Sayfalar

855 ) PADİŞAH KAPISI !..



Bab-ı Hümayun, Ayasofya ile Sultan III. Ahmet meydan çeşmesinin karşısında, Topkapı Sarayı'nın şehre açılan büyük ve anıtsal kapısıdır. Fatih devri yapısı bir sanat eseridir.
Hicri 864, Miladi 1459 yılında, yani İstanbul'un Türkler tarafından fethinden altı sene sonra yapılmıştır.
Saraya geçit verdiği için adı kapıdır, aslında ise, bir geçit kapı, bu geçit kapının iki yanında içinden kubbeli iki koğuş, birer mahzen, iki yandan merdivenlerle çıkılan bir asma katta üç nöbetçi odası, iki ayakyolu, gusülhane ve şimdi mevcut olmayan bir üst kattan oluşmuş bir binadır..Geçit kapı, binanın tam ortasında değildir, binanın sağ yanı solundan daha uzundur. 
Bugün mevcut olmayan üst kat için "padişaha mahsus bir kasır idi" diyenler vardır. III. Selim zamanında Mimar Melling tarafından yapılmış bir gravürde (üstte) ve daha sonra Paspatis'in yaptığı yağlıboya bir tabloda ve nihayet yıkılmadan önce çekilmiş fotoğraflarında görüldüğüne göre, bu üst katın Ayasofya meydanına bakan iki sıra pencereleri vardı, alt sırada ortadaki çok büyük yedi pencere, üst sırada da altı pencere.. Bundan tahmin edebiliriz ki, içi bol ışıklı, ferah, bir köşk olabilecek durumda imiş..



Bu anıtsal kapı-bina, bu eski manzarasıyla, iki yanından uzanan kale duvarlarıyla pek ahenkliydi.. Üst kat yıkıldıktan sonra, yerine oymalı bir korkuluk konmuştur. Bina, kesme küfeki taşından yapılmıştır. Küfeki taşı, Roma ve Bizans döneminde kullanılmaya başlanan, "İstanbul taşı" olarak da bilinen 2000-2500 yıl gibi uzun bir zaman ayakta kalabilen tek taştır. En önemli özelliği topraktan çıktığı anda her türlü işleme uygun olması ve kolay işlenmesi; havayla temastan sonra havadaki karbondioksiti bünyesine alarak sertlik, dayanıklılık ve güç kazanmasıdır.)
Geçit kapının üzerindeki kemerin üstünde (altta) celi hatla ve müsenna denilen tarzda "(Besmele) İnnel müttekine fi cennati" (Şüphesiz ki Allah'tan korkanlar/çekinenler Cennette yerlerini alacaklardır) ayet-i kerimesi yazılmıştır. Müsenna tarzı yazı, aynı metnin biri düz, biri ters karşılıklı olarak iki defa yazılmasıdır..



Bab-ı Hümayun, Eski Saray teşkilatında Orta Kapı ile beraber sarayın dış muhafız ocaklarından Kapıcılar Ocağı tarafından korunurdu ki, büyük amirleri "kapıağası ağa" idi. Bu ocağa mensup ve Saray-ı hümayun kapıcısı denilen neferler geceleri de kapıyı nöbetle sabaha kadar beklerlerdi. Ayrıca bostancıbaşı ağa da, sarayın toptan muhafazasına memur olduğundan, Bab-ı Hümayun'u dikkatle nezaret altında bulundururdu..
Bab-ı Hümayun, sabah ezanıyla açılır ve yatsıdan sonra kapanırdı. Gündüzleri, bilhassa Kubbealtı'nda Divan-ı Hümayun'un (altta) toplandığı günler, her hafta salı günleri, Divan'da işi olanlar, sarayın günlük hayatıyla alakadar esnaf ve tüccar, sarayın dış ocaklarıyla, Enderun-ı Hümayun'da yakınlarını görmeye gelenler, niçin geldiğini ve kimi göreceğini söyleyerek Bab-ı Hümayun'dan serbestçe girebilirlerdi.
Saraya gelen vezirler, ulema ve yabancı devlet elçileri, Bab-ı Hümayun'dan atla geçebilirler ve Orta Kapı'ya kadar da atla gidebilirlerdi..

  

Bab-ı Hümayun'un İstanbul şehrinin tarihinde çok hazin hatıraları vardır. Asırlar boyunca sarayda idam edilmiş nice vezirlerin, devlet ricalinin, ihtilalci zorbaların cesetleri ibret olmak üzere, bu kapının önüne bırakılmıştır. Koca imparatorluğun herhangi bir köşesinde idam edilen valilerin, zorba âyan ve eşrafın, isyan ve haydutluk yapmış kimselerin kesik kelleleri kıldan yapılmış bal torbaları içinde İstanbul'a yollanmış, burada yıkanıp temizlendikten sonra, bu kesik başlar, yine ibret olsun diye Bab-ı Hümayun önüne konulmuştur. Bazen de bu teşhir, kesik baş bir mızrak üzerine saplanarak yapılmıştır.. Bilhassa 17. yüzyılın ilk yarısında, Anadolu'daki Celali İsyanları döneminde İstanbul'a o kadar çok kesik baş gönderildi ki, bunlar bazı günler Bab-ı Hümayun önüne küçük tepecikler halinde yığılırdı..



16. yüzyıl sonlarında Sultan III. Mehmet zamanında ise, bir gün burası daha korkunç bir olaya sahne olmuştu : Devrin büyük nüfuz sahibi vezirlerinden Defterdar Doğancı Kara Mehmet Paşa tahsili, terbiyesi, zarafetiyle hakikaten güzide bir simaydı. Gayet sinsi ve kurnaz bir adam olan Sadrazam Bosnalı İbrahim Paşa, Kara Mehmet Paşa'yı, makamı için bir rakip olarak görüyordu. Askeri el altından Mehmet Paşa aleyhine teşvik etti ve bir Divan günü yeniçeriler Kara Mehmet Paşa'nın başını istediler ve kestirmeden, "Padişah, Mehmet Paşa'yı bize tercih ederse, biz de bizi sevecek bir şehzadeyi ona tercih ederiz !" dediler. Zavallı Mehmet Paşa Divan'dan kaldırılarak Kubbealtı'nda başı vuruldu, kesik başı yeniçerilere teslim edildi. Onlar da bu kıymetli başı futbol gibi ayaklarıyla vura vura Bab-ı Hümayun önüne kadar götürdüler ve orada bu korkunç top oyununa saatlerce devam ettiler.  Her biri sadece kara bir cahil olan adamlar, o gün, ilim ve fazilete karşı misline rastlanamaz tecavüzde bulunmuştur. Paşa'nın sadık kâhyası, efendisinin kesik başını yeniçerilerden 400 altına satın almış ve gövdesinin yanına koyarak defnettirmişti..



İstanbul ihtilallerinde saraya hücum edildiği zaman ilk hedef Bab-ı Hümayun olmuştu. Genç Osman'ı tahttan deviren ve Yedikule'de feci bir şekilde katline kadar varan 1622 ihtilalinde ve IV. Murad'ın ilk saltanat yıllarındaki kanlı ihtilallerde saray kendisini savunmamış ve ihtilalciler Bab-ı Hümayun'dan kolayca girmişlerdi..
1648'de Sultan İbrahim'e karşı yapılan saltanat darbesinde ise, halk ve sarayda Enderunlular tarafından çok sevilen bu hükümdar, kendisini savunmak istemiş, fakat başaramamıştı. Halbuki savunulsa Bab-ı Hümayun, kale misali bir kapıydı ve İstanbul halkının, pek sevdiği hükümdarı kurtarmaya koşacağı ve yeniçerilerin şehirliye mağlup olacağı muhakkaktı. Nitekim Sultan İbrahim tahttan indirilerek hapsedilince, olayı öğrenen başkent halkı arasında öyle bir hoşnutsuzluk uyandı ve galeyan başladı ki, saltanat darbesini yapanlar korktular ve selameti Sultan İbrahim'i zindandan çıkarıp boğdurmakta buldular..



REŞAD EKREM KOÇU'nun "Topkapı Sarayı" adlı kitabından derlenmiştir..



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder