımefendi, İzmir zaferini kutluyoruz, siz de bizimle içersiniz herhalde".. Halide Hanım," Ben ömrümde ağzıma rakı koymadım, şampanya ile ben de kutlayabilirim" dedi.. Bunun üzerine Mustafa Kemal, rakı kadehini ağzına götürürken, "Hanımefendinin huzurunda ilk kez içiyorum, prozit arkadaşlar" dedi. ...
...Özal, 1989 Mart ayındaki yerel seçimlere doğru, neredeyse ağzına geleni söylemeye başladı. Ocak ayı sonlarında bir gün, herkesin ağzı hayretle açık kaldı. Başbakan Özal, partisinin meclis grubundaki konuşmasında SHP lideri İnönü'ye şöyle sataştı : "İnönü bizim Ahmet'le uğraşıyor. Ahmet biraz ağır gelir ; daha ufağı var. Küçük Turgut var ; onunla uğraşsın !" Türk siyaset sahnesinde, bir başbakan düzeyinde siyasal nezaketin sınırları hiç böylesine aşılmamıştı.. Özal, torununu kastettiğini açıkladı, ama iş işten geçmişti...
...Silah ve müteahhitlik alanlarındaki ihaleleri, 12 Eylül döneminde bozulmuş olan ilişkileri belli ölçülerde düzeltebilmek amacıyla kullanmıştır. Özal, 1985 yılındaki bir yemekte, 200 milyon dolarlık İstanbul tramvay ihalesinin İsveç'e verildiğini, böylece askeri yönetim döneminde Türkiye ile ilişkileri bozulmuş olan bu ülkeyle işlerin yoluna girdiğini söylemişti. Özal bunu söylerken masadaki İstanbul Belediye Başkanı Dalan'a alaylı alaylı bakarak, "öyle değil mi Bedrettin Bey ?" diyordu. Olayda gerçek payı vardır : Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi dönem başkanlığında Türkiye'nin sırası, askeri yönetim dolayısıyla atlanmıştır. 1983 seçimlerinden sonra Ankara başkanlığı talep eder. Bu durumda oylama gerekir. Üçte iki çoğunluğun sağlanması için İsveç'in oyu belirleyici olacaktır. Dışişleri Bakanı Vahit Halefoğlu, Türkiye'nin Stockholm Büyükelçisi Haluk Özgül'ü arar ve Özal' dan aldığı talimatı iletir : "Git söyle bunlara : İstanbul'daki hızlı tramvay ihalesi yatacak yoksa". Bu konuda Başbakan Yardımcısı Kaya Erdem de devreye girer ve karşı olan İsveç oyu, çekimsere döner ; Türkiye, Avrupa Konseyi dönem başkanı olur !...
...Semra Özal, Mehmet Keçeciler'i "yobaz" olarak görür ve ANAP'a zararlı olduğuna inanırdı. 1987 yılı Ramazan Bayramında Özal, Fethiye Göcek'te dinlenmekteydi. Bir akşam yatın aşçısı tavuk pişirdi. Sofrada üç aile vardı : Başbakan Turgut Özal ve eşi Semra Hanım, iş adamı Nurettin Koçak ve eşi, danışman Güneş Taner ve eşi.. Tavuklar yendi ve ortaya bir lades tutuşmak fikri atıldı. Herkes eşiyle lades tutuştu. Teknedekilerin gözü Özal çiftindeydi. Özal'ın kafasında bin bir sorun.. Üstelik ameliyat sonrasının aşırı çalışmasıyla yorgun.. Ve Semra Hanımın uzattığı bir şeyi, "aklımda" demeden alıverdi. Semra Özal, "Lades Turgut'çuğum, lades !" diye kahkahayı bastı. Özal ne istediğini sorunca karısına, "sonra söylerim" yanıtını aldı. Sabah Nurettin Koçak ile Güneş Taner sorunca, canı sıkkın Özal'dan yanıt alamadılar ; ertesi gün de öyle.. Ancak üçüncü gün eşinin "kelle" istediğini söyledi. Malum, bayram sonrası Keçeciler'in kellesi uçtu !...
...Suudi Arabistan'ın iki dev mali kuruluşu, Al Baraka ile Faysal Finans'tır. İkisi de Türkiye'ye ayrıcalıklı mali kuruluşlar olarak girmişlerdir. Bunu sağlayan Özal hükumetidir. Bundan da ilginci, Suudi finans kuruluşlarıyla ilgili kararnamenin imza tarihidir : 16 Aralık 1983 !.. Özal hükumeti 14 Aralık 1983 günü göreve başlamış ve henüz hükumet programını açıklamadan bu kararnameyi imzalayıp yürürlüğe koymuştur !...
...Gazete kağıdının fiyatı 1986 Aralık ayı ile 1988 Nisan ayı arasında beş kere zam gördü. Tonu 266 bin liradan 859 bin liraya çıkmıştı. Zam oranı % 223 idi. Özal 1983'te başbakan olduğunda tonu 120 bin liraydı ! "Liberal", "piyasacı" Özal'ın basına karşı bir silahı haline gelmişti bu zamlar...
...Muzipliği sever Özal. 1980 öncesi kendisini bürokraside tanımış yakın bir arkadaşı anlatır : "Bir kalem çıkartır cebinden. 'Tut bakayım şunu' der. Tutarsın ; bir anda elektrik çarpar, titrersin. Bir başka şey çıkartır, 'al bakayım' der. Eline alıp bakarken, bu defa yüzüne su fışkırtır ! Karşında muzip muzip güler"...
...Sinirlendiğini, yüzünde belirginleşen mimikler ele verebilir. En ilginci, kızdığı zaman alnının tam ortasına gelip oturuveren mora yakın kırmızılıktır...
...İltifat etmesini bilmez ! Özal'ın bu özelliğini, yılların politikacısı ve dört yıl ANAP Grup Başkanvekilliği yapmış olan Niğde Milletvekili Haydar Özalp açıkça söyler : "Medeni ilişkiler bakımından Süleyman Bey hal hatır sormakta daha iyidir. Turgut Bey'de bu şeyler pek yok. Öyle, birisi kırılacakmış, birisi darılacakmış, buna selam vermek gerekirmiş gibi şeyler yok. Yani bizim 'incelik' tabir ettiğimiz meselelerden çok uzak"...
...Özal'ın yakınında bulunmuş bir yüksek bürokrata göre, ANAP liderinin "zayıf bir yanı vardı. Sıkıştığında bir günah keçisi bulmakta gecikmiyordu. O adamı bulunca da harcayıveriyordu"...
...İyilikleri de kötülükleri de unutmazdı. 1983 seçimlerinde ANAP'ı değil de, Sunalp Paşa'nın MDP' sini destekleyen iş adamlarının sonradan düştükleri durum, bu konuda sık sık örnek gösterilmiştir. Mehmet Okumuş'un, Erdoğan Demirören'in iflasları, Yaşar Holding ve Halit Narin'in içine düştükleri zor durum.. 1988'de Asil Nadir'e geçmeden önce Günaydın Gazetesine uygulanan kamu bankalarının ilan ambargosu, Tercüman'a yönelik, Nazlı Ilıcak'ın yazılarını kesmesine yol açan mali baskılar, yine Ilıcak'ın yazı yazmasını önlemek için Bulvar Gazetesine kamu bankalarınca uygulanan ilan ambargosu gibi...
...1982 sonlarında Turgut Sunalp, Türkiye'nin büyükelçisidir. Orada CIA ajanı bir Amerikalı ile dostluk kurmuştur. Ajan bir gün elinde bir şişe viskiyle Sunalp'e yemeğe gelir ve ona sorar : "Sayın Büyükelçi ; siz bu aşamada bir parti kursanız, acaba ABD'nin size destek vereceğine inanır mısınız ?" Sunalp, "benim öyle bir niyetim yok ki.. Partiyi Bülend Ulusu kuracak" der.. Ajan ısrar eder, "diyelim ki siz kurdunuz, o durumda Türkiye'de ABD'nin çıkarlarına hangi gözle bakarsınız ?" Sunalp de, "benim ülkemin çıkarları ABD' nin çıkarlarıyla çelişiyorsa, elbette ki kendi ülkemin çıkarlarını ön plana alırım" diye yanıtlar. CIA ajanı, "peki siz bir parti kursanız ve iktidar olamasanız, nasıl bir muhalefet yapardınız ?" diye sorar bu defa.. Ajanın soruları bu şekilde devam eder.. Ve bir süre sonra gerçekten de adamın dedikleri çıkar !.. Bülend Ulusu uzun temaslardan sonra parti kurmaktan vazgeçer ve onun yerine Kanada'dan Turgut Sunalp getirtilir. Herhalde birileri bir şeyler biliyordur !...
...1984 yılı Temmuz ayının son günlerinden birinde gazete yöneticileri Selimiye'deki 1. Ordu Komutanlığına çağrılır. Ordu komutanı Necdet Öztorun, "sıkı yönetim her yerde kalkar, İstanbul'da ise daha uzun süre kalkmaz" deyince, gazeteciler şaşırır. Komutan herhalde 6 Kasım 1983'de seçilmiş bir meclisle, onun içinden çıkan sivil bir hükumetin Türkiye'deki varlığını unutmuş olmalıdır... Ancak yaptığı gafı fark eden Öztorun hemen toparlar kendini ; "tabii, biz karışmayız. Meclis isterse yapar, bilemem. Ama biz olumlu görüş vermeyiz sorarlarsa" Yalnız bu örnek bile, Özal'ın seçimi kazandıktan sonra geçen sekiz ay içinde iktidar dizginlerini eline alamadığını gösteriyordu...
...Özal döneminin üst düzey bir dışişleri yetkilisi Özal için şöyle diyordu : "ABD ile hiç problem istemedi. ABD'nin elinin kolunun uzun olduğunu, bizi her tarafta rahatsız edebileceğini söylerdi." Gerçekten de Özal, Washington' a karşı hep dikkatli olacaktı...
...1987 Şubatında geçirdiği bay-pas ameliyatı ile 1988 Haziranında sağ salim atlattığı suikastın, ondaki kendine dönüklüğü daha da artırdığı, hatta bir ara kendini mistik bir havaya kaptırdığı söylenebilir.. 1988 yazındaki ruhsal durumunu çok yakın çevresinden bir ANAP'lı şöyle anlatır : "On tane iyi şey söylüyorsun, tepki yok ! Ama bir tane eleştiri yapmaya gör, derhal yüzü değişiyor. Dinlemeye bile tahammülü yok. 'Sende mi felaket tellalı oldun ?' diye başlıyor konuşmaya" ...
...1977 genel seçimlerinde MSP'den İzmir 1. sıra adayı olan Turgut Özal, propaganda için gittiği İzmir'de bir kahveye de uğrar. Yanında İzmir 2. sıra adayı ve aynı zamanda çember sakallı bir zat olan Yaşar Turagür de vardır. Allah, Peygamber, din, iman, faizin haram olduğu konusundaki konuşmalardan sonra dinleyicilerden bir vatandaş sorar : "Hoca efendi, bira haram mıdır ? " Özal da "haramdır" diye yanıt verince, bir başka vatandaş söze girer : "Valla hocam, Sülo'nun Müslümanlığı bize yeter.. Sen bize daha fazlasını teklif etme. Burada daha fazlası gitmez ! " Kahkahalar patlar ve Özal kıpkırmızı olur... Sonuçta da 1. sırada olmasına rağmen İzmir halkı onu seçmez !.. Halbuki seçseydi Türkiye'nin geleceği de değişmiş olacaktı.. Çünkü Özal da yasaklı olacaktı o zaman !...
...1967 yılında Ankara Oteli'nde, Planlama'nın yedinci kuruluş yıldönümü kokteylinde, ortaya gelen yedi mumlu pastayı kesmek üzere elinde büyük bir bıçakla pastanın yanına gelen Özal, kendi kendine bir şeyler mırıldanmaya başlar.. İki metre öteden Semra Özal'ın sesi duyulur : "Turgut Bey..Turgut Bey.. Okuyup üflemeyeceksin.. Sadece üfleyeceksin !"...
...Adnan Başer Kafaoğlu, 12 Eylül sonrası kurulan kabinede Maliye Bakanıdır. Evren'e, 12 Eylül'ün ayrıca bir başbakanı olmasının gereksizliğini telkin eder : "Başbakanlık, demokrasi dönemlerinin bir kurumudur. Başbakan gibi çalışacak bir devlet bakanı olur ; örneğin Haydar Saltık Paşa.. Bu görevi fiilen o götürür.. Ayrıca bir başbakana gerek yok" der. Evren'in tepkisi ilginçtir : "Siz beni Cemal Gürsel Paşa gibi üç ayda felç etmek istiyorsunuz galiba !"...
...1983 genel seçimleri yaklaşırken anketlerde ANAP tırmanışa geçtiğinde Sunalp Paşa Evren'e çıkar, "ANAP iktidara gidiyor, neden izin verdin ?" diye yakınır ve 12 Eylül liderinden bir şeyler yapmasını ister.. Evren'in Özal'a karşı, seçimden iki gün önce 4 Kasım 1983 gecesi yaptığı radyo ve TV konuşması böylece oluşur. Seçim sonrası MDP'liler, "Bu Sarı Kenan bize oyun etti" diye yakınırlar ve parti genel merkezinin her katını süsleyen renkli Evren fotoğraflarını duvarlardan indirirler..
..."Zagor", 1970'li yıllarda haftada 50 bin civarında satıyordu. Bugün yayınlanan yabancı çizgi romanların aylık toplam satışı bunun üçte biri bile değildir...
...Geçmişte Türkiye'de yalan yanlış çeviriler yapılırdı, telif hakkı ödenmeyen çizgi-romanlar olurdu, kopya çekilirdi, kötü basılırdı, hep tekrar yayınlar yapılırdı ama satışlar iyiydi. Şimdi o dönemlerle karşılaştırılmayacak ölçüde kaliteli işler yayınlandığı halde, o ölçüde satışlara erişilemiyor...
...Endüstrisi olan ülkelerde ; örneğin Japonya, Fransa ya da ABD'de yoğun ilgi halen sürüyor.. Özellikle mangalara yani Japon çizgi-romanlarına yönelik büyük bir ilgi yaşanıyor...
...Yeni kurulduğu yıllarda, 1950'li yılların başlarında Hürriyet gazetesi yabancı çizgi romanları bant halinde yayımlamaya başlar. "Fatoş" (Blondie), "Güngörmüşler" (Bringing up Father) ,"Dedektif Nik" (Rip Kirby) ile başlar böylece çizgi-roman furyası...
...Bir de benim unutamadığım bir dergi vardı : "ZıpZıp" .. Erol Simavi tarafından 2 Mayıs 1964 ile 27 Ağustos 1966 arasında tam 121 sayı yayımlandı ve bir tek sayısını bile fire vermeden iki kalın ciltte toplamıştım onları. Ne yazık ki bir şekilde "yürüdü"...
...Çok satan gazetelerin oluşumunda, genellikle, yayınladıkları çizgi-romanların etkisi olur. Turhan Selçuk'un "Abdülcanbaz" ı Milliyet'te 1955'te , Suat Yalaz'ın "Karaoğlan"ı Akşam'da 1962'de, "Malkoçoğlu" Cumhuriyet'te 1964'de ve Sezgin Burak' ın "Tarkan"ı Hürriyet'te 1967'de yayımlanmaya başlamıştır...
...Türkiye'de 1970-1990 arasını yerli çizgi-romanın "Gırgır Dönemi" olarak adlandırmak yanlış olmaz. Günaydın gazetesinin bir köşesinde başlayıp, Oğuz Aral'ın yönetiminde, dünyanın 3. büyük mizah dergisi olma başarısını gösterdiği gibi, bu sektöre altın çağını yaşatmıştır...
...Ünlü spiker Halit Kıvanç, "Asterix" çevirileri ve 1970' li yıllarda Milliyet Çocuk Dergisi için, Manfred Schmidt' den çevirdiği "Zehir Hafiye" ile son derece kendine özgü bir çizgi roman dili yaratmıştır...
...Türkiye'deki çizgi-roman kavramını biçimlendiren ilk olgu, sinemanın da katkılarıyla, "Baytekin" e (Flash Gordon) gösterilen ilgidir. İkincisi ise Tommiks ve Teksas' ın yayımlanmasıyla gerçekleşir. Her iki çizgi romanın orijinal isimleri değiştirilirken sinemaya başvurulmuştur. Biri western filmlerinin ünlü bir oyuncusundan, diğeri kovboylar diyarı Teksas bölgesinden ismini almıştır. Üstelik Amerikan çizgi romanlarını model alan ve onlara göre daha düşük telif ücretli İtalyan çizgi romanları bütünüyle Hollywood'un yaygınlaştırdığı western kültürünü işlemektedirler. Türkiye'deki yayıncı, isim değişikliğiyle Amerikanvariliği güçlendirmek istemiştir. İlginçtir, okuyucu yıllardır bu çizgi romanların Amerikalılar tarafından hazırlandığını sanmıştır...
...Türkiye'de çizgi roman denilince ilk akla gelen, en uzun süre yayınlanan, çok satan yabancı çizgi romanların tamamı İtalyan çizgi roman endüstrisinin ürünleridir. Bunun bir nedeni de İtalyan çizgi romanlarının çok sayfalı yoğun üretimleridir. Fransızların yılda bir veya iki kez çıkan 46 sayfalık albüm geleneği, İtalyanların ayda 96 sayfa çıkan dergi tempolarına direnememiştir...
...Samsun'da bir bankanın Mecidiye şubesini soyan Mehmet Murat Pas, iki ay sonra aynı şubeye para yatırmaya kalkışınca yakalandı !...
...Erzurum'un Boşçakmak köylüleri, dört katlı apartman büyüklüğündeki kayayı, köylerinin üzerine düşmesin diye halatla bağladı !...
...Antalya'da iki kızıyla evden kaçan oryantal dansöz Hatice Topçu, eşi Celal Topçu'nun pantalonlarını, "takip etmemesi" için yanında götürdü !..
...Trafik radarını önceden haber veren ve kendisine yurt dışından gelen aleti gazete ilanıyla satmak isteyen adam yakalandı !...
...Zonguldak Limanına sığınan bir kuğuyu yediler !...
...Fransa'da oynanan Brezilya-Türkiye maçında, sahaya fotoğraf makinesini fırlatan Türk'ü, polis filmi tab ettirerek buldu !...
...Sakarya Devlet Hastanesi acil servisinde görevli sağlık memuru Serkan Atasoy, eski gemi tayfası Cüneyt Veli'den iki saat yerine bakmasını istedi. Veli, elini kesen bir adama dikiş atarken bir doktor tarafından yakalandı !...
...İzmir'de, İzmir ve Nürnberg Emniyet güçleri arasındaki "dostluk" maçı 3-0 önde devam ediyordu. Emniyet Müdürü Halil Tataş, "Dostluk maçı berabere bitmeli" diyerek takıma yenilme talimatı verdi. Bu da olmayınca kaleciye "Gol ye !" diye bağırdı. Maç 3-3 berabere bitti !...
...Samsun'da otobüs durağı çalındı !...
NOT ALDIĞIM, HOŞUMA GİDEN GÜZEL SÖZLERDEN...
...Başkasının bilgisiyle bilgin olabilsek de, ancak kendi bilgimizle bilge olabiliriz (MONTAIGNE)...
...Yalan söyleyebilen tek canlı türü insandır. Zaten bu sayede canlı kalabilmektedir (T.S.ANGHUT)...
...Her akıl,pratikte kendi başına bir evrendir (JORGE VOLPİ)...
...İki kulağınızın ve tek bir ağzınızın olması, çok dinleyip az konuşmanız içindir (ZENO)...
...Zaman paraya benzer ; lüzumsuz yere sarf edilmedikçe daima yeter (KONFİÇYUS)...
...Zaman büyük bir öğretmendir ama ne yazık ki bütün öğrencilerini öldürür (HECTOR BERLIOZ)...
...Demokrasi, iki kurtla bir kuzunun yemekte ne yeneceğini oylamasıdır. Özgürlük ise ; tam teçhizatlı bir kuzunun oylamaya karşı çıkmasıdır (BENJAMİN FRANKLİN)...
...En büyük mucit, tesadüftür (MARK TWAIN)...
...Yaşlılıkta günler uzun, yıllar kısa (CEMAL SÜREYA)...
...Güzelliği gözün yargısı satın alır (W.SHAKESPEARE) ...
...Sırrını rüzgara fısıldarsan, ağaçlara söylediği için onu suçlayamazsın (HALİL CİBRAN)...
...En zengin insanlar, en çok şeyden vazgeçebilenlerdir (RABINDRANATH TAGORE)...
...Yitirecek bir şeyi olmayan insan, zengindir (ÇİN ATASÖZÜ)...
...Kimse akıl payından şikayetçi değildir. Elbette şikayetçi olamaz. Çünkü aklını beğenmemesi için, aklından ötesini görebilmesi gerekir (MONTAIGNE)...
...İyi ki unutuyoruz, yoksa yaşayamayız (NIETSCHE)...
...İnsan aldığını silen bir varlıktır ; yalnızca verdiğinin hesabını yapmayı bilir (LATİFE TEKİN)...
...15 Mayıs 1919 günü kışladan teslim olan Türk subaylarının ceplerinde, üstlerinde başlarında bulunan bütün değerli eşya toplanmış, mendillere doldurulmuştu. Saatler, yüzükler, alyanslar, tütün tabakaları, çakılar, mendiller, ağızlıklar yani yükte hafif, pahada ağır ne varsa alınmıştı. Hele para olarak ceplerde hiçbir şey bırakılmadı.. Yerlerde bir kalpak sergisi meydana gelmiş gibiydi. Ara sıra dipçik darbeleri yanında, süngülerin ucu ile de dürtüştürülüp duran kimi subaylar ve erlerden acı iniltiler geliyordu...
...Kıyıya yanaşmış Yunan gemilerinden de ara sıra, limana doğru yürütülen Türk askerlerine ateş ediliyordu. Seyirci Rumlardan bazıları subayları nişanlayarak herhangi bir cansız hedefe ateş eder gibi keyifli keyifli gülerek tabancalarındaki kurşunları boşaltıyorlardı...
...İri yarı bir Rum gazino sahibi, can korkusuyla önünden koşarak geçen Türkleri yardımcılarıyla kollarından çekerek içeri alırken, "Gel, seni kurtaracağım ! " diyor ve içeri aldıklarını hemen oracıkta öldürüp üst üste yığıyordu. Bu zavallıların cesetleri de birkaç gün sonra denizden çıkarılacaktı...
...Bu kanlı ve eski oyunu Leon torpidosundan sadece Albay Zafiryos seyretmiyor, bütün Avrupa milletlerinin denizcileri bu seyirde ona ortak oluyorlardı. Kıçtan kordona yanaşmış Fransız, Amerikan, İngiliz ve İtalyan gemilerinin bütün subayları ve erleri seyirciydi... İngilizlerin gülerek seyretmelerine karşın Fransız, İtalyan ve Amerikan denizcileri ne üzüntü, ne de sevinç duyuyorlardı. Cansız hedeflere ateş edilirken duyulan tasasızlık hepsinin yüzünde ortak bir anlam halindeydi..
...İşgal haberleri doğruya benzemeye başlayınca, 22 Mart 1919'da Beyler Sokağında Milli Sinema salonunda büyük ve coşkulu bir toplantı yapılmıştı. Aydınlar ve Balıkesir şehir ve kasabalarından 37 müftü, 37 belediye reisi ve pek çok yurttaş bu kongrede hazır bulunmuştu. Osman Nevres de bunların arasındaydı. Bu kongreyi yapan, İzmir Müdafaayı Hukuk Cemiyeti idi. Genel sekreter Cami (Baykut) Bey, toplantıda coşturucu bir nutuk söylemiş ve fiilen işgale karşı gelinmesi üzerinde durmuştu. Bir muhtıra kaleme alınarak bütün İtilaf Devletleri temsilcilerine birer suret gönderilmişti...
...Kolordu Kumandanı ve Vali Vekili Nurettin Paşa, gazetelere şöyle bir bildiride bulunmuştu : "Yunanlıların yapacakları bir çıkarma hareketi kan dökülmesine yol açacaktır.." Bu yiğitçe söz, İzmirlilerin yüreklerine biraz soğuk su serpmişti. Ne yazık ki İstanbul, hemen bu yiğit paşayı görevden almış ve onun yerine tam kendileri gibi düşünen Nigahbancı Ali Nadir Paşa'yı göndermişti...
...Vaktiyle İzmir'le Ege Denizi kıyılarında, Türk vatandaşı olarak oturan Rumlar, İtilaf Devletleri ile el ele çalıştıkları kanısına varılarak savaş kabinesince ülkenin iç kesimlerine tehcir edilmişlerdi. Mondros Mütarekesinin imzalanmasıyla eski evlerine barklarına dönen bu Rum azınlık, kendilerini eski din martirleri (şehit) gibi cennete girmeye hak kazanmış sayıyor ve öç saatini sabırsızlıkla bekliyorlardı. Yunan gemileri, bunlara sandıklar içinde yığınla yiyecek gönderiyor, onların sıkıntılarını hafifletmeye çalışıyorlardı. Ne var ki metropolit Hristos Tomos'un koruması altında gizlice açılan bu sandıklardan asker üniformaları, türlü silah ve cephane çıkıyordu. Pire Limanından kalkan bu yardım gemileri Yunan Donanmasının kılavuzluğunda İzmir'e kadar gelip yiyecek ve giyecek (!) sandıklarını limana boşaltıyordu...
...12 Eylül 1980.. Saat 04.00... Önce İstiklal Marşı, arkasından Harbiye Marşı çalınıyor.. Sonra, "Bir Numaralı Bildiri " okunuyor : "Yüce Türk Milleti ; Türk Silahlı Kuvvetleri, İç Hizmetler Kanununun verdiği Türkiye Cumhuriyeti'ni kollama ve koruma görevini, Yüce Türk Milleti adına, emir ve komuta zinciri içinde ve emirle yerine getirme kararını almış ve ülke yönetimine bütünüyle el koymuştur."...
...Genelkurmay Basın ve Halkla İlişkiler Dairesi Başkanlığı'nın 18 21 00 numaralı santralından Genelkurmay Genel Sekreteri General Fikret Küpeli'ye ulaşıldığında, sokağa çıkma yasağı nedeniyle gazete dağıtımının nasıl yapılacağı soruldu. Bunun üzerine, gazete temsilcilerine, 2 ve 3 numaralı bildirileri beklemeleri gerektiği söylendi. Fikret Küpeli ayrıca parti liderlerinin "emniyet amacıyla" göz altına alındığını, eşleriyle birlikte, Erbakan ve Türkeş'in İzmir Uzunda ; Demirel ile Ecevit'in Gelibolu Hamzakoy'a götürüleceklerini, TRT ekibinin saat 20.00'de Etimesut'ta olacağını ve liderlerden "yararlı olmuştur. Çok memnunuz" diye birer demeç alınacağı haberini de vermişti !...
...Meclis'in 17 51 00 numaralı santralını çeviren gazeteciler artık "TBMM" yerine, "Buyrun, Milli Güvenlik Konseyi" yanıtını alıyorlardı...
...Darbenin yapılış nedenleri de yavaş yavaş alınan önlemlerle ortaya çıkıyor... IMF ile üç yıllık stand-by anlaşması.. Grev ve lokavtların yasaklanması... "Sayın muhbir vatandaşlar" a çağrılar...IMF dayatmasıyla vergi artırımları ve yeni vergiler... Yeni yargı düzenine ait kararlar... Tek celseli, temyiz yolu kapalı, "hızlı" mahkemeler.. Yeni anayasal düzen...
...Basın, "Atatürkçülük" adına havaya girmiş durumda : 12 Eylül'e tam destek !.. Sabahları çöp bidonlarının içinde yasak sol yayınlar görülmekte.. Ortalıkta tam bir sivil yenilmişlik havası..
...Darbeden önce de sıkıyönetim vardı ve her gün onlarca kişi ölüyordu ; darbeden sonra yine sıkıyönetim var ama ölüm olayları nedense birden kesiliverdi...
...MHP Genel Merkezinde Dev-Yol makbuzları bulundu !... Nasıl yani ? !...
... 16 Eylül'de DİSK'li yöneticiler ve iş yeri temsilcileri teslim oldular. Grevdeki 51.000 işçi işbaşı yaptı. Aranan sendikacılardan 950'si teslim oldu. Zaten 24 Ocak kararlarınca uygulanmakta olan ekonomik modelin gereği demokrasiden ve işçi haklarından kurtulmaktı... AP'nin kendi getirip de uygulayamadığı model, şimdi daha etkin olarak uygulanacaktı ve yine AP'nin yıllardan beri istediği, ama gerçekleştiremediği anayasa ve rejim değişiklikleri de gerçekleşmiş olacaktı. Halk da zaten can güvenliğinden başka bir şey düşünmez olduğundan karşı mücadele açmak zordu. Aydın kesim kendi yozlaştırdığı demokrasiden umudunu kesmişti. Yer yer bazı sağ-sol eylemcilerin bir günde barışıp koklaşmaları, perde arkasında nasıl oyuncu eller tarafından oynatıldıklarını kanıtlıyordu...
...Ağzınıza leblebi tozu doldurup, karşınızdakinin suratına doğru "sınıf" demek ne büyük bir zevkti !. Karşınızdakinin leblebi tozuna bulanmış kirpikleri arasından size nefretle bakmasını görmezden gelmek şarttı tabii ki !...
...İlk çıkan basmalı kurşun kalemlerin metalden bir gövdesi vardı. İç kısmını çıkarttığınızda, bir boru halini alıyordu. Ağzınızda ıslattığınız bir küçük bir kağıt topağını bu "bazuka" (!) ile mermi gibi fırlatabilirdiniz. Hele hoca tahtaya bir şey yazarken, hele "Sinek Hatçe" gibi pimpirikli bir matematikçi ise, elinin yanına, karatahtaya yapıştırmak ne büyük zevkti !..
...Mambo, Golden, Mabel ve İnci gibi sakızlar vardı. Mabel veya Golden'in üstünde sarı dalgalı saçlı bir kız resmi vardı. İnci'de ise bir arap bacı !.. Kimisi artist resimleri, kimisi oto resimleri verirdi içinde...
...Genç kızlar için "cep foto roman" ,erkekler için de "Killing" vardı !...
...Daha Coca Cola piyasaya çıkmamıştı ve onun ön tanıtımını Sunal-Ko yapıyordu !..
...İş Bankası'nın müşterilerine verdiği plastik defter kaplarını anımsayanınız var mı ? Hani kapağındaki dolar işaretine benzeyen banka logosunun üzerine kağıt koyup da kurşun kalemle tarayınca logo belirirdi kağıt üzerinde !..
...Sarı karton, enli ,Gitanes sigarası gibi kalınca Yeni Harman sigarası vardı. Arkası not defteri olarak kullanılırdı !...
...Ama ille de telefon olayı.. Örneğin Ankara ile görüşmek için sabahın erken saatlerinde santral memuresine numara yazdırılır ve sabırla, eve mahkum bir halde beklenirdi. Şanslı isek öğle saatlerinde, değilsek akşamüstü, bağlanırdı. Çile daha bitmiyordu maalesef. Henüz doğru dürüst iki kelime etmeden santral memuresi araya girip "devam ediyor musunuz ?" diye sorardı ! O zamanlar paran kadar konuşursun diye bir şey yoktu. İtiraz ettiğiniz zaman, sırada bekleyenlerin olduğunu söylerdi !...
...1650'ye doğru Scala Nuova' daki (Kuşadası) konsoloslukları Smyrna' ya nakledilen Fransızlar, buna karşın, özellikle sağlık ve eğitim alanında öncü olacak çok sayıda kurum vasıtasıyla aynı zamanda olumlu bir rol de oynarlar. Fransa kralının desteklediği dini tarikatlar, Kapüçinler ile Cizvitler, son derece faaldir. XIV. Louıs'nin bakanı Colbert, ticari ilişkilere öncelik verir ve 1670'de İngilizlerin o çok güçlü Levant Company'sine karşı duracak "Societe du Levant"ı kurar. O dönemde Türk kıyılarını kasıp kavuran Fransız korsanların varlığı (ama aynısı karşı taraf için de geçerliydi) Türk-Fransız ilişkilerine zarar vermiştir...
...1634-1668 arasında kente gelen Fransız gezgin J.B.Tavernier yaşam keyfi karşısında kendinden geçer ; "Denizden bir sürü güzel balık çıkıyor. Burada her türlü avlanmaya büyük rağbet var ; tek kelimeyle Smyrna yemeğin güzel ve kaliteli olduğu bir kent. Avrupa'da buradakinden daha hoş vakit geçireceğiniz bir yer pek yoktur"...
...Bu kentte üç kez konaklayan Antoine Gallard'ın gezi notlarında ; "Fransa'da gece geç yatıp sabah iyice geç kalkanların sayısı epey fazladır ; Türkler ise genellikle erkenden yatar, gün ağarmadan da kalkarlar" diye yazar...
...Evliya Çelebi 1671'de İzmir'den geçer. Frenklerin yararlandıkları statü karşısında duyduğu şaşkınlık belirtilmeye değer : "Soluk renkli Frenkler gemilerle geliyorlar, Smyrna'nın yarısı adeta Frengistan. Herhangi biri bir kafire tokat atsa, inzibat güçleri onu yakalayıp hiç acımadan kadıya götürüyor. Kadı da onu ya öldürüyor ya da cesedini anında yok edecek olan kafirlere öldürtüyor.(...) Kafirlerin evleri kentin kuzeyinde sahil kısmında bulunuyor. Bunlar büyük ve birkaç katlı evler. Frenkler durmadan birbirlerinin evine gidip geliyorlar."...
...1673'de uzun görüşmelerden sonra "Kapitülasyonlar" yenileniyor. Aslında Smyrna'daki Fransız nüfusu hiçbir zaman sayısal olarak önemli olmamıştır. Tournefort 1702'de, "Nispeten ufak çapta ticaretle uğraşan diğer pek çok Fransız bir yana, buraya iyice yerleşmiş yaklaşık 30 Fransız tüccar" dan bahseder...
...Smyrna, Aydınlanma Çağı'nda, Doğu'da, Osmanlı İmparatorluğu'nun ve onun seçkin tabakasının daha sonraki gelişimi üzerinde de belli ölçülerde etkili olacak bir ileri karakol işlevi görmüştür...
...İZMİR FRANSIZ KÜLTÜR ENSTİTÜSÜ'NDEN
MİMAR-TARİHÇİ DIDIER LAROCHE'UN, "POPÜLER TARİH" DERGİSİNDE YAYIMLANAN BİR YAZISINDAN ALINTIDIR...
...Antik Çağın sonu ile Osmanlı'nın fethi arasında geçen dönemde İzmir tarihi, limanın Timurlenk tarafından kuşatılıp ele geçirilmesiyle (1402) doruk noktasına varan bir dizi büyük yıkıma sahne oldu. 1425'de nihai olarak Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarına katılması sonucu belli bir istikrara kavuştuğunda, İzmir yakılıp yıkılmış ıssız, küçük bir kasabadan ibaretti. Roma döneminde kendini "Asya'nın en güzel ülkesi" ilan eden kentin merkezi harabeye dönmüştü ve mezarlıklarla kaplıydı. Kısa bir zaman sonra Osmanlı ve Batılı devletler, körfezin korunaklı ve denetimi kolay bir doğal liman olarak sunduğu ticari olanakların bilincine vardılar. Tarihçiler, Smyrna'nın Akdeniz bölgesindeki karşılıklı ticari ilişkilerde özellikle Halep'in pabucunu dama atarak ayrıcalıklı bir yer edinmesini sağlayan o yeniden doğuşun, 1600'lere doğru gerçekleştiği görüşündedirler...
...Smyrna belediye statüsünü çok geç kazandığından, imparatorluğu temsil eden kadı, Osmanlı olmayan uyrukların anlaşmazlıklarını çoğu zaman kendi aralarında halletmelerine izin verir...
...17. yüzyılda Fransızlar sefahate düşkünlükleriyle adamakıllı ün salmışlardır. Pek çok gezgin onları disiplinsiz, eğlence ve şehvet düşkünü kimseler olarak tasvir eder. Kentte yeniden yerleşimin başladığı ilk zamanlarda, özellikle Provence'lılar gelmiştir ; bu da Smyrna ile Marsilya arasındaki sıkı münasebetle açıklanır...
..."Alevilik ; dört inancın, Anadolu'nun bilgelikle dolu kucağında ve Türkmen gönlünde harmanlanarak insanlığa armağan edilen sevgi yoludur ; aynı zamanda yaradılışın kulaktan kulağa aktarılan sırlarını içinde gizleyen muhteşem bir bilgi yumağıdır" ...
..."Yaşamış Ali ile Aleviliğin ilgisi yoktur. O, fetihçi ve şeriatçıydı. 'Sözlerimi duydukları halde itaat etmeyip isyan edenlere öleceğim güne dek yürür de yürürüm, vurur da vururum' diye şiddet gösteren ; 'kadınlara danışma, onların reyleri zayıf,azimleri gevşektir' diyebilen Ali, pirimiz olabilir mi ?"...
..."Aleviler Anadolu'ya gelirlerken Emeviler'in zulmünden kaçan Ali taraftarlarıyla karşılaşmış ve haksızlığa uğrayan Ali ile onun ardıllarına yakınlık duymuşlardı. Ali ve On İki İmam kavramlarını, bu yakınlıktan esinlenerek Bektaşiliğin içine sonradan yerleştiren Balım Sultan'dır"...
..."Sultan Yavuz Sultan Selim, Şah İsmail'i ezdikten sonra Kürtlere beylik verdi. Şartı Kızılbaşların Kürtlerce ezilmeleriydi. Beyliğin babadan oğula geçmesi Osmanlı örgütünde yoktur. Padişah asi beylerden, ordulardan korkmaz ; ama inançla baş edemeyeceğini bilirdi. Bu yüzden uhrevi gücü, Kürtlere bahşettiği dünyevi güçle yerinde ezmeyi seçti. Şimdi doğuda bize de Kızılbaş diyorlar ; çünkü Alevilik ile Kızılbaşlık ve Şiilik birbirine karıştı. Artık doğuda canlarımız can derdine düşüp Kürtçe öğrenerek Kürt gibi görünüyorlar"...
..."Hanefilik mezhebinin kurucusu İmam-ı Azam Ebu Hanefi ile Musevi Karaimler mezhebinin kurucusu Anan Ben David, Bağdat'da aynı zindanın aynı hücresini paylaşmışlardı. Kimbilir birbirlerini nasıl etkilediler ?"...
..."Yavuz Sultan Selim, Kızılbaşların katlini emretmiştir ; ama işgüzarlar katliama Alevileri de kattılar. Yavuz Bektaşi miydi bilemem; ama dedelerimiz Bektaşilere yakındı. Osman Gazi'ye adını bir Bektaşi velisi vermiştir."...
...1954 yılında MOSSAD başkanı Harel, CIA'in yeni başkanı Allen Dulles ile görüşmek için gittiği Washington'da, deneyimli casusa, üzerinde mezmurlardan bir alıntının bulunduğu görkemli bir hançer hediye etti ve ; "İsrail'in bekçisi uyumaz !" dedi. Dulles şöyle yanıtladı : "Sizinle birlikte uyanık kalacağıma güvenebilirsiniz.." Bu sözler, MOSSAD ile CIA arasında bir ortaklığın başlamasını sağladı...
...Meir Amit'in MOSSAD başkanı olarak geçirdiği, 1963 ile 1968 arası, beş unutulmaz yıl boyunca kimse onun kaynaklarına ya da yöntemlerine rakip olamadı. O dönemde insan temelli istihbarat tekniklerini bir sanata dönüştürmüştü. Bilgi toplamak konusunda kimse onun ajanlarıyla boy ölçüşemiyordu.Katsaları, Ürdün'ün Arap istihbarat dünyasındaki en iyi servisiMukabarat'a ve Suriye' nin en acımasız askeri istihbarat servisine sızmayı başarmışlardı. MOSSAD'ın başına geçtikten kısa bir süre sonra, Yaser Arafat'ın bürosundan bir ajanın çaldığı bir kısa notu servis içinde dolaştırmıştı...
..."Öncelikle para amacıyla çalışmak isteyen hiçbir katsa, MOSSAD'a kabul edilemez. Aşırı ateşli bir Zionistin bu çalışmada yeri olamaz. Sonuçta fazla ateşli olmak, yapılacak işin amacının anlaşılmasını engeller. Bizim işimiz sakin, net, ileri görüşlü bir yargı yeteneği ve dengeli bir dış görünüş gerektirir" diyordu Meir Amit...
...9 Aralık ile 23 Aralık 1978 arası Kahramanmaraş, bir sinemaya atılan bombanın solcular tarafından planlandığı iddiasıyla inanılmaz olaylara sahne oldu. CHP ve TÖBDER binalarına saldırılmış, iki öğretmen evlerine giderken öldürülmüş, cenaze töreninde halkın kışkırtılmasıyla Aleviler ve Sünniler arasında çıkan çatışmalarda, çoğunluğu Alevi ve solcu 105 kişi ölmüş, çok sayıda kişi yaralanmıştı. Bu olayın üzerine Ecevit, on üç ilde sıkıyönetim öngören tasarıyı Meclis'e sunmak zorunda kaldı.. Korutürk, olaylar karşısında duyduğu derin acıyı, "Ne yazık ki ateşle oynamanın korkunç tehlikelerini göremeyen ya da kestirmek istemeyen bazı kişi, kuruluşlar ve politikacılar da siyasi çıkar için el altından mezhep ayrılıklarından yararlanma yoluna girmişlerdir" dedi...
...Demirel, Köşk'ü, Ecevit hükumetine alet olmakla suçluyordu. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Baransel, cumhurbaşkanının odasına çağrıldığında Korutürk'ü daha önce hiç bu kadar morali bozuk, bitkin ve sarsılmış halde görmemişti. Yüzü kıpkırmızı olmuş, elleri titriyor, kuruyan boğazını ıslatmak için sık sık su içiyordu. Meclis başkanına bir mektup yazarak, anayasada böyle bir hüküm olmamasına rağmen, Meclis'te böyle bir kanaat varsa, yerini derhal "tarafsız" bir cumhurbaşkanına bırakmaya hazır olduğunu belirtti.. O sırada Meclis Başkanı olan CHP'li Cevdet Karakaş, Korutürk'e şöyle bir yanıt verdi : "Sayın Cumhurbaşkanı, Yüce Meclis' in zatıalinize karşı her zaman tam bir güveni olmuştur ; bundan sonra da olmaya devam edecektir"...
...CIA ile ilgili kendisine rapor hazırlanmasını isteyen Başkan Eisenhower'a 1955 yılında sunulan "Doolittle Raporu" ndan ; "Bellidir ki ; şimdilerde, açık amacı, neye mal olursa olsun ve hangi yöntemi gerektirirse gerektirsin, dünya hakimiyetini kurmak olan zaptedilmez bir düşmanla karşı karşıyayız. Böyle bir oyunda kural yoktur. Şimdiye kadar, insan davranışlarına ilişkin kabul edilmiş normlar artık geçerli değildir. Etkin istihbarat ve karşı istihbarat olanakları geliştirmeliyiz ve düşmanlarımızı, bize karşı kullanılan yöntemlerden daha akıllı, daha gelişmiş, daha güçlü metotlarla etkisizleştirmek, sabote etmek ve yok etmek zorundayız. Amerikan halkının, bu özünde tiksindirici olan felsefe hakkında bilgilendirilmesi, onu anlamasının ve desteklemesinin sağlanması zorunlu olabilir.." Bu satırlar, bugün, başkandan başlayarak Amerikan yönetiminin her kademesinde sürekli tekrarlanmaktadır. Sadece "düşman" değişmiş, "Moskova'dan yönetilen uluslararası komünizm" değil ; "terör" olmuştur.. Terörizmi destekleyen hareketler, örgütler, kişiler ve devletler yani Amerikan çıkarlarıyla uluslararası sermayenin karşısında engel görülen herkestir.. 1950'lerin ikinci yarısından başlayarak önce Türkiye'ye nükleer silahlar yerleştirerek, arkasından yardım edip ve göz yumup İsrail'in nükleer silahlar yapmasını teşvik ederek, sonra da Körfez'de tetikçi olarak tayin ettiği Şah'ın İran'ına nükleer teknoloji aktararak bölgeye kitle kırım silahlarını sokmanın tek sorumlusu olan ABD, bugün de İran'ı nükleer silah üretiyor bahanesiyle tehdit ediyor !.. 20 Mart 2006'da Ohio Cleveland'da yaptığı ve CNN tarafından canlı olarak basın toplantısında W.Bush : "İran özünde müttefikimiz İsrail'e karşı bir tehdittir. İsrail'i korumak için askeri gücümüzü kullanacağız" demiştir....
...Hayatının son dönemindeki hiçbir insan, samimiyse ve bütün melekeleri yerindeyse, her şeyi yeniden yaşamak istemez. Bunu yapmaktansa tamamen yok olmayı tercih eder...(SCHOPENHAUER)
...Gençlik defterimiz dürüldü,sayfalar bitti / ömrün sevinçli çağı,o ilkbahar bitti / "Gençlik" adını verdiğimiz o şen şakrak kuş / Bilmedik ne zaman geldi, nasıl uçup gitti.. (ÖMER HAYYAM)
...Bir aktörün beğenilmesi için oyunun bitmesi gerekmez, oynadığı perdede beğenilmesi yeter. Bir ömür, kısa da olsa, gereğince yaşamaya yetecek kadar uzundur...(CİCERO)
...Ne kadar yaşlı olursa olsun, bir yıl daha yaşayabileceğini düşünmeyen var mıdır ?...(CİCERO)
...Ölüme yaklaştıkça, uzun bir deniz yolculuğundan sonra karayı görür gibi oluyor, sonunda limana varacağımı sanıyorum...(CİCERO)
...Yaşlılık yaşamın son perdesidir. Bir temsilin bizi usandırmasından nasıl kaçınıyorsak, yaşlılıktan usanmaktan da kaçınmalıyız, hele yaşama doymuşsak... (CİCERO)
...Museviler için 15. ve 16. yüzyıllarda İstanbul, 17. yüzyılda Amsterdam, 19. yüzyılda Viyana ve 20. yüzyılda ise New York cazip olmuştur...
...İstanbul Musevileri, şehrin diğer sakinleri gibi fetih sırasında büyük acılar çektiler. Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde yaşayan Musevilerin çoğu, gidenlerin yerine "sürgün" yoluyla İstanbul'a getirilmiştir. 19. yüzyıla kadar "sürgünler" geleneklerinde ve vergilerinde "kendi isteğiyle gelenler"den ayrı tutulmuşlardır...
...İstanbul'da, Batı Avrupa'nın tersine, ticaret özgürlüğünde hiçbir kısıtlama yoktu. Sinagog yapımına ise belli belirsiz bir sınırlama getirilmişti. Museviler kısa zamanda ıtriyatçı, nalbant, marangoz ve kimi istisnai durumlarda mültezim, banker ve doktor olarak ortaya çıktılar. Yeni yeni edindikleri servetleri sayesinde, İstanbul gümrükleri için Hıristiyan ve Müslüman konsorsiyumlardan daha yüksek kira teklif edebiliyorlardı. İlk birkaç on yılın ardından tarihlerine bakıldığında, karşımıza çıkan, Musevi tarihinde nadiren rastlanan türden bir mutluluk öyküsüdür. Pogrom (Doğu Avrupa' daki Yahudi kıyımları) , getto, engizisyon gibi sözcükler İstanbul'da bir anlam ifade etmiyordu...
...İstanbul'daki en başarılı Musevi, Rönesans İtalyası'nın hoşgörüsüzlüğü karşısında Osmanlı' ya sığınmayı seçen Giacomo di Gaeta isimli bir doktordu. İslamiyet'i kabul ettikten sonra aldığı isimle Yakup Paşa, Fatih'in hekimi olmasının yanı sıra, Musevi ya da Müslüman bütün torunlarıyla birlikte, vergiden muafiyet hakkı edinmişti...
...11 Mart 1971 sabahı Demirel, gazeteci Cüneyt Arcayürek'i evine çağırır. "Bugünkü yazınızı okudum. Ama devletin istihbarat servisleri yazdıklarınızı doğrular şekilde bilgi vermiyor" der..MİT,yazısında geçenleri bilmeyecekti ha ? Arcayürek şaşırır.. Demirel' e, "MİT'den aldığınız bilgileri bilemem. Bildiğim bir şey varsa,bir müdahale ya mektup ya da muhtıra şeklinde geliyor." der. Demirel hayretle yüzüne bakar Arcayürek'in. Haberin kaynağının gazeteciye sorulamayacağını bilecek kadar naziktir. Gazeteci, "aldığım bilginin doğruluğuna inanıyorum" der ve yanından ayrılır.. Bir gün sonra, 12 Mart günü, TRT, 13.00 haberlerinde Memduh Tağmaç ve dört generalin imzaladığı muhtıra metnini okuyordu. Durumdan başbakanı bilgilendirdiklerini söyleyen Korgeneral Fuat Doğu ; 12 Mart günlerinde MİT müsteşarlığından emekliye ayrılır ve Lizbon'a büyükelçi atanır. .. Fuat Doğu yıllar sonra gerçeği açıklar : MİT, 12 Mart darbesini başbakana bildirmemişti !...
...12 Mart 1971'de istifa ederek parlamentonun kapatılmasını engelleyen Demirel ve muhalefet, mecliste asker isteklerine zaman zaman karşı koydular. Ve.. genelkurmay başkanlığından istifa edip cumhurbaşkanlığına adaylığını koyan Orgeneral Faruk Gürler'in cumhurbaşkanı seçilmesini engellediler...
...Nihat Erim, çoğunluk partisi AP'den kimi milletvekillerini alarak hükumeti kurdu. 7 Nisan 1971'de Meclis'ten güvenoyu aldı. Önce İnönü ile görüştü. Sonra Demirel'le konuştu. AP lideri, "Bizden aday istediniz, sonra da gösterdiğimiz adayları değil de başkalarını seçtiniz, neden ?" diye sordu. Yanıt şuydu : "Ben zaten onurlu bir işin içinde değilim !" Bu yanıt,bakanları Erim'in değil, askerlerin saptadığını gösteriyordu...
...1972'nin Nisan ayında istifa eden "bağımsız" Erim'in yerine bu defa "tarafsız" bir aday arayan Sunay, Suat Hayri Ürgüplü'yü buldu.. Ürgüplü, hazırladığı hükumet listesini Sunay'a götürdü. Her bakan ismini inceleyen ve isminin yanına 'Kabul' demek olan 'K' harfini koyan Sunay, listeyi kapı önünde basına okuması için ona verdi. Saat 13.00 haberlerinde kamuoyuna da duyurulduktan yedi saat sonra, 20.45'de radyo bu kez Ürgüplü hükumetinin cumhurbaşkanlığı tarafından onaylanmadığını ilan etti !.. Senato başkanı Atasagun' un, "neden önce kabul edip de sonradan onaylamadığı" sorusuna Sunay şu tarihi cevabı verdi : "Doğru,önce 'K'ları koyduk fakat sonradan 'iş' çıktı" İşi çıkaran T.C. tarihinin en kısa hükumetinin onaylanmasını istemeyen orduydu !...
...Dünyadaki büyük şehirlerde çok sayıda uzun vadeli leasinglerle satın alınmış evler, apartman daireleri var. Bomba patlamalarına karşı dayanaklı kapı ve pencereleri olan ; Beyaz Saray'daki pencere camları gibi, tarayıcıları geçirmeyen camları olan ; çoğu uzun sürelerle boş bırakılan ve sadece operasyonlarda kullanılan karargah evler...
...1990'larda Başbakan Netenyahu'nun karısı Sara, ABD Başkanı Clinton'ın karısı Hillary gibi, yönetimde etkin bir rol oynamak istiyordu... Mossad'ın Tel-Aviv'deki merkez binasını ziyaret ettiklerinde dünya liderlerinin psikolojik profillerini görmek istemiş, özellikle Clinton'ın cinsel yaşamıyla ilgili ayrıntıları öğrenmek istemişti !.. Denizaşırı yolculukları sırasında konukları olacakları İsrail büyükelçileri ve konsoloslarının evraklarını görmek istemiş, mutfaklarının temizliği ve konuk odalarının yatak örtülerinin ne kadar sıklıkla değiştiği gibi konularda sorular sormuştu... Bu istekler karşısında şaşıran Mossad yetkilileri, başbakanın karısına bu tür bilgileri toplamasının kendi alanlarına girmediğini söylemişlerdi...
ELİF ' ten SEÇMELER...
..."Seni seviyorum" demeyi sadece "seni affediyorum" diyebilenler becerir...
...Gözyaşları ruhun kanıdır...
...Hayat, ölünce uyandığımız bir rüyadır...
...Kimin her şeye gücü yeter ? Çocukların.. Çocuk güvensizliği, korkuyu bilmez, kendi gücüne inanır ve tuttuğunu koparır...
...Geçmişine değil, ruhuna git !.. İnsanın belleğinden yakasını kurtarması büyük emek ister, ama bunu başardığında sınırlarının zannettiğinden çok daha geniş olduğunu görür...
...İnsanların olmamızı istediği kişi değiliz. Olmaya karar verdiğimiz kişiyiz. Suçu başkalarına atmak çok kolaydır. Ömrünü başkalarını suçlayarak geçirebilirsin, ama başarılarının da tökezlemelerinin de tek sorumlusu sensin...
...Dilenci nasıl ihtiyaçtan dilenirse, sadaka veren de ihtiyaçtan verir.. Sadaka, iki ihtiyacın arasındaki bağdır...
...Sözler,kağıda dökülmüş gözyaşlarıdır.Gözyaşları, akan sözlerdir. Onlar olmasa sevincin ışıltısı olmaz, hiçbir üzüntünün sonu gelmez. Bundan dolayı, gözyaşlarınız için sağ olun...
..."Dejavu" zamanın geçmediğinin bir kanıtı, daha önce gerçekten yaşanmış olup şimdi tekrarlanmakta olan bir şeye doğru bir sıçramadır...
...Tanrı gönül gözümüzü ancak bir şeylerin değişmesini arzu ettiği anda açar...
...27 Mayıs MBK'den Yüzbaşı Numan Esin şöyle diyor : "Gerek 27 Mayıs, gerek 12 Mart ve gerekse 12 Eylül'de halktan tepki gelmedi. Bunu iki türlü yorumlamak mümkün. Birincisi, ordunun, Türkiye'de halkın gözünde gerçekten olağanüstü güçlü bir yeri var. Yani, 'orduya karşı gelinmez, ordu bizim her şeyimizdir, ordunun yaptığı doğrudur' görüşü egemen. Halkta, doğru olduğuna inanmasa bile, boyun eğme eğilimi var. İkincisi, karşı çıkma eğilimi olsa bile, Türkiye'de bunu gerçekleştirecek organizmalar yok. Sendikalar, siyasi partiler zayıf, silahlı güç hiç yok. Örneğin bir emniyet örgütü bu tip darbelere ve müdahalelere karşı çıkabilirdi"...
...Yine Numan Esin'in anılarından : "Ankara'dan Cemal Madanoğlu aradı ve Cemal Paşa'yı getirtemeyeceklerini ve İstanbul'da bulunan bizlerden, onu uçakla aldırtıp Ankara'ya götürmemizi istedi. Hemen Mucip Ataklı ile görüştüm, Muzaffer Özdağ'ı görevlendirdik. Yanına iki subay alarak havaalanına gitti ; oradan bir uçakla İzmir'e uçtu. Paşa'yı alıp Ankara'ya götürdü. 27 Mayıs günü öğleye doğru oldu bu iş.." ...
...Cemal Gürsel, Ankara'daki ihtilalci subaylara, "ihtilal tamam, hadi siz gidin kıtalarınıza hakim olun, biz devleti idare ederiz" demiş. Bu sözler ihtilalciler arasında müthiş bir tepki yaratmış. Adamlar başlarını koyarak geliyorlar, ihtilali yapıyorlar, sonra da kerhen işin başına getirilen Gürsel, "gidin kıtalarınızın başına" diyerek kovalıyor onları !...
...İnönü ile ihtilal karargahının ilk ve yetkili teması, 28 Mayıs'ta ve günün erken saatlerinde oldu. Bu bir telefon konuşmasıdır. Telefonun öbür ucunda Cemal Gürsel vardır : " - Sayın Paşam" , " - Buyurun Paşa hazretleri" , " - Size karşı kusurluyuz Paşam. Hareketimizi, size önceden haber vermedik. Fakat haber verseydik, bizi bundan caydırmak isteyeceğinizi biliyorduk. Yapacak başka bir şeyimiz kalmamıştı. Bizi affetmenizi rica ediyoruz. Emirleriniz bizim için daima Peygamber buyruğudur sayın Paşam..." ...
...27 Mayıs İhtilal Komitesinden Yüzbaşı Numan Esin anılarında şöyle anlatıyor : " Cemal Gürsel'in oğlu Özdemir gümrük komisyoncusu olmuştu. Bunun üzerine bir dedikodu başladı. Türkeş'ten dinledik.. Cemal Gürsel demiş ki, 'Yahu Türkeş, bizim bu Özdemir ne kadar akıllı çocukmuş, ne kadar güzel işler yapıyor.' Bunun üzerine Türkeş, 'oğlundaki cevherin şimdi ortaya çıktığını sanıyor. Buna bir çare bulalım' diye konuyu bize açtı.. Biz de dedik ki, 'Derhal kulağını çekin ve bu işlerden vazgeçmesini, kendi adını kullandırtmamasını, aksi halde kendi için kötü olacağını söyleyin.' .. Türkeş ile Rıfat Baykal Özdemir Gürsel'i çağırdılar. 'Babanın haberi olmasın senin ayaklarını kırarız ' şeklinde çok ağır bir ifadeyle onu uyardılar. Gürsel zaten yumuşak huylu bir insandı ; oğlunun başarılı bir işadamı olduğunu sanarak, böyle bir hataya düşmüştü. Uyarı yapılmasaydı Gürsel ve Komite ilerde suçlanabilirdi. Bu yüzden önemli bir arkadaşlık görevi yerine getirilmiştir." .. Takip eden günlerde, Numan Esin'in de aralarında olduğu on dört subayın MBK'den tasfiye edildiği günlerde kısmi bir felç geçiren Gürsel o felci belki de bu olayı öğrendiğinde geçirmişti...
...1930'larda Yahudiler istihbarat toplama işlerini gizlice ilerlettiler. Resmi bir isim ya da lider yoktu. Kudüs'ün Arap mahallelerinde yaşayan seyyar satıcılar ve İngiliz subaylarının ayakkabılarını boyayan çocuklar işe alındı. Şehrin prestijli Arap Rouda Kolejinden öğrenciler, öğretmenler ve bazı iş adamları da buna dahildi.. Her Yahudi bir Arap casus kiralayabilirdi ; tek şart, elde edilen bilginin paylaşılmasıydı. Yahudiler böylelikle zaman içinde sadece Araplar ile ilgili değil, aynı zamanda İngilizlerin niyetleriyle ilgili de önemli bilgiler topladılar...
...1935 yılında, İbrani dilinde "savunma" anlamına gelen Haganah örgütüne çok sayıda genç Yahudi katılmaya başladı. Güçlü bir gizli ordunun temeli atılıyordu. Fiziksel açıdan sert, güçlü ve çöl tilkileri kadar kurnaz...
...2. Dünya Savaşı sırasında, sömürgeci subaylarla arkadaşlık eden kadınlar, İngilizlere mal satan esnaf, ağırlayan kafe sahipleri ortaya çıkarılmaya başladı. Saptanan kişiler geceleri ele geçiriliyor, yargılanmak üzere Haganah'ın önüne getiriliyordu. Suçlu bulunanlar ya ağır şekilde dayak ya da şehrin yakınlarındaki tepelerde başlarının arkasına sıkılan bir kurşunla idam cezasına çarptırılıyordu. Bütün bunlar, Mossad'ın daha sonra sergileyeceği acımasızlığın bir öncü göstergesiydi...
...1949'da kurulan beş ayrı istihbarat servisi, 2 Mart 1951'de Mossad adıyla birleşti. Başlangıç olarak 20.000 İsrail poundluk bir bütçesi vardı. Bunun 5.000 poundu sadece Başbakan Ben-Gurion'un onayıyla özel görevlerde kullanılacaktı...
...Irak'ta, görevi ordunun üst kademelerine sızmak ve Irak'taki Yahudileri İsrail'e kaçırmak olan bir ajan grubu vardı. Mayıs 1951'de, Mossad kurulduktan dokuz hafta sonra, Bağdat'taki Irak güvenlik güçleri grubun üzerine ani bir baskın düzenledi ve iki İsrail ajanıyla beraber düzinelerce Arap Yahudi tutuklandı. İki ajan idama, on yedi kişi müebbet hapse mahkum oldu. İki ajan bir süre sonra, korkunç işkenceler gördükleri hapishaneden salıverildiler !. Karşılığında Irak İçişleri Bakanı'nın İsviçre' deki özel hesabına yüklü bir miktarda para yatırıldı.
...Hücre evleri genellikle Mossad'ın şehir dışındaki casus okulunun öğrencilerinin sokak tekniklerini öğrenirken kaldıkları yerlerdi. Birini nasıl izleyeceklerini, kendilerini izleyenleri nasıl atlatacaklarını, mektup kutularına nasıl bomba yerleştireceklerini, gazete içine gizlenmiş bilgileri birbirlerine nasıl aktaracaklarını buralarda öğrenirlerdi. Hedef bir ülkeye giden bir "katsa" ya talimat vermeyi, özel mürekkeple mektup yazmayı öğretirlerdi. Son yirmi beş yıldır dünyanın her yanında "katsa" olarak çalışmış Yaakov Cohen şöyle diyor : "Herkes ve her şey bir araç olarak kullanılabilir. İnsanlara yalan söyleyebilirim. Çünkü onlarla ilişkilerimde gerçeğin yeri yoktur. Önemli olan tek şey, onları İsrail'in çıkarları için kullanmaktır. Mossad ve İsrail için doğru olanı yap !"...
...Eski bir Mossad yetkilisi olan Victor Ostrovsky 1991 yılında şöyle diyordu : "Bütün dünyada yaklaşık 35.000 katsa var. Bunlardan yirmi bini faal, on beş bini ise uyur durumda.
...Arap ajanlara "siyah", Arap olmayanlara ise "beyaz" deniyordu. "uyarıcı ajanlar" ise, savaş hazırlıklarını rapor ederlerdi. Hastanelere yoğun kan alınmaya başlanması, limanlarda savaş gemilerinin fazlalaşması gibi...
...İstakozlar kabuk değiştirirken derinlerdeki kayaların diplerine saklanırlar. Çünkü o sırada düşmanlarına karşı güçsüz ve çaresizdirler.. Aslında insanların da böyle, kabuklarından sıyrıldıkları anlar vardır ve bu anlarını kimselere göstermek istemezler, yalnızlığı seçerler...
...Flamingolar süt üretebilen iki kuş türünden biridir. Diğeri güvercinlerdir. Flamingolar bir yere kapatıldıklarında, kendi yavruları olmasa da, yavru bir flamingonun ağlamasını duyarlarsa kendiliğinden süt üretirler...
...Bir çay kaşığı bal üretmek için on iki arının ömür boyu çalışması gerekir. 450 gr. bal üretebilmek için bir arının 75.000 km. yol katetmesi gerekir...
...Cüssesine göre en büyük beyine sahip olan canlı, karıncadır. Vücudunun % 6' sını oluşturur. Karıncalar 130 milyon yıldır yaşıyor. Dünyadaki karıncaların toplam kütlesi, insanlarınkinden fazladır. Dünyadaki toplam böceklerin yüzde birini oluşturur ve sekiz bin türü vardır. Günde sadece birkaç dakika uyur, su altında on dokuz gün yaşayabilirler. Yollarını bulmalarına yarayan görsel bir hafızaları vardır. Geçtikleri yerlerin seri fotoğraflarını çekiyor gibidirler. Bilimciler karıncaların minnacık beyinlerinin bu kadar bilgiyi nasıl sakladığını açıklayamıyor...
...Bazı hayvanların tutsaklık koşullarında üretilmesi çok güçtür. Örneğin, dişi çitaların yumurtlayabilmesi için, birkaç erkek çita tarafından, cinsel ilişki amacıyla kovalanması gerekir. Bu durum çitaların tutsaklık koşullarında üreyememesinin başlıca nedenlerindendir...
...14 Mayıs 1950 seçiminden sonra yapılan devir-teslim görüşmesi sırasında, Bayar ile İnönü arasındaki birer cümlelik "NATO sohbeti" ünlüydü.. Bayar sormuştu : "Niye NATO'ya girmediniz ?" İnönü de ona sormuştu : "Aldılar da girmedik mi gözüm ?"...
...Menderes "fiilen" genel başkandı. Bayar cumhurbaşkanı seçilince, genel başkanlık görevini (görüntüde) bırakmıştı. Bayar'ın gücünü iyi bildiği içindir ki, Menderes, cumhurbaşkanına karşı (özellikle önemli siyasal konularda) direnç gösterecek durumda değildi. Hele "büyük siyaset" akla gelince.. Bayar'ın istemediği bir yöntem ya da olumlu oluşmayı, Menderes'in kotarması düşünülemezdi. Bayar, oğlu gibi sevdiği Menderes'i, bir çocuğu gibi etkileyip dilediği noktaya sürükleyecek denli iradesine de, parti güçlerine de egemen bir insandı...
...Bayar, "siyasi hasım" olan İsmet Paşa'yla olan polemiklerinde acımasız olan Menderes'in, CHP lideri ile yan yana geldiğinde Paşa'nın tarihsel kişiliğinden ve mantığından etkileneceğinden çekiniyordu. İsmet Paşa da, Menderes'in bu yönünü keşfettiği içindir ki, "tarafsız" cumhurbaşkanıyla, öteki DP önderlerinden çok, Menderes'le bir araya gelmeyi istiyordu. İsmet Paşa'nın elinde mantıklı bir koz da vardı : Menderes, DP Genel Başkanı ve Başbakandı. Sorumlu görevde olan Menderes idi..
...Bayar, CHP'nin sokak hareketlerini kışkırtan kuruluş olduğunu belirtiyor ve 27 Mayıs'ı İsmet Paşa'nın gerçekleştirdiğine inanıyordu.. Eski milletvekillerinden Sıtkı Yırcalı, "fısıltı gazetesiyle yayılanların dışında, örneğin, kuzey illerimizden Kars'ın, Ardahan'ın Ruslara satılacağını anlatan broşürler dağıtılıyordu. Başbakanın Rusya'ya gideceğini, borç para karşılığında ülke topraklarını vereceğini öne sürüyorlardı.." diye anlatır.
...İsmet Bey, ulusal savaşa katılmadan önceki günlerde, 27 Ağustos 1919'da, Kazım Karabekir Paşa'ya gönderdiği mektupta, 1918'lerde, 1. Dünya Savaşı'nda yenilen Osmanlı Devleti'nin içine düştüğü durumu irdeliyor, "Amerikan mandasının tek kurtuluş yolu" olduğunu yazıyordu... Bu mektup İnönü'nün o tarihlerde askerlikten ayrılarak çiftçilik yapmayı düşünecek kadar karamsar olduğunu kanıtlar...
...İnönü başbakanlık görevindeyken, özellikle bu görevden ayrıldıktan sonra kimi kişilerden oluşan çevrelerde, Atatürk karşıtlığı başta olmak üzere, suçlamalara maruz kaldı. Örneğin 19 Mayıs Stadında yapılan bir törende, halkın "yaşa" tezahüratıyla karşılanmasından sonra Atatürk'e kimileri tarafından, İnönü'nün "maksatlı hareket ederek böyle bir düzenleme yaptığı" söylendiğinde Atatürk, bu söylentileri, "yıllarca başbakanlık yaparak ülkeye hizmet eden bir insanı halkın, gençlerin böyle tezahüratla karşılamaları normaldir" diyerek kabul etmedi...
...1943 Aralık ayında,Roosevelt ve Churchill ile görüşme yapmak için geldiği Kahire'de Mena House Otelinde kalıyor.. Bir toplantı sırasında söz alır ve : "Ben her zaman günlük yürüyüşümü yaparım. Burada da çıkıyorum bahçeye, ağaçlar üzerinde tüfekli nöbetçiler var. Duvarda makineli tüfekler.. Rahat edemiyorum. Bu, bana karşı değil, beni koruyorlar ; müteşekkirim ama, yürüyüşüm de böyle olmuyor" der.. Herkes gülümser.. Churchill söze karışır : "O sizin gördükleriniz bir şey değil. Bizi yirmi beş hava filosu da yanımızdaki meydanlardan koruyor. Bir de üç yüz küsur uçaksavar topu var" İnönü sorar : "Peki bunlar yeterli mi ?.." Churchill : "O hiç belli olmaz. Alman uçakları Girit'ten, şuradan buradan kalkar, buraya da saldırabilir.." diye yanıtlar. O bunları söylerken, Roosevelt'in gözleri parlar, İnönü'nün lafı nereye getireceğini anlamıştır. İnönü şöyle der : "Demek öyle. Bizim koca İstanbul' umuzun korunmasına bir buçuk filo yeter diyorsunuz, burada futbol sahası kadar bir yer için 25 filo yetmiyor, 300 top yetmiyor öyle mi ? " Roosevelt kahkahayı atmış, "Yakalandın Churchill, yakalandın !"...
...Demokrat Partili bir Bolu milletvekili vardı. Adı Zuhuri Danışman' dı. Daha önceden eğitimciydi, tarih öğretmenliği yapıyordu. Okullar için bir tarih kitabı yazmış, kitap Milli Eğitim Bakanlığı'na yardımcı kitap olarak kabul edilmişti. Ama bunun sayfalarını karıştıran öğrenci velileri, hayretler içinde şunu görmüşlerdi : İsmet İnönü'nün adı, Kurtuluş Savaşı tarihinden çıkarılmıştı. İnönü Muharebelerinin adıyla birlikte !.. Lozan'ın barış müzakerecisi de, Atatürk döneminin on dört yıllık başbakanı da, Cumhuriyet tarihinin ikinci cumhurbaşkanı da yok sayılmıştı.. Muhalefet basını, kitabı "Zuhuri Tarihi" diye adlandırdı. Neden sonra, hükumet, kitapta "bazı eksikler" olduğunu kabul etti. Fakat İnönü'nün adını tarihten silme çabaları bitmedi...
...Atatürk'ün okuduğu kitapların sayısı : 3.997 !.. Yalnız tarih, askerlik ve bilim ile ilgili kitapları değil, gençliğinden itibaren zaman zaman roman okuduğu da biliniyor. Bilhassa Reşat Nuri Güntekin'in "Çalı Kuşu" ve Aka Gündüz'ün "Dikmen Kızı" romanlarını çok severek okumuştu. Kitap sevgisiyle yaşadı ve öldü...
...Herhangi bir konu üzerinde çalışırken, aralıksız olarak kırk saat çalıştığı olmuştu. Bu çalışmalar sırasında yemek dahi yemezdi. Yanındakilerin ricasıyla bazen bir dilim kızarmış francala yer, bir bardak da ayran içerdi. Ama her saat başı yarım kesme şekerle pişirilmiş Moka kahvesinden de bir fincan içerdi...
...Özden Toker, Atatürk öldükten ve babası İsmet İnönü cumhurbaşkanı seçildikten sonra, İstanbul'a her gidişlerinde annesi Mevhibe İnönü ile mutlaka Latife Hanım'ı evinde ziyaret ettiklerini ; Atatürk'ün Latife Hanım'la ayrıldığını işittiği gün babası İsmet Paşa'nın ağladığını anlatır...
...Latife Hanım'ın, 27 Mayıs 1960'da askerlerin yönetime el koyduğu gün CHP lideri İsmet İnönü'ye yazdığı mektupta, "çıkın sokağa, sizi karşılarında görmeleri darbeyi önler" özetindeki mektubu demokrasi rejimine olan bağlılığının kanıtıdır...
...Latife Hanım yapayalnız öldü ve ne yazık ki cenazesinde de yalnızdı. Birkaç akraba.. Tabutuna sarılacak Türk bayrağı bile zar zor bulunabildi !.. Atatürk'le iki yıl evli kalmış, saygın ve değerli bir kadına bu saygısızlık gösterilmemeliydi...
...Ürdün Kralı Hüseyin CIA bordrosundaydı !.. Yirmi yıl boyunca ücretini almıştır. 18 Şubat 1977'de Bob Woodward imzasıyla Washıngton Post gazetesinde yayımlanan haberde, Hüseyin'e paranın, CIA'e bilgi vermesi, öteki Ürdün yetkililerine aynı amaçla para transfer etmesi ve CIA ajanlarının serbestçe faaliyette bulunması karşılığında, doğrudan CIA Amman istasyon şefi tarafından elden ve nakit olarak ödendiği bildiriliyordu. Bu gizli ödemelerden haberdar edilmeyen Başkan Carter'ın bundan rahatsız olup basına sızdırması sonucu ortaya çıkan habere göre, ilk başlarda yani 1957'de ödenen meblağ milyonları bulmuş, sonraları ise 750.000 dolara düşürülmüştü. Bir CIA yetkilisine göre, kralın sabahları ilk işi istasyon şefini aramaktı. 1970'lerin ikinci yarısında CIA'in yıkıcı faaliyetlerinin ayyuka çıkması ve muhalefet nedeniyle Ford yönetimi bu ödemeleri saptamış, çok uygun olmadığını bildirmiş ama ücret ödenmeye devam edilmişti....
...Daha doğudan bölgeye giren şeker, yani şeker kamışı Arap-Müslüman yönetiminde batıya doğru götürüldü. İran'da şeker, "şeker" olarak, şeker kamışı da "kand" olarak anılırdı. Bu iki kelime modern İngilizce'ye de geçmişlerdir.( "Sugar" ve "Candy").. Şeker Helen-Roma dünyasında pek bilinmez ve ancak tıbbi amaçlar için kullanılırdı. Yiyecek ve içecekler gerektiği zaman balla tatlandırılırdı. Ortaçağ'da şeker tarımı ve üretimi Mısır'a ve Kuzey Afrika'ya yayıldı ve şeker Müslüman Orta-Doğu'nun Hıristiyan Avrupa'ya belli başlı ihracat maddelerinden biri haline geldi. Şeker kamışı tarımı ve plantasyon sistemi Kuzey Afrika'dan Müslüman İspanya'ya, oradan Atlantik adalarına ve daha sonra da Yeni Dünya'ya taşındı...
...Suriye sınırlarındaki Namara'da bulunan ve en eski Arap yazıtı olan 328 tarihli bir mezar taşında, İmrül Kays İbn Amr, "Tac giyen ve Asad ve Nizar ile krallarını boyunduruk altına alan bütün Arapların kralı" olarak anılır. Burada sözü edilen kral herhalde sınır beyliklerinden birinde hüküm sürmüştür...
...Halep, 16. ve 17. yüzyıllarda Osmanlı'nın İstanbul ve Kahire'den sonra üçüncü büyük şehriydi. Aynı zamanda Akdeniz'in en önemli ticaret merkeziydi. 16.yüzyılda nüfusu o kadar kalabalıktı ki, yabancı seyyah M.d'Aramon'a göre, 1555 yılında Halep'te vebadan 120.000 kişinin öldüğünü ve afet durduğunda şehrin nüfusunda bir azalmanın fark edilmediğini yazar..
...Chevalier d'Arvıeux'ye göre Halepliler Osmanlı İmparatorluğu içinde "en yumuşak başlı, en nazik insanlardır." Hepsi meslek sahibidirler...
"MELEĞİN OYUNU" KİTABINDAN ;
..."Kırık kalpler hakkında en iyi şey nedir bilir misin ? Bir kere kırılırlar o kadar.. Ondan sonra sadece çizikler olur.."
..."Bana neyinle övündüğünü söyle, sende neyin eksik olduğunu söyleyeyim (..) Yetersiz insanlar hep kendilerini uzman olarak tanıtırlar ; zalimler müşfik, günahkarlar dini bütün, tefeciler hayır sever, kibirliler alçak gönüllü, pespaye insanlar zarif, boş kafalılarsa entelektüel olduklarını iddia ederler.."
..." Hediye atın dişlerine bakılmaz !.."
..."Tanrı dişsizlere ekmek bahşeder.."
..."Bir erkeğin zaafları olmalıdır, tercihen de pahalı cinsten. Yoksa yaşlandığı zaman bağışlanacak günahı olmaz.."
..."Çoğu büyük dinin, kabul gördükleri toplumların en yoksul ve genç nüfusa sahip olduğu sırada doruk noktasına çıktığını anladım. Nüfusunun yüzde yetmişi on sekiz yaşın altında olan toplumlar, ki bunun yarısı şiddet heveslisi ve üreme dürtüsü yüksek erkeklerdir, bir dinin ortaya çıkıp kabullenilmesi için ideal bir ortam oluşturuyor"...
...Sultan 2. Ahmed daha cülus etmeden evvel saray kadınlarının halinden haberdardı. O zamanlar 2. Süleyman hastaydı. Kadınla meşgul olacak hali yoktu. Saraydaki güzeller hislerini ve zevklerini tatmin edecek erkek yüzü görmekten yoksundular. Nihayet Arap haremağalarıyla ilişkide bulunmaya başladılar. Haremağaları geceleri nöbetçi kaldıkça saraylılarla edepsizlik yapmaktan geri durmazlardı.. 2. Ahmed cülusundan sonra, hizmeti olmayan Arapların içeri girmesini ve nöbetçi olanların gece kalmamasını istedi. Bu yasak Arapların da kızların da canını sıktı. Sonunda Araplarla anlaştılar, söz birliği ettiler ve her gece ortalığı telaşa vermeye, kah duvarda, kah damda, kah odalarda koca gördük diye feryat etmeye başladılar. "Koca gördük", Harem dilinde adam gördük demekmiş.. Bir Pazar gecesi yine böyle bağırdıklarında bir grup Arap kılıçlarıyla has odaya geldiler ve tesadüfen bir adam gördüler. Meğer o gece has oda bostancılarından bir garibin canı erik istediği için duvardan uzakta bir erik ağacına çıkıp erik koparıyormuş.. Haremağaları hemen adamı yakalayıp, "işte Hareme giren budur, bahçeden inerken tuttuk" diyerek döve, söve kızlarağasına getirdiler. Zavallının feryadından saray hademeleri ayağa kalktı. Darüssade Ağası geldi. İnsaflı ve dindar bir adamdı. Duvar ile ağacın arasının hem çok uzak, hem de duvarın ağaçtan çok yüksek olması atılan iftiranın saçmalığını ortaya koyduğu halde, başı gidecek korkusundan, o da bunlara uydu. Padişah da inanıp çok kızdı. Ertesi gün Bostancıbaşı Süleyman Ağa olayı kabul etmediğini, mesafelere bakılırsa bu işi yapmanın mümkün olmadığı, eğer mümkünse ibret için kendisi dahil tüm adamlarının idam ettirmesini söylediği halde zavallı bostancının başı Bab-ı Hümayun önünde vuruldu, bütün ağaçlar kestirildi. Kapı Ağası Süleyman Ağa azledildi, yerine has odabaşı Hacı Mustafa Ağa ve onun yerine Saray kethüdası Koca Abdullah Ağa tayin edilip kürk giydirildi. Araplar da eskisi gibi girip çıkmaya devam ettiler !...
...Köprülüzade Mustafa Paşa, sultanın bizzat başında bulunduğu ve huzursuz yeniçerilerle sipahiler eşliğinde yapacağı bir sefer sayesinde sürekli ayaklanmaları sona erdirebileceğini umut ediyordu. 2. Süleyman bu amaçla İstanbul'dan ayrılarak Edirne'ye gidecekti, ama Hazine öylesine boşalmıştı ki, seyahatin masraflarını karşılamak için sarayın altın ve gümüş tabaklarını ve başka değerli eşyaları satmak zorunda kaldı.. Yerli ve yabancı kayıtlardan okuduğumuz kadarı ile, öyle muazzam sayı ve değerde hediyeler gelmiş ki, şu anda müzelerde sergilenenlere bakıldığında bu tip satışların ne kadar çok yapıldığı da ortaya çıkıyor...
...Sokollu Mehmed Paşa'nın Venediklilerden ve Almanlardan aldığı paralardan, Boğdan ve Eflak'tan gelen hediyelerden oluşan günlük 5.000 altın, ki sadece bu gelirler yılda 1.000.000 altın ediyordu ve maaşı ile Avrupa ve Asya'daki sayısız mülklerinin gelirleri- yılda 1.800.000 altın- ölümünden sonra ailesine bıraktığı 22.000.000 altını açıklamaya yetmez. Koskoca Padişah 4. Murad'ın öldüğünde iç hazinede 30.000.000 altın bıraktığı da düşünülürse.. İmparatorluk sınırları içindeki tüm tayinler Sokollu' nun elinden geçtiği için, Boğdan ve Eflak prenslerinin, patriklerin, metropolitlerin, piskoposların ve icarcıların genelde para olarak gönderdikleri hediyelere imparatorluk dahilindeki makamların dağıtımı sırasında elde edilen gelirler de ekleniyordu. Bu sayede Sokollu "parasal açıdan hiçbir Alman hükümdarın olmadığı kadar" zengin oldu, zira "tüm makamlar satın alınmak zorunda" deniyor aynı dönemin bir Alman kaynağında.. Bu kaynağın yazarı Gerlach'ın Sokollu'ya değil, sisteme kızdığı anlaşılıyor.. "Türkiye'de her şey akçeden sorulur" deniyordu...
...1580'li yıllarda dokuz paşanın ölümünden sonra mallarına el konulmasıyla Hazine'ye 3.500.000 altın kazandırıldı (bugünkü değerle yaklaşık 700 milyon dolar)...
...1544-1561 arası vezir-i azamlık yapan Rüstem Paşa'nın, paranın değerinde tahıl piyasasında manipülasyonlar yaparak ve devlet görevlerini para karşılığı satarak devletin gelirlerini artırdığı söylenir. kendisi de çok büyük bir kişisel servet edinmiştir ve çağdaşlarına göre rüşvet, onun vezir-i azamlığı döneminde standart uygulama haline gelmiştir...
...Ahmed Cevdet Paşa, 1700' lü yıllardaki rüşvet konusunda şunları söylemiş : " Asıl dertlerin başında rüşvet geliyordu. Kimse uzmanı olduğu için bir işin başına getirilmiyor ; ya birinin yakını olduğu, ya da birine para yedirdiği için kayırılıyordu. Marifet, bunun önüne geçebilmekti. Böyle sonu gelmez, gerçekleşmesi olanaksız, olsa da yarar sağlamaz şeyler için fermanlar çıkarılması halk arasında 'padişah yasağı üç gün sürer' sözünü, atasözü haline getirmişti"...
...Sultan "Deli" İbrahim'i üfürüğüyle güya iyileştiren Safranbolulu "Cinci Hoca" Hüseyin Efendi, devleti hortumlamakta korkunç derecede obur bir insandı.. Aşıladığı telkinlerle, Sultan İbrahim tahta geçer geçmez, 1644 yılında, Anadolu Kazaskerliğine atandığında, müderrisliğin ilk kademesine bile ayak basmamıştı.. Ancak gücü, kazaskerliğin de ötesine varmış, devlette istediğine istediğini yaptırır hale gelmişti. Kendisi gibi pek çok cahil insanı önemli yerlere tayin ettirmiş, bunların birçoğunu ise daha ödedikleri rüşveti çıkartamadan azlettirmiştir... Kadılıkların tayini gizli bir "ihale" mekanizmasına dönüşmüş, en fazla parayı verende kalır olmuştu.. Sonunda Sultan İbrahim şikayetlerin kesilmemesine dayanamayıp hocayı görevden almış, bunca rüşvet şikayetine rağmen, yine de tahsis ettiği konaktan başka varlığına el sürmemişti. Ters bir üfürükten korkuyordu herhalde !.. Sultan İbrahim'in katlinden sonra yerine geçen 4. Mehmed'in cülus bahşişi için çok para gerekiyordu ama hazine tamtakırdı.. Cinci Hoca'dan 200.000 akçe istendiyse de vermedi. Bunun üzerine harekete geçen yetkililer, evini basarak 200.000 akçeyi aldıkları gibi, iki sandık dolusu altın ve beş yüz samur kürkünü de ele geçirdiler. Defterlerini inceleyen memurlar, masrafı çıktıktan sonra daha 3.000 kese olması gerektiğini hesaplayınca, kellesinin gideceğini anlayan hoca, merdiven altına gömdüğü 12 güğüm dolusu akçeyi ve 70.000 kuruşu da çıkartıp vererek kellesini kurtardı..
...Halbuki 4. Murad 1640 yılında öldüğünde hazinede 15.000.000 duka altını (yaklaşık 3 milyar dolar) bırakmıştı !.. Sultan İbrahim devrinde savrulan hesapsız serveti anlayın artık... 4. Murad'ın şahsi serveti (İç Hazine) 30.000.000 altına kadar yükselmişti. "Osmanlı'nın gelmiş geçmiş en zengin padişahı" olmuştu...
...Bir hamam görevlisini vezir, bir pirinç tüccarının oğlunu Yeniçeri Ağası, kendisini cambazlık yaparak eğlendiren bir Çingeneyi devletin en üst makamlarından birine getiren, bir meşaleciyi Beylerbeyi yapan Sultan İbrahim ; herkesi getirdikleri hediyelere göre takdir ediyordu ve Evliya Çelebi'nin dediği gibi, "kendi vezirlerinden bile rüşvet alıyordu" !...
...
...17 Eylül 1569 gecesi Venedik şehir halkı, tasavvur edilemeyecek şiddette bir patlama sesiyle uyandı. Pencerelere ve kapılara uğrayanlar, göklere yükselen alev sütunları görüyorlardı. Tersane tarafından şehrin merkezine doğru bir kaçışma oluyordu. İstanbul' dakinden sonra Avrupa'nın en büyük gemi inşaat merkezi olan Venedik Tersanesinin barut deposu ateş alarak patlamıştı. Şehirde panik büyük oldu. Zarar ve ziyan, her türlü tahminin üzerindeydi. Çıkan büyük yangın tersaneyi mahvettiği gibi, limanda yatan birçok gemiyi de tutuşturmuştu. Şehirde, "İhanet !.. Türkler geldi !.." feryatları yükseliyordu.. Gerçekte Türkler gelmemişti. Fakat halkın sezgisi yerindeydi. Barut deposu, Türk casuslar tarafından ateşlenmişti. Bu projeyi bizzat Damad Piyale Paşa düzenlemişti... Venedik halkı, şehirdeki Türk fevkalade elçisi Kubad Çavuş'u linç etmek istedi. Ancak Venedik Hükumeti, Türk diplomatını Doç'un sarayının arka kapısından çıkartarak hayatını kurtarmayı başardı. Zira Türk elçisinin başına bir şey gelirse, Türklerin aynı muameleyi Venedik'in İstanbul'daki baliosuna uygulayacakları kesindi.. Venedik şehri tarihinde bir örneği dahi olmayan bu olaydan Venedik Cumhuriyetinin tek kazancı, Türklerin kendilerine karşı bir savaş hazırladığı kanısına varmaları oldu..
...1570'lerin ilk yıllarından itibaren, Venedikli yetkililer Müslüman tüccarlar için uygun barınma ve depo yerleri bulmaya çalışıyorlardı. Çünkü Müslüman tüccarların şehre yayılmalarına izin verilecek olursa, bunların "hırsızlık yapmasına, oğlanları baştan çıkarmasına, Hıristiyan kadınlarla gezmesine" engel olunamayacaktı.. "Asiatici" diye adlandırılan bu Osmanlı tüccarlar, esasen şehrin her yanına dağılmış oldukları için zaman zaman Venediklilerin tacizlerine maruz kalıyorlardı. 1594'de çıkarılan bir yasa ile, Türk tüccarlara hakaret ya da saldırıda bulunacaklara hapis ya da başka cezalarla gözdağı veriliyordu. 1621'de nihayet tüm Osmanlı tüccarlarını "Fondaco dei Turchi" denilen büyük bir binaya yerleştirdiler...
...Atatürk, özellikle 1928-1935 yıllarında kendini sistematik olarak okumaya vermiş.. Bu yıllar, Türkiye'nin kültür alanında atılımlar yaptığı dönemdir... Bu dönemde Atatürk, bol bol okur ve yurt dışından sürekli olarak kitaplar getirtir.. Hepsinin bedellerini de kendi cebinden öder.. 1930 yılında Paris Büyükelçiliği görevine başlayan Münir Bey (Ertegün), 8 Haziran 1931 günü Atatürk'ün kitap siparişini alır ve bunları hemen postalar. Kitapların 571 frank, 80 santim tutan faturasını da Dışişleri Bakanlığına yollar. Kuralları ve hukuku bildiği halde, "Gazi için yasayı bir kerecik çiğnesek ne olur ?" diye düşünmüştür herhalde.. İki hafta sonra Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği, kitapların parasını ödemek için faturaları ister. Münir Bey : "Hariciyenin kitap ve broşür ödeneği olduğundan söz konusu kitapların bedeli bu ödenekten karşılanmış ve faturaları da bakanlığa gönderilmiştir" diye cevap verir.. Büyükelçi, Atatürk'ün özel harcamalarıyla bakanlık harcamalarını birbirine karıştırmıştır.. Çankaya bunu tepkiyle karşılar ve hem büyükelçiye, hem de Dışişlerine sertçe bir ders verir. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Tevfik Bey (Bıyıklıoğlu) , Atatürk'ten aldığı talimatla faturaları bakanlıktan istetmiş ve bedelini büyükelçiye İş Bankası aracılığı ile transfer etmiştir...
...Falih Rıfkı Atay, "Çankaya" adlı kitabında, "aferizm" i anlatır : Cumhuriyetin ilk yıllarında, Atatürk'e ve hükumete yakın bazı kimseler, nüfuzlarını kullanarak para kazanma yoluna sapmışlar. Para kazanmak için onların tek sermayesi nüfuzları imiş..Onlar, nüfuzlarını kötüye kullanmışlar veya kullanmaya kalkışmışlar. Fransızca kökenli "aferizm", bir bakıma, nüfuzu kötüye kullanma demek oluyor. Başbakan ve arkadaşları aferizme karşı hep mücadele etmişler.. O dönemde aferizme özenenler arasında, eski Moskova elçilerimizden Tevfik Bıyıklıoğlu'nun da adı geçer. Kısa süren bu görevinden sonra Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri olan Tevfik Bey'in, 1931 yılında, eski bir suçu ortaya çıkar.. İlk defa Genel Sekreter bulunduğu 1926 yılında, bir iş için, eski Mısır Hıdivi Abbas Hilmi Paşa'dan rüşvet istemiş olduğu belgelenir. Tevfik Bey, 1026 yılında, Abbas Hilmi Paşa'ya iki mektup yazmış. Bu mektuplarında Paşa'ya, Trakya'da, Keşan havalisinde petrol araması için hükumetten istediği izine ait işlemleri hükumet katında takip ettiğini bildirmiş. Ancak, bu girişimi olumlu sonuca ulaştırabilmek için, bazı özel giderlere ihtiyaç olduğunu belirtmiştir.. Atatürk, bu mektupları bulduruyor ve hemen genel sekreterinin işine son veriyor... Elçiliği topu topu altı ay ile sınırlı kalan Tevfik Bey, sonraki yaşamında, 1961'deki ölümüne kadar, kendini tarih araştırmalarına vermiştir...
...Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Tiran Büyükelçisi görevi ile Arnavutluk'ta bulunurken, başından ilginç bir olay geçiyor.. 2. Dünya Savaşının karışık bir siyasi döneminde, Karaosmanoğlu, bir gün Ankara'dan "gizli ve kişiye özel" kaydıyla bir şifre telgraf alır. O zamanki şifre telgraflar, kitap şifreleriyle açılıp kapanıyor, şimdiki kripto makineleri henüz bilinmiyor.. Kitap şifresiyle telgraf açıp kapamak, pösteki saymak gibi zahmetli bir iş.. Telgraf "kişiye özel" olunca, bu bezdirici iş, çoğu zaman "o" kişiye yani elçinin kendisine düşer.. Karaosmanoğlu da odasına kapanır, kapısını kilitler. Büyük bir merak ve ve heyecan içinde şifreyi açmaya koyulur. Bu sırada, masasının üzerinden hiç eksik etmediği radyosu da durmadan BBC haberlerini vermektedir. Elçimiz, spikerin sesi konsantrasyonunu bozmasın diye, radyoyu kapatmak için elini uzattığında, birden önündeki kağıtta kelimelere dönüşmüş olan rakamların ona bildirdiği kapalı haberi, radyo spikeri daha ayrıntılı olarak kulağına haykırıp durmaktadır !.. Karaosmanoğlu, kapısı kilitli odasının içinde, kendi kendisine gülmeye başlar.. "Hey gidi diplomatik sır hey !" ....
...Hamdullah Suphi Tanrıöver, 1930'larda Bükreş'te büyükelçi olarak bulunduğu sırada, Sofya'ya, bir Bulgar ahbabının evine gitmiş. Sohbet sırasında Bulgar, cahilce bir laf etmiş : "Biz Bulgarlar ; Almanca' dan, Fransızca'dan, İngilizce'den pek çok kelime almışız ; ama beş yüz yıl Türk idaresinde kaldığımız halde Türkçe'den hiç kelime almamışız" demiş... Sen misin diyen !.. Hamdullah Suphi Bey sessizce yerinden kalkmış, evin mutfağına doğru yürümüş. Bulgar dostuna dönerek başlamış saymaya : "Tava, bizim tava ; tencere, bizim tencere ; sahan, bizim sahan ; tepsiya, bizim tepsi ; çiniya, bizim çini tabak ; teneke, bizim teneke ; satır, bizim satır.." Bulgar'ın şaşkın bakışları önünde, devam etmiş : "Şimdi yemeklere bakalım : Çorba, bizim çorba ; köfte, bizim köfte ; börek, bizim börek ; yahni, bizim yahni ; yufka, bizim yufka.. İsterseniz bir de yatak odasına başımızı uzatalım : Yorgan, bizim yorgan ; döşek, bizim döşek ; kılıf, bizim kılıf.." Bulgar, yutkunmuş kalmış ve sonra adeta kendi kendine mırıldanmış : "Meğerse biz Türkçe konuşuyormuşuz da haberimiz yokmuş" demiş...
...Atatürk zamanında Türkiye'ye gelen bir yabancı elçi, İstanbul'a inmiş ; görmüş ki, Vali Muhittin Bey (Üstündağ) duymuyor.. Ankara'da Dışişleri Müsteşarı Numan Bey (Menemencioğlu) ile tanışmış, bakmış ki o da ağır işitiyor.. Başbakan İsmet Paşa'ya çıkmış ; o da öyle !.. Elçi Atatürk'e güven mektubunu sunduktan sonra hükumetine ilk raporunu göndermiş : "Türkiye'de kulakları iyi duyan bir tek kişi var, onu da cumhurbaşkanı yapmışlar !"...
...Türk ve Sovyet diplomasisinin başları, Atatürk ile Stalin'i buluşturmak için uğraşıyorlar. O dönemde devlet başkanlarının yurtdışı gezilere çıkmaları pek seyrek görülen olaylardandır. Hele Atatürk Cumhurbaşkanı olduğundan beri hiç dışarı çıkmamıştı. Şimdi de Moskova'ya gidemeyecekti ama Karadeniz kıyılarında, Soçi'de, Sovyet liderlerle buluşabilirdi. Stalin Moskova'dan kalkıp Şoçi'ye gelecekti ve Atatürk'e bir davet telgrafı gönderecekti. Atatürk de İstanbul'dan kalkıp bir Karadeniz gezisine çıkacak, Trabzon'u ziyaret edip karşıya geçiverecekti. Türk ve Sovyet Dışişleri Bakanları, kendi aralarında yaklaşık bir tarih de belirlemişlerdi. 1934 yılı Eylül'ü deniyordu. Böyle bir buluşma sansasyonel olacaktı ama gerçekleşemedi ama tasarlanmış ve hazırlanmış olması bile, 1930' larda Türk-Sovyet ilişkilerinin ne kadar iyi düzeyde olduğunu gösterir. Bunda büyükelçimiz Hüseyin Ragıp Baydur'un önemli rolü vardır...
...
...Kara gömlekli İtalyan faşistler, ikide bir Roma Büyükelçiliğimiz önünde gösteri düzenler ve slogan atarlarmış : "Antalya'yı isteriz ; Antalya, Antalya !.." Uzun boylu, yakışıklı ve ağırbaşlı bir kimse olan Büyükelçi Ragıp Baydur, vakur haliyle balkona çıkar ; şımarık faşist göstericilerine Doğu Akdeniz yönünü göstererek sert bir biçimde çıkışır : "Antalya burada değil, oradadır !" der...
...Hüseyin Ragıp Baydur, birinci defa, beş yıl Moskova Büyükelçiliğinde bulunduktan sonra Roma'ya atanmış. Zamanın Sovyet Dışişleri Komiseri Litvinov, düzenlediği veda ziyafetinde övücü bir nutuk söylemiş ve nutuk Türkçe'ye çevrilmiş. Arkasından Baydur ayağa kalkmış ve bütün hazır bulunanları şaşkınlık ve hayranlık içinde bırakan Rusça nefis bir nutukla cevap vermiş. Ruslar, Türk Büyükelçisinin çok iyi Rusça bildiğini ilk defa o zaman öğrenmişler. KGB'si ile, gizli polisi ile, Moskova'daki yabancı diplomatların nefes alıp verişlerini bile dinleyip izleyen pek meraklı ve kuşkucu Sovyet rejiminde o zamana kadar hiç kimse, ama hiç kimse Baydur'un Rusça bildiğini fark edememiş...
...Mayıs 1932'de, Başbakan İsmet Paşa, Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Bey ile birlikte İtalya'yı ziyaret edecekti. Vasıf Bey'in de (H.Vasıf Çınar) Roma Büyükelçisi olarak atanıp Başbakanla birlikte İtalya'ya gitmesine karar verildi. Roma'daki Büyükelçimiz Suat Bey (Davaz) alelacele istifa etti. Vasıf Bey için İtalya'dan agreman istendi. İtalyan hükumetinin cevabı beklenmeden, Vasıf Bey Başbakanla birlikte 21 Mayıs 1932 günü Roma'ya gitti. Güven mektubunun tarihi boş bırakılmıştı. Agreman 26 Mayıs'ta geldi . Güven mektubunun tarihi, Roma'da 28 Mayıs olarak dolduruldu. Aynı gün Vasıf Bey İtalya'da göreve başladı. Bu da bir rekordu.. Diplomasi tarihinde, güven mektubunun imzalandığı gün göreve başlayabilen bir başka elçi görülmemiştir...
...Bakanlarımız, antlaşma imzalamak üzere Moskova'ya gideceklerinden, Dışişleri Bakanı Muhtar Bey, kendilerine birer yetki belgesi hazırlatıyor. Belgelerin üzerine 13 Kanunuevvel (Aralık) tarihi konmuş. Birinci delege olan İktisat Bakanı Yusuf Kemal Bey 13 rakamına şiddetle karşı çıkıyor. İkinci delege olan Milli Eğitim Bakanı Rıza Nur Bey'le aralarında kısa bir tartışma oluyor : "Bu rakam uğursuzdur, olmaz !"... "Hadi sen de, düşündüğün şeye bak !"..."Yok, gidip yeniden yazdıralım, 14 koydurayım".. "Yahu sen aydın, okumuş insansın. Gavur hurafelerine mi inanıyorsun ?"... Ama sonuçta yetki belgesinin tarihi 14 olarak değişmiş !..
...1807'de halk arasında en çok konuşulan, ayaklanma sırasında öldürülenlerin ceplerinden, koyunlarından, el konulan malları arasından çıkan büyüler, muskalar, tılsımlardı. Örneğin eski Valide Kethüdası Yusuf Ağa' nın Kapıarası'nda malları satılırken, Edirne işi üç sandığın topraklarla dolu olduğu görülmüş ; toprakların arasından "vav" harfi yazılı bir küre, bir kız tasviri, insan kemiği külü vb. bulunmuştu.. Başlıca eşyalar arasında da tılsım ve büyü şekilleri, resimler, haçlar vardı. Dönemin aydınları bunca zamandır devleti idare edenlerin böylesine tılsım ve büyü düşkünü olmalarına şaşa kaldılar...
...4. Murad'ın silahtarı, hekimbaşı Emir Çelebi'nin hastaları için hazırladığı afyonları kendi zevki için de kullandığını padişaha ihbar eder.. Padişah, ansızın hekimbaşının yanına gider ve koynunda sakladığı afyon kesesini göstermesini ister.. Hekimbaşı bu afyonun hastalar için hazırlanan zararsız bir ilaç olduğunu söyler. İnsafsız padişah bunun üzerine, "madem zararsız bir ilaç, iç bakalım" der. Emir Çelebi birkaç hap alır, daha fazlasının zehir gibi etki göstereceğini söyleyerek kesenin ağzını kapatır. Zalim olduğu kadar şakacı da olan padişah, hekimbaşından kesedeki bütün hapları içmesini ister. Zehrin etkisini ortadan kaldıracak bir panzehir almasını önlemek için de kendisiyle bir satranç partisine oturmasını buyurur. Oyun boyunca hekimbaşını süzen Sultan 4. Murad, zehrin yavaş yavaş kurbanının zekasını nasıl etkilediğini inceler. Üçüncü oyunda bitkinlikten yere yuvarlanan Emir Çelebi ölüm halinde çadırına götürülür. Hizmetkarları iyileştirici ilaç içirmek için boşuna çaba harcar. O, hepsini geri çevirerek, "Böyle bir padişah ve silahtar gibi düşmanlarınız varken, her gün tehdit altında yaşamaktansa bir kere ölmek daha iyidir" der.. Afyonla zehirlenmede "ölüm" demek olan bir kase buzlu şerbeti içer ve son nefesini verir...
...Padişah 2. Ahmed'in ikiz şehzadeleri İbrahim ve Selim doğduğunda Edirne ve İstanbul'da şenlik ve donanma düzenlendi. Padişaha yaranmak isteyen kimi din adamları, ikiz şehzadelerin doğumunun, Osmanlı tarihinde ilk kez görülen mutlu bir olay olduğuna, yakın gelecekte her şeyin düzeleceğine hem padişahı hem de halkı inandırmaya çalıştılar... Çaresizlikler içinde bunalan halk yığınları din adamlarına, daha doğrusu onların "ermiş" geçinenlerine koşuyordu. Mayıs 1692'de İstanbul'da yaşanan ve "Vaka-i Garibe" olarak tarihe geçen olay buna örnektir : Ermişliğine inanılan Demirkapulu şeyh Süleyman Efendi'nin bir ramazan cumasında Fatih Camii'nde vaaz verip dua edeceğini duyanlar o gün, kadın erkek, yaşlı çocuk, camiyi ve etrafını mahşere çevirdi. İstanbul kaymakamı Bosnavi Sarı Hüseyin Paşa, böylesine büyük bir kalabalığın toplanması bir karışıklığa neden olur kaygısıyla kadıları, zabitleri çevresine alıp "kol"a çıktı. Bu kortejin uzaktan görünmesi, korku duyguları baskın olan halkı paniğe yöneltti. Kalabalıktan birisinin "vezirin kol ile gelmesi sebepsiz değildir kaçalım !" diye bağırmasıyla herkes dehşete kapıldı. Caminin kapı ve merdivenlerinden birbirini çiğneyip ezerek çıkmaya çalışanlar, küçük çocukların ölümüne neden oldu. Bunların anneleri ve yakınları ağlaşmaya başladı. Halk birbirine girdi. Kaymakam Paşa derhal saraya döndü ama olaylar yatışmadı. Hüseyin Paşa azledildi, idam edileceğini duyunca ortadan kayboldu !.. Bu olayın heyecanı yatışmadan Cibali ve Ayazma Kapısında çıkan yangınlar, İstanbul'un dörtte birini kül etti. Yangınların ilahi bir cezalandırma olduğu söylentisi halk arasında yayılınca kenar mahallelere, köylere göçenler oldu. Kurtarabildikleri eşyayla camileri, meydanları hatta yolları dolduran halka vaizler olmadık şeyler anlatıp mucize beklemelerini öğütlemekteydiler...
...Çok şiddetli yağmurlar devam ederken, 5 Temmuz 1790 gecesi sabaha kadar yirmişer, otuzar dakika arayla beş ; ertesi gün de iki kez deprem oldu. Müneccimbaşı, 3. Selim'in huzuruna çıkıp bu belirtilerin, dinsizlerin ülkelerinde kıtlığa neden olacağını, Yunan vilayetinde savaş çıkacağını, bir düşman kralının öleceğini, Müslüman ordularının karada ve denizde zaferler kazanacağını gösterdiğini müjdeledi. Oysa 3. Selim'in bu tür yorumlara ve fallara inancı yoktu. Daha önce de donanmanın denize açılması için müneccimlerin hayırlı saat belirlemelerine izin vermemişti...
...24 Haziran 1630 günü şiddetli yağmurlar yağdı ve yıldırımlar düştü. O sırada Beşiktaş'taki Sultan Ahmed Köşkünde olan ve Nef'i'nin "Siham-ı Kaza" (Kaderin Okları) adlı hiciv yazısını okuyan 4. Murad, hemen yakınına bir yıldırım düşmesinden korktu. Ayaktaki Enderun ağaları yüzükoyun yere düştüler. Mecliste büyük korku yaşandı. 4. Murad, elindeki yazıyı parça parça edip fırlattı. Şair Nef'i'yi de yazdığı hicivlerden dolayı azarladı. İşlediği günahlardan dolayı Tanrı'ya tövbe etti...
...Sekiz buçuk yıllık saltanatı sırasında yaşanan deprem ve yangınlar, kuyruklu yıldız görülmesi, sıcak yağmur yağması (müneccimler bu olayı, yıldızların soğumasına vererek kıyametin yakın olduğunu ileri sürmüşlerdi) vb. olaylar, Sultan İbrahim'in uğursuzluğuna yorulmuştu. Bu kısa dönemde İstanbul üfürükçülüğün merkezi oldu. Ülkenin her tarafından muskacılar, şeyhler başkente akın etmişlerdi...
...1653'de İstanbul'a gelen Şeyh Mahmud adlı uzun saçlı derviş "halvet ve erbain" (40 gün bir hücrede nefis terbiyesi için çile doldurmaları) çıkardıktan sonra padişah adına kararlar veren Valide Sultan'ın bir kadın olduğunu, kocaya verilip devlet işlerinden el çektirilmesi gerektiğini, aksi halde uğursuzlukların önlenemeyeceğini, ulu orta her yerde konuşunca, delidir diye Süleymaniye Darüşşifası'na kapatıldı...
...Naima'nın yazdığına göre ; 10 Ekim 1653 akşamı gökyüzünde, "bir mızraktan uzun ve kol kalınlığında ak ateş" görüldü. Ortalığı gündüz gibi aydınlatıp ufka inerek kayboldu. Halk bununla, veba salg ını arasında bir bağlantı kurdu. Kimileri de pek yakında bir büyük adamın öldürüleceğini ya da ayaklanma çıkacağını söylediler...
...1757'nin son aylarında, tahta çıkan 3. Mustafa bir habere çok sevindi !.. Kanlıca'da çok büyük bir balık sahile vurmuştu ve yalnızca havyarı 400 okka çekiyordu. Bunu, padişahın uğur ve bolluk getireceğine yormuşlardı...
...24 Aralık 1761'de 3. Mustafa'nın ilk erkek çocuğu olan Selim doğarken, müneccimbaşı Yakub Efendi elinde saat dışarıda bekliyormuş. Şehzade, tahmin edilenden beş dakika önce doğmuş !.. Yakub Efendi, padişaha koşup oğlunun "cihangir-i bi-nazir" (eşsiz cihangir) olacağını müjdelemiş.. 1725 ile 1761 yılları arasında hiç şehzade doğmamış olması dikkate alındığında, Selim'in dünyaya gelişinin ne denli önemli ve sevindirici olduğu anlaşılır...
...4 Kasım 1805'de benzeri görülmemiş bir lodos fırtınası çıktı. Limandaki gemiler, Bahçekapı ile Yalı Köşkü arasında birbirine çarparak battı yada parçalandı. 5 Kasım'da ise deprem oldu. Halk, bu iki afetin bir uğursuzluk belirtisi olduğunu, büyüklerden birisinin öleceğini, yeniçeriler de uğursuzluk nedeninin Nizam-ı Cedid ordusu olduğunu konuşmaya başladı...
...Türkistanlı cihangir, on beş günlük bir kuşatmadan sonra, 2 Aralık 1402 günü Türklerin "Gavur İzmir" dedikleri İzmir şehrinin Rodos Şövalyeleri elinde bulunan kesimini fethetti. Bu kesimi, çok heybetli bir kale koruyordu. Timur'un yanında esir olarak bulunan 1. Bayezid bile, böyle bir kalenin iki haftada düşürülmesi karşısında hayret ve tebriklerini büyük cihangire bildirdi. Bu suretle Aydınoğlu Gazi Umur Bey'in uğrunda şehit düştüğü kale, Türk topraklarına katıldı. Timur'un Anadolu seferinde Türklüğe hizmeti de galiba bu olaydan ibaret kaldı...
...Bizans, Batı Roma tacını gasp eden Almanya hükümdarlarını imparator saymaz, onlara sadece "rex" (kral) derdi...
...İstanbul'un fethi sırasında esir düşen Bizans askerleri, görülmemiş bir olay olarak, günde 6 akça gibi yüksekçe bir yevmiye ile şehrin imarında çalıştırıldı. İnşaat bitince bu askerler, biriktirdikleri parayla hürriyetlerini satın aldılar. Fatih, mağluplara böylesine şefkatli davranmıştı...
...Avrupa'da büyük bir casusluk ağı vardı. Bilhassa İtalya, Almanya ve Macaristan'da Türk casuslarının konusunu ve sonuçlarını bilmediği hiçbir meclis toplantısı yoktu neredeyse ! Bu bilgiler anında İstanbul'a iletilirdi. Bavyera'da bir Türk casusu, çok büyük başarılar gösterdi. Şehirden şehre dolaşıp haber topluyordu. Alman hükumeti casusun izini buldu, fakat kimliğini saptayamadığı için yakalayamadı. Anadilleri gibi Avrupa dillerini konuşan akıncı subayları, haber alma işlerinde çok başarılı oluyor, düşman ülkelerinde, yerli halkın kılığında dolaşıyorlardı. Para karşılığında Avrupalıları elde edip haber toplamakta da ustaydılar.. Avrupalılar da Türkiye'den Yahudiler aracılığıyla haber alıyorlardı. Gizli haberleri ve askeri sırları, devlet tercih etmeksizin satmak, Yahudilerin ticaretlerinden biriydi. Ancak Divan-ı Hümayun toplantıları çok gizli olduğundan, Osmanlıların birinci derecede sırlarına sahip olamıyorlardı...
...Cem'in harikulade olduğu oranda acıklı macerası, İslam aleminde de, Avrupa'da da unutulmadı. Papa' nın şehzade ile Kral 8. Charles'ı tanıştırdığı törende bulunan Sanuto şöyle yazıyordu : "Şehzadenin hareket ve tavırlarında büyük bir savaş adamının nitelikleri gözleniyordu. Hafif sakallı, eğri burunlu, yanık çehreli, uzunca boylu, çevik ve gururlu bu prens, babası Sultan Mehmed'e benziyordu. Böyle bir adamın Osmanlı'nın başına geçememiş olması, Hıristiyanlar için Tanrının bir lütfudur"...
...Sultan "Deli" İbrahim, artık doğa üstü şeyler arıyordu. Bütün beden ölçüleri olağanüstü olan bir cariye bulunmasını emretmişti. Kahya Hatunun adamları uzun aramalardan sonra Ermenistan'da istedikleri gibi bir kız buldular. Sultan ona öylesine bağlandı ki, bütün haseki sultanlar ve Kösem Sultan bile padişah üzerindeki etkilerinin tehlikeye girmesinden korktular. Ermeni cariyeye tımar olarak Şam eyaleti verildi ! Oğlunun tanrıçasını kutlamak ister gibi davranan Kösem Sultan, Ermeni hasekiyi sarayında düzenlediği bir eğlenceye çağırdı. Haremağalarına verilen gizli bir buyrukla cariye boğduruldu. Padişah'a da "çok fazla yemesinden dolayı çatladı" diye bir haber iletildi. Sultan İbrahim de, doğanın bir daha karşısına çıkaramayacağı bir güzellik anıtı (!) için gözyaşı döktü !...
...Sultan "Deli" İbrahim, İstanbul içinde çıktığı gezilerde önüne beklenmedik bir yerde bir araba çıkıp da yolunu kestiğinde çok sinirlenirmiş.. "Trafik tıkanıklığını" sevmeyen padişah, bu yüzden İstanbul'a araba girmesini yasaklamış !.. 17 Eylül 1647 günü, yine çıktığı bir gezintide, Davutpaşa semtinde Çınarağacı yanındaki bir üfürükçünün evine üflenmeye giderken, yolda karşısına bir ot arabası çıkmış.. "Deli" İbrahim delirmiş öfkeden ve gönderdiği adamlar hemen vezir-i azamı alıp hocanın evine getirmişler.. Ortalıkta ne cellat, ne de yağlı kement olmadığından, hocanın evinin bahçesindeki kuyunun ipiyle boğmuşlar bahtsız vezir-i azam Salih Paşa'yı !..
...16. yüzyıl sonlarında defalarca vezir-i azam olan Koca Sinan ve Ferhad paşalar arasındaki çekişme neredeyse koca devleti batırıyordu.. Beş defa vezir-i azam olan Sinan Paşa, en büyük Osmanlı vezir-i azamlarından biri olmasına rağmen makam hırsı yüzünden devleti savaşa sürükledi ve bunların çoğunda da büyük bir başarı kazanamadı.. Örneğin 1593-1606 yılları arasındaki Avusturya savaşları onun siyasi hırsının bir sonucuydu. 1578-1590 arasında tam on iki yıl devam eden Osmanlı-İran savaşında Sinan Paşa komutan atanmış ama asıl yıldızı parlayan Ferhad Paşa olmuştu.. Ferhad Paşa' nın bu başarılarını çekemeyen Sinan Paşa 3. Murad'ı Avusturya üzerine sefere çıkmaya teşvik etti. İran savaşı yeni bittiği için olayı hızlandırmak amacıyla, sınır bölgelerinden Avusturyalıları şikayet eden mektuplar gönderterek on üç yıl sürecek anlamsız bir savaşı başlatmıştı !...
...Rüstem Paşa, Kanuni Süleyman'ı ülkede bir tek din olmasını ve faydadan çok zarara neden olduklarına inandığı Yahudileri ülkeden kovmaya ikna etmek isteyince, padişahın vezir-i azamına verdiği dersi 1573-1578 yılları arasında İstanbul'da Avusturya elçiliğinde din görevlisi olan Stephan Gerlach şöyle anlatır : "Sultan Süleyman, beyaz ve sarı yapraklı bir çiçek koparmış ve paşaya bu çiçeği beğenip beğenmediğini sormuş. Paşa da elbette beğendiğini, çünkü onu bu biçimiyle yaratanın Tanrı olduğunu söylemiş. Bu sefer Sultan Süleyman çiçeğin bütün sarı yapraklarını yolmuş ve paşaya çiçeği şimdi nasıl bulduğunu sormuş. Paşa da yanıt olarak çiçeğin artık bütünlüğünden yoksun ve renksiz olduğunu söylemiş. Padişah bir başka çiçek kopartmış ve onun da beyaz yapraklarını yolmuş ve sorusunu yinelemiş. Paşa da aynı yanıtı vermiş. O zaman Sultan Süleyman demiş ki : 'Madem çiçeklerin renkli olmalarını bir mükemmeliyet olarak kabul edip bundan hoşlanıyorsun, neden Tanrı'nın yaratmış olduğu insanların da çeşitliliklerini kabul etmiyorsun ? Bir çiçekte ne kadar çok renk olursa, o kadar güzel görünür. Tıpkı bunun gibi ; Türkler beyaz, Müslümanlar yeşil, Rumlar mavi, Ermeniler beyaz, kırmızı, ve mavi veya siyahın karışımı, Yahudiler de sarı renkte sarık kullanırlar. Bu renklilik nasıl hoşa gidiyorsa, Tanrı da dinlerin çeşitliliğinden hoşlanır ' "...
...Vakanüvis, yani Osmanlı İmparatorluğu'nun resmi tarihçisi Mehmed Raşid ve 1717-1718 yılları arasında Türkiye'de görev yapan İngiliz elçisi Edward Wortley Montagu'nun eşi Lady Mary Montagu, 1717'de İstanbul' da meydana gelen ilginç bir mumya kaçırma olayını anlatırlar..1717, Mayıs'ın sonlarında geceleyin İstanbul' da devriye gezen güvenlik güçleri Edirnekapı civarında şüpheli hareketlerde bulunan birkaç Fransız'a rastladılar. Osmanlı güvenlik güçleri, Avrupalıların şüpheli davranışı üzerine arabayı aradılar ve arabadaki sandıkta bir kadın cesedi buldular. Fransızlar, sorguda arabada ele geçirilen cesedin bir mumya olduğunu ve Fransa Kralının İsveç Kralına hediye olarak gönderdiğini söylediler. Fransa ve İsveç bu yıllarda Osmanlı ile dostluk içerisindeydiler. Ancak, olup bitenlerden kafası karışan güvenlik güçleri ne olduğunu anlayamamışlardı.. Kısa sürede, sadrazam vekili olan İstanbul kaymakamına durum bildirildi. Osmanlı yönetimi için mumya bir değer ifade etmiyordu, ancak Osmanlı devlet ileri gelenleri arasında bir dedikodu yayılınca ortalık karıştı.. Fransızların İsveçlilere hediye olarak gönderdiği "kadın cesedi" tılsımlıydı ve Osmanlı'nın devamı mumyanın ülke dışına çıkmamasına bağlıydı !.. Fransa ve İsveç elçiliklerinin çabaları mumyayı tekrar alabilmeye yetmedi. Mühürlenen sandığı alan görevliler, mumyayı hapishane olarak kullanılan Yedikule'ye götürdüler... İngiliz elçisinin eşi Lady Montagu, İstanbul'da bulunduğu yıllarda birçok eski eser toplamıştı. Ancak o da dönemin modasına uygun olarak bir mumya sahibi olmak istiyordu. Yedikule'de bulunan mumyayı elde etmeyi düşündü, ancak büyü olduğuna dair yaygın inanıştan dolayı devlet adamlarından mumyayı istemeye cesaret edemedi. Mumyanın ülke dışına çıkarılmasının imparatorluğun sonunu getirebileceğinden korkan Osmanlı devlet adamları, mumyayı Yedikule zindanlarına hapsederek devletlerinin devamını sağladıklarına inanmışlardı !...
...12. Şarl'ın (Demirbaş ) Türkiye'de kalması ve Doğu kültürü ile tanışması İsveç üzerinde günümüze kadar gelen derin izler bıraktı. İsveç Kralının ülkesine dönmesinden sonra dolma, buzlu şerbet ve kahve İsveç'e geldi. "Kalabalık, sofa, yıldırım, yaramaz, köşk, divan" gibi kelimeler İsveç diline girdi. İsveç Kralı, Osmanlı İmparatorluğu'ndaki şehir planlamasından etkilenmişti. Stockholm'da aynı tarz planlamaya gitmeye çalışarak parklar yaptırttı. Şarl, yaptırttığı iki yeni gemiye "jilderim" yani yıldırım ve "jaramas" yani yaramaz isimlerini koymuştu. İsveç gemilerinde hala aynı isimler kullanılır...
...Nazım'dan Piraye'ye ; "Ne güzel şey hatırlamak seni/ Sana tahtadan bir şeyler oymalıyım yine : Bir çekmece bir yüzük / ve üç metre kadar ipekli dokumalıyım / ve hemen / fırlayarak yerimden / penceremde demirlere yapışarak / hürriyetin süt beyaz maviliğine / sana yazdıklarımı bağıra bağıra okumalıyım.. / Ne güzel şey hatırlamak seni / ölüm ve zafer haberleri içinden / hapiste / ve yaşım kırkı geçmiş iken.."...
...Karl Marx'ın on sekiz yaşındayken, ileride evleneceği büyük aşkı Jenny' ye 1836'da yazdığı şiir : "Kalbim zincirlenmişken derinden / Gönlüm açıldı aydınlığa / Ne umduysam karanlıklar içinden / Sende buldum sonunda / Hayatın sarp dikenli yollarında / Bulamadığım her şey / Göründü bana hemencecik / Senin büyülü bakışlarınla.." Ama Jenny, on dört yıl sonra, 20 Mayıs 1850'de arkadaşına yazdığı mektupta şunlardan bahseder : "Paramız olmadığı için iki icra memuru geldi ve elimde kalan birkaç şeyi, yatakları, ipek örtüleri, elbiseleri her şeyi hatta çocukların en güzel oyuncaklarını bile onlar orada gözyaşları dökerken alıp götürdü. İki saat içinde ne var ne yoksa onları da alacaklarını söyleyerek tehdit ettiler. Ve ben orada çıplak döşemenin üzerinde titreyip duran çocukların ve ağrıyan göğsümle kalakaldım.." 1864 yılında Uluslar Arası Emekçiler Birliği kurucu üyesi olan Marx karaciğer, karısı Jenny ise verem hastalığına yakalanır. Yedi çocuktan yalnız üçü hayatta kalır !. Engels'e yazdığı mektupta, Marx şöyle der : "Bu güne kadar birçok güçlükle karşı karşıya kalmıştım ama ancak şimdi gerçek acının ne olduğunu anlamaya başlıyorum.." Son erkek çocuğu kucağında can verdiğinde Marx'ın kömür karası saçları bir gecede bembeyaz olur ...
...İran'lı kadın şair Furuğ Ferruhzad' dan bir şiir : "Günah işledim, lezzet dolu bir günah / titreyen esrik bir tenin yanında / tanrım ne bileyim ne yaptım ben/ o karanlık susku dolu zulada / baktım gözlerine gizemleriyle dolu / gözlerinin çaresiz isteklerinden / kalbim göğsümde çırpınıp durdu / o karanlık susku dolu zulada / yanında darmadağın oturdum / dudaklarıma heves döktü dudakları / deli kalbimin üzüncünden kurtuldum / kırmızı şarap camda oynadı / gözlerinde heves yalazlandı / yumuşak yatakta benim bedenim / göğsünde onun sarhoşça kıvrandı / günah işledim, lezzet dolu bir günah / alevli yangılı bir kucakta / günah işledim kinci, sıcak / ve demirsi iki kol arasında " ...
...Dante' den Beatrice' e : "... ölüm, sanki istediğini yapıyorsun bu kadının / merhamet et, beni mahvetmeden önce / ona git, söylesin sana / neden ışığı o gözlerin / bana acı veren, esirgendi benden / Bir başkası alıyorsa onu / söyle bana, yanılgıdan kurtar beni / çok daha az acıyla olsun ölümüm"...
...Edgar Morin şöyle diyor : "İnsanın çılgınlığı, nefret, zulüm, barbarlık ve körleşme kaynağıdır. Ama duygusallığın düzensizliği ve düş gücünün taşkınlıkları olmasaydı, olanaksız olanı istemenin çılgınlığı olmasaydı ; atılım, yaratıcılık, icat, aşk ve şiir de olmazdı.."...
...Eski Çerkez geleneklerinden birisi ilginç ; Çerkezler kendi çocuklarını satmazlar, ama karıları zina edecek olursa kocası kayınpederine giderek "kızınız haramzade imiş istemem, nikahta verdiğim bedeli veriniz, kızınızı alınız" der. Ebeveyni kabul etmezse adam karısını ve ondan olma bütün çocuklarını "piçtir" diye esirciye satar. Kadın, "ben bu adamın kadınıydım, bana iftira ettiler" diye feryat etmez. Hemen suçunu itiraf eder ve kanuna uyar. Kocası, esirciden aldığı bedeli ve malı evine gelinceye kadar dostlarına paylaştırır.. Ertesi gün birkaç yaşlı ile zamparanın yanına gidip, "kadını şu bedelle sattım, hakkımı isterim" der. Kadın ne bedelle satılmışsa zampara dokuz mislini vermeye zorunludur. Eğer gücü yoksa ve kimse de yardım etmezse, kendi ebeveyni onu kementle bağlayıp "işte hakkın budur" diye kocaya teslim ederler. Sövmek ve kötü söz söylemek ayıp olduğundan, zamparayı saygıyla pazara götürüp satar. Aldığı bedeli hemen etrafında bulunanlara dağıtır...
...Kanuni Süleyman, hasekilerinden Gülfem Hatun'a tutkundu. Hürrem'in ölümünden sonra yatağını paylaşmak için kendini paralayan pek çok hasekisi vardı.. Gülfem Hatun, Üsküdar'da bir cami yaptırmaya başlamıştı. Cami yarım kalmış, o da tamamlayacak para bulamayınca, arkadaşlarına, diğer haseki kadınlara başvurmuştu. Gülfem Hatun'u çekemeyen kadınlardan biri, "bu geceki nöbetini bana devredersen ben parayı veririm" demişti.. Gülfem Hatun da, camiyi bir an önce bitirmek için razı olmuştu.. O gece Gülfem'in rakibesi, Süleyman'ın odasına gelmiş, padişah büyük bir şaşkınlıkla Gülfem'i sorunca, rakibesi onu gözden düşürecek bir dille iftiralarda bulunmuştu.. Kanuni, "benim yatağımı satan ve değiştiren kimseden vefa olmaz" diyerek ağaları çağırtmış ve katlini istemişti.. Padişah sonunda hatasını anlamış, pek çok gözyaşı dökmüştü. Yarım kalan camiyi Mimar Sinan'a tamamlatmış ayrıca Macaristan'da pek çok vakıf tayin etmişti...
...3. Murad yirmi bir yıllık saltanatı boyunca Edirne'ye bile gitmemiştir. Onun döneminde Topkapı Sarayı ve Harem en kalabalık dönemini yaşamıştır ! Murad'ın tamamı yaşamayan 130 civarında çocuğu olduğu söylenir !...
...3. Osman "Kafes" denilen bölümde 50 yıldan fazla gözaltında yaşamış ve bu konuda hanedan rekoru kırmış (!) , ancak 55 yaşında padişah olabilmiştir. Hastalıklı bir bünyeye sahipti ve Harem sofalarında altları gümüş kabaralı pabuçlarla dolaşır, ayak seslerini duyan cariyelerin gizlenip saklanmalarını isterdi ! Cariyeler ona kazara da olsa rastlarlarsa, buna "Hünkara çatmak" derlerdi...
...Uzun yıllar kafes hapsi yaşayan bir başka padişah olan 1. Abdülhamid, ileri yaşına rağmen gözdelerine yazdığı aşk mektuplarında, "Efendim, Hamid kulun sana kurban olsun. Bu gece teşrifinle bu kulunu ihya eyle. Billahi takatim kalmadı. (...) Sana kurban olayım ! " der. Padişahın, yeni Harem Dairesi'nin katları arasındaki gizli merdivenleri kullanarak hasekileriyle buluştuğu rivayet edilir...
...Topkapı Sarayı'nda sergilenen ve Şah İsmail'e ait olduğu söylenen taht 1960'lı yıllara kadar böyle biliniyordu. O yıllarda yapılan araştırmada, Çaldıran Muharebesi sonucunda saraya böyle bir ganimetin gelmediği, Safevi hükümdarı Nadir Şah'ın Osmanlı hükümdarı 1. Mahmud'a hediye olarak bir taht gönderdiği ortaya çıktı. Bunun üzerine Topkapı Sarayı'ndaki tahtın teşhir etiketi değiştirildi...
...Kristof Kolomb, Avrupa'da kendini destekleyecek bir hükümdar bulamadığından dolayı, 1484'te Kuzeybatı Karadeniz'de Kili ve Akkirman seferine çıkan İkinci Bayezid'e başvurdu. Bir papazın eşliğinde sultanın yanına çıkan Kolomb, sultanın adına yeni ülkeler keşfedebilmek için emrine gemiler verilmesini istedi. Ancak, zaten Avrupalıların elindeki kardeşi Cem Sultan'la uğraşan Bayezid, tuhaf bir şekilde karşısına çıkan hayalperesti ciddiye almadı.. Kolomb daha sonra 1492'de Amerika'ya ulaştı ama keşfettiği yerleri Asya'nın doğu kıyıları sanmıştı. Bir geçit bularak Kudüs'ü Müslümanlardan geri alma planları bile yapmıştı !. 1506'da öldüğünde nereyi keşfettiğini hala bilmiyordu...
...Asıl adı Mustafa olan, meslektaşları arasında "Hacı Halife" olarak tanınan Katip Çelebi, kitap için şunları söylemiş : " Kitap ne hayırlı bir arkadaştır ve güzel dosttur. İnsan onunla konuşmaktan sıkılmaz ; ulu bir cömertler cömerdidir ki, kendisinde bulunan nefis incilerden cimrilik etmez, zengine de verir"... "İrşadü'l-Hayara" adlı eserinde ; Avrupalıların dinleri, hükümdarları, yönetim biçimleri, adet ve yasaları çerçevesinde bilgiler verip, kompleks yapmadan Avrupalıların ileri olduğu hususları açıklar. "Demokrasi" kelimesi de, 17. yüzyılda ilk kez bu eserle Türkçe literatürüne girmiştir...
...Çaldıran Muharebesi hem Türk hem de İran tarihi açısından son derece önemlidir. İranlılar, kitaplarında bu muharebeyi, İran'ı istilaya kalkışan Osmanlılara karşı İranlıların topyekün direnişi diye anlatırlar ve muharebeyi İran'da ulusal devletin doğuşu olarak sayıp, her yıl kutlarlar.. Bu savaş aslında ilginçtir ; çünkü savaşanların tamamına yakını Türk'tür. Nitekim Erdebilli şair Ali Ekmer Sabir bu durumu, "hem okçu biziz hem de hedefteki" şeklinde açıklar...
...1748'de Viyana'ya gönderilen Osmanlı elçisi Mustafa Hatti Efendi'nin ve 1739'da Avusturya ile sınırın çizilmesine katılan Ebu Sehl Numan Efendi ; kendilerinin emniyetlerini sağlamak için yanlarına verilen askerlerin kılıçlarını çekerek selama durmalarından rahatsız olarak, olaya derhal müdahalede bulunmuşlar ve bunu yapmamalarını sağlamışlardı. Mehmed Emni Paşa da 1740'da Rusya topraklarına girdikten sonra Rus askerlerinin yalın kılıç selam durmalarından, çadırı etrafında nöbet tutmalarından, trampet ve boru çalmalarından hoşlanmamış ve bu uygulamaları kaldırtmıştı. Osmanlı elçisi o kadar etkiliydi ki, Çariçenin çocuğu olduğunu öğrenen Ruslar, Mehmet Emni Paşa'dan izin almadan, kutlama için top atışı yapamamışlardı Rus topraklarında bir süre yol alan Osmanlı elçilik heyeti Petersburg'a nehir yolundan gitmek için gemiye bindiği zaman bir sürprizle karşılaşmıştı. Gemide haçlı bayrakları asılıydı. Osmanlı elçisi bunun üzerine bu duruma da müdahale edip, gemideki haçlı bayraklarını indirtmişti...
...Cahit Irgat doğuştan tedirgin bir tiptir. İçki bu tedirginliğin sadece örtüsünü kaldırır. Bu tedirginlik, Ankara Devlet Konservatuvarı'nda okurken de onun yakasını bırakmamış ve orayı bitirmeden ayrılmasına yol açmıştır. Konservatuvardan ayrılırken kendisini kapıya kadar geçiren arkadaşlarına uzun uzun bakan Cahit, sonra da tam arabaya binip uzaklaşacağı sırada sağ kolunu havaya doğru gererek şöyle demiştir : "Aktör gidiyor, dekorlar kaldı !" ...
...Orhon M. Arıburnu boşanacaktır. Karı koca mahkemeye çıktıklarında hakim mesleğini sorunca, o da büyük bir doğallıkla "şair" der. Şairliğin meslek olarak gösterilmesine kızan hakim onu daha ilk duruşmada karısından ayıracak ve buna Orhon da, karısı da şaşacaktır...
..."Seçilmiş Hikayeler Dergisi"nin sahibi Salim Şengil, kendisi de 1938 CHP öykü yarışmasında birincilik aldığından, yazarları sömürmeyi hiç düşünmemiştir. Bir gün Eminönü Halkevi'ndeki bir edebiyat matinesinde Orhan Kemal'e bir yüzlük uzatır. "Ne parası bu ?" diye soran Orhan Kemal'e, "kitaplara verdiğim ücreti artırdım. Artık her kitaba 250 ödüyorum. Sana 'Grev' için 150 vermiştim. Bu da senin hakkın." Orhan Kemal ne diyeceğini bilemez ve ağzından sadece," ne biçim yayıncısın sen ?" çıkar...
...Bir şair, Beyoğlu'nda bir polisin yakalayıp da yaka paça karakola götürmek istediği bir yankesicinin, şöyle bir silkindikten sonra polise şöyle dediğine tanık olur : "Yakamdan tutma, sinirlenirim !"...
...Cahit Irgat şöyle demiş : "Sinemanın sanatla hiçbir ilgisi yok. Bir sahneyi on kez çevir, beğendiğini al, beğenmediğine vur tekmeyi !.. Tiyatro öyle mi ya.. Perde açıldı mı bitti .. Sahneye bir kez çıkarsın. Çuvalladınmı seyirciye ; 'Aman efendim bu oyunumu ben de beğenmedim. İzin verirseniz yüksek huzurunuzda bir kez daha tekrarlayayım !' diyemezsin. De de göreyim seni. Adamı öyle bir ıslıklarlar ki, bir daha sahneye çıkamazsın. Ya kötü oynayacaksın, kötü oyuncusun ; ya da iyi oynayacaksın, iyi oyuncusun. Bu işin ortası yoktur."...
...1940'larda "Petrograd Pastanesi" nin adı "Ankara Pastanesi"dir. Ama bütün yazarlar ona sadece "Petrograd" derler. "Nisuaz"ın üç dört dükkan üstündedir. Beyaz Rusların işlettiği bu kahvenin garsonları da haraşodur (!).. "Haraşo", Rusça'da "İzin verir misiniz ?", "Lütfen" anlamlarına gelen bir sözcüktür. Rus ihtilalinden sonra Odessa'dan vapurlara doluşup İstanbul'a gelen Beyaz Ruslar Beyoğlu'nda açtıkları barlarda, lokantalarda, kahvelerde kendi kızlarını ve eşlerini çalıştırdıklarını için, bu kadın ve kızların ağızlarından hiç düşmeyen "haraşo" sözcüğü de, Beyaz Rus kadın anlamında kullanılmaya başlanmıştır...
...1937 yılında ressam Fikret Mualla, Petrograd'dan içeri girer ve ressam Hamit Görele'yi görünce onun masasına oturuverir. Resim öğretmenliği yaptığı Ayvalık'tan yeni gelmiştir. "Okul müdürünü kovdum geldim !. Zeytinyağı, zeytinyağı.. Neredeyse salata olacaktım. Kaçtım geldim" der ...
...Sait Faik bir gün Çiçek Pasajı'nda, Tahir Alangu ve arkadaşlarına, "ne cıbıl heriflersiniz siz, size bir istakoz ısmarlayayım da mideleriniz bayram etsin" der. Sonra da pasajın ünlü istakozcusunu çağırır ve sipariş verir. "İyi olsun ha !" demeyi ihmal etmez.. İstakoz gelir, Sait bıçağı eline alır, orasını burasını tırtıklar ve " yaramaz bu, daha iyisini getir" der. İstakozcu söylenecek olur ama Sait Faik, " Parasıyla değil mi ? İyi olacak ! " der. Yeni gelen istakoz da aynı şekilde inceden inceye gözden geçirilir. "Haa bak bunda iş var !" der ve sonra elini kolunu sıvayıp istakozu çıtır çıtır kırar. Ortaya koca, koskoca bir kayık tabak dolusu bembeyaz et çıkmıştır.. Kendisinin gevezelik ettiğini sanan, ama bir tabak dolusu istakoz eti karşısında görünce şaşıran Tahir Alangu'ya şöyle demiştir : "İşte böyle. Kimi insanların içi koftur. Hiçbir şey çıkarılamaz. Kimileri de işte böyle doludur. Öykücünün işi bunu bulmaktır"...
...Sait Faik'in bir yanı da, olur olmadık şeylere kızmasıdır. Ama, kızgınlığı çabuk geçer. Küskünlüğü de uzun ömürlü olmaz. Bu küskünlüklerden birini Orhan Kemal anlatır ... Bir gün iki yazar Parmakkapı' da karşılaşmışlar. Bir süredir, bir tartışmadan ötürü araları şeker renktir. Orhan Kemal yolunu değiştirmek isterse de yapamaz ve zoraki olarak merhabalaşırlar. Orhan Kemal, "nasılsınız ?" diye sorunca, Sait Faik o meşhur kahkahalarından birini patlatır : "Teşekkür ederim efendim, siz nasılsınız ?" Sonra da Orhan Kemal'in koluna girer, "Bok !.. Nasılsınızmış.. Bu ne kibarlık ulan ?" Küskünlük işte o an bu küfürlü deyişle ortadan kalkıvermiştir. Küfürün bazı yerlerdeki gücünü de kabul etmek gerekir...
...2.Dünya Savaşı tüm hızıyla sürmektedir. O tarihte henüz kaliteli kağıt para basacak bir tesisi bulunmayan Türkiye, İngiltere'yle para basımı için bir anlaşma yapar.. Matbaa, Atatürk yerine ilk kez İnönü portresi yer alan 50 ve 100 liralıklarla, 50 kuruşluk banknotların basımını kısa sürede tamamlar ve bunları Akdeniz'den İstanbul'a ulaştırmak üzere "Yorkshıre" adlı bir gemiye yükler.. Yunanistan'ın Pire limanına ulaşan gemi, burada ikmal için demirler. Ne var ki, İngiliz bandıralı gemi, 16 Nisan 1941'de Alman savaş uçaklarının saldırısı sonucu batar.. Ertesi sabah limana gelen halk, gördüğü manzara karşısında şaşırıp kalır. Zira denizin üzeri İnönü portreli Türk banknotlarıyla doludur.. Haber kısa sürede tüm şehre yayılır ve sulara dalan yüzlerce insan çanta ve torbalarla kağıt paraları toplamaya başlar. Paralar daha tedavüle çıkmadan halkın eline geçmiştir !.. Üstelik bir Amerikan doları karşılığında 1,32 Türk lirası gelen değerli bir para.. Haberin Ankara'ya telgrafla ulaşması ve dönemin başbakanı Refik Saydam tarafından Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'ye aktarılmasıyla Bakanlar Kurulu toplanır ve gereken açıklama yapılır : "Gemideki tüm banknotlar geçersiz kılınmıştır" ..Aynı yıl bu paraların yerine çıkarılacak 50 kuruşluklar için basım yeri olarak bu defa Almanya seçilecek, olayın kahramanı kağıt 50 kuruşluklar ise koleksiyoncular arasında "Batan Gemi" olarak adlandırılacaktır...
...1948 yılında ABD'ye göç eden 25 yaşındaki Pascal Kamar, Kudüslü bir klarnetçidir.. Yeni ülkesinde oyuncak yapımcılığına karar verir. 1962'de Başkan Kennedy'nin 28 cm. boyunda, sallanan koltuğunda gazete okuyan bir oyuncağını yapar. Koltuk sallandıkça, Demokrat Parti'nin simgesi haline gelen ve 1929 yılından beri dillerden düşmeyen, "Happy times are here again" şarkısı çalmaktadır.. Bu oyuncak Beyaz Saray yetkililerince hoş karşılanmaz. Sırt ağrılarından yakınan başkanın, oyuncakta otururken tasvir edilmesi rahatsızlık uyandırır. Oysa oyuncak, kısa süre içinde bir milyon adet sipariş alarak Amerikalıların sevgilisi haline gelir.. 22 Kasım 1963'te Kennedy ; yapılan bir suikast sonucu öldürülünce, bu oyuncağın üretimi durdurulur.. Yaklaşık 20 yıl sonra Kamar, yeni bir oyuncak tasarlar. Çirkin ama son derece sevimli bir uzaylı olan bu oyuncağa Kamar, " Dünya dışında" kelimelerinin baş harflerini koyar : E.T... Bu oyuncağı ise Steven Spielberg şöhrete taşıyacaktır.. E.T.' nin 1982 yılında bir film kahramanı olması, Kamar'ın yüzünü bir hayli güldürür.. O tarihe kadar yirmi olan fabrika sayısı, altmışa çıkar.. Öyle ki, JC Penny Mağazası tarafından verilen E.T. siparişi dört adet Boeing 747 uçağıyla taşınır..
...16. yüzyılda Şeyhülislam Ebussuud Efendi, cuma namazı kılınan bir şehre gündüz içki girmesini yasaklayan bir fetva çıkardı. Bu fetvadan sonra içki İstanbul'a akşamları girmeye başladı. Kapı aralarında ve gece karanlığında içki içmenin adı da "Akşamcılık" oldu !...
...Sultan 3.Mustafa, yemeğine zehir konularak öldürüleceği korkusuyla hep panzehirler kullandı ve sonunda uyuşturucu müptelası oldu !...
...Osmanlılar şaraba "Hardaliye" diyordu. Şarabın içine hardal dalı koyarak dinin yasağından kurtulduklarını düşünürlerdi !...
...18. yüzyılda, alkolün satımından alınan "Zecriye Vergisi" epey yüklü bir miktar tuttuğundan, alkolü yasaklayamıyorlardı ...
...Sultan Abdülmecit de sıkı içicilerdendi. Bazı geceler körkütük, sarhoş halde mabeyinciler tarafından arabasına konulup saraya götürülürdü...
...2. Abdülhamid, ne rakı ne de şarap içiyordu ; o, "şeker suyu" yani Rom içiyordu...
...Yıldırım Bayezid Sırbistan Kralının kızı Mehliça ile 1388'de evlendiğinde zaten zevke meyilli olan ahlakı iyice bozuldu. Yeni karısının güzelliği, baştan çıkartan işveleri, Sultan'ın aklını başından alıyordu. Bursa Sarayı, Rumlardan, Sırplardan, Bulgarlardan ve Macarlardan alınan genç içoğlanlarla dolmuş, savaşı artık unutan Bayezid ; aşktan ve içkiden sarhoş, kadife giysiler ve sırmalar içinde, atalarından kalan zafer ganimetlerini israf ediyordu. Veziri Ali Paşa da adeta yangına körükle gidiyor, "şarabın tövbe ile gideceğini" anlatıyordu !. Ama diğer yanda halk, kadıların baskısı ve memurların zorbalığı altında inliyordu. Sonunda halkın akın akın şikayete gelmesi sonucu Bayezid ve veziri sarhoşluktan uyandı. Ulemadan Emir Sultan Ulu Cami'yi ziyarete gidiyor, orada padişaha rast geldiğinde, "Allah'ın evi olan şerefli kalbinizi niçin sarhoşluk veren ve yasaklanmış şeylere bulaştırırsınız ? " diyordu . Bayezid o gün içkiye tövbe etti ve bir daha içmedi...
...1688'deki büyük depremden sonra İzmir nüfusu otuz bin civarına düşmüştü !..Yarısı Türk, dokuz bin civarı Rum, kalanı da Yahudi ve az miktarda Ermeni. Türklerin 15 camisi, Yahudilerin 7 sinagogu, Ermenilerin 2 kilisesi Rumların 2 kilisesi ve Katoliklerin 3 manastırı vardı.. Yabancıların evleri ve konsolosluklarının olduğu kıyı boyunca uzanan sokağa da "Fransız Sokağı" denirdi.. Chevalier D'Arvıeux İzmir'deki Fransızların limanda sınırsızca eğlenmelerini şöyle anlatır : " Bazen rıhtıma ticaret gemilerinden biri geldiği zaman Fransızlar, toplu bir grup halinde bu gemiyi ziyarete giderler ve uğurlama partisi tertiplerlerdi... O zaman ziyaretçiler çok içerdi. ıyıdaki partiler daha dehşet verici ve daha korkunç olurdu. Özellikle ev sahibi İngiliz ise .. Çok içilir, sonunda bütün şişeler ve bardaklar kırılırdı.. Kırılacak bir şey kalmayınca da misafirlerin şapka, peruka ve elbiselerinden 'bonfire' (şenlik ateşi) yakılırdı. Bundan sonra da bu aptallar yeni elbiseler yapılıp gelinceye kadar yataktan çıkamazlardı !...
...Futbolda en estetik, en güzel hareketleri yapan, tüm dünyaya futbolun bir şenlik olduğunu öğreten Güney Amerika yerlileridir. Örneğin, Şilili oyuncu Unzaga, sırtı kaleye dönük bir şekilde havada makas hareketi yaparak topa bu şekilde ilk kez vurduğunda, Tacahuono Stadı'nı dolduran binlerce seyirci ayakta dakikalarca alkış tutar. Bu hareketi Avrupa'ya öğreten ise, 1927 yılında maç yapmak üzere takımı Colo-Colo ile birlikte İspanya'ya giden David Arrellano'dur. Ne yazık ki Arrellano, bir savunma oyuncusuyla çarpışarak futbol sahasında verir son nefesini. Avrupalılar söz konusu harekete "rövaşata" adını verirler. Brezilyalılar ise aynı harekete "bisiklet" derler...
...1974 yılında Almanya'da oynanan Dünya Kupası maçlarının Türkiye için önemi, ülkemizde televizyondan canlı olarak yayınlanan ilk karşılaşmalar olmasıdır. İşte, o maçlardan birini yayın ekibimiz anlatırken, yan tarafta maçı aktaran başka bir spiker bizimkine dönerek, ülkesinde yayının koptuğunu, kendisine yardımcı olunmasını korku ve heyecan dolu bir sesle rica eder.. Hatta yalvarır desek abartmamış oluruz !.. Yardım isteyen spiker, bir Orta Amerika ülkesi olan Haiti'den gelmiştir ve o yıllarda Haiti'de bir tek televizyon vardır ; o da kralındır tabii ki !.. Haiti Kralı'nın, televizyon yayınının kesilmesinden dolayı köpüren sinirlerini o gün bir Türk spikeri yatıştırır : Ümit Aktan !.. Kralın Türkçe bilmemesi ise kendisi için bir avantaj mıdır yoksa dezavantaj mıdır, bu da tartışılabilir !...
...1994 Dünya Kupası için bir araya gelen Brezilya ulusal takımı oyuncularını ziyaret etmek isteyen Barbossa, takımın kamp yaptığı otelden içeriye alınmaz. Uğursuz sayılan yaşlı adam tutamaz gözyaşlarını : "Benim ülkemde verilen en ağır ceza otuz yıldır. Bense, hayatım boyunca işlemediğim bir suçun cezasını çekiyorum.." Barbossa, Rıo de Janeıro'nun ünlü Maracana Stadı'nda oynanan 1950 Dünya Kupası final maçında Brezilya'nın kalecisidir. Uruguay'dan yenilen iki gol, 200.000 Brezilyalıyı taşa çevirir ve hepsi de kımıltısız bir şekilde tribünde oturur. Üstlerindeki tişörtlerde kupayı kaybeden takımın adı yazılıdır : "Şampiyon Brezilya" .. FIFA Başkanı Jules Rımmes, şöyle anımsar o günü : "Kupayı kollarımın arasında tutuyordum ama onunla ne yapacağımı bilemiyordum. Yapayalnız hissettim kendimi.. Uruguay'ın kaptanı Obdilio Varela'yı gördüm ve kupayı ona sanki bir suç işliyormuşum gibi gizlice verdim. Sonra bir tek söz dahi söylemeden elini sıkıp uzaklaştım." .. Oysa Jules Rımmet'nin cebinde, bir gece önce otel odasında yazdığı konuşma vardır. Onu okuyamaz, çünkü metinde uzun uzun Brezilya'nın şampiyonluğu kutlanmakta, oynadığı futbol övülmektedir !.. Obdilio Varela, kupayı kazanan Uruguay'ın kaptanı, tribünlerde ağlayan on binlerce Brezilyalıdan öylesine etkilenir ki, hiçbir gazeteciye zafer çığlıkları atan demeçler vermez ve o gece otelden tek başına ayrılarak kupayı kaybeden insanları teselli etmek için tüm barlarını gezer Rıo'nun.. O, Maracana Stadında Brezilyalıların yaşadığı hüznü yüreğine gömerek, birisi beni tanıyıp kutlayacak korkusuyla yürür yıllarca, her köşesinde resminin asılı olduğu başkent Montevideo sokaklarında...
...Kızılderili kadın, yeni doğan bebeğin ağzını eliyle kapatır. Nefes alması için elini çekince, bebeğin ağlamasına olanak vermeden tekrarlar aynı hareketi. Ağlamamak, gözlerini dünyaya açan bir Kızılderilinin aldığı ilk derstir. Beyaz adamdan kaçarken ya da bir av hayvanının izini sürerken, kucaktaki bebeğin ağlaması her şeyin sonudur. Dersini iyi alamayan bir bebeğin çıkaracağı ses, kurşun yağmuru ya da açlıktan ölmek demektir...
...Bir Jeep markası olan Cherokee, "mağara insanı" demektir. Kızılderililerin Iroquoıs boyundan olan bu kabilenin ilk karşılaştığı beyaz adam İspanyol seyyah Hernando De Soto'dur. 1540 yılında gerçekleşen bu karşılaşmanın ardından Cherokee'ler başlarına gelecekleri anlamış olmalı ki, ülkenin iç dağlık bölgelerine çekilseler de 1907 yılına gelindiğinde ellerindeki son toprak parçasını Oklahoma Eyaleti'ne terk etmek zorunda kalırlar...
...Hayvanlara karşı son derece saygılı olan Kızılderililer için atın apayrı bir önemi vardır. Sanırım, Cheyenne'lerin atlara "Güzel İnsanlar" demeleri bu hayvana verilen değeri çok güzel anlatır. 1541' de De Soto başkanlığındaki beyaz adamlar Mississipi Nehrini aşarken atların birkaçını ellerinden kaçırırlar. Uzmanlar, yabani at sürülerinin bu atlar tarafından oluşturulduğuna inanırlar. Söz konusu at nesli, İspanyolca'da "Yoldan Çıkmış" anlamına gelen "Mustang" diye bilinir ...
...Oscar ödül töreni için salonu dolduranlar, 1972'de çevrilen "The Godfather" filmindeki rolünden dolayı en iyi oyuncu ödülünü kazanan Marlon Brando'yu alkışlamak üzere beklemektedirler. Ama karşılarında bir Kızılderili kadın bulurlar ! Kızılderililere tarih boyunca yapılan ve devam eden haksızlıkları protesto eden Brando, ödülü reddetmiş ve törene hazırlamış olduğu bildiriyi okumak üzere "Küçük Tüy"ü göndermiştir...
...Vietnam'da bulunan Avustralya istihbarat subayının 1967 Ocak raporuna göre ; esir kamplarındaki Vietkong'lu mahkumlara kovboy filmleri gösterilir. Bütün sahneleri hiçbir tepki göstermeden izleyen esirler, özgürlüklerini savunmak için kovboylara saldıran Kızılderilileri gördüklerinde oturdukları sıralardan ayağa kalkar ve çılgınca alkışlarlar...
...Amerika yerlilerini öldürüp, altınlarını İspanya'ya göndermekle ünlenen Hernando Cortez, 1541 yılının Ekim ayında 516 gemiden oluşan donanmasıyla Cezayir'e gelir ama Hasan Paşa tarafından bozguna uğratılır !...
...Birçok savaşta Kızılderililer beyaz adamdan daha az kayıp vermiştir. Onların asıl büyük kayıpları "Rezervasyon" bölgelerine toplanmalarıyla başlar. Kızılderililere ayrılan topraklar, çiftlik yapmadıkları gerekçesiyle sürekli olarak ellerinden alınır. Toplama kamplarının dışındaki alanlarda ise buffalolar öldürülmüş, ekili tarlalar yakılmak suretiyle yok edilmiştir. Yıllar geçtikçe daralan çemberin içinde yaşam öyküsü öylesine zorlaşır ki, Kızılderililere uygulanan soykırım belirgin bir görünüm kazanır..
...Kamplardaki sisteme hayran olan biri vardır : Adolf Hitler !. Bu insan kasabı, Kızılderililerin toplanıldığı kamplara bir araştırma heyeti gönderir. Böylelikle de, gelen bilgilerden etkilenerek 1933'te, Almanya'nın Dachau kentinde ilk toplama kampını kurar...
...1960 yılında, Roma Olimpiyatları'na katılacak ABD boks takımı seçmelerinde takıma katılmaya hak kazananlardan biri de 18 yaşındaki Cassius Clay'dir. Sonraları Müslümanlığı seçip Muhammed Ali adını alacak olan bu genç boksör, seçmeleri kazandığına sevinemez ; çünkü uçaktan çok korkmaktadır.. Hayatının bu en önemli spor organizasyonuna katılmak istese de uçak korkusu onu nakavt eder ve takımdan çekilir. Ne var ki, onun dünyanın en iyi boksörü olacağına inanan antrenörleri sabah akşam dil dökerler kapısında ve sonunda uçağa binmeye ikna edilir. Ama bir şartı vardır !.. ABD boks takımını Roma' ya götüren uçakta tüm sporcular koltuklarını arkaya yatırmış, kimi kitap okuyor, kimi de uyuyordur. İçlerinden yalnızca biri uçağa bindiğinden beri dimdik oturmakta ve kaskatı kesilmiş bir halde ileriye bakmaktadır. Şartı yerine getirilen Cassius'un sırtında bir paraşüt takılıdır !...
...Al Capone bir gün şöyle anlatmış : "Çocukluğumda her gece Tanrı'ya dua ederdim, bana bir bisiklet vermesi için. Baktım böyle olmuyor, ben de tuttum bir bisiklet çaldım ve geceleri Tanrı'ya beni affetmesi için dua etmeye başladım !"...
...İncirlik'teki Amerikan askerlerinin çöpe attıkları şişeleri toplayan kimi Adanalılar, bunları üç tekerlekli seyyar arabalara koyarak, "Booş..Booş.." diye bağırarak sokaklarda satarlar. Bu bağırış, adlarının kısa sürede "Boşboşçu" lara çıkmasına neden olur. Zamanla seyyar arabalarda, üsteki Amerikalıların kullanmadıkları, elden çıkardıkları ayakkabı, elbise, radyo, oyuncak gibi eşyalar da görünmeye başlanır. İşler o kadar iyi gider ki, Boşboşçular seyyarlığı bırakırlar ve kentin bir köşesinde "Amerikan Pazarı" nı kurarlar !...
...Havacılık tarihimizde bir kadın yolcuyla uçan ilk pilot, Fethi Bey'dir. 13 Kasım 1913'te Fethi Bey'in "Muavenet-i Milliye" adlı uçağıyla Yeşilköy'den havalanan Belkıs şevket Hanım, İstanbul üstünde kırmızı ve beyaz kurdeleyle bağlı bildiriler atar.. Bu bildiride şunlar yazmaktadır : "Kadın Hakları Koruma Derneği üyesi ve Kadınlar Dünyası yazarlarından Belkıs Şevket, Osmanlı ve İslam kadınlığı adına havada uçarken, Kadınlar Dünyası adı ile ordumuza bir uçak armağan etmesini, din ve mezhep ayrımı gözetmeksizin bütün Osmanlı kadınlarından bekler"...
...20 Temmuz 1969'da, Ay'da yürüyen ilk astronotlar, geri dönmek için büyük bir sorunla karşı karşıya olduklarını biliyorlardır. Son derece dar bir alan olan modülün içinde, astronot Aldrin'in uzay giysisi ateşleme sisteminin şalterine takılarak onu kırmıştır. Bu hatanın bir tek anlamı vardır : Dünyaya geri dönemeyecekler, Ay'da kalacaklardır !.. Modüle geri döndüklerinde Aldrin'in aklına parlak bir fikir gelir ; Ay'dan havalanabilmelerini sağlayacak ateşleme sistemini, cebindeki kalemi sigorta paneline temas ettirerek sağlayacaktır. Kalem, Paul C. Fisher tarafından 1965 'te uzay çalışmaları için özel olarak üretilmiştir. Yerçekimsiz ortamda yazabilen, -45 dereceden +205 dereceye kadar olan ortamlarda yazabilen, yüz yıl ömrü olan kalemi, bu olaydan sonra firma şöyle tanıtır : "Fisher uzay kalemi olmasaydı, bugün Armstrong ve Aldrin hala Ay'da olacaktı !"...
...2.Dünya Savaşı'nda Amerikalıların savaş gemilerine, askeri üslerine yaptıkları ölüm dalışlarıyla ünlenen Japon uçakları, adlarını bir Japon efsanesinden alırlar. Efsaneye göre, düşman Japonya'ya saldırdığında, Güneş Tanrısı, çocuklarını korumak için bir rüzgar göndermiş ve o rüzgar ülkenin kurtarıcısı olmuştur. Rüzgarın adı, "İlahi Rüzgar" anlamına gelen "Kamikaze"dir...
...Beşiktaş'a "Kara Kartal" lakabı, 1932-1933 sezonunda Fenerbahçe ile oynanan lig şampiyonluğu finalinde verildi. Şeref Bey'in ölümü nedeniyle simsiyah formalarla maça çıkan Beşiktaş, doksan dakika tek kale oynadığı oyunda, ezeli rakibinin kalesine tam altmış altı akın yapınca, seyirciler, "Kara kartallar gibi saldırıyor" haykırışlarıyla ona yepyeni bir unvan vermiş oldular. O gün beraberlik halinde bile Fenerbahçe'nin şampiyon olacağı bu kritik maçta, Beşiktaş'ın kurallara uygun bir golünü iptal eden hakemin taraflı tutumu, siyah-beyazlı takıma hak ettiği bir başarıyı kaybettirir. Maç 0-0 sonuçlanır. Ama çok değil, bir sezon sonrasındaki karşılaşmalarda, Beşiktaş hem İstanbul ligi şampiyonluğunu hem de Türkiye futbol birinciliğini kazanarak, bir yıl evvel yapılan bu haksızlığa en anlamlı yanıtı sahada vermiş olur...
...İstiklal Caddesi'nin çift yönlü olarak trafiğe açık olduğu günlerin birinde, arka arkaya sıralanan arabaların korna sesleri duyulur. Ne olduğunu anlamak isteyen sürücüler arabalarından inerek Galatasaray Lisesi'nin önüne doğru bakmaktadırlar. Sarı-kırmızı renklere en tutkulu taraftar olan Şevki Güney, lisenin önünde durdurduğu 1948 model taksisinin üstüne çıkmış, bir heykel gibi hiç kımıldamadan yumruk yaptığı sağ eliyle Ali Sami Bey ve arkadaşlarının anısına selam vermektedir.Şevki Güney aynı hareketi tribünde de sergiler. Doksan dakika boyunca bir heykel gibi hiç kımıldamadan Galatasaray'ı selamlayan Şevki Güney, İETT' de şoförlük yaptığı yıllarda, mendil cebine yerleştirdiği su dolu küçük bir şişenin içine çiçekler koyarak geçer direksiyon başına. Amirin biri, "Ya çiçekler, ya işin" diyerek azarlar onu. Bunun üzerine basar istifayı ve taksicilik yapmaya başlar. Lakabı "Karıncaezmez" olsa da, Galatasaray'ın kötü maçlar oynadığı bir sezonda, Fenerbahçe'ye yenildikleri bir maç sonrasında, uğursuz sayılarak tribünden aşağı itilir. Kolu kırılan Karıncaezmez Şevki bir sonraki maça alçılı koluyla gelir. Ne var ki, öfkeli taraftar onu stadyuma sokmamakta kararlıdır. İnönü Stadyumu' nun bir kısmının görüldüğü yamaca çıkar Şevki. Kırılan, selam verdiği elidir üstelik. Elini alçıdan çıkarır ve yağmur altında yukarıya kaldırır. Doktorların tüm uyarılarına karşı haftalarca sürer bu durum. O asla kimseye kırgın değildir, her zaman olduğu gibi küfür etmeden, döner bıçağı taşımadan, sahaya çakmak ya da bozuk para atmadan Galatasaray'ı selamlamaktadır. Ta ki, iyileşmeyen sağ kolu kangren olup kesilene kadar !.. Galatasaray' ın UEFA kupası finaline yaklaştığı 2000 yılının 23 Mart günü, yaşamın bitiş düdüğü çalar Karıncaezmez Şevki için. Kısa bir süre sonra da, UEFA kupası Galatasaraylı futbolcuların ellerinde yükselir. Hiç kimse, Arsenal'i yenerek şampiyonluğun kazanıldığı final gecesi çekilen fotoğraflarda, fazladan bir sağ el olduğunu farketmez !...
...Beşiktaş'ın kuruluşundan sonra, sporcular İstabli Amire (Has Ahır) Müdürü'nün de Beşiktaş'a katılmasından faydalanarak, Serencebey'deki antrenman yeri olan Osmanpaşa Konağı'na gidip gelirlerken, Dolmabahçe'deki saray arabalarından yararlanmaya başlamışlardı. Her hareketin göze battığı ve dedikodu konusu olduğu o günlerde, saray arabalarıyla haftanın belirli günlerinde yapılan bu yolculuklar, halkın Beşiktaşlı gençlere "Saray arabalılar" adını takmalarına sebep olmuştu. O zamanlar, samimi ve sıcak bir ifadenin ürünü olan bu deyim, zaman geçtikçe Beşiktaş'ın başarıları karşısında rahatsız olan bazı rakip taraftarlarca istismar edilerek, "Arabacılar" olarak ifade edilmeye başlandı...
...İstanbul futbol liginin devam ettiği 1910 yılında, organizatörlerin tümünün, bu ligi oluşturan kulüplerin de çoğunun yabancı ya da azınlık olması Türk kulüpleri için bir handikaptı. 1911/1912 sezonu başlarken haksız bir olay yaşanmış, GS beki Adnan Bey, "sert oynuyor" suçlamasıyla Kulüpler Birliği (Unıon Club) tarafından, Başkan James Lafontaıne imzalı bir belgeyle kadro dışı bırakılmıştı. GS bu karara itiraz edince, lige katılması engellenmişti. Bu durum FB kulübünü rahatsız etmiş ve iki kulüp toplanarak birleşme kararı almışlardı. Gerekli tüzük kısa sürede hazırlanmış, 26 Ağustos 1912'de FB Başkanı Galip (Kulaksızoğlu) Bey ile GS Başkanı Ali Sami (Yen) Bey'in imzaları eşliğinde, 17 maddelik bir protokol ile imzalanmıştı. Osmanlı Olimpiyat Komitesi'ne bildirilen protokolün orijinali halen GS Kulübü Müzesi'ndedir. Bu başvuruyu öğrenen ligi düzenleyen heyet telaşlanmış hemen ertesi yıl GS yeniden lige alınmıştı. Gerçi o yıllarda düşünülen "Fener-Saray" emeli yıllar sonra farklı bir şekilde gerçekleşmiş ; FB ile GS, 1934' te Türkiye'ye davet ettikleri yabancı takımlara karşı "FB-GS Karması" olarak, lacivert-sarı-kırmızı renkli forma ile oynamışlardır...
...Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa'nın 1823'te Sultan 2. Mahmud'a gönderdiği zürafa, padişahın 27 Kasım günü buyurduğu fermanla görücüye çıkar. Hayvanın ağaçların yapraklarını yiyişi hayranlıkla izlenirken, Habeş Ahmed Ağa hazırladığı senaryoyu başlatmak üzere bağırır : "Zürafa müteyemmen (uğurlu) ve mübarek bir hayvan olup onu eliyle tutarak bir kere gezdiren Müslüman yeryüzünde hiçbir zarar ve ziyan görmez." Sonra da, hayvandan çok korkan Abdi Bey'e doğru bakarak şunları söyler : "Haydi, Müslüman olan gelsin, zürafayı şöyle bir gezdirelim. Kim bu hayvanı gezdirirse cennete gidecektir." Padişahın bir işareti üzerine kendisini eller üzerinde bulan Abdi Bey, zürafanın üstüne oturtulur. Abdi Bey'in yalvarmalarından, yakarmalarından korkan zavallı hayvan huysuzlanarak İshakiye Köşkü'ne doğru koşmaya başlar. Bu sırada Abdi Bey'in padişaha seslenişi duyulur : "Ahret hakkını helal eyle efendimiz. İlk menzilimiz ecel beşiğidir. İşte bindim gidiyorum. Elveda". Büyük bir olasılıkla, "Bindim bir alamete, gidiyorum kıyamete" sözü zürafa sırtındaki Abdi Bey tarafından söylenmiştir. Ne var ki, kıyamete giden Abdi Bey değil, zavallı zürafa olur ! Küpeli Çavuş, padişahı güldürdüğü için ödüllendirilirken, zürafa, gelişinden birkaç ay sonra, Afrika toprağının özlemiyle kendisi için bir sirkten farksız olan sarayın avlusuna uzanır. İstanbul'a kış geldiğinden, sarayın taşları daha soğuktur her zamankinden. O gün, saray cüceleri bile bir zürafaya ilk ve son kez başlarını yukarıya kaldırmadan bakarlar !...
...Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa'nın Kahire'de doğan üçüncü kızı son derece zeki ve yardımsever olduğundan, paşa onun kendisi gibi duyarlı biriyle evlenmesini çok ister ; bunun için de özel katipliğini yapan Yusuf Kamil Bey'i uygun görmektedir. Paşa'nın öngörüsü isabetli çıkar ve birbiriyle tanışan Yusuf Kamil Bey'le kızı arasında bir aşk filizlenir. İki sevgili evlendiklerinde hasret dolu günler de kapı eşiğindedir ; Mehmed Ali Paşa'nın ölümünden sonra Mısır'a vali olarak atanan Abbas Hilmi Paşa, Yusuf Kamil Bey'i Fransız taraftarı olduğu iddiasıyla sürdürmekle kalmaz, eşinden de boşanmasını sağlar. Paris'te yayınlanan Debas gazetesiyle, İllustration dergisine abone olan ve esir ticaretini yasaklayan fermanı yayınlatarak, Kapalıçarşı'daki esir pazarını yıktırtan dönemin padişahı Abdülmecid, Yusuf Kamil Bey'in başvurusunu kabul ederek İstanbul'a gelmesine izin verir. Yusuf Kamil Paşa, ayrılmak zorunda bırakıldığı eşini de İstanbul'a çağırır ve iki sevgili sarayda yeniden evlenirler..Zamanında aşkları dillerden düşmeyen iki sevgilinin hiç çocukları olmaz. Kendilerine önerilen hiçbir hayır işini geri çevirmezler. Bu yüzden kısa sürede tüm kentin saydığı, sevdiği olurlar. Onların adları günümüzde de İstanbul'da unutulmamıştır. Ama," 14 Şubat sevgililer günü"nde kimse semtine uğramaz onların. Daha doğrusu, semtlerine uğrayanlar, gittikleri yerin adını bu iki sevgiliden aldığını bilmezler. Mehmed Ali Paşa'nın Kızının adı Zeynep Hanım'dır. Zeynep Hanım'la Kamil Bey, Üsküdar'da satın aldıkları arsaya yüz yataklı bir hastane kurarlar. Bahçesindeki türbede iki sevgilinin yan yana yattıkları hastahane, bulunduğu semte de adını verecek olan "Zeynep Kamil" dir...
...Graham Bell, mucidi olduğu ilk telefon hattını sevgilisinin evine çeker. Zaten muhteremin derdi keşif yaparak tarihe geçmek değil, sevgilisinin sesini duymaktır !. Her telefon açışta sevgilisinin adını söylemek zordur. Çünkü oldukça uzun bir adı vardır kadının : "Alessandra Lolita Oswaldo".. Graham Bell zamanla, kadının adının ilk hecelerini söylemeye başlar :"Ale Los Os"...Ve bu söylem bir süre sonra daha da kısalır : "Alo" olur...
...Hasan Tahsin'in açtığı Emperyalizme karşı direniş yolunda binlerce insan geçer Anadolu' ya. O yıllarda Hilal-i Ahmer' in yani Kızılay' ın idarecilerinden olan Adnan Adıvar ve eşi Halide Edip de direnişçiler arasındadır. Bu durum, işgal güçlerinin kuklası olan İstanbul Hükümeti' nin Hilal-i Ahmer üzerinde baskı kurmasına neden olur. Derneğin kasasındaki altınlara göz koyan İstanbul Hükümeti, yardım isteğinde bulunur. Katib-i Umumi Hikmet Gizer, böyle bir isteğin kuruluş amaçlarına aykırı olacağı karşılığını verince de, derneğin gelirine el koymak amacıyla bir denetleme heyeti gönderilir. Ancak, dört müfettişten oluşan heyetteki Ermeni Aram Bey ve Nedim Nazmi Bey, Hilal-i Ahmer lehine oy kullanınca plan bozulur. Bu sırada, Sivas Kongresi toplanmış, bağımsızlık direnişini yönetecek olan temsil kurulu belirlenmiştir. Derneğin altınlarının Anadolu'ya gönderilmesi kararı üzerine tüm tehlikeyi göze alan İsmail Besim Paşa, sorumluluğu üstüne alarak altınları Mustafa Kemal Paşa' ya teslim eder. Emperyalizme karşı harcanan altınlar, savaş sonrasında eksiksiz olarak geri ödenir Kızılay'a...
...12 Mayıs 1919 günü Pire limanından İzmir' e doğru hareket eden Yunan donanmasında Yunan Komünist Partisi üyesi denizciler tarafından dağıtılan anti işgalci direniş bildirisi nedeniyle, gemiler sefer halindeyken kurulan askeri mahkemede bu gemiciler yargılanmış ve donanma Çatalkaya önlerinden İzmir' e girerken cesetleri denize atılmıştır. Sahi, bizler, ülkemizin işgal edilmemesi için canlarını veren o Yunan denizcileri neden hiç anmayız ?...
...1829 yılında İstanbul'a gelen ve iki yıl kalan İngiliz Subay Adolphus Slade, midesine indirdiği bir kılıçbalığının kılçığını mürekkebe batırarak şunları yazar : "Marmara'dan gelen şövalye kılıklı kılıçbalıklarının etinden, defne yaprağına sarılmış, şişleri küllenmiş, mangal kömürünün ateşinde pişirip, tadabildiyseniz, kalp huzuru içinde 'Ulu Tanrım, bu dünyada bana ağız tadı verdin' diye şükredebilirsiniz "...
...İngiliz Emperyalistlerin 1760'lı yıllarda gerçekleştirdikleri, dünya durdukça unutulmayacak olan Hintli dokumacıları üretemez duruma getirmek için başparmaklarını kesme vahşeti, Engels' in tezini de çürütmektedir. Engels' e göre İngiliz kumaşı makineyle üretildiği için ucuzdur. Hindistan kumaşı ise elle üretildiği için pahalıdır. Eh, herkes ucuz olsun diye İngiliz kumaşına yönelince, pahalı olan Hindistan el dokuması kumaşlar müşteri bulamamış ve böylece Hint kumaş üretimi de yok olmuştur. "Hıristiyan sömürgecilik düzeni" konusunda uzman olan W. Howıtt : "Hıristiyan denilen bu soyun, dünyanın dört bir yanında boyundurukları altına alabildikleri halklara karşı gösterdikleri vahşet ve zulmün bir benzerine, hiçbir çağda, ne kadar yabanıl ne kadar kaba, ne kadar merhametsiz ve utanmaz olursa olsun, başka hiçbir soyda rastlanamaz," demiştir...
...1875'te Osmanlı sarayındaki en dramatik olaylardan biri yaşanır : Bir yıl sonra saltanat tahtına oturacak olan şehzade 2. Abdülhamid'in başkadını Nazikeda Kadın odasında piyano çalarken, dersi biten yedi yaşındaki kızı Ulviye Sultan da yanına gelir. Nazikeda Kadın, odanın bir köşesinde oynayan kızını görmeden sürdürür, müziğin büyülü dünyasındaki yolculuğunu. Piyano tuşlarından çıkan sese bir insan çığlığı karışır aniden ! Nazikeda Kadın, oturduğu tabureden sıçradığında ateş topu içinde çırpınan bir kız çocuğu görür. Bulduğu kibritle oynarken elbisesini tutuşturan Ulviye Sultan odanın ortasında bir meşale gibi yanmaktadır !.. Gördüğü korkunç manzara karşısında bir an duraksayan Nazikeda Kadın, şoku çabuk atlatır ve ateşi söndürmek düşüncesiyle kızına sarılır ; anne ve kız yuvarlanmaya başlar yerde ; oda hasırla kaplıdır !.. Korkunç olay öğle saatinde yaşanmaktadır. Saray görevlileri yemekte olduğundan anne ve kıza yardım edecek hiç kimse yoktur. Eller, kolları ve yüzü yanan Nazikeda Kadın bir yandan "kara gözlü, uzun kirpikli, beyaz tenli, pembe yanaklı, melek gibi bir şey" diye anlatılan, güzelliği dillere destan olan kızını söndürmeye çalışmakta, diğer yandan sesi çıktığı kadar bağırmaktadır. Tüm olup bitenin tek görgü tanığı bir papağandır. Nazikeda Kadın'ın odasındaki papağanın çıkardığı canhıraş ses aşağı kattaki hizmetliler tarafından duyulur sonunda. Kuşun bağırışından bir terslik olduğunu anlayıp, üst kata çıkanlar, odanın kapısını açtıklarında insanın soluğunu kesen bir manzarayla karşılaşırlar : Anne ve kız yerde çırpınırken, bedenlerinden yükselen ateş dilimleri üstünde bir papağan çığlıklar atarak uçmaktadır !...
...1914 yılının 8 Haziran günü, Galata rıhtımından kalkan Rus bandıralı "Büyük Petro" gemisinin güvertesinden el sallayan yolcular arasında Fenerbahçeli futbolcular da vardır. Odesa şampiyonu "Sporting Club" ın davetlisi olarak Rusya' ya hareket eden Fenerbahçe futbol takımı orada beş karşılaşmaya çıkar. Maçların sonuçları mı ? Hiç önemli değil !.. Zira, Rusya ile dostluk köprülerinin kurulmasının ardından, Fenerbahçeli futbolcuları geri getiren geminin İstanbul limanına yanaştığı 28 Haziran günü, Avusturya veliahtı Ferdinand öldürülür ve böylelikle 1. Dünya Savaşı başlamış olur. 10 Ağustos sabahı, Enver Paşa'nın odasının kapısı çalınır. İçeri giren Yarbay Kress von Kressenstein' dır. Alman subay elindeki telgrafı Enver Paşa'ya uzatır. Telgrafta Goeben ve Breslau adlı iki savaş gemisinin Çanakkale Boğazı'na giriş yapmak için izin istediği yazılıdır. Enver Paşa, gemilerin İngilizlerden kaçtığını bildiği halde izni onaylar. Üstelik gemilerin İngilizler tarafından zorlanmaları halinde ateş edilip edilmemesi sorusuna da "Evet" yanıtını verir. Aynı günün akşamı, Boğaz'daki Sait Halim Paşa yalısında yapılan toplantıda, 33 yaşındaki Enver Paşa, savaşta tarafsızlığın yitirilmesini şu sözlerle açıklar : "Bir çocuğumuz oldu !.." ..Ve 29 Ekim günü Osmanlı Donanması manevra bahanesiyle açıldıkları Karadeniz'de Rus kentlerini topa tutarlar. Bombalanan kentler arasında Fenerbahçe futbol takımının çiçeklerle karşılandığı Odesa da vardır...
...11 Ocak 1923'te, "Alkmini" adlı gemiyle Yunanistan' a sığınan "Mersin Ermeni Kardeşler Cemiyeti" nden Kirkor Nazlıkiyan, sokaklarda fare kapanı satarak sağlar geçimini. Evinin küçük bahçesinde, sevgilisi Urania'yla birlikte akşamları demlenip, şarkılar söylerken, Pire fareleri, gündüz sokak sokak gezerek sattığı kapanlara yakalanmaktadır. Ama Nazlıkiyan, asıl kapanını Yunan Sivil Savunma Örgütü'nün içinde kurmuştur. Kapandaki beyaz peynir ise sevgilisi Uranıa'dan başkası değildir !.. Uranıa'nın bir Yunan teğmenine aşık olması tüm planları alt üst eder. Kadın, Nazlıkiyan'la ilgili şu bilgileri verir yeni sevgilisine : "Asıl adı Fevzi'dir. Rütbesi Binbaşıdır. Kardeşi de Türk Genelkurmayı'nda görevli bir Albaydır. Geceleri hep haritalar, krokiler çizer, bunları da Türk Ticaret Ataşesi Mithat Bey'e aktarır." Fevzi Kamacı'nın bir Türk casusu olduğunun anlaşılması üzerine, siyasi polis şefi Yarbay Stavropulos yakalanması için Başbakan Çaldaris'ten izin ister. Delillerini yeterli olmaması Fevzi Bey'in tutuklanmasını geciktirir. Bu arada, fare kapanı satıcısı, sevgilisinin kendisini terk etmesiyle bunalıma girdiğini, intihar etmeyi düşündüğünü yayar etrafına. Günün birinde de aniden yok olur ortalıktan. Türk casusu Fevzi Bey öldürüldü mü, yoksa intihar mı etti ? Bu sorunun yanıtı tarihin sayfalarında bir sır olarak kalmıştır...
...Cenazeye katılanlar, son yolculuğuna uğurlamaya geldikleri Sezar'ın tabuttan kalkıp, bir tarafından diğer tarafına döndüğünü görünce korkudan küçük dillerini yutarlar ! Çok sevdikleri liderleri, bedenindeki 23 bıçak darbesine rağmen gözleri önünde bir anlık dirilmiştir !.. Sezar'ı öldüren suikastçılara karşı halkı ayaklandırmak isteyen Antonıus, Roma İmparatorunun bir mumyasını yaptırmış ve bir otomatla onu hareket ettirmiştir. Tarihte bilinen, insan şeklindeki ilk otomat örneklerindendir...
...Ayasofya' nın üst galerisindeki mermer korkulukta "Halvdan" adı okunur. Bu ad, Vikinglerin bir zamanlar İstanbul'da olduklarının bir kanıtıdır. On birinci yüzyılda yaşamış olan Bizans tarihçisi Psellos "Varegoı" adı verilen saray muhafızlarından bahseder. Bunlar ; 860, 907, 914 ve 944 yıllarında İstanbul'u kuşatan Vikinglerden başkası değildir. Bizans, Kuzeyin bu güçlü insanlarıyla baş edemeyip anlaşarak sarayın paralı askerleri yapmıştır. Ayasofya'ya adını kazıyan da büyük olasılıkla onlardan birisidir...
...8 Eylül 1956 tarihinde, Niğde'de bulunan Akdağ'ın Demirkazık Zirvesine tırmanış yapan Manisa Dağcılık Kulübü öğrencilerinden Engin Kongar bir kayalıktan düşerek can verir. İTÜ Mimarlık son sınıf öğrencisi olan 21 yaşındaki genç, bir tırmanış sırasında ölen ilk dağcımızdır. Kazadan üç yıl sonra, Engin Kongar' ın anısına yapılan anıtın açılışına katılan kalabalık arasında, genç dağcının annesi ve Ahmet Bedevi de vardır. Bedevi o gün, genç dağcı gibi uçuruma yuvarlanan sevgilisini anımsamıştır elbette.. Bu duygular içinde, gözü yaşlı anneye şunları söyler : "Anneciğim sen hiç merak etme ! Ben anıtın çiçeklerine bakar, onları hiç soldurmam.." Bu sözleri söyleyen Ahmet Bedevi, ünlü "Manisa Tarzanı"dır. Ölen gencin törene katılan kardeşi de, Emre Kongar...
...2. Abdülhamid ; 1909'da "Tahtın Kurusun !" diye anlaşılmasından korktuğu için "Tahta Kurusu" sözcüğünün kullanılmasını yasaklamıştı !...
...Birkaç günlüğüne Ankara'ya giden şair Orhan Veli, 10 Kasım 1950 akşamı okul arkadaşı Şinasi Baran'ın sahibi olduğu "Üçnal Lokantası" ndan çıktıktan sonra, karanlık bir yolda belediyenin açtığı bir çukura düşer ve İstanbul' a döndükten birkaç gün sonra, 14 Kasım'da beyin kanamasından ölür.. Kardeşinin eşyalarını almak üzere Cerrahpaşa Hastanesinin deposuna giden kardeşi Adnan Veli, ceplerini karıştırdığında at yarışlarına ait bir program ve sarı ambalaj kağıdına sarılmış bir diş fırçası bulur. Fırçanın sarılı olduğu kağıda "Aşk Resmigeçidi" adlı şiir yazılıdır...
...Mustafa Kemal 1910 yılında, Ali Rıza Paşa ile Picardie manevralarını izlemek üzere Paris' e gelir. Manevralar sonunda, uçuşa katılan uçaklara yabancı subaylardan isteyenlerin binebileceği duyurulur. Mustafa Kemal öne çıkmıştır ki, Ali Rıza Paşa, bileğini tutarak vazgeçmesini ister. O gün, Mustafa Kemal'siz havalanan uçak, bulutların arasında bir tur attıktan sonra hızla yükseklik kaybetmeye başlar ve yere çakılır Atatürk'ün uçağa hiç binmemesinin nedeni, gözleriyle tanık olduğu bu kaza olabilir mi ?...
...Sarıyer PTT Müdürü İrfan Bey, oğlunun adını "Mustafa Kemal" koymak istediğinde, nüfus müdürlüğündeki memur Ankara'dan onay alınması gerektiğini söyler. İrfan Bey kararlıdır, Ankara yolunu tutar !.. Atatürk, kendi adını oğluna koymak isteyen İrfan Bey'e bir şartla izin verir : "Çocuk benim gibi subay olacak !.." 1953 yılının 25 Ağustos'unda, Adapazarı'nın Arifiye beldesindeki hava üssünde bir kaza yaşanır. Şehit olan pilot, İrfan Bey'in büyük oğlu Üsteğmen Mustafa Kemal Kutlu'dur !...
..."Taş Tayyare", ya da "Taş Uçak", hapishane binasının "T" şeklinde olmasından dolayı, Mahkumların Bursa Hapishanesine verdiği bir isimdir. Nazım Hikmet de uzun yıllar burada yatmıştı...
...Paul McCartney küçükken, eski bir müzisyen olan babasının gitarını elinden düşürmemektedir. Babası, verdiği onca derse rağmen oğlunun gitar çalma konusunda bir ilerleme gösterememesine bir anlam veremez ve gözlemleri sonucu bu sorunu çözer : John McCartney her işi sağ elle yaptığı halde gitar çalma konusunda solaktır !.. Hemen gitarın tellerini ters takar ve Paul çalmaya başlar !...
...Ritchie Starkey daha okula başladığı yıl apandis şikayetiyle hastaneye kaldırılır ve zor geçen bir ameliyat sonrasında haftalarca komada kalır. Tam iyileşti denilirken, hastane yatağından düşer ve başını sert bir şekilde yere çarpar. Bu olaylar nedeniyle, 8 yaşına geldiğinde henüz okuma yazma bilmemektedir. Okula başladığında bu defa ağır bir soğuk algınlığına yakalanır ve yaşamının iki yılını da bir çocuk sanatoryumunda geçirir. Ritchie Starkey, elinin altındaki her şeye vurmakta, etrafındakiler de bunu, rahatlamak için yaptığını sanmaktadır. Üvey babası Harry, bir doğramacının yanında çırak olarak çalışan Ritchie'nin yeteneğini keşfederek ona ilk davul takımını alır. Arkadaşları, parmaklarına taktığı yüzükler nedeniyle ona "Rings" adını takmıştır. Zamanla bu ad, Ritchie'nin vahşi batıya duyduğu ilgiden dolayı, "Ringo" ya dönüşür. Soyadı da zaman içinde kısalır ve "Starr" olur. Beatles'ın efsanevi bateristi de ortaya çıkmış olur !...
...On bir yaşında bir çocuk, 1839 yılında, aşık olduğu kuzeni Carolın'e mercan bir kolye getirmek için Batı Hint Adalarına gitmeyi düşünür. Limanda kendi yaşlarındaki bir miço ile anlaşır. Gemi hareket etmeden az önce onunla yer değiştirecektir.. Ertesi sabah ailesi onu evde bulamayınca panik haline girer. Sağdan soldan bazı görgü tanıklarının ifadeleri birbirine eklenince, bunların ışığında harekete geçen baba, geminin ilk uğradığı liman olan Paımbouef limanında çocuğu yakalar. Ekmek ve su dışında bir şey yemesi yasaklanan çocuk, yediği dayağın acısı daha geçmeden der ki, "Bundan böyle yolculuklara yalnızca hayallerimde çıkacağım !" Bu çocuk, Jules Verne'dir...
...1719 yılının sonbaharında İstanbul'da görülen bir timsah herkesin yüreğini ağzına getirir !..Dönemin padişahı 2. Ahmed ; oğulları Süleyman, Mehmed, Mustafa ve Bayezid'i 5.000 fakir çocukla birlikte sünnet ettirir. Düğünün 13. gününde, Haliç'teki Aynalıkavak Sarayında oturulurken denizden birden koca bir timsah çıkar !.. Haliç'te kayıklarla gezinti yapanlar panik içinde kaçışırlarken, timsah ağzını açıp kapayarak sarayın önüne kadar gelir.. Ve ağır ağır sulara dalarak kaybolur gözden.. Bir saat sonra yeniden su üstüne çıkan timsah, bir süre dolaştıktan sonra sarayda oturmakta olan padişah ve oğullarının karşısında durur. Timsahın açılan ağzından çıkan beş köçek oğlan, sırtında oynamaya başlar !.. İşin aslı şudur : 16. yüzyılda yaşayan ünlü ressam ve bilim adamı Leonardo Da Vinci' nin ilk hesaplarını yapıp çizdiği denizaltı gemisi, 1719 yılında Osmanlı Sarayı'nın Baş Mimarı İbrahim Efendi tarafından bir sünnet düğününe eğlence olsun diye yapılmış ve Haliç'te yüzdürülmüştür !.. 2. Ahmed'in oğulları Süleyman, Mehmed ve Bayezid 1719-1730 yılları arasında ne hikmetse peş peşe ölürler !.. Ve başa geçmek için kardeş öldürmenin yasal olduğu Osmanlı'da, Mustafa, "3." adını alarak tahta çıkar. Herhalde İstanbul'da "timsah gözyaşları" tanımlamasını en çok, ölen kardeşleri arkasından ağlayan padişahlar haketmiştir !...
...Osmanlı padişahlarında ata en çok meraklı olan 4. Murad'dır. Şair Nefi'nin, atları için bir "Kaside-i rahşiyye" yazdığı 4. Murad'ın ; 400 binek atı, 50 yarış atı ve kendisine özel 9 atı vardı. En sevdiği atlarının adları Tayyar, Dağlar Delisi ve Celali Beyazı olan 4. Murad ölünce, üç atı ters eyerlenerek cenazesine katılmıştı..Genç Osman'ın atı Sisli Kır da ölünce Üsküdar Sarayı'nın bahçesine gömülür.. Selimiye Kışlası ve camisi yapılırken atın mezarı açıkta kalır. Ve böylelikle İstanbul'daki hasta atların şifa bulmaları için getirildikleri "At Evliyası" doğmuş olur...
...Sahilden Sarayburnu'na kadar gelen trenyolunun kent içine bağlanması için Topkapı Sarayı ile deniz arasına karakedi gibi girmesi gerekiyordu. Sultan Abdülaziz, "geçecek olan trense, geçsin de isterse göğsümden geçsin !" diyerek, trenyolunun saray bahçesinden geçmesine izin verir ki, böylelikle İstanbul'a yeni bir kapı açılmış olur : Sirkeci Garı...
...ABD 1919 yılında içki yasağını çıkarmıştır ama bu yasak hiçbir işe yaramamıştır. Daha önceki yıllarda içilen içki, yasaktan sonra daha da artmıştır. 1929 yılında ABD'de "speakeasies" adı verilen 219.000 adet gizli bar bulunmaktadır. Toplumun bütün katmanlarından müşterilere buralarda, "bootleggers" denilen kaçakçıların Kanada'dan getirdikleri içkiler satılır. İngiliz mizah yazarlarından Chester şöyle diyecektir : "Amerikalılar yasa yaparken kaçıktırlar, ama yasalara karşı gelirlerken akıllarını başlarına devşirirler"...
...Güney Amerika'da And Dağlarında yetişen ve kokain çıkartılan koka adındaki bir fidanın yapraklarını çiğnemekle susuzluğun giderilebileceğini fark eden Perulu yerliler, bu bitkinin yapraklarının aynı zamanda sinirleri de yatıştırması nedeniyle, uzun deniz yolculuklarında yanlarından eksik etmezlermiş. Böylece hem susuzluklarını giderir, hem yorgunluklarını alırlarmış. Ayrıca içilen deniz suyunun insana dokunmasını da önlermiş bu bitki...
...Teb Şehri Eski Mısır'da bilimin ışığının toplandığı bir kentti. Binaların içlerinde, duvarlarını oluşturan tuğlalardan daha çok sayıda kitapların olduğu şehir, döneminde aydınların kutup yıldızıydı adeta. "Tıp" sözcüğü işte bu ünlü Teb kentinden gelmektedir...
...Dünya denizcilik tarihinin araba taşıyan ilk vapuru olan "Suhulet" 1872 yılında bu işi gerçekleştirmiştir. Vapura bu adı koyan ise Namık Kemal'dir...
...1930 yılı Temmuz ayında, Newyork limanına yanaşan geminin güvertesinde bir yolcu, kentin siluetini oluşturan gökdelenlere bakmaktadır. O yolcunun, karşısındaki gökdelenlerin katlarından fazla yaşı vardır.. İstanbul'dan gelmektedir ve adı da Zaro Ağa'dır. O yıl ABD 154, Zaro Ağa ise 153 yaşındadır !.. Dünyanın bilinen en yaşlı insanıdır. 1777 yılında doğduğunda 1. Abdülhamid padişahtır. Tam on padişahın hükümdarlığına tanık olmuştur !. 1934 yılında, soyadı alamadan, 157 yaşında öldü...
...Beşiktaş'ta "Arap İskelesi" denen bir iskele vardı bir zamanlar. Odun, kömür, kum ya da soğan indirmek için buraya yanaşan gemilerin tayfaları, "Arap İskelesi Suyu" denilen çeşmenin başında yıkanıp, temizlenirlerdi. Eğer gemileri Karadeniz'e çıkacaksa, mutlaka çeşmeden su alırlardı. Tayfaları bu çeşmenin suyunu içmiş olan bir geminin, Karadeniz'in dev dalgalarına yenilmeyeceğine inanılırdı.. Ama bu inanca rağmen sonraları o çeşme yıkılır ve yerine bir heykel dikilir : Ünlü denizcimiz Barbaros Hayreddin Paşa'nın heykeli !...
...Kozmetiğin başkenti olan Paris'te, her dört yılda bir yüzüne sürülen 40 ton boyayla makyajını tazeleyen Eıffel Kulesinde, Fransız İhtilalini simgeleyen, toplam 1789 basamak vardır...
...1998 Dünya Kupası final maçını oynamak üzere hazırlanan Fransa ve Brezilya takımlarının soyunma odalarına Papa birer mesaj gönderir : "Papa'nın kalbi Barthez ve Taffarel'in yanındadır".. 2. Jean Paul'un mesajında neden yalnızca kalecilere moral verdiği, diğer futbolcuları eliyle bir kenara ittiği merak konusu olur. Bunun üzerine bir açıklama yapılır Vatikan'dan : "Çünkü Papa gençliğinde kaleciydi !"...
...Tevfik Fikret yolda yürürken, yanındakileri hep sağında yürütürmüş. Yanlışlıkla soluna geçenleri ise sağına geçmeleri konusunda uyarırmış. Dostları, onun kalbinin tümüyle eşine ait olduğunu, bu yüzden de kalbinin olduğu tarafa kimsenin geçmesinin istemediğini bilirlermiş...
...Meksika'da Zapatist Ulusal Kurtuluş Örgütünün lideri Marcos, şu altı kentte saklanırmış : Margaritas, Altamirano, Ranchonuevo, Comiton, Ocosingo, Sancrıstobal.. Bu altı kentin hangisinde mi rastlarsınız Marcos'a : Hepsinde !.. Çünkü Zapatist direnişin en güçlü olduğu bu altı kentin baş harfleri, Meksika yerlilerinin önderinin de adının oluşturur...
...Floransa'yı üç yüz yıldan fazla idare eden Medici ailesinden olan Pier de Medici, babası "Muhteşem Lorenzo" nun hayattayken özenle koruduğu bir heykeltıraştan, sarayının bahçesine bir kardan adam yapmasını ister.. Sanatçı için bu büyük bir hakarettir !.. O gün bir daha dönmemek üzere oradan ayrılır, büyük deha Mıchelangelo !...
...1856'da, İstanbul'da, Üsküdar'daki Selimiye Kışlası, hastane olarak kullanılmaktadır. Ünlü hemşire Florence Nightingale'in tedavisini üstlendiği askerlerden biri de Thomas Ashe'tir.. Bu asker, ileride çok meşhur bir oyuncu olacak olan Gregory Peck'in dedesidir !...
...3. Selim zamanında, Galata kadısı Şeytan Emin Efendi, "Bir kişi ömrünün on yılını başkasına satabilir" diye fetva vermiştir !...
...Fatih Sultan Mehmed'in yaptırdığı deli bakımevinde 70 oda, 80 kubbe vardır. O zamanlar 2.000 civarında hastası olan bu bakımevinde müzikle tedavi uygularlardı. Vakfın çok güçlü bir temele dayandığı, kuruluş yazısının şu cümlesinden anlaşılabilir : "Eğer mutfakta keklik ve sülün eti bulunmazsa bülbül, serçe ve güvercin pişirilip hastalara verile"...
...İstanbul'da hemen her kesimin hamamı ayrıydı. Örneğin Mehmedağa Hamamı kadınlara, Lütfüpaşa Hamamı eli açıklara, Kocamehmedpaşa Hamamı yaşlı ve bunaklara, Şengül Hamamı ise maskaralara ayrılmıştı. Ama kimse kendisinin bunak ya da maskara olduğunu kabul etmediğinden, bu son iki hamam 365 gün boş kalırdı !...
...İstanbul'da boy aynalarına, duvar ve konsol aynalarına düşkünlük 17. yüzyılda başlar. 1654 yılında İstanbul'a gelen Fransız gezgin Du Loır, Üsküdar Sarayındaki bir dairenin baştan aşağı aynalarla dolu olduğunu saptamıştır. Hasköy'deki Tersane Bahçesi Kasrı'nın çeşitli daireleri de 1718'de Venediklilerin verdikleri dev aynalarla donatılmış, bu yüzden de köşk, o günden sonra "Aynalıkavak Kasrı" adıyla anılmaya başlamıştır...
...Hasköy'e yakın olan Tersane Bahçesi'ne Fatih Sultan Mehmed döneminde, satranç tahtası düzeninde, 12.000 selvi dikilmişti...
...Rasuh Nuri İleri ; vakıf defterlerinde yaptığı çalışmada, Tophane'deki Kılıç Ali Paşa Camii'nin yapımında çalışan esirler arasında tanıdık birine rastlar : Mıguel de Saavedra Cervantes !.. Cervantes'in esir düştüğü dönem olan 1572-1580 yılları arasında Kaptan-ı Derya olan Kılıç Ali Paşa' nın Mimar Sinan'a yaptırdığı caminin bitim tarihi 1580'dir. Bu, Cervantes'in Türkler elindeki esirliğinin sona erdiği tarihtir. Son derece ciddi kayıtlar olan vakıf defterlerini inceleyen Rasuh Nuri İleri tarafından ileri sürülen bu belgeye göre, Cervantes ve Mimar Sinan, aynı eserin yapımında bir arada bulunmuşlardır !...
...Osmanlılarda, sokaklarda kap-kaç yoluyla öteberi çalan hırsızlar, yankesiciler, suçları sabit görüldüğünde, elleri arkalarından bağlanarak semersiz bir eşeğe ters bindirilir ve üç gün boyunca sabahtan akşama kadar dolaştırılarak halka teşhir edilirdi. Bir yandan da adı bağırılarak, kim olduğu halka duyurulurdu. Cezanın son günü, "yüzü ak olsun" diyerek yüzüne çanak çanak yoğurt atılırdı...
...Nasreddin Hoca'nın bir oğlu, bir kızı vardır. Kızının mezartaşı Konya'daki Mevlana Müzesi'ndedir. Sivrihisar'da bulunan mezartaşından, Fatma adındaki kızının 1327'de öldüğü anlaşılır. Fatma Hatun'un oğlu Mevlene Celaleddin Sivrihisar'da kadılık yapmıştır. Celaleddin Bey'in oğlu Hızır Bey de şair ve bilim adamıdır. Fatih Sultan Mehmed, İstanbul'u alınca Hızır Bey'e şehremini görevini verir. Yani sizin anlayacağınız, fetihten sonraki ilk İstanbul Belediye Başkanı, Nasreddin Hoca'nın torunudur...
...1799'da Kabe yakınındaki mübarek taşlardan birinin çalındığının ertesi günü Mekke'de bulaşıcı bir hastalık başgöstermiş, birkaç kişinin birden ölümüne neden olmuştu. Hastalığın etkisi günden güne arttı, Ramazan ayı sonlarına doğru ölenlerin sayısı günde kırk kişiyi bulmuştu. Bu taş,aklı pek başında olmayan birinin evinde bulundu ve yerine konar konmaz hastalık kesildi, o günlerde artık hiç ölen olmadı. Taşın çalındığı yer, Kabe'nin sol tarafında çukur bir yer olup, Hazreti İbrahim'in Kabe'yi yaparken çamur kardığı çukur olarak tanınırdı. Burası şimdi mermerle döşenmiş olup ortasında ise Hacer-i Ahmer (Kırmızı Taş) denilen bir taş durmaktadır. Sarılık olanlar bu taşı dilleriyle yalayınca renkleri ve sağlıkları yerine gelmektedir...
(Ahmet Cevdet Paşa Tarihi)
...Abbasi Halifelerinden Mu'tesim sekiz ay sekiz günde doğmuş, sekizinci halife olmuş, hilafette sekiz yıl kalmış, sekiz harfli bir mühür kullanmış, sekiz erkek sekiz kız çocuğu olmuş, sekiz şehir fethetmiş ve sekiz köşk bina etmiştir. Bunun için kendisine "Sekizli Halife" (Halife-i Mü-semmen) derler...
..."Bahti" mahlasını kullanan 1. Sultan Ahmed, 14. padişahtır, 14 yaşında tahta çıkmıştır, 14 sene saltanatta kalmıştır. Adına yaptırılan Sultanahmed Camii'nin 14 tane şerefesi vardır...
...Müderris Bursalı Haşim Efendi bir Kadir gecesi ölmüştü. Oğlu olan Şam kadısı Mahmud Efendi de bir Kadir gecesi ölmüştür !...
...Sultan 3. Mustafa devrinden 2. Abdülhamid'e kadar gelen sadrazamların hepsinin adı Mehmed'dir...
...ABD'de, Tennessee Üniversitesi tarih profesörü Palmira Brummett'in Osmanlılarla ilgili verdiği bir derse yeni kaydolmuş bir öğrencisi, bu dersi seçmesinin nedenini "Osmanlıların tarihin kara deliği olmasıyla" açıklamış.. Profesör diyor ki, "Bu saptamasının ne kadar çarpıcı olduğunun farkında değildi. Osmanlılar bizim tarihsel tahayyülümüzde, gerçekten de çoğu zaman bir kara deliktir. Bizim için iç işleyişinin sırrına varamadığımız güçlü ve merak uyandırıcı bir devlettir Osmanlı.."...
...Padişahların harita yapımını himaye ettiklerini biliyoruz, ancak osmanlı haritalarını kullananların sayısı, özellikleri ve beklentileri konusunda neredeyse hiç belge bulunmamaktadır. Evliya Çelebi, 17. yüzyıl İstanbul' unda sekiz harita yapım atölyesinin bulunduğundan kısaca bahseder, ancak ne bu atölyelerin isimlerini, ne de hamilerini ve üretim miktarlarını verir...
...Hariciye Nezaretinin kıdemli memurlarından birinin oğlu ve Osmanlı kentinin son dönem tarihçilerinden olan Said Nahum Duhani şöyle yazıyordu : "Sevgililer, bankerler, nazik beyler, ihtiraslı baştan çıkarıcılar ; herkes birbirine sadece buna alışık olanların doğru anlayabileceği işaretler gönderirdi. Piyasaya çıkmak Levanten gratin (seçkinlerin krema tabakası yani Mavrokordato, Zarifi, Testa ve Ostrorog aileleri) arasında her iki cins için de yararlı bir faaliyetti. Erkekler ayaküstü iş bağlayabildiği gibi, bekar kızlar da sefaret ataşelerinin gönlünü çelip müstakbel kocalarını bulmak için bundan daha iyi fırsat yakalayamazdı...
...Robert Kolej isimli yeni bir okul da Bulgar kimliğinin pekiştirilmesine yardımcı oluyordu. 1 Temmuz 1869'da, mahalle imamının karısının başını çektiği Müslüman ahalinin protestolarına rağmen, Rumeli Hisarı yakınında, Ahmed Vefik Paşa'nın tahsis ettiği bir alanda temeli atıldı ve 4 Temmuz 1871 tarihinde eğitime başladı. Derslerin İngilizce okutulduğu okul, Amerikalı misyonerlerce idare ediliyordu. Okul, çok sayıda Bulgar öğrenciyi kendisine çektiği gibi, milliyetçiliği de körüklüyordu. Rum ve Bulgar öğrenciler arasındaki kavgaları sadece birkaç yıl sonra, 1876'da, Robert Kolej mezunu Bulgar öğrencilerin önderliğinde Osmanlı karşıtı ayaklanmalar izleyecekti. Hiçbir şehir, Londra bile, başkenti olduğu imparatorluğa karşı milliyetçi ayaklanmaların başını çekecek daha çok sayıda lider yetiştirmemiştir...
...Fransız ve İngiliz askerleri sokaklarda aylaklık ediyor ; subaylar bıçaklanıyor ve dükkanlar yağmalanıyordu. Asayişi sağlamak üzere İngiltere ve Fransa kendi polislerini getirdiler. Öyle bir noktaya gelinmişti ki, İngiliz sefaret mahkemesi dolup taşıyor ve İngilizler ellerindeki suçluları Boğaz'da kullanılmayan bir gemiye hapsediyordu. Savaş ve kapitülasyonlar, yabancı tacirlerin, İstanbul'un ekonomik yaşamında, hala etkin bir güç olan loncalar tekeline saldırmasını mümkün kılıyordu. 1855 yılının sonuna gelindiğinde, limanda yüzlerce Slav ve Maltalı kayıkçılar çalışıyor ve şehrin pek çok köşesinde yabancıların işlettiği şaraphaneler açılmış bulunuyordu. Amerikalı bir siyasi gözlemci, Nassau Senior, 1857 Ekim'inde, "Bu dükkanların sahiplerinden daha alçak ve vicdansız bir kişi ya da bizzat bu dükkanlardan daha korkunç bir rezalet yuvası yoktur" diye yazacaktı...
...1882 yılına gelindiğinde 237.293 kişinin yaşadığı Galata, tüm İstanbul'un nüfusunun dörtte birini oluşturuyordu. Şehrin toplam nüfusu yaklaşık olarak 1844'te 391.000'den, 1856'da 430.000'e, 1878'de 650.000'e ve 1885'te 873.565'e yükselmişti. Galata nüfusunun dörtte üçünü, esasen yabancı pasaportların himayesinde yaşayan Hıristiyanlar oluşturuyordu. Fakir Yahudi ve Müslümanlar, ekonomik ve sosyal baskılarla dışarı itilmişti. 16 Kasım 1868 günü, Osmanlı'nın yeni gazetelerinden 'Hürriyet' te şöyle yazıyordu : "Ticaretimiz, alışverişimiz ve hatta kırık dökük evlerimiz bile yabancılara verilirken, biz sadece seyirci kaldık.. Çok yakında, geçinmek imkansız bir hal alacak ve (şehir halkı için) Bursa,Kütahya ya da Konya'ya göçmekten başka çare kalmayacak, İstanbul boşalacak ve bizim yerimizde Avrupalılar oturuyor olacak". Altı sene sonra ise, şunları söylüyordu Edmondo de Amicis : "Şehrin görkemli cephesine hakim mimari anlayış ve sütunlarda, kutsal toprakları yeniden fetheden Hıristiyanlar ile onu bütün güçleriyle savunan Müslüman evlatlarının mücadelesi göze çarpıyor. Bir zamanlar sadece bir Türk şehri olan İstanbul, şimdi kendisini Haliç ve Marmara kıyılarından yavaş yavaş kemiren Hıristiyan mahallelerinin hücumu altında. Diğer yanda ise fetih bu kadar yavaş ilerlemiyor. Kiliseler, saraylar, hastaneler, halka açık bahçeler, fabrikalar ve okullar bir tepeden diğerine uzayıp giderken, Müslümanların yerleşim birimlerini ezip geçiyor, kabristanları istila ediyor...
...Ahmed Cevad 1892'de Azerbaycan'da doğdu.. 1912' de Kafkas Gönüllü Kıtası ile Balkan harbinde savaştı. 1914'te "Çırpınırdın Karadeniz" i yazdı. 28 Mayıs 1918'de bağımsızlığını ilan eden Azerbaycan Cumhuriyeti'nin milli marşını da o yazmıştır. Üzeyir Hacıbeyov'un bestelediği marş, Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra yeniden Azerbaycan Milli Marşı oldu. 12 Ekim 1937'de, Stalin döneminin en "azgın" zamanlarında, karşı devrimcilikle suçlanarak, on beş dakikalık bir duruşmadan sonra ölüm cezasına çarptırılır ve kurşuna dizilir...
...Osmanlı’nın ilk dönemlerinde, gayrimüslimlerin kıyafetlerine karışılmazdı. Nitekim, 15.y.y’ın ortalarında, Türkiye’ye yerleşmiş olan Yahudi İsak Zarfati, ”Burada en iyi elbiseleri giyebilirsiniz. Hıristiyan egemenliğinde, çocuklarınızı mosmor veya kıpkızıl dövülme tehlikesiyle karşı karşıya bırakmadan, asla ’mavi’ ve ‘kırmızı‘ renkli elbiseler giydiremezsiniz..” diyerek Avrupa’daki Yahudileri Osmanlı topraklarına çağırıyordu...
...16.y.y.’ın sonlarında, Kanuni’nin torunu III. Murad döneminde, giyim konusunda gayrimüslimler üzerindeki devlet baskısı iyice arttı. Gayrimüslimler, devletin emriyle, kendi kimliklerini ortaya koyacak biçimde giyinmeye başladılar. 4.Eylül.1577 tarihli ferman ile de, Müslüman olmayanların ipek elbise giymesi, hatta elbiselerine ipek işlemeler yaptırmaları yasaklandı. Gayrimüslimler, Müslümanlar gibi sarıkla dolaşırlardı. Yahudiler sarı renkli sarık, Ermeniler alaca renkli tülbent, diğer Hıristiyanlar mavi renkli sarık takarlardı. Osmanlı İmparatorluğu’na gelen Frenkler (Latin Katolikleri) yani Avrupalı Hıristiyanlar da siyah renkli şapka kullanırlardı...
“Sen ki Yusuf Paşa’sın, eski sadrazamlığında, benim arzuma göre hareket etseydin seni azletmezdim, ama sen böyle yapmadın. Değil vezirlere, bayağı adamlara bile yakışmayan zulümlere giriştin. Garez beslediğin adamlara zulmettin. Artık böyle huylarından vazgeçmişsin diye seni yine sadrazam tayin ettim. Allah etmesin. Eski kötülüklerine yine cesaret ettiğini duyarsam, bu defa azlinle yetinmem. Kazaya uğrarsın. Sen doğru ol. Fukaraya şefkat göster. Rüşvet alma. Kimseye garez besleme. Allah’ın ve benim rızama göre davran. Harp hazırlığı olarak zahire ve levazımı vaktinde topla.”...
...Kazaklar bu yıllarda İstanbul Boğazı’nın içlerine de birkaç kez saldırdılar: 1624’te Yeniköy’e kadar inerek sahil köylerini yağmalayıp, yaktılar. İngiliz elçisi Sır Thomas Roe 19 Temmuz
“…Kaptan Paşa’nın Tataristan’da olmasını fırsat bilen, her birinde kürekçi ve asker 50 kişi olan, 70-80 Kazak teknesi gün doğarken Boğaz’a girdiler; burada ayrılarak, kente (İstanbul)
...Yahya Efendi, Kanuni Sultan Süleyman’ın sütkardeşidir. Varlık beşiğini Trabzon’da süslemiştir. O zamanlar Yavuz Sultan Selim de orada validir. Küçük Yahya’nın annesi vali konağına istediği zaman giriyor, istediği zaman çıkıyordur. Çünkü geleceğin Kanuni Sultan Süleyman’ını o emziriyordur. Yahya Efendi İstanbul’a geldikten sonra Müftü Ali Çelebi yanında yetişmiş, medresenin sahni seman derecesinde müderrisliğe ulaşmıştır. Günlerden bir gün, Kanuni’ye bir mektup yazar, süt kardeşliği ile cemaziyülevvelini önüne sürer. Acıdır, bu, onun 60 akçe ile emekliye ayrılmasından başka işe yaramaz. Adamcağız kütük gibi yarılan kalbiyle Beşiktaş dolaylarında bir yer edinir. O günden başlayarak kendini geceli gündüzlü Tanrı’ya adar. Bahçesine kendi elceğiziyle çınarlar, söğütler, sakız ağaçları, selviler, cevizler diker. Kısa zamanda orayı bir ağaç denizine çevirir.Yahya Efendi 1570 yılında dünya urbacığını çıkarıp ahret urbacığını giyince, burası öylecene bir ziyaret ve seyir yeri olur. Her Çarşamba, tarikatten olsun, olmasın, kalabalık bir halk dervişlerin zikirlerini dinlemek üzere buraya gelmeye başlar…
...İsveç'te beden eğitimi ihtisası yaparak yurda dönen 35 yaşındaki Selim Sırrı (Tarcan) Bey, Cağaloğlu'nda genç kızlar için ilk kez bir jimnastik salonu açtı. Şeyhülislamın karşı çıkmasına rağmen, 12 Mayıs 1916'da Türkiye'de ilk defa Darülmuallimin öğrencileri, Kadıköy'de İttihatspor sahasında (bugünkü Fenerbahçe stadının olduğu yerde) Selim Sırrı Bey yönetiminde gösterilerini sundular. "Jimnastik Şenliği" adıyla sergilenen oyunlarla ilgili çok önemli bir olay daha vardır ; Selim Sırrı Bey'in İsveç'te eğitim görürken öğrendiği, "The Trallande Santor" (Tral la la Diyen Üç Kız) adlı bir halk şarkısına, okulun müzik öğretmeni Ali Ulvi Bey tarafından Türkçe sözler yazılmış ve meşhur "Dağ Başını Duman Almış" isimli marşımız bu şekilde doğmuş ve yine ilk defa bu gösteriler sırasında öğrenciler tarafından söylenmişti...
...Yeni yüzyılla birlikte Büyük Bulgaristan peşinde koşan rakip grupların yarattığı ilhamla, yeni bir terörizm dalgası başladı. En sansasyonel eylem 1901 Eylül'ünde, Amerikalı misyonerlerden Helen Stone'un IMRO tarafından kaçırılarak Doyran gölü çevresindeki dağlarda rehine olarak tutulması ve sonunda ABD hükümetinin 60.000 dolarlık fidyeyi vermesi üzerine Strumıka'da serbest bırakılmasıydı. Bayan Stone'u kaçıran komitacılar ona ço iyi davranmışlardı. Bu olay kendi başına pek fazla önem taşımıyordu. Ama bir kadın misyonerin kaçırılması Amerikan, Fransız, İngiliz ve İtalyan basınında çok yer buldu. Gazeteler, "Rakip gruplarla IMRO komutanlarının köy ileri gelenlerini tehdit ederek kendilerini desteklemeye zorlamalarını Türkler engelleyemiyor" diye yazdılar. Helen Stone'un serbest bırakılmasından hemen sonra, Büyük Güçler Makedonya ve Trakya'da yeni reformlar gerektiği konusunda Babıali ile diplomatik ilişkilere başladılar...
...1921 Eylül'ünde hiç bir yabancı diplomat Sultan'la herhangi bir konuda bir iş görüşmesi yapamıyordu. Padişah'ın yakını olan Şerif Ali Haydar, ayın birinci günü onun bir kez daha evlendiğini hatırlıyordu. Bu yeni eşi onu o denli oyalıyordu ki, Sultan artık hiçbir ziyaretçi kabul etmez olmuştu. Vahdeddin 60 yaşında, yeni eşi Nevzad ise 19 yaşındaydı !...
...Osmanlı kentlerindeki ilk işçi gösterisi, 1 Mayıs 1909'da Üsküp'te düzenlenen "Amele Nümayişi" dir. Türkiye' deki işçi bayramı yazıtı ise Amasra' dadır. Saray mimarı Sarkis Balyan 1873' te Amasra'da kömür ocağı açma imtiyazı almış, karşılığında da dekovil hattı, dalgakıran ve rıhtım yapma işini yükümlenmişti. Ama bu işi yerine getirmeden 1899' da ölmüş, imtiyaz süresi de 1908' de dolmuştu. Sözleşmeyi yenileyen varisleri, 1911' de Amasra Kalesi' nin taşlarını söktürerek dalgakıran yapımını başlatmışlardı. Söz konusu yazıt bu tarihi taşlardan birine, Balyanlar' ın Fransızca bilen elemanlarınca, kazıma-kakma tekniğiyle işlenmiştir : 1 Mayıs 1911...
...Katolik keşişlerin Ortaçağ' da eski metinleri kopya ederek klasik bilgiyi canlı tuttukları doğru değildir. Gerçekte kilise, puta tapanlar tarafından yaratıldıkları gerekçesiyle, klasikleri ortadan kaldırmak için sistematik bir kampanya başlatmıştır. Keşişlerin çoğunun zaten okuma-yazması yoktu. 13. yüzyılda İsviçre' nin St. Gall Manastırı' nda yaşayan 1.000 keşişten hiçbiri okuma yazma bilmiyordu...
...Ortaçağ' daki tefecilerin hep Yahudi olmasının nedeni ; Katolik Kilisesi' nin tefeciliği yasaklaması ve Hıristiyanların buna inanmasından ileri geliyordu. Böylece Yahudiler dünyanın mali kurumlarını ele geçirmişlerdi. Yaklaşık 200 yıl sonra bazı din bilimcileri, bir gün başlarını İncil' den kaldırınca, kredi vermenin ekonominin büyümesi için gerekli olduğunu gördüler. Bankacılık da birden ahlaksızlık olarak görülmemeye başlandı ve birden piyasayı Hıristiyanlar ele geçiriverdi...
...16. ve 17. yüzyılda bilim, Ortaçağ uygulamaları ve kör inançlarıyla karmakarışık bir haldeydi. Örneğin ; şair Thomas Flatman bir bıçak yarası aldığında, doktoru, İngiltere' nin en yüksek bilim kurumu olan Royal Society' nin tavsiyelerine uyarak, ilacı bıçağın üzerine sürmüş, Flatman' a ise el bile sürmemişti...
...Naziler, Yahudilere olduğu kadar eşcinsellerle de mücadele etmişler ve 220.000 eşcinseli öldürmüşlerdi...
...Eğer Rus kaynaklarına inanmak gerekirse, 1914 Mart' ında bile başkentteki Osmanlı subayları "Alman despotluğu" nu öyle ağır bir biçimde hissediyorlardı ki, sorunu kısa yoldan çözmek için Liman von Sanders' i bir suikastte harcamayı bile düşünmüşlerdi...
...Matematikçi ve astronom Takiyüddin Efendi, 3. Murad'dan aldığı izinle 1575' te Tophane' de rasathaneyi faaliyete geçirdi. 1577 yılı Kasım ayında İstanbul semalarında gördüğü kuyruklu yıldızın iyi haberlerin müjdecisi olduğunu söyledi ama bir yıl sonraki veba salgını, kendisine karşı olanları ayaklandırdı. Şeyhülislam Ahmed Şemseddin Efendi' nin fetvasıyla, Kaptan-ı Derya Kılıç Ali Paşa, top atışıyla bir gecede rasathaneyi yerle bir etti. Takiyüddin' in enkaz altında kalarak mı, yüreğine inerek mi öldüğü bilinmiyor...
...Çanakkale Savaşı sırasında, muharebe alanına sadece iki kadın girdi. 26 Nisan 1915' te yani kara muharebelerinin ikinci günü vurulan Yarbay Charles Doughty-Wylıe' nin Seddülbahir' deki mezarını ziyarete gelen eşi. Diğeri ise, yine Seddülbahir' de karaya çıkıp Fransız askerlerini ziyaret eden Kızılhaç Başkanı Madame de Clapıer...
...Eski Çin'de, tahıl ya da şarap ölçmek için kullanılan bir küpün istenen dolulukta olup olmadığını anlamak için, üstüne vurulduğunda çıkardığı sesin tonu dinlenirdi...
...Pierre Galoıs, matematikle ilgili en önemli düşüncelerini, 20 yaşında bir arkadaşına yazdığı mektupta anlatmıştı. Mektubunu yazdığının ertesi günü öldürülmüştü. Eriştiği sonuçlar günümüzde hala kullanılmaktadır...
...18.yüzyılın sonlarında, İngiliz Krallık Donanması gemilerindeki ölümlerin yalnızca % 9'unun nedeni düşman saldırısıydı. Yaklaşık % 50'si hastalıklardan, % 31'i kazalardan, % 10'u da yangından veya gemilerin batmasından ileri geliyordu...
...Dünyanın en eski baskılı kitabı olan "Elmas Sutra" 868 yılında, kağıt yapraklara tahta bloklarla basılmış ve parşömen rulolarına iliştirilmiş Buddhacılıkla ilgili bir metindir...
...Marasaki Şikibu adlı soylu bir Japon kadını, 1007' de ilk romanı yazdı : 600.000'den çok sözcükten oluşan, "Genci'nin Masalı"nda, gerçek aşkı ve erdemi arayan bir prensin başından geçenler anlatılır...
...Savaşlardan sonra Viking kadınları, karnından yaralanmış savaşçılar için, ağır kokulu bir soğan ve ot çorbası hazırlarlardı. Daha sonra bu koku yaradan da gelirse, yaralının bağırsağının delinmiş olduğu ve fazla yaşamayacağı anlaşılırdı...
...1212 yılında, 4. ve 5. Haçlı Seferleri arasında, masumların gücüne inanan binlerce silahsız çocuk, Avrupa'dan kutsal topraklara gitmek için ayrıldı. Bunların çoğu ya yollarda öldü ya da tutsak düşerek köle olarak satıldı...
...Seyyah Marco Polo'nun anlattıklarına Avrupa kolay kolay inanamadı. Örneğin ; Doğu'da fıskiyelerden yağ fışkırdığını söylüyordu. Doğruydu : Günümüzde Azerbaycan'ın başkenti olan Bakü'deki petrol yataklarından bahsetmişti !.. Bir diğeri ; öğütülüp ateşe dayanıklı giysiler yapılan kayalardan bahsetmişti. Bunlar Çin'de herkesin bildiği, ama 13. yüzyıl Avrupa'sında bilinmeyen amyant kayalardı...
...ABD başkanlarının resmi konutu Beyaz Saray, doğal rengi gri olan kumtaşından yapılmış, 1814'teki büyük yangında yanmasından sonra, isli taşların üstünü örtmek amacıyla beyaza boyanmıştır...
...1500-1800 yılları arasında Avrupa gemileriyle Afrika'dan Amerika'daki kolonilere taşınan kişi sayısı 12 milyon kadardır. Bu sayı, Kuzey Amerika' nın 15.yüzyıldaki nüfusundan 2 milyon fazladır...
...Portekizliler kendi köle gemilerine tabut anlamına gelen "Tumbieros" adını takmışlardı ; çünkü "insan yükleri"nin % 30'undan çoğu yolculuk sırasında ölüyordu...
Prusya generali ve Osmanlı ordu müşaviri Moltke, 1836’da İstanbul’ da, Serasker Kapısı’ ndaki (Harbiye Nezareti) bir dayak cezasını şöyle anlatır : “Serasker Kapısı’ nda değnek cezasının uygulandığını gördüm. Beş Rum, her biri 500 değnek yemeye mahkum edilmişti. Bir kavas, mahkumun göğsü üstüne diz çöküp ellerini tutuyor, ikisi falakayı tutarken, iki kavas da değnek vuruyordu. Paşa, bana iltifat olmak üzere, 200’ er değneği affetti. Ben kalanı da çok bularak, 25 değnek teklif ettim. Sonunda 50 değnekte uyuştuk. Sopa yiyenlere, bu lütfun Prusya beyzadesinin hatırı için olduğu belirtildi…
…1682’de IV. Mehmed’ e, Moskova elçisi aracılığı ile, birçok hediyenin yanı sıra, tam 1.198 tane samur kürkü sunulmuştu…
…1807 sonbaharında bir medrese talebesi yeniçerilerle bir fahişe yüzünden kavgaya tutuşmuş, yakayı kurtaramayacağını anlayınca medresesinin yolunu tutmuş, kendisini takip eden askerlerden birini öldürüp kaçarak Fatih Camii’ ne sığınmıştı. Birkaç yüz yeniçeri de camiin etrafını sarmıştı. Durumdan haberdar edilen Şeyhülislam Ataullah Efendi, kaçak talebeye kimsenin yardımcı olmamasını istedi. Talebe, caminin müezzin mahfeline çıkıp, elindeki silahla camiye girmeye çalışan yeniçerilere ateş etmeye başladı. Yeniçeriler Fatih Sultan Mehmed’ in ruhuna saygısızlık etmemek için cami içinde ateş etmek istemiyorlardı ama olayın uzamasına sinirlenen şeyhülislam, yanına yeniçerileri alarak camiye girdi ve talebeye ateş açarak onu yaraladılar.O halde, yaralı olarak tekrar cami dışına kaçan medrese talebesi kızgın halk tarafından linç edildi. Şeyhülislam bu olay nedeniyle kınandı ve tarihe “Fatih Camii’nde kurşun attıran Şeyhülislam” olarak geçti…
…II. Abdülhamid’ in oğlu Şehzade Burhaneddin Efendi, Çerkez güzeli Aliye Melek Hanım’ la evlendiğinde Osman Ertuğrul doğar. (23. 09. 2009’ da 97 yaşında öldü ) Bir süre sonra şehzadeden boşanan Aliye Melek Hanım, 1922 yılı sonlarında Lausanne’ da Cavid Bey’ le evlenir. Bu evlilikten de1924’ te Şiar Yalçın doğar. 1926 yılında henüz 11 aylıkken, Atatürk’ e karşı İzmir suikastı girişiminin azmettiricilerinden sayıldığı için idam edilir babası.. Hüseyin Cahit (Yalçın) kendisini himayesine alır.
Şiar Yalçın, babasının kaderini 6-7 yaşlarındayken öğrenecektir. Nişantaşı’ ndaki English High School, bilinçli ya da bilinçsizce, Şiar Yalçın’a sıra arkadaşı olarak Altemur Kılıç’ı seçmişti, yani Şiar Yalçın’ın babasının idamını onaylayan ünlü İstiklal Mahkemeleri Reisi Kılıç Ali’nin oğlunu !....
Doktorun öğüdüyle Papa VI. Clemente zaten sıcak geçen 1348 yazını, sürekli yanan iki ateşin arasında oturarak geçirdi. O dönemde bilinmemesine rağmen, aşırı sıcaklık büyük bir olasılıkla pirelerin yaklaşmalarını engelledi ve Papa böylece vebaya yakalanmadı...
...Leonardo Da Vinci'nin ünlü tablosu " Mona Lisa ", ilk olarak Fransa Kralı I. François' ya satıldı ve tahmin edin nereye yerleştirildi ? Kralın banyosuna !.. O muhteşem gülümseyiş karşısında banyo !...
...Hiçbir kadın Esma Sultan kadar serbest değildi. Padişahın en sevdiği kız kardeşi olan Esma, serbestliği kadar, kölelerinin güzelliği ve meşrebinin genişliğiyle de ünlüydü. 1778 doğumlu olan sultan, 25 yaşında dul kalmış ve pek çok diğer prensesin aksine yeniden evlenmemişti. Geceleri, irili ufaklı kayıklar Boğaz kıyısındaki yalısına yanaşır, şamandıralara bağlanıp meşhur kadınlar orkestrasına kulak verirdi. Atletik vücutlarını incecik gömlek ve pantolonların zar zor örtebildiği kürekçilerin uçurduğu bir kayıkla Boğaz'ı geçen kartal çehreli prensesin ve üç gözalıcı hizmetkarının görüntüsü, Kral Louis-Philippe'in oğlu Prens de Joinville'i, Ayasofya'dan daha çok etkilemişti !..
Esma Sultan'ın Avrupa ya da Asya'nın tatlı sularına yaptığı geziler köle avıydı.
Işığın, gölgenin ve suyun birbirlerine bin bir oyun yaptığı o vadilerde, koşuşturan çocukların ve rengarenk giysilerin asırlık ıhlamur ağaçlarının altında oturan kadınların arasında yürüyüşü, biçare tavukların üzerinde dolanan alıcı bir kuşu andırırdı..
Erkekler, Esma'nın dikkatini çekecekler diye korkudan tir tir titrerlerdi. Çünkü, hemen bir hizmetkar gönderir ve dikkatini çeken erkeği sarayına davet ederdi.Reddetmek gibi bir seçenek söz konusu bile değildi. Sarayda maksadına mazhar olduktan sonra, artık tükenmiş durumdaki erkeği Boğaz'da boğdurduğu söylenirdi...
...Esma'nın kölelerinin güzelliği, Sultan II. Mahmud'un onu sık sık ziyaret etmesine neden olurdu. Sultan' ın erkek gözdeleri de vardı. Bunların arasında dolgun, hoş görünüşlü, genç bir adam olan Mustafa Efendi, babasının Bebek' teki kahvehanesinde çalışırken "dikkat çekmiş" ti. İçoğlanı olarak girdiği sarayda sonraları başefendiliğe ve hususi katipliğe kadar yükselmiş ; tamahkarlığı, hafifmeşrepliği ve sefahat düşkünlüğüyle nam salmıştı. Ama, Padişah' ın kadınlarla da arası iyiydi. Özellikle, kız kardeşinin, gülüşü sevincin yankılanmasını andıran, çilli kölesi Nasip ile.. Esma' nın sarayında öylesine mesuttu ki Nasip, Padişah' ı üç kez geri çevirmişti. Esma' nın erkek kardeşine sunduğu bir başka diğer güzel köle de Bezm-i Alem' di. II. Mahmud' un ondan Abdülmecid ve Abdülaziz adında iki oğlu oldu. 1808 yılından beri ilk kez hanedanda birden fazla erkek bulunuyor ve Osmanlı tahtı bir kişinin yaşamına bağlı kalmaktan uzaklaşıyordu. Hanedanın biyolojisi istikrara kavuşmuştu...
...Pierre Galoıs, matematikle ilgili en önemli düşüncelerini, 20 yaşında bir arkadaşına yazdığı mektupta anlatmıştı. Mektubunu yazdığının ertesi günü öldürülmüştü. Eriştiği sonuçlar günümüzde hala kullanılmaktadır...
...18.yüzyılın sonlarında, İngiliz Krallık Donanması gemilerindeki ölümlerin yalnızca % 9'unun nedeni düşman saldırısıydı. Yaklaşık % 50'si hastalıklardan, % 31'i kazalardan, % 10'u da yangından veya gemilerin batmasından ileri geliyordu...
...Dünyanın en eski baskılı kitabı olan "Elmas Sutra" 868 yılında, kağıt yapraklara tahta bloklarla basılmış ve parşömen rulolarına iliştirilmiş Buddhacılıkla ilgili bir metindir...
...Marasaki Şikibu adlı soylu bir Japon kadını, 1007' de ilk romanı yazdı : 600.000'den çok sözcükten oluşan, "Genci'nin Masalı"nda, gerçek aşkı ve erdemi arayan bir prensin başından geçenler anlatılır...
...Savaşlardan sonra Viking kadınları, karnından yaralanmış savaşçılar için, ağır kokulu bir soğan ve ot çorbası hazırlarlardı. Daha sonra bu koku yaradan da gelirse, yaralının bağırsağının delinmiş olduğu ve fazla yaşamayacağı anlaşılırdı...
...1212 yılında, 4. ve 5. Haçlı Seferleri arasında, masumların gücüne inanan binlerce silahsız çocuk, Avrupa'dan kutsal topraklara gitmek için ayrıldı. Bunların çoğu ya yollarda öldü ya da tutsak düşerek köle olarak satıldı...
...Seyyah Marco Polo'nun anlattıklarına Avrupa kolay kolay inanamadı. Örneğin ; Doğu'da fıskiyelerden yağ fışkırdığını söylüyordu. Doğruydu : Günümüzde Azerbaycan'ın başkenti olan Bakü'deki petrol yataklarından bahsetmişti !.. Bir diğeri ; öğütülüp ateşe dayanıklı giysiler yapılan kayalardan bahsetmişti. Bunlar Çin'de herkesin bildiği, ama 13. yüzyıl Avrupa'sında bilinmeyen amyant kayalardı...
...ABD başkanlarının resmi konutu Beyaz Saray, doğal rengi gri olan kumtaşından yapılmış, 1814'teki büyük yangında yanmasından sonra, isli taşların üstünü örtmek amacıyla beyaza boyanmıştır...
...1500-1800 yılları arasında Avrupa gemileriyle Afrika'dan Amerika'daki kolonilere taşınan kişi sayısı 12 milyon kadardır. Bu sayı, Kuzey Amerika' nın 15.yüzyıldaki nüfusundan 2 milyon fazladır...
...Portekizliler kendi köle gemilerine tabut anlamına gelen "Tumbieros" adını takmışlardı ; çünkü "insan yükleri"nin % 30'undan çoğu yolculuk sırasında ölüyordu...
...İnanışa göre kargalar, Londra Kalesi'ni terk ettileri zaman İngiltere tahtı da çökecektir. Bunun için kalede bir karga ailesi kanatları kesilmiş olarak tutulur...
...1917 Nisan'ına kadar Lenin İsviçre'de sürgündeydi. Rus komünistleri ülkeye dönmesi için izin alınca, Alman hükümeti de buna onay verdi ; ama Lenin'in, Rusya topraklarına girinceye kadar mühürlü bir vagondan çıkmaması şartıyla...
..."Ekim Devrimi" aslında Kasım ayında olmuştu ; ama o sırada Rusya'da kullanılan takvime göre, aylardan Ekim'di. Lenin 1918'de bu takvimi de düzeltti...
...1932'de nakit para sıkıntısı yüzünden ABD'nin Washıngton eyaletindeki Tenino'da yöneticiler, tahtadan yapılmış "banknot" lar çıkartmak zorunda kaldılar...
...1803'te ABD başkanı Thomas Jefferson, Fransızların Amerika'daki Lousiana sömürgesini satın almak istedi. 10 milyon dolar ödemeye hazırlandığı sırada, Avrupa'da savaş tehlikesiyle karşı karşıya olan Fransa'nın daha çok toprak satmaya razı olmasıyla, 15 milyon dolar karşılığında, başlangıçta tasarladığının iki katı toprak satın aldı...
...M.S. 400'lü yılların başlarında Roma İmparatorluğu'nda 85.000 km. 'lik yol vardı.Londra'dan Roma'ya altı günde gidiliyordu..1800' lerde aynı yolculuk gene bu kadar sürüyordu !...
...1683'te Osmanlılar Viyana Kuşatması'nda başarısız olduktan sonra Viyanalı pastacılar, kuşatmanın bitmesini kutlamak amacıyla hilal biçiminde çörekler yaparak, "Kruvasan" (ay çöreği) adını verdiler...
…1682’de IV. Mehmed’ e, Moskova elçisi aracılığı ile, birçok hediyenin yanı sıra, tam 1.198 tane samur kürkü sunulmuştu…
…1807 sonbaharında bir medrese talebesi yeniçerilerle bir fahişe yüzünden kavgaya tutuşmuş, yakayı kurtaramayacağını anlayınca medresesinin yolunu tutmuş, kendisini takip eden askerlerden birini öldürüp kaçarak Fatih Camii’ ne sığınmıştı. Birkaç yüz yeniçeri de camiin etrafını sarmıştı. Durumdan haberdar edilen Şeyhülislam Ataullah Efendi, kaçak talebeye kimsenin yardımcı olmamasını istedi. Talebe, caminin müezzin mahfeline çıkıp, elindeki silahla camiye girmeye çalışan yeniçerilere ateş etmeye başladı. Yeniçeriler Fatih Sultan Mehmed’ in ruhuna saygısızlık etmemek için cami içinde ateş etmek istemiyorlardı ama olayın uzamasına sinirlenen şeyhülislam, yanına yeniçerileri alarak camiye girdi ve talebeye ateş açarak onu yaraladılar.O halde, yaralı olarak tekrar cami dışına kaçan medrese talebesi kızgın halk tarafından linç edildi. Şeyhülislam bu olay nedeniyle kınandı ve tarihe “Fatih Camii’nde kurşun attıran Şeyhülislam” olarak geçti…
…II. Abdülhamid’ in oğlu Şehzade Burhaneddin Efendi, Çerkez güzeli Aliye Melek Hanım’ la evlendiğinde Osman Ertuğrul doğar. (23. 09. 2009’ da 97 yaşında öldü ) Bir süre sonra şehzadeden boşanan Aliye Melek Hanım, 1922 yılı sonlarında Lausanne’ da Cavid Bey’ le evlenir. Bu evlilikten de1924’ te Şiar Yalçın doğar. 1926 yılında henüz 11 aylıkken, Atatürk’ e karşı İzmir suikastı girişiminin azmettiricilerinden sayıldığı için idam edilir babası.. Hüseyin Cahit (Yalçın) kendisini himayesine alır.
Şiar Yalçın, babasının kaderini 6-7 yaşlarındayken öğrenecektir. Nişantaşı’ ndaki English High School, bilinçli ya da bilinçsizce, Şiar Yalçın’a sıra arkadaşı olarak Altemur Kılıç’ı seçmişti, yani Şiar Yalçın’ın babasının idamını onaylayan ünlü İstiklal Mahkemeleri Reisi Kılıç Ali’nin oğlunu !....
Doktorun öğüdüyle Papa VI. Clemente zaten sıcak geçen 1348 yazını, sürekli yanan iki ateşin arasında oturarak geçirdi. O dönemde bilinmemesine rağmen, aşırı sıcaklık büyük bir olasılıkla pirelerin yaklaşmalarını engelledi ve Papa böylece vebaya yakalanmadı...
...Leonardo Da Vinci'nin ünlü tablosu " Mona Lisa ", ilk olarak Fransa Kralı I. François' ya satıldı ve tahmin edin nereye yerleştirildi ? Kralın banyosuna !.. O muhteşem gülümseyiş karşısında banyo !...
...Hiçbir kadın Esma Sultan kadar serbest değildi. Padişahın en sevdiği kız kardeşi olan Esma, serbestliği kadar, kölelerinin güzelliği ve meşrebinin genişliğiyle de ünlüydü. 1778 doğumlu olan sultan, 25 yaşında dul kalmış ve pek çok diğer prensesin aksine yeniden evlenmemişti. Geceleri, irili ufaklı kayıklar Boğaz kıyısındaki yalısına yanaşır, şamandıralara bağlanıp meşhur kadınlar orkestrasına kulak verirdi. Atletik vücutlarını incecik gömlek ve pantolonların zar zor örtebildiği kürekçilerin uçurduğu bir kayıkla Boğaz'ı geçen kartal çehreli prensesin ve üç gözalıcı hizmetkarının görüntüsü, Kral Louis-Philippe'in oğlu Prens de Joinville'i, Ayasofya'dan daha çok etkilemişti !..
Esma Sultan'ın Avrupa ya da Asya'nın tatlı sularına yaptığı geziler köle avıydı.
Işığın, gölgenin ve suyun birbirlerine bin bir oyun yaptığı o vadilerde, koşuşturan çocukların ve rengarenk giysilerin asırlık ıhlamur ağaçlarının altında oturan kadınların arasında yürüyüşü, biçare tavukların üzerinde dolanan alıcı bir kuşu andırırdı..
Erkekler, Esma'nın dikkatini çekecekler diye korkudan tir tir titrerlerdi. Çünkü, hemen bir hizmetkar gönderir ve dikkatini çeken erkeği sarayına davet ederdi.Reddetmek gibi bir seçenek söz konusu bile değildi. Sarayda maksadına mazhar olduktan sonra, artık tükenmiş durumdaki erkeği Boğaz'da boğdurduğu söylenirdi...
...Esma'nın kölelerinin güzelliği, Sultan II. Mahmud'un onu sık sık ziyaret etmesine neden olurdu. Sultan' ın erkek gözdeleri de vardı. Bunların arasında dolgun, hoş görünüşlü, genç bir adam olan Mustafa Efendi, babasının Bebek' teki kahvehanesinde çalışırken "dikkat çekmiş" ti. İçoğlanı olarak girdiği sarayda sonraları başefendiliğe ve hususi katipliğe kadar yükselmiş ; tamahkarlığı, hafifmeşrepliği ve sefahat düşkünlüğüyle nam salmıştı. Ama, Padişah' ın kadınlarla da arası iyiydi. Özellikle, kız kardeşinin, gülüşü sevincin yankılanmasını andıran, çilli kölesi Nasip ile.. Esma' nın sarayında öylesine mesuttu ki Nasip, Padişah' ı üç kez geri çevirmişti. Esma' nın erkek kardeşine sunduğu bir başka diğer güzel köle de Bezm-i Alem' di. II. Mahmud' un ondan Abdülmecid ve Abdülaziz adında iki oğlu oldu. 1808 yılından beri ilk kez hanedanda birden fazla erkek bulunuyor ve Osmanlı tahtı bir kişinin yaşamına bağlı kalmaktan uzaklaşıyordu. Hanedanın biyolojisi istikrara kavuşmuştu...
Paris'te, bugün VII. Edward Oteli olan bina Kral Edward'ın kaçamakları için yapılmış. Oteldeki bir kristal aynanın üzerinde çok sayıda çizik varmış. Oraya gelen kadınlara İngiliz asiller elmas yüzükler, kolyeler hediye ederlermiş. Kadınlar da gerçek olup olmadıklarını, bu kristal aynaya sürterek anlamak isterken çizik atıp duruyorlarmış farkında olmadan...
...Bir Osmanlı sultanının ilk defa Avrupa'da kişisel diplomasi girişiminde bulunması, Abdülaziz'in 1867' de Paris Evrensel Fuarı' na katılmak üzere çıktığı Avrupa gezisi sırasında olur.
Bir Fransız gazetesi,Paris nüfusunun bundan sonra "Sultan'ı görenler ve Sultan'ı görmeyenler" diye ikiye ayrılacağını yazar. Bazı gazeteciler onu, " zeki, iyi eğitimli, adil ve topraklarındaki Hıristiyanların koruyucusu" olarak tanımlarken, padişah aleyhine çok ağır bir yazı yazan, "Paris'te, Zafer Takı'nın altında 19.yüzyıl, 1.yüzyılı ağırlıyor" diyen Mark Twain gibi gazeteciler de vardır...
...1828 ile 1925 arasındaki dönemde erkeklerin başını örten fes, tahttaki padişahın tercih ettiği şekle göre; Mahmudiye, Mecidiye, Aziziye, Hamidiye denen modaları yaşadı. Zuhaf, Sıfır, Efendi biçimi, İzmir biçimi, şılk denen şekiller de vardı. Fes Nizamnamesi fes püskülünün düzgün olmasını da buyurduğundan, köşe başlarını tutan püskül tarayacılar türemişti. Bundan dolayı halk, fese "püsküllü bela" adını takmıştı...
...İstanbul'un fethedildiği 29 Mayıs 1453 tarihinden bugüne kadar sadece bir gün ezan okumak ve namaz kılmak yasaklandı !..Evet, yanlış okumadınız ..
O gün, yani 29 Eylül 1730 idi. Meşhur Patrona Halil İsyanı sırasında 'Deli İbrahim' adında bir softa, isyanın elebaşılığını yapan Patrona Halil ve yeniçeri ağalarının karşısına çıktı ve, "mübarek bir davaya kalktınız. Zalimlerden hesap soruyorsunuz. Böyle bir günde ezan okunmaz, namaz kılınmaz" dedi. Bir de üzerine fetva verdi.
Deli İbrahim'in fetvasıyla, o gün camiler ve mescitler kapatıldı, ezan okunmadı ve camilere namaz için gelinmesi yasaklandı...
...Karaçelebizade Abdülaziz Efendi 1658'de yazdığı "Süleymanname" de padişahın şairliğine değinirken şu dizeleri örnek vermiş : 'Muhibbi' mahlasıyla şiirler yazan Kanuni Süleyman, içki sunan güzele,
"Ayyaşlar meclisinde şaşılacak ünüm var.
Mescitteki cam kandili meyhanede kadeh yaptığımı unutma."
veya, "Kadeh yoksa mescitteki kandili alır meyhanenin yolunu tutarım." , ya da, "mescit mi meyhane mi denirse, meyhaneyi tercih ederim" diyerek bir ayyaşı konuşturuyor, veya yoruma bağlı olarak kendinden bahsediyor...
REŞAT EKREM KOÇU'NUN KÜLHANBEYİ ARGOSU'NDAN
AKREP : CASUS
BAL ALMAK : ÖPMEK
CAMCI : KURNAZ
ÇAKIL : DELIKANLI MEMESI
ÇILEK : GÖBEK ÇUKURU
ÇILINGIR : PARA
DEVE : HAMAMCI AĞA
DUMAN : TÜTÜN
DUBARA : YALAN
DÜŞEŞ : DAYAK
ELEMEK : SOYMAK
ELMA : TOPUK
EZAN : HOROZ SESI
GAVUR : KASAP
GÜL : ATEŞ
GÜLISTAN : HAMAM
GÜMÜŞ : NIKAHLI KARI
HURMA : ESMER GÜZELI
İSTIF : UYKU
KANDIL : SARHOŞ
KAŞ : BIYIK
KAZ : YAYGARACI
KINALI : ALTIN
KOÇAN : ZINDE IHTIYAR
KÜFLÜ : CIMRI ADAM
KÜSKÜN : KIZ MEMESI
MEKTEP : ZINDAN
NARGILE : BOŞBOĞAZ
PABUÇLU : ULEMA
PESTIL : HASTA
SIÇAN : BAKKAL
SUCUK : ZENGIN
SÜPÜRGE : SAKAL
ŞAMDAN : ARKADAŞ
ŞERBET : KAN
TAŞLIK : MEZARLIK
TAVLA : AŞÇI DÜKKANI
TOPAL : BECERIKSIZ
TURALI : PADIŞAH
UYKU : ÖLÜM
YADIGAR : PIÇ
ÖRNEĞIN , "TAVLADA DÜŞEŞ ATMAK", AŞÇI DÜKKANINDA DAYAK YEMEK ANLAMINA GELIRDI !...
Tanzimat'tan sonra kadın kıyafetleri de Batı modasından etkilenmiştir. Müslüman kadınlar tarafından evin dışında giyilen ve mantodan farksız uzun bir elbise olan ferace'nin şerit ve dantellerle süslenmesi her dönemin modası takip eder. Yaşmak incelir. Abdülhamid döneminde ferace yerini 'üç parçalı çarşaf 'a bırakacaktır.
Çarşaf ; yüzü örten bir peçe, başı ve bele kadar gövdeyi örten bir pelerin ve belden ayaklara kadar inen bir eteklikten oluşur. Avrupa çizgilerini ve kesim tarzını benimseyen çarşaf, daha sonra Batılı tayyör'e dönüşecektir.
Kırım Savaşı'nı izleyen döneme korse kullanımının damga vurduğu görülür. Adını bu savaştaki ünlü tabyadan alan 'Malakof tuvaleti' moda olur ; beli çok sıkı saran, altına giyilen balinalı fistan sayesinde eteği kabarık duran bu tuvaletin İstanbul'lu Müslüman hanımlar arasındaki adı 'sepetli fistan'dır.
Elmaslar, inciler ve altın tellerle süslenen kadın fesi yerini 19.yüzyılın ikinci yarısında 'hotoz' a bırakacaktır. Hotoz genellikle 'krep' veya 'papazi' ile yapılır ve giysilerin renk ve kesimiyle uyumludur.
Ayakkabılar da giysilerdeki değişimi izler ; böylece 'pabuç'un yerini 'potin' veya 'iskarpin' alır. Kadın iskarpinleri çok çeşitli modellere sahiptir. Potinin yollardaki çamurdan kirlenmesini önlemek için üstüne 'kaloş', yani bir çeşit çamur lastiği giyilir...
...Dünyada oldukça erken tarihlerde düzenlenmeye başlayan kayık ve kürek yarışları, 19.yüzyılın ortalarından itibaren, Osmanlı denizlerinde de görülür ve bir müsabaka olarak uygulanır.
İlk örneklerine Abdülaziz döneminde rastladığımız bu tür yarışların ilki, 27 Ağustos 1869' da Büyükada' da düzenlenir. Bu amaçla Büyükada'da bir müsabaka komisyonu kurulur ve Bahriye Nazırı aracılığıyla, padişahtan izin istenir ; 6 Temmuz 1869 tarihli irade ile de, yarışa izin verilir.
Bundan sonraki yarışların hangi sıklıkta yapıldığı, şimdilik bilinmemekle beraber, yaklaşık yirmi yıl sonra, 28 Ağustos 1888' de Büyükada'da yeniden bir yarış düzenlenir ve o sırada İstanbul'a gelmek üzere bulunan İngiltere Kraliçesi'nin oğlu Edinburgh Dükü'nün de bu müsabakaya katılması kararlaştırılır...
...Polonezköy, 1970'lere kadar, toplam 175 nüfustan oluşan 45 ailenin yaşadığı küçük bir yerleşim merkeziydi. 'Çenstohovalı Meryem Ana Kilisesi' adını taşıyan ibadet yerlerinde, dinsel ve kültürel alışkanlıklarını sürdürmekle beraber, tam bir Türk vatandaşı olarak davranmaktan geri kalmamışlardır.
Köyün tarihsel açıdan ilginç bir noktası da mezarlığıdır. Burada, ülkelerinin özgürlüğü için savaşmış ; ama oradan ayrılmak zorunda kalmış birçok Polonyalının mezarı bulunmaktadır. Bazı isimler vermek gerekirse : 1831 sığınmacısı Adam Mıchalowski ; 1831 ayaklanmasında üstteğmen, 1848'deki ayaklanmada ise, yüzbaşı olan ve Kırım Savaşı'nda Osmanlı ordusunda albay olarak görev yapan Anton Wıerucki ; Macar ordusu üstteğmenlerinden, 1863 ayaklanmasında yüzbaşı olan ve arkasından Osmanlı ordusunda hekimlik yapan Karol Sobieszzanski...
2.Viyana Kuşatması sırasında, 12 Eylül 1683' teki Kalenberg Savaşı'nda yenilgiye uğrayan Osmanlı ordusunun geride bıraktığı çadırlarındaçuval çuval yeşil kahve bulunmuştu. Bir Kapuçin papaz bunları ne yapacağını bilemeyen Almanlara tavsiyede bulundu ; "kavurun, sonra toz haline getirin, bal ve süt ile karıştırıp için" dedi. Öyle yaptılar bu şekilde pişirilen kahveye "Cappucino" dendi. Papa 23. Jean, daha sonraları bu rahibi aziz ilan etmişti...
...Ramazan ve Kurban Bayramında, sabah namazından sonra, sarayın taht kapısı (Babüssaade) önüne mücevherli altın bayram tahtı kurulur ; Sadrazam ve Divan erkanı Kubbealtı'nda, ulema, ocak ağaları, kalem efendileri, hekimbaşıya kadar teşrifat defterinde yazılı olanlar da tören giysili olarak avlu revaklarının önünde el, etek, saçak öpmek için toplanırlar ; Hasoda'da Enderun halkıyla bayramlaşan padişah Taht Kapısı'nda görününce çavuşlar topluca, "Aleyke Avnul-lah, maşallah ! Devletinle bin yaşa ! Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var !" diye alkışta bulunurlardı. En çarpıcı sahne, sadrazamın, üçer adım arayla üç kez diz çöküp yeri, sonra padişahın her iki ayağını öpmesiydi...
...16.yüzyıl sonlarında sadece sultan siyah tilki kürkü giyerdi. Diğer kürkler sultan ve emrindekiler tarafından özel bir zamanlamayla giyilirdi. Sonbaharda kakım ; sonra kısa bir süre için sincap ve kışın ise samur.. Sultan kürkünü değiştirdiği gün, veziriazam ve diğerleri de onu izlerdi...
...Gülcemal Kadınefendi'ye Abdülmecid adeta tutkundu. Onun için,"Bu kadın, kalben en hakiki bir muhabbet hissettiğim yegane zevcemdir. Onunla ömrümü birlikte geçirdiğim için, gençliğimden beri kendisine bütün kalbimle bağlandım" dediğini anılarında yazan Dr. Spitzer, Gülcemal'i muayene ettiği sıradaki gözlemini şöyle anlatır : "Padişah, yüzünü örten şalı kendisi açtı. İşte o zaman karşımda öyle güzel bir kadın başı gördüm ki, ömrümde bir benzerine daha rastlamadım.." Gülcemal ne yazık ki 1851' de veremden öldüğünde oğlu Reşad daha 7 yaşındaydı.( Sultan V. Mehmed)...
...V. Mehmed'in hakkındaki jurnallerden dolayı, ağabeyi 2. Abdülhamid kendisini sürekli izlettirir, ayrıca gözleri mavi olduğundan nazarı değer diye görüşmekten kaçınırdı. V. Mehmed Reşad, 32 yıl süren münzevi yaşamdan sonra 1908'de Meşrutiyet' in ilanıyla törenlerde görünmeye başladı. Güleç ve sıcak bakışlı çehresiyle halk arasında sempati topladı. Fakat Yıldız Sarayı'na davet edildiğinde, 2. Abdülhamid, öfkeyle yakasına yapışıp, "Bu işler senin başının altından çıkıyor ! " diye azarlamıştı...
Sultan v. Mehmed reşad dönemındekı resmı zıyaret yoğunluğunun önemlı kışılerı arasında bulgarıstan kralı ı. Ferdınand ve sırbıstan prensı pıerre karageorgovıc de vardı. Her ıkısı de padışah tarafından ağırlandı. Ferdınand' a yıldız sarayı' nda verılen zıyafet sırasında padışah' ın yanında oturan meclıs-ı mebusan reısı ahmed rıza bey, usulen kadehını kaldırıp, padışah' a saygısından ıçmeyınce bunu fark eden sultan' ın kendısıne, "yuvarlayıver !" dedığını anılarında anlatır...
...10 şubat 1918' de eskı padışah 2. Abdülhamıd öldü.
V. Mehmed, padışahlara mahsus cenaze alayı düzenlenmesını ırade ettı. Devlet erkanının, şehzadelerın ve halkın katıldığı törenın bıtımınde hünkar imamı suzı efendı' nın, dılı sürçüp, "sultan mehmed reşad han hazretlerının ruh-ı şerıflerıne fatıha" demesı kadar, buna kahkahalarla gülen şeyhülıslam musa kazım efendı' nın hafıflığı de herkesı şaşırttı...
...v. Murad' ın bazı mektuplarında, osmanoğulları' nın saray yaşamına ılışkın olarak örneğın ; sultan ibrahım' ın kışın kedılere kürk gıydırmesı öyküsü, kış aylarında haremde fazla oturmasından dolayı kendısıne "barı başına hotoz (kadınların kullandığı bır tür başlık) koy !" denılmesı, yavrulayan kedıler ıçın loğusa şerbetı hazırlanıp, kedı düğünü yapılması gıbı pek çok ılgınç bılgı vardır...
...1828' ın en ılgınç olayı, ingıltere' den satın alınan ılk buharlı gemının istanbul' a getırılmesı, halkın "buğu gemısı" adını vermesıydı...
...1844 yılında genel bır nüfus sayımı yapıldı ve halka, "mecıdıye" denılen ılk kımlık belgelerı verıldı. Halk, nüfus kağıtlarını fesın altında sakladığı ıçın "kafa kağıdı" adını o zaman vermıştır...
Bayrağımızdaki hilalin sayısını bire indiren ve yanına yıldızı ilk koyan padişah, 3. Selim' dir.Kullandığı yıldız sekiz köşelidir ve şekil biliminde "zafer" anlamına gelir.Yıldızımızı beş köşeli yapan ise Abdülmecid...
...Ay ışığında, saltanat kayığıyla dolaşmayı en çok seven Padişah I. Mahmud, 13 Aralık 1754' te, Cuma namazından Saray' a dönerken at üzerinde fenalaşarak ölür. Bahçekapı' da babası 2. Mustafa' nın yanına gömülen padişahın baş ucunda ilk gece Kur'an okuyan hafızlardan biri, mezardan boğuk sesler duyunca, Saray' a koşarak durumu haber verir. Ne var ki, kardeşi 3. Osman' ın tahta oturma töreni aynı gün yapılmıştır. İstanbullular arasında, I. Mahmud' un yaşadığını Saray' a bildiren hafızın bir daha dışarı çıkamadığı yıllarca anlatılırken, diri diri gömülen ve hiç çocuğu olmadığı için üzülen padişahtan geriye söylediği şu sözler kalır : "Dünyada iki şeyin tadına doyamadım ; biri evlat, biri mehtap."...
... İstanbul' da Kanuni Süleyman' ın kızı Mihrimah Sultan' ın adını taşıyan iki cami vardır. Biri Üsküdar' da, diğeri Edirnekapı' dadır.. Güneş her gün, çocuğunu arayan bir anne gibi Üsküdar' daki caminin ardından doğarken, Ay Edirnekapı' daki caminin minarelerinin arkasına saklanır. "Mihrimah" ın (mihr ü mah) anlamı da "güneş ve ay" dır ...
...Topkapı Sarayı' nın müzeye dönüştürme çalışmalarının yoğun bir şekilde devam ettiği 1929 yılında, müze müdürü Ethem Eldem, Harem Dairesinden geçerken, bekçiler ve birkaç işçi yemek yedikleri masaya davet ederler. Ethem Bey, tam teşekkür ederek uzaklaşacakken, gözü masaya serilen ve üstünde yiyeceklerin bulunduğu beze takılır. Yaklaşıp dikkatle baktığında, gördüklerine inanamaz. Bu bir haritadır !. Şaşkınlık ve kızgınlıkla bağırır : "Kaldırın derhal yiyecekleri.."
...Ay ışığında, saltanat kayığıyla dolaşmayı en çok seven Padişah I. Mahmud, 13 Aralık 1754' te, Cuma namazından Saray' a dönerken at üzerinde fenalaşarak ölür. Bahçekapı' da babası 2. Mustafa' nın yanına gömülen padişahın baş ucunda ilk gece Kur'an okuyan hafızlardan biri, mezardan boğuk sesler duyunca, Saray' a koşarak durumu haber verir. Ne var ki, kardeşi 3. Osman' ın tahta oturma töreni aynı gün yapılmıştır. İstanbullular arasında, I. Mahmud' un yaşadığını Saray' a bildiren hafızın bir daha dışarı çıkamadığı yıllarca anlatılırken, diri diri gömülen ve hiç çocuğu olmadığı için üzülen padişahtan geriye söylediği şu sözler kalır : "Dünyada iki şeyin tadına doyamadım ; biri evlat, biri mehtap."...
... İstanbul' da Kanuni Süleyman' ın kızı Mihrimah Sultan' ın adını taşıyan iki cami vardır. Biri Üsküdar' da, diğeri Edirnekapı' dadır.. Güneş her gün, çocuğunu arayan bir anne gibi Üsküdar' daki caminin ardından doğarken, Ay Edirnekapı' daki caminin minarelerinin arkasına saklanır. "Mihrimah" ın (mihr ü mah) anlamı da "güneş ve ay" dır ...
...Topkapı Sarayı' nın müzeye dönüştürme çalışmalarının yoğun bir şekilde devam ettiği 1929 yılında, müze müdürü Ethem Eldem, Harem Dairesinden geçerken, bekçiler ve birkaç işçi yemek yedikleri masaya davet ederler. Ethem Bey, tam teşekkür ederek uzaklaşacakken, gözü masaya serilen ve üstünde yiyeceklerin bulunduğu beze takılır. Yaklaşıp dikkatle baktığında, gördüklerine inanamaz. Bu bir haritadır !. Şaşkınlık ve kızgınlıkla bağırır : "Kaldırın derhal yiyecekleri.."
İşte, Piri Reis' in ünlü haritası böyle bulunur !.. Ne yazık ki ele geçen sadece beşte biridir...
Sultanları evlendirme işi tamamen padişahların arzusuyla oluyordu. Anlaşılan, genellikle ne sultana, ne de damat adayı yöneticiye danışmak pek söz konusu değildi. Sultan, beşiğinde uyuyan bir bebek, damat ise ak sakallı bir vezir olabilirdi. Bu durumda, nişan ve nikahtan sonra, evlenmek için sultanın buluğa ermesi beklenirdi. Damat fermanı alır almaz, mevcut karı veya karılarını boşamak zorundaydı. Sultanın her türlü nazını çekmek zorundaydı, onu boşayamazdı da..
...Sultanların kudretli sülale kurmalarını önlemek için esaslı bazı tedbirler alınırdı. Ölen sultanların servetlerine Saray el koyardı. Sultanların oğulları Fatih Kanunnamesi' ne göre, en fazla sancakbeyi olabilirlerdi. Oysa sultan eşi olmayan, başka bir deyişle damat olmayan paşaların oğulları vezirliğe kadar yükselebilirdi...
...Valide Sultan' ın önemini Saray' ın mimari planından izleyebilmek mümkündür. Valide Sultan dairesi, Topkapı ölçülerine göre, geniş yatak ve yemek odaları, sofası, hamamı ile önemli bir yer işgal etmekteydi. Üstelik hem padişah dairesine bitişikti, hem de-pek ilginçtir-cariyeler dairesi ile padişah dairesi arasında, sanki bir engel, bir trafik polisi gibi duruyordu !...
...Hazinedarbaşı adındaki yüksek saray görevlisinin bir işi de, Cumaları padişahın namaz kılacağı camiye gitmek ve namaz seccadesini yaydıktan sonra, yanağını seccadeye sürerek padişahın alnına batabilecek bir şeyin bulunup bulunmadığını denetlemekti...
...2. Abdülhamid' in çamaşırları, Çamaşır Ustası' nın gözetiminde kalfalar tarafından 7 gümüş leğenden geçirilerek yıkanırmış. Padişahın saç ve tırnaklarına yapılan muamele de ilginçti. Muayyen günlerde tıraş olan padişahın kesilen saçları gümüş bir leğende yıkanıp saç sandığına konurmuş. Sandık mühürlenirken dualar okunur, surre alayı ile Medine' ye götürülüp Peygamber mezarı civarına gömülürmüş. Tırnakları da tırnakçıbaşı tarafından Perşembeleri kesilip aynı muameleye tabi olurmuş..
...Sadrazam' ın iki kez yer ve ayak öptüğü törende, rütbeleri daha küçük olan vezirler sadece bir kez yer öperler ve bundan başka padişahın eteğini öpmekle yetinirlerdi. Bunu yorumlamak zor.. Anlaşılan, daha yüksek rütbeli olan sadrazamın, daha çok dalkavukluk etmekle ya da gereken saygıyı göstermekle, sadrazamın şanına halel gelmiyordu...
Yabancı bir yazara göre, padişah, bir paşanın fazla nüfuzlu veya zengin olması halinde, onu zayıflatmak amacıyla damat yaparmış. Çünkü nişan, nikah, düğün dolayısıyla paşa muazzam servetler harcamak zorundaymış...
...Sultanların kudretli sülale kurmalarını önlemek için esaslı bazı tedbirler alınırdı. Ölen sultanların servetlerine Saray el koyardı. Sultanların oğulları Fatih Kanunnamesi' ne göre, en fazla sancakbeyi olabilirlerdi. Oysa sultan eşi olmayan, başka bir deyişle damat olmayan paşaların oğulları vezirliğe kadar yükselebilirdi...
...Valide Sultan' ın önemini Saray' ın mimari planından izleyebilmek mümkündür. Valide Sultan dairesi, Topkapı ölçülerine göre, geniş yatak ve yemek odaları, sofası, hamamı ile önemli bir yer işgal etmekteydi. Üstelik hem padişah dairesine bitişikti, hem de-pek ilginçtir-cariyeler dairesi ile padişah dairesi arasında, sanki bir engel, bir trafik polisi gibi duruyordu !...
...Hazinedarbaşı adındaki yüksek saray görevlisinin bir işi de, Cumaları padişahın namaz kılacağı camiye gitmek ve namaz seccadesini yaydıktan sonra, yanağını seccadeye sürerek padişahın alnına batabilecek bir şeyin bulunup bulunmadığını denetlemekti...
...2. Abdülhamid' in çamaşırları, Çamaşır Ustası' nın gözetiminde kalfalar tarafından 7 gümüş leğenden geçirilerek yıkanırmış. Padişahın saç ve tırnaklarına yapılan muamele de ilginçti. Muayyen günlerde tıraş olan padişahın kesilen saçları gümüş bir leğende yıkanıp saç sandığına konurmuş. Sandık mühürlenirken dualar okunur, surre alayı ile Medine' ye götürülüp Peygamber mezarı civarına gömülürmüş. Tırnakları da tırnakçıbaşı tarafından Perşembeleri kesilip aynı muameleye tabi olurmuş..
...Sadrazam' ın iki kez yer ve ayak öptüğü törende, rütbeleri daha küçük olan vezirler sadece bir kez yer öperler ve bundan başka padişahın eteğini öpmekle yetinirlerdi. Bunu yorumlamak zor.. Anlaşılan, daha yüksek rütbeli olan sadrazamın, daha çok dalkavukluk etmekle ya da gereken saygıyı göstermekle, sadrazamın şanına halel gelmiyordu...
Eskiden ; Elde nergis tutmak, "Beni seviyor musun ?" Gonca gülü ikiye bölmek, "Uğruma ölümü göze alır mısın ? " ... Menekşeyi sapından ayırmak, "Boynum kıldan incedir " demekmiş..
...Kadın mahkumların idamında daha sakıngan davranılır ve taş dolu bir çuvala konulduktan sonra Boğaz' ın sularına atılırdı. (İstanbul' un bir diğer coğrafi avantajı da Boğaz' da cesetleri hızla sürükleyen devamlı akıntıydı )
...İstanbul, "El-mahmiyye" (Tanrı tarafından düzensizliğe, Sultan tarafından adaletsizliğe karşı iyi korunan, himaye edilen) unvanını hak etmiyordu artık.
Sultanlardan biri gece vakti yürüyüşten döndüğünde, sarayın orta kapısında tek bir muhafız bulunmadığını görmüştü. Meclis-i Has' ın içoğlanları kendilerine sunulan hediyeleri küçük diye geri çeviriyorlardı. Harem bile kontrolden çıkmıştı. 18. yüzyılda, bilinmeyen ya da kayda geçmemiş nedenlerle, sultanın uymak zorunda olduğu bir harem tarifesi ortaya çıktı. Bu uygulama çerçevesinde, kızlardan biri "sırasını" sattığı için idam edildi. Şayet sultan sırayı bozmaya kalkışırsa, "tehlikeli kıskançlıklar ve can sıkıcı velveleler" e muhatap oluyordu.
...Şehre, "Société Anonyme d'Electricité" tarafından elektrik verilmeye başlandı. Telefonlar, 1911 yılında kurulan "Société Anonyme Ottomane des
Téléphones" tarafından bağlanıyordu. Yine de, Abdülhamid zamanında ayrıcalıklı birkaç telefon telefon sahibi vardı. Babıali' nin numarası "Stambul 42", Dolmabahçe Sarayı' nın ise "Pera 24" idi...
Aşkın kendine has bir kafiyesi de varmış ;
Birisine fıstık gönderilmesi, "İkimize bir yastık"..
İpek gönderilmesi, "Seni seviyorum pek !" demek ...
...Kadın mahkumların idamında daha sakıngan davranılır ve taş dolu bir çuvala konulduktan sonra Boğaz' ın sularına atılırdı. (İstanbul' un bir diğer coğrafi avantajı da Boğaz' da cesetleri hızla sürükleyen devamlı akıntıydı )
16. yüzyılda, sarayın gözdelerinden Esperanza Malchi isimli bir Musevi iş kadını, sikkeye değersiz maden karıştırdığı suçlamasıyla yeniçeriler tarafından sokak ortasında paramparça edilince, Sultan 3. Mehmed' in annesi Padişah' ı şöyle azarlamıştı : "Yahudi kadının öldürülmesine karar verildiyse, bu kadar iğrenç bir şekilde olması şart mıydı ? O da denize atılamaz mıydı ? "...
...İstanbul, "El-mahmiyye" (Tanrı tarafından düzensizliğe, Sultan tarafından adaletsizliğe karşı iyi korunan, himaye edilen) unvanını hak etmiyordu artık.
Sultanlardan biri gece vakti yürüyüşten döndüğünde, sarayın orta kapısında tek bir muhafız bulunmadığını görmüştü. Meclis-i Has' ın içoğlanları kendilerine sunulan hediyeleri küçük diye geri çeviriyorlardı. Harem bile kontrolden çıkmıştı. 18. yüzyılda, bilinmeyen ya da kayda geçmemiş nedenlerle, sultanın uymak zorunda olduğu bir harem tarifesi ortaya çıktı. Bu uygulama çerçevesinde, kızlardan biri "sırasını" sattığı için idam edildi. Şayet sultan sırayı bozmaya kalkışırsa, "tehlikeli kıskançlıklar ve can sıkıcı velveleler" e muhatap oluyordu.
I. Abdülhamid, tarafından Ruhşah isimli bir harem kızına yazılan mektupta, yalvaran bir üslup göze çarpar : "Sevgilim, zincire vurulmuş kölenizim sizin. İster vurun, ister öldürün. Her şeyim sizindir. Yalvarırım, gelin bu gece." Sultanlar da yalvarırdı !.. Bazı sultanlar, istedikleri kadınları görebilmek için şehirde gizlice oda kiralama yoluna başvurmuştu...
...Şehre, "Société Anonyme d'Electricité" tarafından elektrik verilmeye başlandı. Telefonlar, 1911 yılında kurulan "Société Anonyme Ottomane des
Téléphones" tarafından bağlanıyordu. Yine de, Abdülhamid zamanında ayrıcalıklı birkaç telefon telefon sahibi vardı. Babıali' nin numarası "Stambul 42", Dolmabahçe Sarayı' nın ise "Pera 24" idi...
"Ferah ve Avrupai" Tokatlayan Oteli, 1892 yılında Grande Rue de Pera' daki klasik tarzda, sütunlu, büyük bir binada, bir Ermeni ailesi tarafından açılmıştı. Otelin kafesi, politikacıların, subayların, dünyanın dört bir yanından gelen gazetecilerle casusların ve "Türk kadınları hariç her tür kadın" ın uğrak yeri olan, önemli bir siyasal merkezdi. Müşterisinin ne istediğini, garsonların bir bakışta anladığı söylenirdi...
1875 yılına gelindiğinde, Osmanlı ordusu modern top ve tüfek donanımının en iyilerine sahipti. Ama yine aynı tarihe kadar, Osmanlı harcamalarının yarısı borç faizlerini ödemeye gitmişti. 3 Ekim 1875 tarihinde, Osmanlı hükümeti borç faizi ödemelerini yarı yarıya azalttı - hükümetin ödeme gücüne indirilmiş ölümcül bir darbeydi bu..
Zarifi ve diğer Rum bankerleri, Murad Efendi ile gizlice temaslara başlamıştı. İstanbul uçurumun kenarına gelip dayanmış bir tımarhane gibiydi. 1876 Mayıs' ında, tersanenin aylardır maaş alamayan Müslüman ve Hıristiyan işçileri greve gitti. Muhtemelen, şehir tarihindeki ilk grevdi bu...
...İstanbul' un opera binası, Avrupa' nın turne programı içinde yer alıyordu. "Il Trovatore", 1853 yılında, daha Londra' ya gitmeden burada sergilenmişti. Galler Prensi ve Prensesi, 1869 yılındaki resmi ziyaretleri sırasında Abdülaziz' le birlikte "L'Africain" a gittikleri zaman, seyirciler arasında bulunan Ermeni ve Levanten kadınların kıyafet ve takıları tanınmış gazeteci W.H.Russell' ı çok etkilemişti : "Gelenler o kadar Avrupai ve pırıltılıydı ki, İstanbul' da olduğumuza inanmak için insanın çaba harcaması gerekiyordu."...
...Büyük İslam reformcusu ve Batı' ya karşı ittifak yanlısı olan Cemaleddin Afgani de 1892' den sonra, Yıldız' ın eteklerinde bir evde yaşamış, Sultan' ın mutfağından karnını doyurmuş, saray arabalarının birinden yararlanmıştı ; Afgani, İngiliz hükümetinin kendisini kullanarak Mekke şeriflerinden birinin halifeliğini savunmasını engellemek amacıyla, Sultan tarafından Londra' dan davet edilmişti. O da, Sultan' dan aldığı hediye ve ödeneklerin karşılığında, Yıldız Sarayı' nın konforlu ortamından İran' ın Şii ileri gelenlerine mektuplar gönderiyor ; Sünni İslam' ın ve Osmanlı Halifeliği' nin desteklenmesini istiyordu. 1896 yılında, Sultan' ın fazlasıyla nefret ettiği rakibi İran Şahı' na yapılan suikastın fikir babası kendisiydi. Suikastçı Mirza Rıza sorgusu sırasında 1895 yılında İstanbul' daki bir buluşmada Afgani' nin bütün Müslümanları "Halifeliğe doğru" çekme ve "Sultan' ı bütün Müslümanların Başkumandanı kılma" arzusunu dile getirdiğini ve kendisini tiranı (Şah'ı) öldürmeye teşvik ettiğini itiraf etmişti. Afgani 1897 yılında, Yıldız' da resmi itibarını yitirmiş bir kişi olarak öldü...
...Yeni devletlerin ortaya çıkışıyla iki yeni sefaret daha katılmıştı İstanbul'a . Grande Rue de Pera' nın dışında yer alan İtalyan sefareti ile Boğaz' a bakan bir tepeye inşa edilmiş, neoklasik bir sarayda ikamet eden Alman sefareti. Alman kartalları, binanın bütün köşelerinde kanatlarını gere gere oturuyordu. Sultan Abdülaziz, gagaların sanki beynini oyduğunu söylerdi...
...Hicaz demiryolu, Sultan' ın başlıca politikalarından birinin dışarıya dönük bir manifestosuydu : İslam' ın dirilişi.. Sırdaşlarını Rum ve Ermeniler arasından seçen ve İtalyan operalarını dinleyen hükümdarın, gerek Avrupa' nın büyüyen imparatorlukları karşısında silah olarak, gerek fakirleşmiş ve bezgin kullarına umut ve birlik aşılama aracı olarak seçimi, İslam' dı. 1892 yılında başkatibine yazdığı gibi, "Onlara (maddi desteğini varlıklı ve fanatik Hıristiyanlardan alan misyonerlere) karşı mücadele etmenin tek yolu, İslam nüfusunu artırmak ve Dinlerin En Mukaddesi' nin yayılmasını sağlamaktır."
Saltanatı sırasında Yıldız Sarayı, Müslümanların Vatikan' ıydı. 1876 sonrasında İstanbul' a bir grup vaiz, derviş, talebe ve ulema geldi. Bunlar ellerine Kur' anları ve Osmanlı sancaklarını alıp Zengibar' a, Sibirya' ya ve Cava Adası' na kadar gitti. Buralarda, kudret ve ihtişamını anlata anlata bitiremedikleri son bağımsız Müslüman hükümdarı olan Sultan Halife' yi desteklemeye teşvik ediyorlardı Müslümanları...
18.yüzyıla ait bir tahmine göre, camilerde her gün 30.000 kişi doyurulurdu ve böylece, açlık seviyesi hiçbir zaman 1789 Fransa' sındaki noktaya gelmezdi. Batılı gezginler, Rum mahalleleri dışında, İstanbul'da Avrupa' nın başka her hangi bir şehrine oranla daha az dilenci bulunduğu konusunda hemfikirdi...
...Ulema sınıfı, Babıali' de bulunan iktidar seçkinlerinden ayrı, ama şehir adabı ve gelenekleri üzerinde kayda değer bir etkisi bulunan, gelişkin ve yarı babadan oğula niteliği taşıyan bir "noblesse de robe" (cübbe soyluluğu) halini almıştı. 18. yüzyılda İstanbul' un 24 müftüsü, şehrin daha önceki müftülerinin oğullarıydı ve bunlara "beşik uleması" denirdi...
...Sultan, I. Dünya Savaşı' na kadar her yıl, Kabe' ye örtülmek üzere "mahmil" denilen altın işlemeli sırma bir örtü ve Mekke Emini için dört kat altın işlemeli ipekle sarılı bir mektup ve altın işli kakım kürkünden dikilmiş bir cüppe gönderirdi.
...Hırka-i Şerif, her yıl Ramazan ayının 15. günü bir kez Meclis-i Has' ın içoğlanları tarafından gülsuyu ile yıkanırdı. Bunun ardından imparatorluk ailesinin bireyleri ile hükümet erkanı, öncelik sırasına göre içeri alınırdı. Herkese içinde hırkanın yıkandığı su bulunan bir şişe ve Peygamber mührünü taşıyan bir kağıt parçası verilirdi. Kağıdı önce suyla iyice ıslatır, ardından yutarlardı...
...Ulema sınıfı, Babıali' de bulunan iktidar seçkinlerinden ayrı, ama şehir adabı ve gelenekleri üzerinde kayda değer bir etkisi bulunan, gelişkin ve yarı babadan oğula niteliği taşıyan bir "noblesse de robe" (cübbe soyluluğu) halini almıştı. 18. yüzyılda İstanbul' un 24 müftüsü, şehrin daha önceki müftülerinin oğullarıydı ve bunlara "beşik uleması" denirdi...
...Sultan, I. Dünya Savaşı' na kadar her yıl, Kabe' ye örtülmek üzere "mahmil" denilen altın işlemeli sırma bir örtü ve Mekke Emini için dört kat altın işlemeli ipekle sarılı bir mektup ve altın işli kakım kürkünden dikilmiş bir cüppe gönderirdi.
Osmanlı hanedanının 1517 yılından sonra, gururunun ve halktan gördüğü saygının ana nedeni, hanlar, silahlı korumalar ve rüşvetle beslenen Bedevi aşiretleri sayesinde Hicaz' a kadar hacılara sağladığı oldukça masraflı korumaydı...
18. yüzyıla kadar hükümet gelirlerinin % 10 ila 17' sini emen hac faaliyetinin maliyeti, sarayın idare masraflarından daha fazlaydı...
...Hırka-i Şerif, her yıl Ramazan ayının 15. günü bir kez Meclis-i Has' ın içoğlanları tarafından gülsuyu ile yıkanırdı. Bunun ardından imparatorluk ailesinin bireyleri ile hükümet erkanı, öncelik sırasına göre içeri alınırdı. Herkese içinde hırkanın yıkandığı su bulunan bir şişe ve Peygamber mührünü taşıyan bir kağıt parçası verilirdi. Kağıdı önce suyla iyice ıslatır, ardından yutarlardı...
Osmanlı arşivlerinden belirlendiğine göre, İstanbul' da ilk otomobil 1904 yılında görülür. 1904 yılı Eylül ayında, Reji İdaresi' nin (eski TEKEL) ısmarlamış olduğu bir otomobil, 'Masejeri kumpanyasının vapuru ile' İstanbul limanına ulaşır.
...İlk kez bir Osmanlı padişahının, Avrupa' ya geziye çıkması kuşkusuz az şey değildi ve vak'anüvis Lütfi Efendi' nin belirttiğine göre, "seyahatin misli görülmemiş bir azamet-i fevkalade olarak ve zamanın icap ettirdiği hale göre bundan mülk ve milletçe tevaid-i matlube (beklenen yararlar) elde edileceğine" inanılıyordu..
...Padişah Deli İbrahim'i (aslında deli olan IV. Mustafa idi) üfürüğüyle güya iyileştiren Safranbolu'lu "Cinci Hoca" Hüseyin Efendi, asla sadrazam olmamakla beraber, devleti hortumlamakta kendisinden daha obur bir zata rastlanamaz !... Aşıladığı telkinlerle, İbrahim tahta geçer geçmez Anadolu Kazaskerliği' ne atandığında(1644), müderrisliğin ilk kademesine bile ayak basmamıştı. Ancak gücü, Kazaskerliğin de ötesine varmış, devlette istediğine istediğini yaptırır hale gelmişti. Kendisi gibi pek çok cahil insanı önemli yerlere tayin ettirmiş, bunların bir çoğunu ise ödedikleri rüşveti çıkaramadan azlettirmiştir.
Söz konusu otomobil 3 adet sandık içinde, monte edilmemiş bir haldedir. Daha önce böyle bir araçla karşılaşmayan gümrük memurları, ne şekilde hareket edeceklerine karar veremezler. Aracı getiren kişiden bilgi istendiğinde, bunun 'gaz ile çalışan bir otomobil' olduğu anlaşılır. Gümrük yöneticileri de araca, 'kendi kendine hareket eden ' anlamında "zatü'l-hareke" adını takarlar. Fakat Gümrük tarifelerinde, otomobiller için uygulanacak herhangi bir liste yoktur. Memurlar araca giriş yaptırıp yaptırmama konusunda tereddüte düşerler. Karar veremeyince de hükümete danışılır.
Konuyu değerlendiren Osmanlı hükümeti, 'İstanbul sokaklarının otomobil işletmesine müsait olmadığı' gerekçesiyle, aracın kente girişinin yasaklanmasına ve geldiği yere iadesine karar verir.
Bu yasaklamadan sonra bir süre,İstanbul'a otomobil gelmez. 1905 yılında ise Romanya'lı Prens Bisko, otomobiliyle İstanbul' dan transit geçerek Avrupa' ya gidebilmek için izin ister. Kentte otomobil girişi yasaklanmış olmasına rağmen, transit geçiş yapacağından, Prens'e izin verilir.
Otomobilin İstanbul' a kalıcı bir biçimde gelebilmesi, 23 Temmuz 1908 tarihinde ilan edilen II. Meşrutiyet sonrasına rastlar. Bazı kaynaklarda belirtildiğine göre, kullanma amacıyla İstanbul'a ilk otomobili getiren, Basra mebusu Züheyirzade Ahmet Paşa' dır. Ahmet Paşa bu yolda padişahtan özel izin almıştır. Üstü açık ve kırmızı renkli bu otomobil saatte 20 km.yapmaktadır.
II. Meşrutiyet sonrasında İstanbul' da otomobil sayısı artmaya başlar. 1908-1914 yılları arasındaki dönemde, çoğu resmi olmak üzere, İstanbul'da 100 - 150 otomobil bulunduğu tahmin edilmektedir. Bu araçlar Almanya, Fransa, İngiltere ve İtalya'dan getirilmiştir.
Türk insanının otomobille tam olarak kaynaşması ise orduda kullanılan motorlu araçlar sayesinde olur. I. Dünya Savaşı başlarken Almanya' dan getirilen çok sayıda otomobil nedeniyle İstanbul' da bir otomobil taburu ve bir de şoför eğitim kursu açılır. Cumhuriyet döneminde de bu taburdan yetişen Fikri Tevfi Bey Türkiye' nin ilk sivil şoför eğitim kursunu açmıştır...
...İlk kez bir Osmanlı padişahının, Avrupa' ya geziye çıkması kuşkusuz az şey değildi ve vak'anüvis Lütfi Efendi' nin belirttiğine göre, "seyahatin misli görülmemiş bir azamet-i fevkalade olarak ve zamanın icap ettirdiği hale göre bundan mülk ve milletçe tevaid-i matlube (beklenen yararlar) elde edileceğine" inanılıyordu..
Paris gazeteleriyse bu geziyi, İslam alemi için, 'eşi olmayan bir hadise' veya Rus Çarı Alexander' in bir süre önceki Fransa ziyaretinin kontrpartisi olarak veriyorlardı. Oysa asıl neden, Abdülaziz' i bu geziye razı edip Sadrazam Ali Paşa' nın, Avrupalı müttefiklerden yardım alma siyasetiydi.
Sekiz gün deniz yolculuğu sırasında, 'kurena' denilen saray adamları Abdülaziz' e büyük ataları zamanında Akdeniz sularında kazanılan zaferleri anlata dursunlar, 27 Haziran gecesi kopan fırtınada dalgalar yatları ceviz kabuğu gibi savurmaya başlayınca padişah dehşetli korkuya kapıldı. Fuad Paşa' ya "Derhal dönülsün !" buyruğunu verdi. Fuad Paşa, padişahı oyalayarak kaptana rotayı değiştirmemesini bildirdi. Bu sayede 29 Haziran Cumartesi günü, Toulon limanına ulaşıldı.
Gösteriş düşkünü III. Napoleon, debdebeyi seven Abdülaziz için, benzeri görülmedik bir karşılama töreni hazırlatmıştı. Lakin top salvoları yeri göğü inletmeye başlayınca padişah yine korktu ve bir daha "dönülsün !" dedi. Bu durumda Fuad Paşa' nın, "Bu kulunuzu gemi serenlerine astırın, öyle dönülsün !" dediği rivayet edilir .
9 Temmuz'da Versailles' daki baloya da 'kerhen' giden padişah, yeğeni yakışıklı Murad' ın güzel Fransız kızlarıyla dans edişinden o kadar rahatsız oldu ki Fuad Paşa' ya, "Bakın şu oğlanın haline. Bizi rezil kepaze etti. Gerçi Frenklerce adettir ama bize yakışır mı ? Bahusus huzurumuzda böyle küstahlığa nasıl cüret eder ? Yarın şunu o hatundan ayırın !" der.
20 Temmuz Cumartesi günü, Londra Sefiri Müzürüs Paşa' nın çabasıyla Indıa Office' de parlak bir ziyafet, gece de bir balo daha gerçekleşti ama bu programın yüklediği yorgunluk ve heyecan sonucu, Müzürüs, pattadak ölüverdi...
...Padişah Deli İbrahim'i (aslında deli olan IV. Mustafa idi) üfürüğüyle güya iyileştiren Safranbolu'lu "Cinci Hoca" Hüseyin Efendi, asla sadrazam olmamakla beraber, devleti hortumlamakta kendisinden daha obur bir zata rastlanamaz !... Aşıladığı telkinlerle, İbrahim tahta geçer geçmez Anadolu Kazaskerliği' ne atandığında(1644), müderrisliğin ilk kademesine bile ayak basmamıştı. Ancak gücü, Kazaskerliğin de ötesine varmış, devlette istediğine istediğini yaptırır hale gelmişti. Kendisi gibi pek çok cahil insanı önemli yerlere tayin ettirmiş, bunların bir çoğunu ise ödedikleri rüşveti çıkaramadan azlettirmiştir.
Kadılıkların tayini gizli bir ihale mekanizmasına dönüşmüş, en fazla parayı verende kalır olmuştu. Sonunda Sultan İbrahim şikayetlerin kesilmemesine dayanamayıp Hoca' yı görevden almış, bunca rüşvet şikayetine rağmen, yine de tahsis ettiği konaktan başka varlığına el sürmemişti.
İbrahim' in katlinden sonra yerine geçen IV. Mehmed' in cülus bahşişi çok para tutuyor, buna karşın hazine tamtakır bulunuyordu. Cinci Hoca' dan 200.000 akçe istendiyse de vermedi ! Bunun üzerine harekete geçen yetkililer, evini basarak 200.000 akçeyi aldıkları gibi, 2 sandık dolusu altını, 500 samur kürkünü müsadere ettiler. (zorla aldılar)
Defterlerini inceleyen memurlar, masrafı çıktıktan sonra 3.000 kese malı olduğunu anladılar. Bunun üzerine kellesinin gideceğini anlayan Hoca, merdiven altına gömdüğü 12 güğüm dolusu çil akçeyi ve 70.000 kuruşu da çıkararak kellesini kurtardı. Geri kalan yaşamını sürgünde geçiren Hoca, ölümünden önce İstanbul' a döndüyse de Sultanahmet Camii vakasında katledildi...
1568' de İran elçisinin getirdiği hediyeler arasında mavi porselenden 8 adet tabak da vardı. Bu tabakların özelliği, içine zehirli yemek konduğunda dağılmasıydı. Yumuşaması için 150 yıl toprak altında tutulan bir topraktan yapılmıştı...
... Sarayda yalnız Abdülmecid' in hareminde değil, bütün şehzadelerin ve sultanların dairelerinde de cariyeden geçilmiyordu. Hünkarın ve yakınlarının hizmetindeki cariyelerin sayısı 700' ü geçmişti !. Bu kadar debdebenin, israfın gereği neydi ? Hünkar, sarayın ve sultanların masrafını duyunca damatlarına kızıyor, "Bunların cümlesi namussuzdur" diyordu...
...Günümüzde pek az kişi, "vakt-i zamanında" baba ve dedelerimizin bayramlarını, "İdiniz sa'id olsun" yazılı kartvizit boyutlarındaki kartlarla tebrik ettiklerini bilir. Arapça' daki "a-yad" kökünden Osmanlıca' ya geçen "İd" sözcüğü, "Bayram" anlamına gelmektedir. "Sa'id" ise; mutlu, uğurlu anlamlarında olup, günümüz Türkçe' sinde "Sait" biçiminde ve erkek adı olarak yaşamaktadır...
...1840' lı yıllarda, Tersane-i Amire' nin küçük vapurları Boğaziçi' ne, daha büyükçe olanları da Tekirdağ, İzmit, Çanakkale, Selanik, İzmir ya da Karadeniz iskelelerine yolcu, yük taşıyorlardı. Ama 1850' lere gelindiğinde de, Şirket-i Hayriye vapurları ortaya çıktılar. İleride, 100 yıla yakın bir süre aralıksız hizmet verecek olan bu vapurculuk şirketi, 17 Ocak 1851 günü Sultan Abdülmecid tarafından kuruldu. Adı "halkın yararına olan şirket" anlamına gelen bu vapurculuk şirketi, bizde kurulan İLK anonim şirket oldu...
...Yunanlıların İzmir' e çıkmalarından 3 ay sonra, Anadolu'da yaratılan terör nedeniyle ABD Yüksek Komiseri Amiral Brıstol başkanlığında "Yunan zulümlerini inceleme komisyonu" kuruldu. Komisyonda, İngiliz Amirali Hare, Fransız Generali Bunoust ve İtalyan Generali Dall'olio bulunuyordu. Komisyona ayrıca oy hakkı bulunmamak koşuluyla, birer Türk ve Yunan gözlemci de katılıyordu.
...Daha Ankara Meclisi' nin açılmasının üzerinden birkaç ay geçmeden, Moskova'dan para ve silah yardımı yağmaya başladı. On parasız Ankara' yı 1921 Sakarya Zaferi' ne ulaştırmada, bu yardımın önemli payı vardır. Sakarya, Fransa' nın düşmanlıktan vazgeçmesini en çok etkileyen öğe olmuş ve Ankara Antlaşması uyarınca Fransa Çukurova' dan çekilirken yiyecek, giyecek ve silahlarını Türk ordusuna terk etmiştir.
...Bizans' ta İmparator secde ile selamlanır ; erguvani kaftanının öpülmesi, memurlar için hem bir mecburiyet hem de bir imtiyaz sayılırdı. Osmanlılar Bizans sarayının bu adetlerini aldılar ve padişahı, "kutsal saray" daki "kutsal imparator" haline getirdiler. Padişah, " yönetici ailenin birinci ferdi" olma konumundan "Tanrı' nın iradesini yeryüzünde temsil eden seçilmiş kişi" konumuna geçirildi.
... Sarayda yalnız Abdülmecid' in hareminde değil, bütün şehzadelerin ve sultanların dairelerinde de cariyeden geçilmiyordu. Hünkarın ve yakınlarının hizmetindeki cariyelerin sayısı 700' ü geçmişti !. Bu kadar debdebenin, israfın gereği neydi ? Hünkar, sarayın ve sultanların masrafını duyunca damatlarına kızıyor, "Bunların cümlesi namussuzdur" diyordu...
...Günümüzde pek az kişi, "vakt-i zamanında" baba ve dedelerimizin bayramlarını, "İdiniz sa'id olsun" yazılı kartvizit boyutlarındaki kartlarla tebrik ettiklerini bilir. Arapça' daki "a-yad" kökünden Osmanlıca' ya geçen "İd" sözcüğü, "Bayram" anlamına gelmektedir. "Sa'id" ise; mutlu, uğurlu anlamlarında olup, günümüz Türkçe' sinde "Sait" biçiminde ve erkek adı olarak yaşamaktadır...
(NOT: "İdiniz" in okunuşu : "İdgniz" şeklindedir)
...1840' lı yıllarda, Tersane-i Amire' nin küçük vapurları Boğaziçi' ne, daha büyükçe olanları da Tekirdağ, İzmit, Çanakkale, Selanik, İzmir ya da Karadeniz iskelelerine yolcu, yük taşıyorlardı. Ama 1850' lere gelindiğinde de, Şirket-i Hayriye vapurları ortaya çıktılar. İleride, 100 yıla yakın bir süre aralıksız hizmet verecek olan bu vapurculuk şirketi, 17 Ocak 1851 günü Sultan Abdülmecid tarafından kuruldu. Adı "halkın yararına olan şirket" anlamına gelen bu vapurculuk şirketi, bizde kurulan İLK anonim şirket oldu...
...Yunanlıların İzmir' e çıkmalarından 3 ay sonra, Anadolu'da yaratılan terör nedeniyle ABD Yüksek Komiseri Amiral Brıstol başkanlığında "Yunan zulümlerini inceleme komisyonu" kuruldu. Komisyonda, İngiliz Amirali Hare, Fransız Generali Bunoust ve İtalyan Generali Dall'olio bulunuyordu. Komisyona ayrıca oy hakkı bulunmamak koşuluyla, birer Türk ve Yunan gözlemci de katılıyordu.
8 Kasım 1919' da, komisyon çalışmalarını görüşen Paris Barış Konferansı On' lar konseyi, Türk iddialarını haklı buldu ve Yunanlıların uyarılmalarına karar verdi. Ancak rapor, uluslararası kamuoyuna açıklanmadı. Hatta konsey, Yunan Başbakanı Venizelos'a yazdığı yazıda, "İzmir bölgesindeki asayişin sağlanması için Yunanlılara güven duyulduğunu belirterek tarafsızlıklarını (!) vurguladı."
Yunanlıların Anadolu topraklarına çıkışından birkaç ay sonra, İngiliz Yüksek Komiser Vekili Webb, 1919 yazında verdiği raporunda, "Venizelos bütün İzmir ve bölgesini mezbahaya çevirdi. Bu nedenle içteki durum giderek kararsızlaşıyor. Burası Türkiye değil de bir başka yer olsaydı, muazzam bir ayaklanmanın eşiğinde olduğunu söylerdim. Ama bu garip ülke için, spekülasyon yapmak çok zor" diyordu....
...Daha Ankara Meclisi' nin açılmasının üzerinden birkaç ay geçmeden, Moskova'dan para ve silah yardımı yağmaya başladı. On parasız Ankara' yı 1921 Sakarya Zaferi' ne ulaştırmada, bu yardımın önemli payı vardır. Sakarya, Fransa' nın düşmanlıktan vazgeçmesini en çok etkileyen öğe olmuş ve Ankara Antlaşması uyarınca Fransa Çukurova' dan çekilirken yiyecek, giyecek ve silahlarını Türk ordusuna terk etmiştir.
Yapılan hesaplara göre, Kurtuluş Savaşı' na dışarıdan gelen yardımın % 83' ü Bolşeviklerden,
% 10' u Hint Müslümanlarından ve % 7' si Fransızlardandır...
...Bizans' ta İmparator secde ile selamlanır ; erguvani kaftanının öpülmesi, memurlar için hem bir mecburiyet hem de bir imtiyaz sayılırdı. Osmanlılar Bizans sarayının bu adetlerini aldılar ve padişahı, "kutsal saray" daki "kutsal imparator" haline getirdiler. Padişah, " yönetici ailenin birinci ferdi" olma konumundan "Tanrı' nın iradesini yeryüzünde temsil eden seçilmiş kişi" konumuna geçirildi.
Bunun yanı sıra, saray haremi ve haremağaları da Bizans' tan alınmış kurumlardır. Hükümdara yakınlıkları nedeniyle, her iki devletin yönetiminde de etkin konumlara gelebilmiş hadımlar vardır...
3. Murad' ın sadrazamı bir gün bütün yabancı elçilerin bulunduğu bir sırada Avusturya elçisine şunları söylemişti : " İmparator Rodolph' un hasta ve düşkün bir prens olduğu doğru değil mi ? Neden Macarlar kendi kanlarından olmayan birini Kral olarak seçtiler ? Bizim atasözümüze göre, Almanlar hadım edilmiş beygirler, Macarlar da damızlık kısraklardır. Siz, Macarları Padişah' ın egemenliğinden çıkarmak istiyorsunuz. Fakat eğer kendi aralarında yeni bir kral seçerlerse, imparatorunuza karşı seçtikleri yeni krallarını size kabul ettirmek için ordularımızı hiç çekinmeden Macaristan' a yollayacağız.."
Avusturya ve Macaristan elçileri çıt çıkarmadan, yapılan hakaretleri dinlediler ve yıllık vergilerini ödemeyi ve Osmanlı ile iyi geçinmeyi sürdürdüler...
... 3. Murad'ın oğlu Şehzade Mehmed' in 52 gün süren sünnet düğününde, şekerleme olarak doğal büyüklüğünde 9 fil, 17 aslan, 19 pars, 22 at, 21 deve, 4 zürafa, 9 denizkızı, 25 doğan, 11 leylek, 8 turna ve 8 ördek yapılmıştı ve daha bir sürü yiyecek vardı. Bütün tatlı çeşitleri 15 at tarafından taşınıyordu. Hepsi halka dağıtıldı.
Şekerlemelerden sonra yedi ayrı bölüme ayrılmış olan düğün alayı çıkageldi. Her biri değişik renklere boyanmış balmumundan binlerce kürenin piramit biçiminde üst üste yığılmasından oluşmuştu. Piramitlerin üzerine kuş, hayvan, meyve resimleri, aynalar, çeşitli eşyalar asılmıştı...
...Sadrazam Sinan Paşa, tasarladığı, hazırladığı ve komutanlığını yapacağı seferin başında öldü. Arkasından bıraktığı miras bir kralın hazinesine eşitti. Uzun yaşamı sırasında Avrupa' dan, Asya' dan ve Afrika' dan oluk gibi servet akmıştı. Hazinesinde şunlar bulunuyordu : Yirmi kasa külçe altın, iri inci tanelerinden 15 tespih, 30 parça elmas, içi altın tozu dolu 20 kavanoz, yine altından 20 ibrik, çok değerli satranç takımı, üzeri pırlanta işlemeli deriden masa kilimi, 16 değerli şömine siperi, 16 at eğeri, 34 üzengi, yakut işlemeli 32 zırh, 140 miğfer, 120 kuşak, değerli taşlarla bezenmiş 16 pazubent, oyma gümüşten yemek takımları, 600 samur ve vaşak kürkü, yakaları tilki kürkü kaplı 30 üstlük, ipek ve sim ile dokunmuş 200 parça kumaş, 900 Rusya sincabı kürkü, 600.000 altın ve 2.000.000 gümüş akçe...
Komutanların ve vezirlerin son günlerinde hazinelerin ve taşınabilir eşyalarının yer altında mahzenlerde bulunması, servetlere el konulmasından ne kadar çekinildiğini ve Osmanlı' da mülkiyet hakkı üzerinde ne kadar zayıf bir güvence olduğunu ortaya koymaktadır...
...1. Ahmed' in sadrazamı Nasuh Paşa' nın ölümünden sonra kalanlar ise şöyle idi : Torbalar dolusu inci ve altın, her biri 5.000 altın değerinde olan altın kabzalı 1.800 kılıç, 1.200 av ve savaş atı, top top simli kumaşlar, Acem halıları, 20.000 deve, 6.000 sığır, 400 Arap kısrağı, Anadolu ve Rumeli' de otlayan 500.000 baş koyun !...
Avusturya, Macaristan üzerindeki eski haklarını durmadan tekrarlıyordu. Osmanlı' nın nankör müttefiki Szapolya, Arşidük Ferdinand ile gizli bir antlaşma imzalamıştı. Her iki hükümdarın ihanetini öğrenen Padişah Kanuni Süleyman, "Bu krallar, Tanrı ve insanlar önünde utanmadan şükranlarını ve yeminlerini bozduklarına göre taç taşımaya layık değildirler" diye bağırdı.
...Rüstem Paşa' nın serveti Romalı konsüller Crassus ile Lucullus' un servetlerini gölgede bırakacak derecedeydi. Paşa' nın servetinin dökümü şöyleydi :
...Hareminden çıkan padişah, saray memurlarına, vezirlere, hizmetkarlara açık olan sarayın öteki dairelerine geçerdi. Orada silahdarın elinden kahvesini, çuhadardan şerbetini, altın yaldızlı tepsi ve porselen takımları içinde mabeyincilerden sabah kahvaltısını alırdı. Allah' ın nimetlerine saygı amacıyla çıkarılmış bir dinsel hüküm,altın ya da gümüş yemek takımlarının kullanılmasını engelliyordu. Kahvaltı, saray müzik takımının eşliğinde kısa sürerdi. Ondan sonra günlük eğlence ya da çalışma başlardı.
İhanetinin ortaya çıkmasından bir süre sonra Szapolya Budin' de öldürüldü. Ölümünden 15 gün sonra, Szapolya' nın karısı olması dolayısıyla tahta oturmuş olan Kraliçe, annelik ve naiplik haklarından yararlanmak için gebeymiş gibi davranmakla suçlandı.
Bu iftiraya çok üzülen Kraliçe o sıralarda doğurduğu çocuğu ile Osmanlı elçisinin huzuruna çıktı ve utancından kızararak memesini çıkardı, birkaç damla sütü kucağındaki bebeğin ağzına damlattı. Böylece gerçekten anne olduğunu ispatlıyordu. Bu son derece hazin durumdan çok etkilenen elçi, Kraliçe' nin önünde diz çökerek, elini çocuğun başına koydu. Kanuni Süleyman adına konuşarak, Szapolya' nın bu masum yavrusundan başka hiçbir kimsenin Macar tahtına çıkarılmayacağına söz verdi...
...Rüstem Paşa' nın serveti Romalı konsüller Crassus ile Lucullus' un servetlerini gölgede bırakacak derecedeydi. Paşa' nın servetinin dökümü şöyleydi :
Avrupa ve Asya' da 800 çiftlik, 500 su değirmeni, 2.000 köle, 3.000 savaş atı, 1.200 deve, armağan olarak hazırlanmış 5.000 onur kaftanı, 8.000 sarık, 2.000 zırh, 600 simli eğer takımı, 130 altın gem, değerli taşlar kakılmış 700 kılıç, 800 el yazması Kur'an, 5.000 ciltlik kütüphane, 120 katır yükü altın ve mücevher ve nihayet nakit para olarak kişisel hazinesinden 2.000.000 altın. İşte efendisinden serbestçe aldığı gibi harcamasını da bilen bir sadrazamın kısa zamanda hazinesinde biriken servet bu miktardaydı....
...Hareminden çıkan padişah, saray memurlarına, vezirlere, hizmetkarlara açık olan sarayın öteki dairelerine geçerdi. Orada silahdarın elinden kahvesini, çuhadardan şerbetini, altın yaldızlı tepsi ve porselen takımları içinde mabeyincilerden sabah kahvaltısını alırdı. Allah' ın nimetlerine saygı amacıyla çıkarılmış bir dinsel hüküm,altın ya da gümüş yemek takımlarının kullanılmasını engelliyordu. Kahvaltı, saray müzik takımının eşliğinde kısa sürerdi. Ondan sonra günlük eğlence ya da çalışma başlardı.
Divan toplantılarından sonra atına ya da kayığa binen padişah, Boğaziçi'nin Asya ve Avrupa kıyılarının en güzel yerlerinde yapılmış olan yalıları ile bahçelerini ziyarete giderdi. Padişah kayıkları, dalgaları yararcasına uçan kuşu anımsatmak için "kırlangıç" adını taşırdı. On üç çift kürek bir anda Hünkar' ı Boğaz' ın sularında kayar gibi götürürdü. Hükümdar altın işlemeli sayvanın altında seyahat ederken, bostancıbaşı dümeni yönetirdi. Sarayın öteki ileri gelenleri yine görkemli kayıklarla Padişah' ı izlerdi. Fakat bunların kayıklarındaki kürek sayısı Hünkar' ın kayığındaki kadar olmazdı.
Ata binmek, avlanmak, cirit ve ok atışı yapmak, arkadaşlarıyla görüşmek, yarışmak, raks izlemek, denizi, bahçeleri, fıskiyeleri, çiçekleri seyretmek Hükümdar'ı sarayın sıkıntılarından uzaklaştırırdı. Bazen basit bir elbise giyerek, arkasında yine kıyafet değiştirmiş vezirleri ile birlikte kente atıyla gider, yasaların uygulanmasına, zabıtanın durumuna bakardı. Geri kalan saatleri sarayın görkemi içinde ya da hareminin gizemli eğlenceleriyle geçirirdi...
Sultanahmet Camii, Medine dışında, 6 minaresi olan tek camidir..
...1908 yılında Yıldız Sarayı kentinde (!) 12.000 kişi yaşıyordu. Mutfaklarda öyle çok yemek pişiyordu ki, aşçılar yemek artıklarını satarak kazandıkları paralarla kendilerine evler yaptırmışlardı...
...Otuz ila kırk metre uzunluğundaki saray kayıklarının küreklerinde, mavi püsküllü kırmızı takkeleri, beyaz muslinden geniş pantalonları ve göğüsleriyle kıllarını açıkta bırakan gömlekleriyle 26 bostancı bulunurdu. Sultan, kayığın ucunda, kendisini güneş ve rüzgardan koruyan, fildişi, kaplumbağa kabuğu ve mücevher kakmalı, yaldızlı ahşap yükseltinin içinde, yastıkların arasında otururdu. Bostancılar öyle bir şevkle kürek çekerdi ki, kayık suyun üzerinde yayından fırlamış ok gibi giderdi. 19. yüzyılda buharlı gemileri geçebiliyordu. Genellikle sultanın kayığının önünde maiyetini taşıyan 6 kayık daha olurdu. (Jammer' larıyla birlikte dermişim !)
...Türk nakışçılığının ünü, lüks yaşamın bir başka şahikası olan Fransa Sarayı' na ulaşmıştı. 1570' lerde Catherine de Medici ve elli yıl sonra Maria de Medici, evlerinde nakış işlemek üzere genç kızları İstanbul' dan Fransa' ya çağırmışlardı...
..."Zülüflü Baltacılar" hareme odun getirdikleri sırada kadınlarla göz göze gelmemek için saçlarını uzun lüleler halinde bırakırlardı...
...Haremin gücünü simgelemesi açısından, duvarda açılmış bir delik önemlidir. 16. yüzyıl sonlarında, haremin Divan tarafında Altın Yol'a bakan,hangi tarihte yapıldığı tam olarak bilinmeyen bir delik açılmıştı. Böylece, en taze siyasi haberler kıdemli devlet görevlilerinden sonra ilk olarak hareme ulaşıyordu...
...1908 yılında Yıldız Sarayı kentinde (!) 12.000 kişi yaşıyordu. Mutfaklarda öyle çok yemek pişiyordu ki, aşçılar yemek artıklarını satarak kazandıkları paralarla kendilerine evler yaptırmışlardı...
...Otuz ila kırk metre uzunluğundaki saray kayıklarının küreklerinde, mavi püsküllü kırmızı takkeleri, beyaz muslinden geniş pantalonları ve göğüsleriyle kıllarını açıkta bırakan gömlekleriyle 26 bostancı bulunurdu. Sultan, kayığın ucunda, kendisini güneş ve rüzgardan koruyan, fildişi, kaplumbağa kabuğu ve mücevher kakmalı, yaldızlı ahşap yükseltinin içinde, yastıkların arasında otururdu. Bostancılar öyle bir şevkle kürek çekerdi ki, kayık suyun üzerinde yayından fırlamış ok gibi giderdi. 19. yüzyılda buharlı gemileri geçebiliyordu. Genellikle sultanın kayığının önünde maiyetini taşıyan 6 kayık daha olurdu. (Jammer' larıyla birlikte dermişim !)
Karada olduğu gibi denizde de özel bir ses engeli Sultan'ı içine alırdı. Kayığa binerken, karaya çıkarken ya da kayığıyla geçerken karadan top atışlarıyla selamlanır, buna Boğaz' da demirli savaş gemileri de katılırdı. Topların dumanı dağıldığında Bostancılar, Sultanla, dümeni tutma onuru kendisine verilmiş olan komutanları Bostancı Paşa'nın konuşmalarına kulak misafiri olmamak için köpekler gibi havlarlardı !...
...Türk nakışçılığının ünü, lüks yaşamın bir başka şahikası olan Fransa Sarayı' na ulaşmıştı. 1570' lerde Catherine de Medici ve elli yıl sonra Maria de Medici, evlerinde nakış işlemek üzere genç kızları İstanbul' dan Fransa' ya çağırmışlardı...
..."Zülüflü Baltacılar" hareme odun getirdikleri sırada kadınlarla göz göze gelmemek için saçlarını uzun lüleler halinde bırakırlardı...
...Haremin gücünü simgelemesi açısından, duvarda açılmış bir delik önemlidir. 16. yüzyıl sonlarında, haremin Divan tarafında Altın Yol'a bakan,hangi tarihte yapıldığı tam olarak bilinmeyen bir delik açılmıştı. Böylece, en taze siyasi haberler kıdemli devlet görevlilerinden sonra ilk olarak hareme ulaşıyordu...
17. yüzyılın ikinci yarısında, İstanbul' da 485 cami ve 4.492 mescit bulunuyordu. Bir karşılaştırma yapılacak olursa, 16. yüzyılda Londra'da 100 kilise ve 18. yüzyılda Paris' te 162 kilise ve mabet vardı. İstanbul dünyanın en Müslüman şehri değildi belki ama başka hiçbir şehrin ondan daha çok camisi yoktu. Osmanlı İmparatorluğu' nun servetinin nereye gittiği çok sık sorulur. Cevaplardan biri, cami yapımlarıdır...
...Abdülmecid, 30 Kasım 1853'te Rusların Sinop baskınında şehit olan askerlerimizin anısına bir madalyon bastırttı. L.J. Hart'a sipariş edilip bastırtılan bu bronz madalyanın ön yüzünde, göbekte Sultan' ın bir portresi basılı, çevresinde "Osmanlı' nın İmparatoru Abdül Mecid Han" yazılıydı. Altta 3 tane yıldız vardı. Bu 3 yıldız, büyük olasılıkla Osmanlı İmp., İngiltere ve Fransa' yı temsil ediyordu. Arka yüzünde ise "Onlar senin için öldüler Avrupa ! Sinop 1853" yazısı yer alıyordu...
...30 Mart 1856' da imzalanan Paris Antlaşması ile Osmanlı, Avrupa Devletler Konseyi üyesi olmuştu. Anlaşma, Osmanlı topraklarında yaşayan gayrimüslimlere verilen ayrıcalıklarla doluydu. Bu yetmezmiş gibi Fransa, Osmanlı sultanlarının tarih boyunca hiçbir yabancı devletin nişanını kabul etmemiş olduğunu bile bile, Abdülmecid' e "Legıon d'honeur" nişanını takacak, hemen ardından İngiltere, aynı zamanda İslam Halifesi olan Sultan' ın Saint George Hıristiyan Tarikatı' na mürid olarak girmesini isteyecekti. Abdülmecid, Osmanlı'nın Avrupa Devletler Konseyi üyeliğini sürdürebilmek uğruna Hıristiyan tarikatlara mürid olarak girmeye bile hayır diyemeyecekti. Bu tarikata girmekle Hıristiyanlığı yüceltmekle yükümlü bir Garter Haçlı Şövalyesi oluyordu !...
...Abdülmecid, 30 Kasım 1853'te Rusların Sinop baskınında şehit olan askerlerimizin anısına bir madalyon bastırttı. L.J. Hart'a sipariş edilip bastırtılan bu bronz madalyanın ön yüzünde, göbekte Sultan' ın bir portresi basılı, çevresinde "Osmanlı' nın İmparatoru Abdül Mecid Han" yazılıydı. Altta 3 tane yıldız vardı. Bu 3 yıldız, büyük olasılıkla Osmanlı İmp., İngiltere ve Fransa' yı temsil ediyordu. Arka yüzünde ise "Onlar senin için öldüler Avrupa ! Sinop 1853" yazısı yer alıyordu...
...30 Mart 1856' da imzalanan Paris Antlaşması ile Osmanlı, Avrupa Devletler Konseyi üyesi olmuştu. Anlaşma, Osmanlı topraklarında yaşayan gayrimüslimlere verilen ayrıcalıklarla doluydu. Bu yetmezmiş gibi Fransa, Osmanlı sultanlarının tarih boyunca hiçbir yabancı devletin nişanını kabul etmemiş olduğunu bile bile, Abdülmecid' e "Legıon d'honeur" nişanını takacak, hemen ardından İngiltere, aynı zamanda İslam Halifesi olan Sultan' ın Saint George Hıristiyan Tarikatı' na mürid olarak girmesini isteyecekti. Abdülmecid, Osmanlı'nın Avrupa Devletler Konseyi üyeliğini sürdürebilmek uğruna Hıristiyan tarikatlara mürid olarak girmeye bile hayır diyemeyecekti. Bu tarikata girmekle Hıristiyanlığı yüceltmekle yükümlü bir Garter Haçlı Şövalyesi oluyordu !...
Bazı vezirler öyle güçlenirdi ki, torunlarına da statü ve servet bırakırdı. 300 caminin yapımına para verdiği söylenen Sokollu Mehmed Paşa öldüğü zaman, İstanbul' da 4 sarayı, Edirne' de 360 odalı bir sarayı ve 18.000.000 altın kuruşu vardı...
... 2. Osman' ın amcası olan Mustafa Han bir önceki sultandı ve karşı cinsle arası iyi olmadığı için, yeğeni tarafından iki çıplak zenci kadınla beraber bir hücreye kapatılmıştı...
... 1600 yılında genç bir bakire köle 100, 60 yaşında bir kadın ise 36 duka altını ediyordu. Alıcı herhangi bir köle kızı satın almadan önce evine götürüp, uyurken horlayıp horlamadığını kontrol edebilirdi..
...1683 yılındaki Viyana yenilgisinin ardından, Avusturya ilerlemeyi sürdürdü. 1686' da Buda, 1688' de Belgrad düştü. İstanbul'da, Hıristiyan ordusunun surların önünde bitivermesinden duyulan korku sonucunda ev fiyatları düşmüştü. 1656 yılında olduğu gibi, pek çok kişi malını mülkünü toplamış ve Asya tarafına kaçmıştı. Sultan'ın müsrifliği ve devlet meselelerine karşı kayıtsızlığı eleştirilmeye başlanıyordu...
... Bu manzaralar şehrinde, bakmak da, konuşma ve yazı kadar bir iletişim aracıydı. Sultan, Topkapı Sarayı' nın terasından sık sık teleskopuyla Galata' ya bakardı. Galata sakinleri de cüret edebilirlerse teleskoplarını saraya çevirirlerdi. Bir keresinde, Fransız sefirinin teleskopundan yansıyan güneş ışını neredeyse diplomatik ilişkilerin askıya alınmasına neden oluyordu...
... Varlıklı Yahudiler Haliç' in iki kıyısında, Balat ve Hasköy' deki evlerinin "verandado" larında ( birinci kattaki büyük salon) "turkıto" yu ( küçük Türk müezzin) dinlerdi. "convita" lar (ziyafetler) sırasında "piskado reynado" (cevizli balık) gibi yemekler yer ve İspanya' dan sürgün edilmelerine ağıt niteliğindeki "romancero" lar söylerlerdi. Fakir aileler ise bazen iki ya da üç ailenin aynı odayı paylaştığı barınak ve dükkanlardan meydana gelen alçak bir bina olan "cortıjo" da yaşardı...
... Zengin evlerinde aşçılar sadece sol bacaktan yemek pişirirdi. Çünkü hayvanlar daha çok sağ bacaklarının üzerinde dururlardı...
... 2. Osman' ın amcası olan Mustafa Han bir önceki sultandı ve karşı cinsle arası iyi olmadığı için, yeğeni tarafından iki çıplak zenci kadınla beraber bir hücreye kapatılmıştı...
... 1600 yılında genç bir bakire köle 100, 60 yaşında bir kadın ise 36 duka altını ediyordu. Alıcı herhangi bir köle kızı satın almadan önce evine götürüp, uyurken horlayıp horlamadığını kontrol edebilirdi..
...1683 yılındaki Viyana yenilgisinin ardından, Avusturya ilerlemeyi sürdürdü. 1686' da Buda, 1688' de Belgrad düştü. İstanbul'da, Hıristiyan ordusunun surların önünde bitivermesinden duyulan korku sonucunda ev fiyatları düşmüştü. 1656 yılında olduğu gibi, pek çok kişi malını mülkünü toplamış ve Asya tarafına kaçmıştı. Sultan'ın müsrifliği ve devlet meselelerine karşı kayıtsızlığı eleştirilmeye başlanıyordu...
... Bu manzaralar şehrinde, bakmak da, konuşma ve yazı kadar bir iletişim aracıydı. Sultan, Topkapı Sarayı' nın terasından sık sık teleskopuyla Galata' ya bakardı. Galata sakinleri de cüret edebilirlerse teleskoplarını saraya çevirirlerdi. Bir keresinde, Fransız sefirinin teleskopundan yansıyan güneş ışını neredeyse diplomatik ilişkilerin askıya alınmasına neden oluyordu...
... Varlıklı Yahudiler Haliç' in iki kıyısında, Balat ve Hasköy' deki evlerinin "verandado" larında ( birinci kattaki büyük salon) "turkıto" yu ( küçük Türk müezzin) dinlerdi. "convita" lar (ziyafetler) sırasında "piskado reynado" (cevizli balık) gibi yemekler yer ve İspanya' dan sürgün edilmelerine ağıt niteliğindeki "romancero" lar söylerlerdi. Fakir aileler ise bazen iki ya da üç ailenin aynı odayı paylaştığı barınak ve dükkanlardan meydana gelen alçak bir bina olan "cortıjo" da yaşardı...
... Zengin evlerinde aşçılar sadece sol bacaktan yemek pişirirdi. Çünkü hayvanlar daha çok sağ bacaklarının üzerinde dururlardı...
Osmanlı' da burç isimleri :
... 1477 yılı hane halkı sayım sonuçları :
...İlk Amerikan başkanının anısına, kendi adının verildiği şehirde yapılan Washington Anıtı, 1845' te yapılmaya başlanmış fakat çeşitli nedenlerle 1885 yılında açılabilmişti. Yükselen Amerika değerini cümle aleme göstermek amacıyla, dönemin en yüksek anıtı olmak üzere tasarlandı. ( Bu unvanı 1899' da Eyfel Kulesi' nin yapımına kadar elinde tuttu.) 169 metre yüksekliğindeki anıtın inşası sırasında, ABD' nin talebi üzerine birçok ülkeden çeşitli hediyeler yollandı. Bunlardan biri de 1853 yılında Abdülmecid tarafından gönderilen, mermer üzerine işlenmiş, üzerine Sultan'ın tuğrası bulunan bir kitabe idi. Mermer taşın herhangi bir değeri yoktu ve Abdülmecid taşın üzerine, George Washington' la değil, kendisiyle ilgili bir ibare yazdırmıştı :
Koç : Hamel
Boğa : Sevr
İkizler : Cevza
Yengeç : Seretan
Aslan : Esed
Başak : Sümbüle
Terazi : Mizan
Akrep : Akreb
Yay : Kavs
Oğlak : Cedi
Kova : Devl
Balık : Hut
... 1477 yılı hane halkı sayım sonuçları :
Müslümanlar : % 58, Gayrimüslimler : % 42
1897 yılında yani 420 yıl sonra yapılan sayım sonuçları :
Müslümanlar : % 58, Gayrimüslimler :% 42 !...
...İlk Amerikan başkanının anısına, kendi adının verildiği şehirde yapılan Washington Anıtı, 1845' te yapılmaya başlanmış fakat çeşitli nedenlerle 1885 yılında açılabilmişti. Yükselen Amerika değerini cümle aleme göstermek amacıyla, dönemin en yüksek anıtı olmak üzere tasarlandı. ( Bu unvanı 1899' da Eyfel Kulesi' nin yapımına kadar elinde tuttu.) 169 metre yüksekliğindeki anıtın inşası sırasında, ABD' nin talebi üzerine birçok ülkeden çeşitli hediyeler yollandı. Bunlardan biri de 1853 yılında Abdülmecid tarafından gönderilen, mermer üzerine işlenmiş, üzerine Sultan'ın tuğrası bulunan bir kitabe idi. Mermer taşın herhangi bir değeri yoktu ve Abdülmecid taşın üzerine, George Washington' la değil, kendisiyle ilgili bir ibare yazdırmıştı :
" Dostluğun devamı amacıyla
Abdülmecid Han' ın temiz adı,
Washington' daki bu yüksek taşa yazıldı."
...İlk piyango ; 1836'da , İzmir'deki Avrupalı ve Levanten topluluğa yönelik düzenlenmiştir. "Journal de Smyrne" gazetesinde çıkan haber şöyledir : "Tanesi 10 kuruştan seksen biletlik bir piyango tertiplendi. Elli yedisi satılmış durumda. Alberti' nin kahvesinde yapılacak çekilişte ödül, muhteşem bir altın saat olacaktır..
...Ülkemizde at yarışları, günümüzdeki biçim ve kuralları ile, ilk kez 1856 yılında, İzmir'de Şirinyer'de yapılmıştır. Yılda bir kez ve Nisan ayı başlarına rastlayan Paskalya günlerinde düzenlenen bu koşular, o dönemin yaşantısına göre, bir şenlik havasında geçerdi...
...Ülkemizde at yarışları, günümüzdeki biçim ve kuralları ile, ilk kez 1856 yılında, İzmir'de Şirinyer'de yapılmıştır. Yılda bir kez ve Nisan ayı başlarına rastlayan Paskalya günlerinde düzenlenen bu koşular, o dönemin yaşantısına göre, bir şenlik havasında geçerdi...