Sayfalar
▼
877 ) BİR TÜRK YAYI GİBİ EĞİLMEK !..
ÖZLEM KUMRULAR ve MEHMET PERİNÇEK'in, "Zaman Treni" adlı kitaplarında, MURAT ÖZVERİ ile "Okçuluk Tarihi" üzerine yaptıkları söyleşiden derlediğim bir yazı..
"Don Quijote"nin içinde çok ilginç bir bölüm vardır. Cervantes, "Bir Türk yayı gibi eğiliyor," derken aslında Türk yaylarını över...
Osmanlı'nın Balkanlar'da ilk genişlemesinden sonra hep Orta ve Doğu Avrupa ülkeleriyle savaşılıyor ve burada, yanlış hatırlamıyorsam bir Amerikalı tarihçinin "Ottoman Common Zone" dediği bir bölge oluşuyor. Bu bölgede Osmanlı'dan çok miktarda askeri teknik teçhizat alınıyor. Osmanlı da alıyor, bir bakıma karşılıklı bir etkileşim. Osmanlı'nın "Wagenburg Sistemi"nin (Osmanlı'nın Macarlardan aldığı, "Tabur Cengi" denilen bir savunma düzeniyle arabalar, birbirlerine zincirlenmiş toplar ve arkebüsler ile atlılara karşı mükemmel bir savunma) taktik kullanımını alması gibi. Dolayısıyla karşılıklı etkileşim içinde, en azından Batı'nın entelektüelleri, Osmanlı'nın silah, teçhizat ve taktiğine aşina oluyor..
Mesela Cervantes'in, en başta bahsettiğimiz şekilde, böyle bir benzetme yapması buna bağlı. Habsburg Hanedanının meşhur elçisi Busbecq'te var bu. "Türk Mektupları" başlıklı kitabında o da yayların methini duyuyor, bir yay ediniyor ve diyor ki : "Bu yayı, Türkler kadar geremiyorduk." Yani, "Yayın kirişiyle yay arasına bir para konduğunda, bu para düşecek kadar bunu çekemiyorduk" diyor. Yayların sertliğine, kuvvetli yaylar olmasına gönderme yapıyor..
Kuvvetli yaylar, çok uzağa okun gönderilmesiyle eşanlamlı. Sadece yayın sertliği değil, yayın verimi, yayın enerji depolama kapasitesi önemli. Yani siz, herhangi bir cismi büktüğünüzde bunda bir enerji biriktirirsiniz. Yay kollarında bir enerji depolanıyor. Kirişi bıraktığınız zaman bu potansiyel enerji kinetik enerji formlarına dönüşüyor. Bunun bir kısmı kirişin titreşimlerinde, bir kısmı yay kollarının kütlesini ileriye taşımak için kullanılıyor. Bu enerjinin ne kadarının oka aktarılabildiği yayın verimiyle ilgili. Türk yaylarında enerji depolama kapasitesi aynı kuvvetteki bir Batılı yaya göre daha yüksek. Ayrıca, enerjiyi aktarma yüzdesi de yüksek..
Bir de "Kompozit Yay" (üstte) var. Mezopotamya'dan çıkmış. Asurluların ilk mucitleri olduğu düşünülüyor. Bir Asur mühründeki yayın ilk kompozit yay olduğu sanılıyor. Çünkü bu yaylar çok bükülebiliyor. Cervantes'in verdiği örnek de o sebeple verilmiş bir örnek. Şimdi şöyle düşünün, herhangi bir cismi belirli bir yere kadar bükerseniz bu bir elastik deformasyon sergiler. Büktüğünüz yerden geri döner. Biraz daha bükerseniz, plastik deformasyon meydana gelir. Yani büktüğünüz yerde kalır, geri dönmez. Daha da bükerseniz kırılır. Bu, bütün cisimler için böyledir. Demir de olsa elinizde, lastik de olsa.. Ama farklı miktarlarda.
Şimdi siz İngiliz uzun yayındaki gibi sadece ağaçtan bir yay yaptığınız zaman elastikliği düşük olduğu için çok bükemezsiniz. Onun için uzun yaparsınız ki, aynı çekiş mesafesine getirdiğinizde yay kolları fazla bükülmesin. Kompozit yayda ise boylar kısadır. Sebebi ise Asur, Hitit, Mısır'da insanlar daha ata binmeden, atın koşum hayvanı olarak kullanıldığı dönemde savaş arabaları üzerinde yay kullanıyor. Daha sonra da atın binek hayvanı olarak evcilleştirilmesiyle atın üzerinde kullanmaya başlıyorlar. Hem savaş arabası, hem atın üzerinde sizin küçük bir yay kullanma mecburiyetiniz var. Yeriniz dar, altınızda at var. Dolayısıyla kısa yaya ihtiyaç var. Yani kısa bir yay ihtiyacı savaş arabaları ve at üzerinde kullanma zorunluluğundan doğmuş olabileceği gibi, o bölgede uzun gövdeli ağaçların olmadığını söyleyen araştırmacılar da var. Ama her nedense bir şekilde küçük yay yapma teknolojisini geliştirmek zorunda kalıyorlar..
Boynuz gibi olan bu yayı çektiğiniz zaman iç tarafta sıkışma, dış tarafta çekme kuvvetleri meydana geliyor. İç tarafı tendon ile destekliyorlar. Çünkü çekme kuvvetleri var burada ve tendon çekme kuvvetlerine ağaçtan daha dayanıklı. Bir sandviç gibi düşünün ; sinir, boynuz ve arada ağaç var. Ağaç her iki kuvvete de, sıkışma ve çekme kuvvetine belli bir yere kadar dayanıklı. Siz bu şekilde ağacı kuvvetlendirmiş oluyorsunuz ve daha küçük bir yayı, daha büyük bir kavisle bükebiliyorsunuz. İşte Cervantes'in "Don Quijote"de bahsettiği "Bir Türk yayı gibi büküldü" dediği şey bu..
Hakkında bilgi edindiğimiz ilk Türk yaylarında yine bu kompozit / Bileşik yapı var. Kullanılan boynuz başka, sinir başka bir hayvandan gelebiliyor. Bunları birbirine yapıştırdıkları tutkallar başka yerden gelebiliyor..
İlk yay, 7-8. yüzyıla ait bir yay. Biçimsel olarak Selçuklulara ait tasvirlerde gördüğümüz yaya benziyor. Osmanlı yayının bir önceki etabı denilebilir. Osmanlı yayında kabza düz gelir. İki kavisin ortasında birleşir. Selçuklu ve öncesindeki yaylarda içeriye doğru giriş olur. Buna İngilizcede "set back" denir. Kabza içeriye doğru girer. Osmanlı yaylarında, kolların ucu üçgen bir kalınlaşma yapar, buna "kasan" denir. Erken dönem yaylarında bu yoktur. Yay kolunun ucunda bu kalınlaşma yerine yekpare ahşaptan müteşekkil ve "kulak" diye tabir edilen bir uzantı olur.
Her ikisi de çekişin sonlarına gelindiğinde kuvveti okçunun lehine değiştirecek bir manivela etkisi yapar. Fakat Osmanlı, Pers ve Memlûk yaylarında "kasan" formu, daha erken dönem yaylarda "kulak" formu vardır. Yani baktığınız zaman biçimsel anlamda ayırt edebilirsiniz...
Osmanlı 16. yüzyılın ikinci yarısından sonra bu formu, artık nihai formu olarak görür. I. Selim'in İstanbul'a Memlûk yaycılarını da getirdiği bilinmekte. Dolayısıyla yay morfolojisi ve teknolojisi bakımından bir adım atılır ve bu hâle gelir. Malzeme seçiminde o kadar titiz davranırlar ki, -mesela ağaç, tendon ve boynuzu-, birbirine organik dokudan elde edilen tutkallarla yapıştırırlar. Bu sinir, -yani yine tendon-, kaynatılarak elde edilebilir. Ama Osmanlı yayının yapımında Mersin Morinası denilen bir balığın, hav kesesi ve damak mukozası kaynatılarak elde edilen tutkallar kullanılıyor. Yani yüzyıllar, binyıllar içinde kompozit yay, çok eskiye dayanmasına rağmen o kadar mükemmelleşmiş ve bugün hemen hemen görüş birliğine varılmıştır. Herkes hemfikirdir ki Osmanlı yayı bu işin tepe noktasıdır. Geleneksel malzemeler içinde organik malzemeyle yapılmışların en gelişmişidir Osmanlı yayı. Teknolojik ve balistik açıdan..
Gelelim yayın kaplanmasına.. Yayın tendon kaplı yüzeyini nemden korumak için bu bölüm huş ağacı kabuğuyla kaplanır. Buna Osmanlı kaynakları "kayın ağacı kabuğu" diyor. Kayın, Türk mitolojisinde çok kutsal bir ağaç. Kayın ağacının kabuğu yok aslında, kullandıkları huş ağacı fakat zaman içinde huş, kayın dedikleri ağaç haline geliyor..
Yayı anlattık. Ok konusuna gelirsek.. Bizde 14. yüzyıla kadar kamış oku kullanılıyor. Örneğin Kore oku bir Türk okunun kopyası. Her ikisi de bambudan yapılmış. Kaynaklarda "kamış" diye geçen şeyin bambu olma ihtimali yüksektir. Çünkü Türkçede saz ve kamış İngilizcede de olduğu gibi çok belirgin bir şekilde ayrılmıyor. Dolayısıyla kamış dedikleri muhtemelen bambu kamışı. Bu, çok sağlam bir malzeme. Elde kalmış Memlûk ve Babür okları hep bambudan..
14. yüzyıldan sonra ise çam kullanılıyor... Fakat çam Osmanlı yaylarının vuruş kuvvetine uygun evsafta odun vermiyor. Bunu verebilen iki türlü çam var. Birincisi "pinus nigra"dır, diğeri ise "pinus sylvestris"dir. Pinus nigra için "Toros karaçamı" diyebiliriz. Bu mu kullanıldı, bilmiyoruz. Ağaç türüyle yapılmış çalışma yok henüz. Çam diye başka bir ince yapraklı ağaçtan da söylüyor olabilirler. Çünkü bugün endüstriyel olarak üretilen çam, Türk yaylarının vuruş kuvvetine dayanmıyor, atış sırasında kırılır. Ama kitapta "çam" diye geçiyor. Üzerinde araştırma yapılması gereken klişe bir bilgi..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder