Sayfalar

806 ) YILDIZ'DA BİR CUMA GÜNÜ !...

    

Otuz yıl boyunca Yıldız Sarayı, sultan ile tebaası için dünyanın merkeziydi. O zamanki İstanbul sınırında olan Yıldız muhteşem İslam saraylarının da sonuncusuydu. Avrupa tarzındaki Dolmabahçe veya Beylerbeyi Sarayları gibi tek bir bloktan oluşmak yerine, Yıldız Sarayı bir park içine serpiştirilmiş bir dizi binadan oluşmaktaydı. Kanuni Sultan Süleyman döneminden itibaren padişahlar tarafından av sahası olarak kullanılan ve Hazine-i Hassa'ya kayıtlı bu araziye ilk kasrı Sultan I. Ahmed yaptırmıştır. 18. Yüzyıl sonunda Sultan III. Selim, validesi Mihrişah Sultan için Yıldız Kasrı'nı, babası için de bir çeşme yaptırmıştır. Genellikle yaz aylarında Yıldız Köşkü'nde oturan Sultan Abdülaziz ise Büyük Mabeyn Köşkü'nü inşa ettirmiş, daha sonra dış bahçeye Malta ve Çadır Köşklerini, asıl kısmına da Çit Kasrı'nı (yazının en sonunda) eklemiştir. Sarayda asıl yapılaşma Sultan II. Abdülhamid döneminde başlamış ve buraya "Yıldız Saray-ı Hümayunu" adı verilmiştir.. 1877'de, sultanın Dolmabahçe'den taşınmasıyla burası küçük bir şehre dönüşmüştü. Yıldız Sarayı, resmi işler için Büyük Mabeyn Köşkü, davetler için kullanılan Şale (üstte sağda ve altta) ve Yıldız Köşkleri, sultanın yaşadığı Küçük Mabeyn, Abdülhamid'in diğer hükümdarlara hediye gönderdiği porselenlerin üretildiği Yıldız Porselen İmalathanesi, kendi kahvesinin parasını ödediği bir kahvehane, akşam yemeklerinden sonra misafirleri için Fransız piyeslerinin oynandığı veya güreş müsabakalarının yapıldığı bir tiyatro, cephanelik, kütüphane, rasathane, şehzadeler için bir okul, sera, hamam, müze, sanat galerisi, iki cami, sultanın harikulade Arap atları için yapılmış dört ahır, atölyeler, kışlalar ve haremden oluşmaktaydı..



Sarayın Osmanlı-İtalyan adı verilen belirgin bir dekorasyon üslubu vardı (Sultanın resmi mimarı Raimondo d'Aronco ve ressamı Fausto Zonaro da İtalyandı). Osborne ve Miramar gibi Avrupa saraylarının dekorasyonuyla karşılaştırıldığında Yıldız Sarayı'nın Osmanlı-İtalyan üslubu daha hafif ve zarifti. Binaların çevresinde 500 bin metrekarede nadide bitkiler, mükemmel çimlerle bezenmiş bahçeler, bu büyük sarayı koruyan muhafızlar vardı. Tıpkı Hristiyan bir doktoru olduğu gibi, Abdülhamid'in yerel halkla bağlantıları olan Türklerden daha fazla güvendiği "zouaves a turban" ve "zouaves a fez" adıyla bilinen Arap ve Arnavut muhafızları bulunurdu. Yıldız'ın yüksek duvarları ardında yaşayan yaklaşık 1.500 muhafız ile 2.000 saraylı ve hizmetkar yaşardı..



Sarayın en önemli kısmı saray katiplerinin çalıştığı Büyük Mabeyn Köşkü idi. 19. Yüzyıl öncesi, çoğu Avrupa sarayında olduğu gibi, düzgün giyinmiş herkes buraya girebilmekte idi. Katipler yemek ve kahve kokuları sinmiş odalarda yaşamaktaydılar. Bir ziyaretçinin gittiğinde gördüğü manzaraya göre, katipler (akıllarına yazı masası kullanmak gelmediğinden olsa gerek) koltuklarda iki büklüm oturup, mürekkep hokkalarını da koltuk kolları üzerinde tehlikeli bir şekilde dengelemekte, bazıları çömelmiş, yer sofralarında elleriyle yemek yemekte, diğerleri ise bir köşede şekerleme yapmaktaymış. Sultanın valilerle, paşalarla ve elçilerle yaptığı yoğun muhaberat ile sayısız casusunun raporlarını gönderdikleri yer işte burasıydı..



Yabancı konukların ve Osmanlı yetkililerinin selamlık törenini seyrettikleri yer gene Büyük Mabeyn'in teraslarıydı. Her zaman Osmanlı İmparatorluğu'nun ihtişamını sergilemek amacını güden bu tören, bu dönemde özellikle etkileyiciydi. Her cuma günü, sultan saray duvarlarının dışındaki Hamidiye Camii'ne giderdi. Genellikle ilan edilenden bir saat kadar geç gidilmesinin sebebi Ermenilerin 1906'da Abdülhamid'e yönelik suikast girişimiydi. 
Hamidiye Camii'nin ahşap oymalarını sultan bizzat yapmıştı (Sultan diğer ahşap çalışmalarını da fakirlerin yararına satmaktaydı). Saray ile cami arasındaki yol kısa zamanda askerle dolup taşardı. Saray terasından görülen manzara unutulmazdı. Bir yanda Boğaziçi, Haliç, İstanbul'un pırıltılar içindeki silueti ve hemen önde yeşil sarıklar ve kırmızı fesler : Sultanın muhafızları. Dünyanın en kudretli hükümdarlarından birini görebilme ihtimali heyecanı arttırmaktaydı..
Sultanın gelmek üzere olduğunun ilk işareti, yolu onun faytonuna hazırlamakla görevli su arabaları ve kum serpicileriydi. Ardından kızları ve gözdeleri, harem ağalarının refakat ettiği kapalı arabalarda geçerlerdi. Kortejin başını harem ağası çekerdi. Bu önemli resmi görevlinin "ekselans" unvanı vardı. At üstündeki "hantal vücudu, muhteşem bir şekilde işlenmiş eğerin üzerinde oturmak yerine, iki yana yalpalardı." Ardından, Abdülhamid'in oğulları ve maiyeti, bunları müteakip, görkemli üniformalar içinde şehirdeki tüm paşalar gelirdi. Derken müzik kesilir, sultan kudret, vakar ve endişe yayarak açılır-kapanır, körüklü arabanın içinde, beyaz eldivenli elini sallarken görünürdü. Yanında en sevdiği oğlu Burhaneddin Efendi, karşısında ise Plevne savunmasının kahramanı Gazi Osman Paşa yer alırdı. Arabanın arkasından "beyaz tunik ve kırmızı göğüs zırhı giyen, siyah sakallı, korkunç görünüşlü muhteşem bir grup" olan Arnavut muhafız tüfenkçiler gelirdi. Onları mabeynciler ve yaverler izlerdi. Askerler "Padişahımız çok yaşa !" diye bağırırlardı. İki dakikalık bir araba yolculuğundan sonra, sultan camiye varırken, müezzinin minareden gelen sesi, Abdülhamid'e tüm saygınlığı, debdebesi, kudreti ve yetkisine rağmen, ondan da büyük olan, tek bir Allah'ın olduğunu hatırlatırdı..





Yarım saat sonra camiden çıkan sultan, İmparator Franz Joseph'in kendisine armağan ettiği iki beyaz atın çektiği faytonla saraya geri dönerdi. Faytonunun yanlarında ve arkasında ise, itiş kakış halinde nefes nefese kalmış, muhteşem üniformalı saray erkanı, paşalar ve harem ağaları gelirdi. Derken sultan, bir sonraki cumaya kadar tekrar ortaya çıkmamak üzere gözden kaybolurdu..  



PHILIP MANSEL'in "Sultanların İhtişamı" adlı kitabından, bazı küçük ek bilgilerle derlenmiş bir yazıdır..  

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder