Sayfalar
▼
738 ) FATİH'İN İKİNCİ İSTANBUL SEFERİ !...
Fatih Sultan Mehmet'in cennette çok canı sıkılıyordu. Burada da hizmetinden ayrılmayan Ulubatlı Hasan tarafından "İstanbul'dan yeni bir grup" geldiğine dair haber getirildiğinde can sıkıntısı daha da artıyordu. 500 yıldan beri süren huzuru son günlerde biraz bozulmuştu. Çünkü cennete gelen Türkler çoğalmaya başlamıştı. Bunun da nedeni Tanrı'nın "İstanbullu kullarının yaşarken yeterince cehennem azabı çektiklerine" bakarak artık hepsini doğrudan doğruya cennete almasıydı...
Padişah eskiden beri cennete düşen İstanbullulardan kentin son durumu hakkında bilgiler almayı adet edinmişti. 3-4 asır öncesine kadar durumda fazla bir değişiklik olmamıştı. Hatta birkaç yıl öncesine kadar gelişen olayları da iyi kötü anlayabiliyordu. Örneğin son zamanlarda terör yüzünden çok kişi dünyalarını değiştirmişti. Hocası Molla Gürani'den aldığı bilgiye göre terör de eninde sonunda bir tür savaştı ve Fatih Sultan Mehmet gibi bir cengaver savaşın ne olduğunu anlamakta fazla zorluk çekmiyordu. Ne ki, son günlerde gelenlerin çoğu söz birliği etmişçesine hep aynı iki sözcüğü yineliyorlardı :
"Trafik kazası.."
Trafik kazası da ne mene bir şeydi ki ? Ünlü hocaları Molla Hüsrev, Molla Gürani ve Molla Yegan kafa kafaya verdikleri halde bu olayı kendisine açıklayamıyorlardı.
"Trafik kazası nedir bre alim efendiler.. Siz ki diyar-ı garptan diyar-ı şarka kadar kuş uçsa bilirdiniz. Bana bir açıklasanız.." diye kükrediğinde kimseden çıt çıkmıyordu..
Yeni gelenler padişahın huzuruna kabul edildiklerinde şöyle şeyler anlatıyorlardı:
"Kasımpaşa'dan aşağı iniyorduk. Birden Dolapdere yönünden karşımıza bir TIR çıktı. Sonrasını hatırlamıyoruz.."
Trafik kazasına uğrayanların durumunun tam bir savaştan çıkmışlık görüntüsü arz etmesi nedeniyle Fatih, önceleri TIR denen bu şeyi bir Frenk paşası sanmıştı. Fakat sonunda insan olmadığını, bir tür vasıta olduğunu kavramıştı. O zaman soruyordu :
"Bre zındıklar.. Kasımpaşa dediğiniz sakın bizim Kasım Paşa'ya tımar olarak verdiğimiz arazi olmasın ?.."
"Evet, herhalde orasıdır.. Çünkü İstanbul'da başka Kasımpaşa yok.."
O zaman Fatih durumu anladığını sanarak, "Bre aptallar," diye yeniden parlıyordu. Sonra, "Bre mendeburlar.. Orada yol filan yoktur ki geçesiniz.. Ben bile 400 leventimle gemileri Haliç'e geçireceğim diye rahmetli anam Devlet Hatun'dan emdiğim cümle sütü burnumdan getirmiştim. Siz de gemi mi geçiriyordunuz ?" diye soruyordu..
Bu kez İstanbullulardan "Ne gemisi sultanım, arabayla geçiyorduk" yanıtını alınca kafası yeniden karışıyordu. Hele bu araçların kendi kendine yürüdüklerini ve saatte 100-120 kilometre hız yaptıklarını öğrenince şaşkınlığı daha da artıyordu. Hemen matematik hocası Ali Kuşçu'yu yanına çağırtıyor, "Hoca, hoca," diyordu, "bunlar ne demekteler ? Hele bana bir izah et. Hayvansız araba gider miymiş ? Saatte 120 km hız ne demektir ?.."
Ali Kuşçu, kerrat cetvelini önce baştan sona sonra sondan başa taramasına karşın, ne hayvansız arabayı ne de saatte 120 kilometrelik hızı açıklayamıyordu. Fatih, cennetlik Türklerden aklının almadığı başka bilgiler de alıyordu ; örneğin son zamanlarda heybetli bir padişah ortaya çıkmıştı. İstanbul'un her yanına köprüler yaptırıyor, sonra bu köprülerden geçenden bin lira, geçmeyenden iki bin lira alıyordu. Bir köprüye de Fatih Sultan Mehmet'in adını vermişti. Nedeni de Fatih gibi ülkeye çağ atlattığını belirtmek istemesiydi. Ancak bu köprüyü "Japon nam" bir kefere ülkenin mühendisleri yapmışlardı. Demek ki memlekette çağ atlamanın da kolayı bulunmuştu. Oysa kendisi çağ atlamak için ne terler dökmüştü..
İşte tüm bu acayiplikler Fatih'in canını sıkıyordu. Ne de olsa kentin eski fatihiydi. Durumu gözleriyle görmek istiyordu. Bir gece oturup Allah'a yalvardı :
"Ne olur Allah'ım, beni birkaç saatliğine İstanbul'a gönder. Ne olduğunu anlayayım, şehre biraz çeki düzen vereyim.."
Allah, bir zamanlar kendisi için yığınla cami yaptırmış olan sevgili kulunun isteğini kulak ardı edemedi. Ve kendisini bir sabah İstanbul'a girdiği Edirnekapı surlarının önüne bırakıverdi. Nasıl olsa oradan ötesini kendisi bulabilirdi..
Fatih, üstünde hala padişahlığı zamanından kalma kaftanı ve sarığıyla İstanbul'a dönmüştü. Sakal ve bıyığını ise zaten hiç kesmemişti. Yine de Edirnekapı surlarının önünde kimse tarafından yadırganmadı.. Çünkü hemen hemen herkes aynı giysiler içindeydi. Erkeklerin çoğu cüppeli, kadınlar tesettüre uygun giyinmişlerdi. Sakallarına gelince, Fatih Sultan Mehmet 500 yıllık sakallarıyla bile 1987 yılının İstanbul'unda son derece çağdaş görünüyordu !..
Kente bir göz atmak ve işleri düzeltmek için fazla zaman yoktu.. Buna karşılık üzerinde epey para vardı.. Daha doğrusu o öyle sanıyordu. Kaftanının iç cebinde 1481 yılının bir yıllık padişah geliri olan 450 lira bulunuyordu..
Önce uzun süre taksilerin peşinden koştu. Fakat bunları yakalamak mümkün değildi.. Saatte 120 km'lik hızın nasıl bir şey olduğunu o zaman anladı.. "Yahu bunlara binilemeyecek ise neden ortalıkta vızır vızır dolaşıyorlar ?" diye düşündü ise de, bir yanıt bulamadı..
Bir otobüse binmeyi denedi.. Bindi de.. Hem de cebindeki paranın 120 lirasını ödeyerek.. Önce otobüsü kendisine sattıklarını zannetti, ama eline tutuşturulan küçük kağıt parçasından anladı ki, sadece yolculuk etmek için bu parayı almışlardı.. Olsun, bir ferman çıkartır, bunları düzeltirdi. Ama önce kente girmesi gerekiyordu.. Otobüs bu arada sıkışık trafikte çakılıp kalmıştı. Yeniden inmek zorunda kaldı...
En iyisi yürümeliydi. Fakat yürümek de kolay değildi.. Karşıdan karşıya geçmeyi bir türlü başaramıyordu. Caddeye her adım atışında yoldan geçen koca koca araçların altında kalma tehlikesi geçiriyordu.
Fakat zaman geçiyordu. Birkaç saat sonra geri dönmek zorundaydı.. Yaradana sığınıp "Ya Allah" diyerek kaldırımdan caddeye indi ve surlara doğru bir hamle yaptı.. O sırada da TIR denen nesnenin ne olduğunu tam üstünden geçerken iyice anladı.. Gözlerini açtığında yeniden cennetteydi..
Kendisini karşılayan sadık adamı Ulubatlı Hasan'ın "Hoş geldiniz Haşmetlum, İstanbul nicedir ?" sorusuna "Hasan," dedi, "iyi ki biz İstanbul'a vaktiyle girmişiz, şimdi girmek eskisinden daha tehlikeli, üstelik insan ne şehit oluyor ne de gazi.."
(YALÇIN PEKŞEN'in "Ye Türküm Ye" adlı kitabından alıntıdır)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder