Sayfalar

850 ) İKİ DÖNEM, İKİ RUSYA !..

Kariyerinin ilk yirmi yılını diplomatlıkla geçiren Şefik Onat'ın "Bir de Bizden Dinleyin / Türkiye'nin Sefireleri Anlatıyor" adlı kitabında Emekli Büyükelçi Halil Akıncı'nın eşi Oya Akıncı çeşitli dönemlerde üç kez gittiği Rusya ile anılarını paylaşmış.. Bu anılardan 1975 ve 1990'a ait olanları aktarıyorum..

    

1975 yılında biz henüz otuzlarımıza gelmemişiz bile. Can arkadaşlarımız ile kapalı evlerimizde, bol sohbetli geceler geçiriyoruz. Bize anlatılan, daha doğrusu dayatılan bu "korkunç" ülkenin hoş taraflarını bulup çıkarıyoruz. Bazımız hararetle takip edilme, dinlenme ve casusluk senaryoları yazıyor. Hep biz bizeyiz. Kırk yılın biri, bir Rus aileyi resmi yollardan davet edip ümitlensek de son anda bir bahane uydurup gelmezler.
Çarlık antikaları komisyonla devlet mağazalarında satılıyor. Mağazaların açılış saatlerinden önce kapılarda pusular kuruluyor. Kuznetsov, Herend fincanlar kapışılıyor. Tek izinle gidebildiğimiz Zagorsk Ortodoks kasabasına "Militziya" (milis kuvvetler) eşliğinde Pazar gezmeleri yapıyor, alı al moru mor motosikletli takipçi polisle hınzırca saklambaç oynuyoruz. Zavidova sayfiyelerinde Fransız ahbaplarla piknik yapıyor, şehrin çok yakınında tahta daça "Ruskaya İzba" adlı restoranda çömlekte gulaş yiyor, votkalar içiyor, akşamları Amerikan Büyükelçiliğinin bodrum katında Amerikan filmleri seyrediyoruz.. Bolşoy'a istediğimiz zaman giriyor, en nefis eserleri izliyor, başarılı balerinlerin çetelesini tutuyoruz. Sırayla davet edildiğimiz Büyükelçilik konutunda rahatsız saray koltuklarına eğri, edepli oturuyor, bizden çok yaşlı büyüklerle cesur tartışmalar yapıyoruz. Sonra görevle Bakü'ye, konserlere, Taşkent'e, film festivallerine, Simenon polisiye romanlarından fırlama Batum'a yollanıyoruz. Emel Sayın, önce Allah dedirtiyor, sonra Erivan'da yaşlı bir Türkiye aşığı Ermeni'nin evinde sabaha kadar şarkılarla hasret gideriyoruz. Evimizde Aziz Nesin'i, Arif Melikof'u, Onat Kutlar'ı, Meriç Sümen'i, Müjdat Gezen'i ağırlıyoruz..
Sovyet ruhu, Nâzım'ın her yerdeki varlığı, Babayef'in sansürlenmiş anıları ile yoğuruluyor. Yeni içinden geldiğimiz '68 gençlik doğruları, neredeyse pek ters düşmemecesine gönlümüze işliyor olabilir miydi o tarihlerde ? Moskova'da olan herkes gizemli büyüsünü anlatır durur Brejnev (altta) Rusya'sının..



Bütün ülke tereyağlı çay (bayılırlardı bu "sağlıklı" karışıma) ve çürük elma kokardı. Caddelerdeki kalabalık hoyrattı. Zamanla itilip kakılmaya direnç geliştirmiştik. Erkekler Stalin'in güzelim leylak ağaçlı kaldırımlarına acımaksızın ve ayaklarımızın hemen dibine, aldırmaksızın, votkalı ve sarımsaklı tükürüklerini roket hızıyla göndermeyi bir ego gösterisi addederlerdi. Mis gibi espresso ve sauna diyarı komşu Finlandiya'ya çocuklara muz ve "nefes" almaya giderdik arada. Trenlerde semaverlerle çaylar ikram edilirdi. Vagonlar gittikçe ısınır, çizmelerimizi pencereden sarkıtırdık bazen. Sabaha karşı sınıra yaklaştığımızda belki de yeni uykuya dalmışken, Sovyet askeri Kalaşnikof'larıyla kompartımana dalar, tam anlamıyla didik didik ararlardı çizmelerimizin içine kadar.. Hep bir Rus'u sandık içinde özgür dünyaya kaçırdığımıza kaniydiler. Pasaportlarımızı kapıp birkaç saat yok olur, sabrımızı sınava tabi tutarlar, biz ise görevlerini yapan bu genç askerlere aklımızca gülümser, şirinlikler yapardık..
İşte öyle, banyo perdesi alma bahanesiyle dört arkadaş gittiğimiz Helsinki'de, 6,5 aylık, 930 gram ikinci oğlumu doğuruverdim...Altı ay hastanede kalacaktı ! O, 37 santimlik varlığı, can kardeşim Doktor Martin Renlund'a ve Fin analarının bağışladıkları sütlerine emanet edip Moskova'ya geri döndüm.
Çok, çok zor günler başladı. Moskova'da olma, Helsinki'de doğma oğlum hayata tutundu, biz de oğlumuza. Bütün Moskovalılar bizi konuşur olmuşlardı.. Onu hastaneden alıp eve getirdiğimizde üç kilogramcıktı. Ama omuzumda koca siyah gözlerini açıp bana öyle bir bakmıştı ki.. O hastanedeyken her gün telefonla arardım. "Zakas" denen bir sistemle santralden yazdırırsınız numaranızı. Bazen günlerce beklersiniz. Ama oğlumun hikayesini artık bilen santral memuru kızlar, o anaç, sevgi dolu yürekler, Dr. Renlund'a hemen bağlarlardı telefonlarımı.. Birlikte gözyaşı dökmüşlüğümüz bile oldu. Onlara hep teşekkür ettim, nerelerde iseler, hep teşekkür ediyorum bugün de.. Küçük oğlumuzun eve dönüşünden az sonra iki oğlumuzu da kucaklayıp, bir 1978 Mart günü, Türkiye'ye geri döndük..
Geride aylar boyu yağan diz boyu karları, sönük sokaklarda pencerelerden sızan sarı ışıklı, hiç içine giremediğimiz evleri, çok iri harflerle binalara yazılmış dev Komünist sloganları, orak çekiçleri, hiç ses çıkarmadan koşuşan Rus kadınları, Nâzım'ı, onun can dostu, bizim can dostumuz Ekber Babayef'i, karlı kayın ormanlarını, Nataşa'yı, Vala Ana'yı, Lenin'i ve siyah ekmeğimi bırakıp...

    

Mayıs 1990'da, ikinci kez, Moskova'ya gelir gelmez dostlar yeni "Özel" bir restorana götürdüler : Visotsky Bar !.. Yerin altında, sonradan defalarca resmi heyetlerle bile gideceğimiz bu restoran tiyatro sanatçısı ve şarkıcı Visotsky'nin (üstte) oyun sonu uğrak yeriydi. Balalaykalar çalar, onun şiirleri okunurdu. Buna benzer birkaç tane daha özel restoran açılmıştı. Yan masalarda deri ceketli, büyük altın kol saatli adamlar dünya güzeli ve mini etekli genç kadınlarla halvet oluyorlardı. Cüzdanlarından eskiden günah sayılan dolarlar dökülüyordu. Biz masamızda havyara kuvvet hep birlikte "Oçi Çornaya"yı avaz avaz söylüyorduk. İlk yabancı Fin mağazası "Stockman" açılmıştı. Sadece restoran değil sokaklar da daha neşeliydi. Rus kadını yine arı gibi koşuşurken, kocaları yavaş yavaş votkaya, Efes Pilsen birasına boğulmaya başlamışlardı çoktan. Patlarcasına..
Rus mağazaları hızla boşalıyordu. O kızgın Rus satıcılar peynir mağazalarında el altında Laleli'nin rüküş tişörtlerini satmaya başlamışlardı, boyunları bükük. Kitapçıda naylon çorap, zücaciyecide deri ceket bölümleri yer almıştı ve özel kiosklar açılmaya başlamış, içlerinde bütün bir Sovyet dönemi hasretle beklenen çikletler, tükenmez kalemler ve yabancı dergiler.. Bu kiosklar yavaş yavaş bütün semtlere, kaldırımlara yayıldılar. Her gece beşer onar doğuyorlardı. Yurtdışına gitmeler rahatlamıştı. İlk hedef Türk pazarları seçilmişti. Sonradan bu küçük kiosklardan süpermarketler doğacaktı... Devletin üretimi fabrika müdürlerinin eline geçivermişti bir gecede. Memur yoldaş İgor, olmuştu iş adamı Gospodin İgor.. Sosisler, peynirler, her şey karaborsaya düştü. İkinci Dünya Savaşından sonraki en büyük kıtlık başlamıştı..



Devlet, insancıklara maaşlarını ödeyemez oldu. Bedavaya oturdukları evler özelleşti. Aç gözlü uyanıklar canım apartmanları, garibanların ellerinden ucuza kapattılar. Sokakta kaldı Babuşkalar.. Göz açıp kapayıncaya kadar petrolden bale ayakkabısına kadar her şeye el konup, elde edilen milyonlar özel yandaş ceplere doldu. Ruble her gün zavallılaşıyordu. Eski, tüyü dökülmüş paltolu yaşlıca bir kadın, restoranın arka kapısında çöpe atılmış tavuk kemiklerini kemiriyordu gizli gizli. Kendisini yemeğe, içeri davet ettim. Kabul etmedi, sessizce uzaklaştı. Sanki o gün, birkaç yaş daha büyümüştüm..
Ele geçirdiği her şeyi sattı çilekeş Rus kadını.. Balerinler teker teker ülkeyi terk etti. Tiyatrolar kapandı. Mc Donald's'ın kuyruğu (üstte) Guinness'e girdi. Ülkede alışılmadık şeyler oluyordu. Portakal kuyruğunda bir kadın diğerini bıçakladı. Blucinli gençler Pizza Hut'a girebilmek için her şeylerini feda ettiler. Genç kızlar da iffetlerini..
Sovyet bayrağının inip Rus bayrağının göndere çekildiği sabah ben orada, Kızıl Meydan'daydım. Lenin heykelinin Oktyabrskaya Meydanında devrildiği gün de.. Haydi bakalım.. Bu gözler daha neler görecekti !..
Güneşli bir Pazar sabahı evimizin altında toplanan ateşli bir grup gittikçe kalabalıklaştı. Beyaz Ev denen Parlamento binasına doğru bağıra çağıra yürüdüler ve cayır cayır yakıverdiler ! Akşam 32 ölü olduğu haberi verildi radyolarda. Gorbaçov'un usul usul demokrasi hamleleri, Yeltsin'in elinde tank tepelerinde haykırmaya dönüşmüştü. Bütün diğer Cumhuriyetler teker teker, sancılı bir şekilde koptular, bağımsızlıklarını ilan ettiler..   

        

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder