Sayfalar

896 ) BİR ŞAİR BİR SULTANI SEVERSE ! ..

  

MİNE SULTAN ÜNVER, "Nar-ı Aşk" adlı kitabında özetle, şunları yazmış...

Bundan on dört yıl evvel, Hicri 1196, miladi 1784 senesiydi… Galip henüz yirmi altı yaşında fakat divanı olan "Hüsn-ü Aşk" gibi, şairi şuaranın iltifatına mazhar bulunmuş bir edebi harikayı terkip etmiş beliğ bir şairdi… Divan kapısında ona lezzet veren mühim bir vazifesi de vardı, çevresince seviliyor, saygı duyuluyordu… Şiir meclislerinin ve en nadide meşklerin vazgeçilmez sanatkârlarındandı… Lakin tüm meziyetlerine rağmen tasavvuf ehli olarak yetişmenin hasletiyle hep ağırbaşlı ve mütevazıydı…
Bir derdi vardı ki o da derinden hissettiği, sebebine de vakıf olduğu hâlde çaresini bulamadığı koca bir boşluk idi. Sebebine vakıfolduğu bu dert; aşktan mahrum oluşuydu… Mevlevi dergâhına gidip gelmesine, mesneviyi defalarca hatmetmesine rağmen, efendisi bildiği Mevlana Hazretleri ve birçok Can gibi hakiki aşkı yaşamak derdindeydi… Okumalarından, ibadetinden feyz alıyordu
ama gerçek aşkın eksikliğini de her daim hissediyordu. Yarım kalıyordu bir şeyler…
Şiirlerini yazarken, hele Hüsn ü Aşk'ı kaleme alırken ilhamı ona dost olmuştu, aşkı ise tanımadan ama yüceliğini tahmin ederek, tecrübeleri dinleyip belleyerek duyumsamış ve sözlerine yoldaş etmişti… Lakin o, aşkın hakiki hâlini tanımayı, bulmayı öyle çok arzu ediyordu ki… Ona düşen aşkı aramaktı; bir dilberin nazenin simasında, bir dervişin ya da dostun sözünde, bir ceylanın kara, ahu gözlerinde, rüzgârın esintisinde bulana kadar aramak…
O vakitler Konya’ya, Mevlana Hazretleri’nin ruhaniyetini ziyarete gitmişti GalipSultan III. Selim Han ise henüz şehzadeydi ve amcası  Birinci Abdülhamid’in kararı üzere Konya’da ikamet etmekteydi. Şehzade Selim ile Galip burada şiir meclislerinin birinde karşılaşmışlar ve sanatın soluğu ile gönülleri kaynaşarak dost olmuşlardı. Zira Şehzade Selim de tabiatı itibariyle gayet sanatkârane karakterli ve ince mizaçlı idi. Hattatlık, musikişinaslık, şairlik gibi vasıflarının yanı sıra müstesna güzellikte ney üflerdi… Şehzade ile Galip’in bir araya gelip karşılıklı, biz neylerine üfleyip şiir söylediği çok sık vaki olmuştur…
Galip, Konya ovasının bahara durduğu güzel bir günde, bağlarıyla meşhur Meram’ın çiçeklerle döşeli taşlık yollarından geçip Şehzade Selim’in ikametgahına vardı… Kolunun altında ben ve Hüsn ü Aşk’ın yazılı olduğu desteyle saraya girdiğinde, kethüdanın refakatinde şehzadenin has dairesine götürüldü…
Galip, Şehzade Selim’i yalnız bulacağını sanıyordu ancak daireye girdiğinde nişli duvarların köşesindeki sedir üzerinde bir dilberi fark etti.… Şehzade Selim, hatunun yanına oturmuş olduğundan, Galip, onu haremi zannedip mahcup oldu ve bir kabahat işlediğini düşünerek geri adım attı. Şehzade, o vakit Galip’in ahvalinden anlayarak yanına vardı, her daim olduğu gibi muhabbetle karşılayıp içeri buyur etti. Galip’in mahcubiyeti devam edince şehzade onun hissiyatının sebebine vakıf olup, yanındaki dilberi takdim etti:
“Hemşirem Beyhan Sultan…”
Galip, genç kızı simasına bakmaksızın selamlayıp kendisine işaret edildiği üzere iki kardeşin karşısındaki Venedik işi ceylan derisinden iskemleye yerleşti. Kolunun altındaki kâğıt demetini dizlerinin üzerine alırken Şehzade Selim açıkladı:
“Hemşirem kısa bir süre için ziyaretimize gelmiştir… İstanbul’daki meclislerde sözlerinin namını işitmiş, hatta bir meşkte de sen gazelini söylerken harem tarafından dinlemiş… İkinizin de Konya’da bulunuşu hoş bir tesadüf oldu ki bu fırsattan istifade etmemiz gerektiğine kani olup seni çağırdım… Gerçi hemşirem Beyhan, anlam veremediğim bir hâlde şairimizi buralara kadar yormayalım diye ısrar etti ama şahsımda pek kıymetli bulduğum iki naif insanla meşk etmek her zaman nasip olacak bir vakıa değildir…”
O vakit Galip, bakışlarını yerden kaldırıp on sekizindeki Beyhan Sultan’a nazar etti… Ah etmez olaydı… Gözlerini hemen başka tarafa çevirdiyse de hayalinde Beyhan’ın cemalini seyretmeye devam ediyordu, ondan başka bir şey gördüğü yoktu. Bakışlarını yeniden kaldırmaya cesaret edemiyordu, elleri boşanıp iki yanına düşmüştü, daha fenası yüreğine bir çerağ düşmüştü… Bedeninin titremesi dışarıdan belli oluyordu.
Velhasıl Mevla, Galip’in yalvarışlarına cevap vermiş, aşk ansızın karşısına çıkıvermişti… Galip’in aradığı aşk bir kalıba girip cisim bulmuştu… Beyhan Sultan’ın mahcup gülümseyişi ateş olup dervişin gönlüne konmuş, kıvılcımıyla ruhunu tutuşturuvermişti.
Galip iskemleden düşüverecek gibi oldu ama tutundu… O gün, öyle garip bir hâlde okudu şiirlerini… Ne dediğinin ne de işittiğinin farkındaydı… Sadece ah ettiği vakit derinden hissederek inliyordu..
O gün Beyhan Sultan da bir sevda sarhoşluğu içindeydi… Galip’in yüreğinde ne varsa onun gönlünü dağlayan da aynısı idi… 
Hiçliktir, yokluktur, varlıktır; adı aşk… Beyhan’dır, Esad Galip’tir adı aşk…

Şeyh Galip'in şiirdeki ustalığı ve Allah vergisi "karizması" onu her zaman ayrıcalıklı bir yere oturtur. "Hüsn-ü Aşk"ın şairi dönemin en fazla ilgi toplayan ismidir.



Padişah III. Selim sık sık Galata Mevlevihânesine (üstte) gider ve "Pamuk Şeyh" diye hitap ettiği Galib'ten şiirler dinler. Hatta padişah bazen başını Pamuk Şeyh'in dizlerine koyar ve bir vecd hali yaşar. Padişahın Galib'in divanını yazımı, cildi ve tezhibi için üç yüz altın harcadığı rivayetler arasındadır. Galib'in padişahın kız kardeşi Beyhan Sultan'a gönül verdiğini ve: “Gizlesem de âşikar etsem de cânımsın benim” gazelini Beyhan Sultan'a yazdığı iddia edilir. 
Vefatına ilişkin üç rivayet vardır. Şeyhi Yusuf Dede'nin huzurunda ondan izin almadan Mesnevi kürsüsüne çıkarak III. Selim'e Mesnevi okumaya niyetlenir; fakat Yusuf Dede'nin derin nazarları altında hiçbir şey söylemeden iner ve birkaç gün içinde hastalanıp ölür. Diğer rivayet ise Ali Nutkıy Dede'nin huzurunda "şeyhim, biraz rahat edelim" deyip başından sikkesini çıkarır. Bu laubalililiği yüzünden şeyhinin gönlü kırılır ve bu da onun ölümüne sebep olur. Son rivayet ise atıyla Mevlevihâneye girerken şeyhinin ihtarına uymayıp ta kapıya kadar atından inmez ve erenlerin manevi sillesini yiyip hastalanır birkaç gün içinde de ölür. Gölpınarlı, rivayetlerin çeşitliliğinin, uydurma olduklarına alamet olduğunu yazar. Öldüğünde kırk iki yaşındadır, sakalına henüz ak düşmemiştir, babasının : “Âh oğul, bu tahtaya kara sakal yakışmıyor.” dediği bilinmektedir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder