Sayfalar

770 ) ŞEHİRLERİN ECESİ İSTANBUL...

    

On altıncı yüzyılda İstanbul'a deniz yoluyla gelen yabancı gezginlerin betimlediği kent silueti on yedinci, on sekizinci yüzyıllarda da değişmez, sadece ayrıntılarda "zenginleşir"... Yirmi birinci yüzyılın başlangıcında göz göre göre yok ettiğimiz bu siluet  Julia Pardoe'nun "Şehirler Ecesi İstanbul" adlı eserinde de varlığını korur..
Gemi, 30 Aralık 1835 tarihinde Haliç'e demirlemiştir. Julia "uzun zamandır" beslediği ümitlerin gerçekleşmesi karşısında sevinçlidir : Tepeleriyle, kıyılarda saraylarıyla, gümüşsü sularıyla İstanbul karşısındadır. "Gemi Topkapı Sarayı bahçesinin duvarları boyunca hızla demir atacağı yere" ilerlemektedir.. 
Tek fark, öteki seyyahlar İstanbul'u hemen hep yaz başlangıçlarında, yazlarda, güzlerde ve "sisler içinde" görmüşlerken, Julia Pardoe karlar altındaki şehri seyreder. Beyaz İstanbul göz kamaştırıcıdır..
O kadar ki, anılar yazarı, "Kraliçeyi andıran İstanbul !" diyor. Şehrin sesleri ötelerden gelmekte, yankılanmakta. Şehir şimdiden yaşamaya koyulmuştur. "Sultan Mahmud'un altın yaldızlı sarayı" ulu servilerin arasından görünmektedir. Saray, yüksek surlar, serviler, öteki seyyahlara olduğunca, Miss Pardoe'ya da büyüleyici gelir.
Üsküdar arkada kalmıştır, "bütün güzelliğiyle sulara bakan" Üsküdar. Sonra minareler, "mezarlık koruları".. On dokuzuncu yüzyılda De Amicis'in, Andersen'in hayranlıkla anlattıkları görünümler..
Karşı kıyıda İstanbul'un alacalı bulacalı evleri de belirir. Bir renk cümbüşü ve yine koyu nefti serviler. Servilerle birlikte "heybetli çınar ağaçları". Yabancı gezginin öteden beri merak ettiği Ayasofya ; "dört minaresiyle, revaklı avlularıyla" Ayasofya'dan "daha küçük ama çok daha zarif Süleymaniye". Sonra başınızı çevirdiğinizde "kalabalık Pera evleri"...

    

Bunlar, yalnızca Miss Pardoe'nun ya da öteki yabancı seyyahların gördükleri bir hayal-şehir dekorunun parçaları değildir. Çok tuhaftır, yirminci yüzyılın başında, ilk çeyreğinde, Türk yazarları da tümünden söz açar. Örnekse Halide Edib'in "Türk'ün Ateşle İmtihanı"nda İstanbul, üzüntülerle dolup taşan bir evin penceresinden, gönle rahatlık veren aynı peyzajıyla anlatılır. Ya da Peyami Safa'nın "Mahşer" romanında tıpatıp bu İstanbul belirir..



Şehir hayatına karışır karışmaz, o 1835 yılının sonunda, İkinci Mahmud'un kılık kıyafet reformu Miss Pardoe'nun "kadınca gazabı"na uğrar. Julia iğreti Batılılaşmamızı sanki herkesten önce hissetmiştir. Sokaklarda henüz "eski" ile "yeni" bir aradadır. Julia önce fese, sonra giysilere üzülür :
"Alnı bir taç gibi saran ve renklerinin zenginliğiyle diğer giysilerin koyu renklerini şenlendiren haşmetli sarık sokaklarda neredeyse hiç görülmez olmuş ; artık birkaç Türk yan yana geldiğinde, uzaktan gelincik tarlasını andırıyor. İpekli veya yünlü kumaşlardan yapılmış dökümlü giysiler bir kenara atılmış ve yerlerini kötü dikilmiş, kaba mavi elbiseler almış ; bir zamanlar kaşmir yününden yapılmış kuşakların sardığı beller artık iki pirinç düğmeyle cendereye alınmış !.."     
1835 yılının Aralık sonu Ramazan'a rastlıyormuş. Miss Pardoe "mahya" konusunda okuduklarımın belki de en şiirselini yazıyor :
"Akşam oldu ve büyü derinleşti. (...) Çevremiz alacakaranlığa büründüğünde, bütün camilerin minareleri birdenbire parlak ışıklarla aydınlandı. Hiçbir şey bu manzaradan daha sihirli bir etki bırakmazdı ; karanlık, bu ruhani sütunların zarif hatlarını gizlemiş ve neredeyse en uçta minareyi kuşatan ışık halkaları, canlı elmaslardan oluşan üç katlı bir taç oluşturmuştu."
Hemen altlarında, akıllara durgunluk verici bir hızla değişen, her biri "ateşten" figürler beliriyormuş : "İşte bir ev, şimdi bir grup servi, sonra bir gemi veya çapa ya da bir buket çiçek.."
Pardoe mahyanın tekniğini de öğreniyor : "Minareden minareye kordonlar çekiliyor, bunlara lambaların bağlandığı kordonlar asılıyor ve önceden belirlenmiş bir desene göre bunların indirilip kaldırılmasıyla İstanbul hiçbir Avrupa başkentindekine benzemeyen, sihirli geçişlerle ışıklandırılıyor..




Miss Pardoe birkaç gün sonra Kapalıçarşı'ya gidiyor. İlk anda pek hoşlanmıyor Kapalıçarşı'dan : Eğri büğrü taşlarla döşeli, ışığı kötü, "beceriksizce inşa edilmiş", labirentlerle dolup taşan bir çarşı.. Miss Pardoe, Kapalıçarşı'nın o kadar yetkin mimarisi hakkında ne yazık ki pek bir şey öğrenememiş.
Bununla birlikte Kapalıçarşı'daki gezinti, çok geçmeyecek, Julia'yı şaşkınlığa uğratacak. Mesela mücevherat ! Kuyumcuların neredeyse hepsi Ermeni imiş. Sarrafların da. Sergilenen değil ama özel olarak gösterilen mücevherler göz kamaştırıyormuş..
Sonra kumaşçılar çarşısı : Julia "bir çift zengin işlemeli yemeni" satın alıyor. Sonra terlikçiler çarşısı, incilerle, altın ve gümüş ibrişimlerle bezenmiş terlikler, bu bezeklere önde arkada yuvarlak ayna parçaları eşlik ediyor..
Sonra esansçılar ! Doğu'nun ve Batı'nın bütün güzel kokuları sanki buradaydı diyor Miss Pardoe. Dört bir yan esans kokuyormuş. Avrupalı kolonya şişesinin yanında, "yaldızlı, küçük" gülsuyu şişesi. Tümü baştan çıkarıyor !..
İstanbul'a, şehirler ecesine dair ilk izlenimleri böyle Pardoe'nun. Tadımlık olsun diye paylaştım. Bu güzel eseri baştan sona okumanızı içtenlikle salık verebilirim.



SELİM İLERİ'nin "İstanbul Bu Gece Yine Sensiz" adlı kitabından alıntıdır. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder