Sayfalar

289 ) TÜRKÇE EZAN NASIL KONDU, NASIL KALKTI ?..

     Türkiye'nin camilerinde ezanın Arapça yerine Türkçe okunması, 1932 yılında başlamıştır. Bu, Atatürk'ün talimatıyla yapılan bir çalışmanın sonucudur.
 Meşrutiyet dönemindeki bazı aydınlar da aynı şeyi düşünmüş ve istemişlerdi. Bununla,  ibadete çağrı niteliğindeki ezanın anlamının daha iyi algılanacağı görüşündeydiler. Ayrıca, Türk dilinin kullanma alanını genişletmenin, milliyetçiliğin de gereği olduğuna inanıyorlardı. Ziya Gökalp bu görüşü şiirle de ifade etmiştir :
            "Bir ülke ki, camiinde Türkçe ezan okunur
  Köylü anlar manasını namazdaki duanın
  Bir ülke ki, mektebinde Türkçe Kur'an okunur
  Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Hüda'nın
  Ey Türkoğlu, işte orasıdır senin vatanın.."
   
Atatürk'ün 1932'de yaptırttığı çalışma, önce, Türkçe ezanın din açısından caiz olduğu sonucunu verdi. Sonra bir komisyon kuruldu. Komisyon, ezanın Türkçe çevirisini yapacak ve bunu ahenk içinde seslendirecekti.  Ezan, camilerde bu örneğe göre okunacaktı. Komisyonda Hafız Burhan, Hafız Sadettin Kaynak, Hafız Nuri gibi dönemin ünlü hafızları vardı. Önce ezanın birkaç çevirisi yapıldı. Hangisinin ahenginin daha uygun olduğuna bakıldı. Sonuçta ezanın Türkçe metni şöyle belirlendi :
"Tanrı uludur,
  Şüphesiz bilirim, bildiririm :
  Tanrı'dan başka yoktur tapacak,
  Şüphesiz bilirim , bildiririm
  Tanrı'nın elçisidir Muhammed
  Haydin namaza, haydin felaha
  Namaz uykudan hayırlıdır.."

   Bu metnin okunuşu ve söylenişi tekrar tekrar denendikten sonra, Diyanet İşleri Başkanlığı'nca kabul edildi. Başkanlık tüm camilere bir genelge yayınladı : "Ezan artık Arapça değil, Türkçe okunacak" talimatını verdi. Arapça okuyanların bunun cezasını göreceği bildirildi. Genelgenin tarihi 18 Temmuz 1932 idi..

   O günden sonra Türkiye, Ziya Gökalp'in şiirindeki gibi, camilerinde Türkçe ezan okunan bir ülke haline geldi..



   Buna yer yer tepkiler de ortaya çıktı. Atatürk devrimlerine zaten tümüyle karşı olan gruplar, bunu rejime karşı muhalefet etmenin gerekçelerinden biri haline getirdiler. Ülkede yer yer Arapça ezan okuma girişimleri kendini gösterdi. Bunu yapanlar ceza gördü..

   Cezalar, mahkemelerde Ceza Kanunu'nun 526'ncı maddesine göre veriliyordu. Gerçi maddede "Arapça ezan okumak" diye bir suç yoktu. Somut olarak sayılan suçlar, maddenin 2'nci fıkrasındaydı. "Şapka Kanunu"na veya "Türk harflerinin kullanılmasına dair kanun"a muhalefet etme suçlarından ibaretti.
   Maddeye göre, o suçların failleri üç aya kadar hapis veya 10 liradan 200 liraya kadar hafif para cezasına çarptırılıyorlardı. Fakat maddenin ilk fıkrasında bir "genel ifade" vardı. Arapça ezan okuyanlar, bu ifadeye göre cezalandırılıyorlardı.
"Yetkili makamlar tarafından adaletle ilgili işlemler dolayısıyla veya kamu düzeni veya genel sağlığın korunması düşüncesiyle KANUN VE NİZAMLARA AYKIRI OLMAYARAK VERİLEN BİR EMRE İTAAT ETMEYEN VEYA BU YOLDA ALINMIŞ BİR ÖNLEME UYMAYAN KİMSE  (... ) bir aya kadar hapis veya 50 liraya kadar hafif para cezasıyla cezalandırılır.."
   Bu hafif para cezasına rağmen, çoğunlukla gene de caydırıcı oluyordu. Çünkü karakola, jandarmaya götürülüp haklarında soruşturma açılmasını istemeyenler çoktu..
 1941'e kadar 8-9 yıl böyle devam ettikten sonra, para cezasına çarptırılanlardan biri, ya da avukatı, "Bu ceza kanunsuzdur" gerekçesiyle Yargıtay'a başvurdu. Yargıtay da durumu inceledikten sonra başvuruyu haklı bulup, mahkeme kararını bozdu !..
  Yargıtay'ın bu bozma kararı ilginçti. Ayrıca tek parti dönemindeki adalet sisteminin ( en azından bazı konularda ) hükumetten ne kadar bağımsız olduğunu göstermesi açısından da ilginçti...
   Ceza kararını veren mahkeme, Yargıtay'ın kararına uydu. Bunun duyulması üzerine diğer mahkemeler de Arapça ezan okuyanlara ceza vermemeye başladılar. Arapça ezan okuma fiilleri de giderek arttı.
   1941 yılında bu duruma bir çare arayan hükumet, yaptığı kısmi bir Ceza Kanunu değişikliğinin içine, bu konuyu da aldı. 526'ncı madde içindeki somut suç tanımlarının arasına "Arapça ezan okuma"yı da koydu. 1941 Meclisi'nde bu madde aynen kabul edildi. Şimdi bu yasağın artık yasal bir dayanağı da olmuştu..

 
 
   1950 yılındaki yasağı kaldırma girişiminin hedefine varması da ; TCK 526'ncı maddeye, 1941 yılındaki kanun değişikliğiyle eklenen "...VEYA ARAPÇA EZAN VE KAMET OKUYANLAR.." ibaresinin maddeden yeniden çıkarılmasıyla mümkün olacaktı..
   Adnan Menderes hükumeti, bunun için kısacık bir kanun tasarısı hazırladı. Bunu en kısa zamanda Meclis'ten geçirmek istiyordu, çünkü ramazan yaklaşmıştı !..
   Tasarıyı yaşlı-genç tüm bakanlar benimsemişti. Fakat bir de Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın önceden onayının alınması gerekiyordu.
   Celal Bayar, artık Demokrat Parti'nin resmen genel başkanı değildi, ama fiili liderliği devam ediyordu. Ayrıca, cumhurbaşkanı olarak, Bakanlar Kurulu'na her istediğinde başkanlık etme yetkisi vardı. Bayar, bu gibi konularda dikkatli davranıyordu. Bir kere, Atatürk'ün son başbakanıydı.. O'na bağlılığını her fırsatta belirtiyordu. O'nun koyduğu kuralları bozacak politikalar izlenmesini istemiyordu. İkincisi : DP'yi kurarken Cumhurbaşkanı İnönü ile aralarında sözlü bir anlaşma olmuştu ; CHP de DP de, "Atatürk İnkilapları"nın zedelenmemesine dikkat edeceklerdi..
   Bu bakımdan, başta Başbakan Adnan Menderes olmak üzere, tasarının bir an önce yasalaşmasını isteyen Bakanlar Kurulu üyeleri biraz endişeliydiler. Bu girişimi, onun durdurabileceğini düşünüyorlardı.
   Bayar, tasarının konuşulacağı gün Bakanlar Kurulu'na geldi. Başkanlık koltuğuna oturdu. Başbakanın konuyla ilgili sunuşunu dinledi..
   Sonra ne yaptığı, "Cumhuriyet" başyazarı Nadir Nadi'nin "Perde Aralığından" adlı kitabında var. O toplantıda bulunan Sağlık ve Sosyal Bakanı Nihat Reşat Belger'in anlattıklarına dayanarak...
"Bayar'ın başkanlığında toplanan hükumet, Arapça ezan yasağının kaldırılmasını konuşmaktadır. Bu, DP iktidarının ilk icraatlarından biri olacaktır ve genç-yaşlı bütün Kabine üyeleri Menderes'i desteklemektedir. Yalnız, Bayar, dalgın ve düşüncelidir..  Bir aralık, ' Yahu arkadaşlar, kararımızla Atatürk'ün ruhu azap duymaz mı ? ' sorusunu ortaya atarak yüreğini burkan tereddüdü açığa vuruyor.
   Bakanların duygularını yansıttığına güvenen Nihat Reşat oturduğu yerden söze karışıyor : 'Büyük zaferimiz üzerine Atatürk'ün ruhu o kadarcık kusuru bize bağışlar efendim !..' 
   Ve derhal yatışan Bayar, toplantıya hakim olan neşeli havaya katılıyor.."

 Nihat Reşat Belger, Ata ile..

   Tasarı Bakanlar Kurulu'ndan böylece geçtikten sonra hemen Meclis'e sevk edildi. Önce DP grubunda alkışlar arasında onaylandı. Adalet Komisyonu'nda da hızla görüşülüp kabul edildikten sonra Meclis Genel Kurulu'nun 16 Haziran günkü gündemine girdi..
   Her şey iki gün içinde olup bitmişti !..
   Şimdi de CHP'yi bir sıkıntı sarmıştı !..
   "Arapça ezan isteyenler dindardır, Türkçe ezanda direnenler dinsizdir" kampanyası karşısında parti şaşkın durumdaydı. Zaten "dinsizlik" suçlamasından da, "komünistlik" suçlamasından da, iktidardayken bile çok çekmişti CHP ve CHP'liler... Bu suçlamaların verdiği kompleksler altında, dindarlıklarını ve komünizm karşıtı olduklarını kanıtlama gayreti içine düşmüşlerdi..
   Bunun ilk sonucu, Köy Enstitüleri gibi büyük bir atılımın, hem de kendi eserleri olmasına rağmen, ödün olarak verilmesiydi. Komünist olmadıklarını böylece kanıtladıkları (!) halde, sonuç bekledikleri gibi olmamış ve seçimi yine de kaybetmişlerdi.. 14 Mayıs 1950 seçimleri sonrası, "üzerimizdeki dinsizlik damgasını silemedik. Seçimi de o yüzden kaybettik.." görüşü CHP içinde baskındı..
   O günlerin CHP Grup Başkanvekili olan Faik Barutçu şöyle anlatıyor :
"İnönü'nün telkinleri para etmemişti. Neredeyse, çoğunluk, Türkçe ezan okumanın hata olduğunu itirafa kadar gidecek, Demokratların teklifini büyük bir istekle kabule karar verecekti. Bunun bir milli dil ve bilinç meselesi olduğunu, milli devlet politikasının mümkün olan her yerde Türkçe konuşmayı emrettiğini, bu yüzden Türkçe namaza davet yapılmasını tercih ettiğimizi kabul ettirinceye kadar akla karayı seçtik.."

   Ama partinin artık bu konuda yapabileceği fazla bir şey yoktu

  17 Haziran 1950 günkü gazetelerin manşetleri artık şu şekildeydi :

   

( Altan Öymen'in "Değişim Yılları" kitabından alıntılar yapılmıştır.. ) 




 
                          

288 ) CUMHURİYET'E DOĞRU İLK KIRGINLIKLAR, İLK AYRILIKLAR !..

  
   Kurtuluş Savaşı sonrası huzursuzluk ortamı tam olarak ortadan kalkmamıştı. Örneğin Lozan'da, antlaşmanın imza aşamasında, Başbakan Rauf Bey, İsmet Paşa hükumetten imza yetkisi istediğinde bunu geciktirip duruyordu.. İsmet Paşa da uzayıp duran konferans görüşmeleri, diğer devlet delegelerinin sıkıştırıp durmaları nedeniyle bunalıma girmişti. Bu yüzden de Başbakanlığa sert çıkışları oldu. 26 haziran tarihli bir mektubunda ;
"Bütün hareket hattının, tüm ayrıntılarıyla Ankara'dan idaresi arzu ve eğilimi ; görüşmelerin en yararlı bir şekilde idaresi ve hayırlı bir barışa varmak yetkisini buradaki delege heyetinin elinden almaktadır. Hükumetçe tercih edilen bu şekil, 93 seferinin (1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı) saraydan yönetimi gibidir. Bize karşı güvensizlik ve yetersizliğimiz hakkında devamlı açığa vurulan kanaat devam ettikçe, bizim aracılığımızla barış akdi ihtimal dışındadır.."
   Bu telgraftan haberi olduğunda Gazi, İsmet Paşa'ya bizzat şunları yazar :
"Telgrafınızı okudum. Çok asabi yazılmıştır. Bunu gerektirecek hiçbir duygu, düşünce ve davranış yoktur. Sizi haksız buldum. İçinde bulunduğunuz zorluk ve çileler takdir edilmektedir. Bunlar, bundan sonra belki daha da artacaktır. Faaliyet sahanız sınırlı değildir. Sabırla ve soğukkanlılıkla işlerinizi iyi bir sonuca vardırmak için gayret ediniz.."
   Gazi bu telgrafında, "Aradaki kırgınlıklara Ankara değil, Lozan'da her gün hile çıkaranlar etkendir" cümlesini de eklemiştir. Delege heyetinin çevresindeki bazı kişileri kastetmektedir. Bunlara, delegelerden Rıza Nur Bey'den, gazeteci Hüseyin Cahit Bey'e kadar çeşitli insanların girdiği daima söylene gelmiş, nitekim Hüseyin Cahit daha sonra oradan uzaklaştırılmıştır..
   Fakat bunlara rağmen işler sürüncemede kalmaya devam eder. İnönü 18 temmuzda bizzat Gazi'ye müracaat etmek zorunda kalır. Yazısı sert olmaktan çok, şikayetçi ve kırgındır :
"Eğer Hükumet, kabul ettiğimiz şeyin kesinlikle reddedilmesi düşüncesindeyse, bunu bizim yapmamıza imkan yoktur. Düşüne düşüne benim bulduğum yol, İstanbul'daki yabancı yüksek makamlara tebligat yapılıp, imza yetkisini bizden almaktır. Bu durum belki bizim açımızdan dünyada bir skandal olur fakat vatanın yüksek çıkarları, kişisel düşüncelerin üstünde olduğundan, Milli Hükumet kanaatini uygular. Hükumetten teşekkür beklemiyoruz. İşlerimizin muhasebesi, millete ve tarihe bırakılmıştır.."
   Hükumet ise hala kararsızdır. Rauf Bey ve arkadaşları, imza emrini vererek bu antlaşmanın sorumluluğunu kabul etmekten kaçınmaktadırlar. Ya da ileride bu antlaşmaya yüklenecek olanlara karşı kendilerini korumak gibi, zayıf bir ruh hali içine düşmüşlerdir. Ne Gazi'ye, ne İsmet Paşa'ya karşı kesin bir cephe alarak, İsmet Paşa'nın Lozan'da varabildiği sonuçları açıkça reddetmek cesaretini de gösterememişlerdir. Bunun daha iyisini yapabilecekleri yolunda da kesin bir açıklama veya girişimleri olduğuna dair belge yoktur. Hatta Hükumetin daha önce, Karaağaç'ın dahi Yunanlılara bırakılmasına karar verdiği de bilinmektedir !..
   Kaldı ki Hükumet kendini, gereği kadar kararlı veya karar mevkinde görmüyorsa çekilebilirdi. Bu gerçi içeride ve dışarıda zararlı yankılar yapardı. Ama bunu da yapamadığına göre Başbakanın artık kesin bir davranış göstererek Lozan'da ve imza yetkisi için sıkıntılı bir bekleyiş içinde kıvranan İsmet Paşa'ya, kesin ve açık bir tebliğde bulunması gerekirdi... Bunların hiçbiri yapılmadı...
   Gazi ve İsmet Paşa arasında çekilen birkaç karşılıklı telgraftan sonra, Gazi'den 19 temmuz 1923'de gelen tebliğ şöyledir :
"..18 temmuz tarihli telgrafını aldım. Hiç kimsede tereddüt yoktur. Kazandığınız başarıyı en sıcak ve içten duygularımızla tebrik ederek, usulen imza edildiğinin bildirilmesini bekliyoruz kardeşim.." 
   Resmi bir emir ve tebliğden çok, dostça bir hava taşıyan bu telgraf, sekiz ay süren çetin, çekişmeli, hatta tehlikeli bir işin, hem şerefli, hem korkulu mücadelesini sona erdirdi. Yeni Türkiye, imzadan sonra Uluslararası Hukuk Şekilleri de tamamlanarak, çağdaş dünya devletleri arasındaki yerini böylece almış oldu..

 

   Rauf Bey, hayatının sonuna doğru aktardığı bazı anılarında, o günlerden bahsederken, İsmet Paşa'nın Lozan'da elde ettiği sonuçları takdir ettiğini, savunduğunu, hatta daha iyileri yapılamaz şeklinde beyanlar verdiğini söyler. Hatta bu sırada Meclis'in gizli toplantılarındaki tutanaklardan da nakillerde bulunur.. Ama bu beyanlarda garip bir tutukluk, sıkıntı havası vardır. Sanki bütün bunları istemeyerek söylüyormuş gibi bir hal göze çarpar.
   İsmet Paşa'yı Lozan dönüşü karşılamaya gitmemesi ve başbakanlıktan istifa edeceği şeklindeki davranışlarına gelince ; bunlar ancak olumsuz bir iç tepkinin, olgun bir devlet adamının kendini kaptırmaması gereken insani bazı zaafların açığa vuruşu olsa gerektir..

  

   9 Eylül 1923'de Cumhuriyet Halk Fırkası kuruldu.. 11 Eylül'de Gazi, Fırka Genel Başkanı seçildi...
   13 Ekim'de, başta İsmet Paşa olmak üzere, diğer on dört arkadaşının imzaladıkları bir önerge Meclis Başkanlığına verildi, Ankara'nın başkent olması istendi. Bu, Mustafa Kemal'in çok önceden tasarladığı bir şeydi zaten..
   Başbakan Fethi Bey ve bazı arkadaşları da, hükumetin alması gereken böyle bir kararı, İsmet Paşa ile arkadaşlarının bir kanun teklifi şeklinde Meclis'e götürmelerinden şikayetçi görünüyorlardı. Meclis'in içinde ise, bütün milletvekillerinin tek bir parti grubu oluşturmalarına rağmen, hemen bir takım hizipler belirmişti.. Bu hizipler, eski Başbakan Rauf Bey'i, Ali Fuat Paşa'dan boşalan Meclis İkinci Başkanlığına seçmek hazırlığındaydı. Meclis'in büyük çoğunluğu ise, İsmet Paşa'ya karşı alerji içindeydi !..
   27 Ekim'de Hükumet istifa etmek zorunda kaldı. Kriz başlamıştı !..
   Bu krizin başlangıcını daha eski günlere götürmek mümkündür.. Örneğin , İstanbul'un işgalden kurtuluşunu kutlamak üzere İstanbul'a giden on dört kişilik heyeti, Haydarpaşa İstasyonunda kimse karşılamaz !.. Nedeni bir türlü iyi açıklanamayan bu olay, Meclis'te büyük kaynaşmalara neden olur..
   Ali Fuat Paşa'nın "Siyasi Hatıralar, Kısım II"de belirttiği bir bölüm de ilginçtir. Ali Fuat Paşa, Meclis İkinci Başkanlığından ayrılıp İstanbul'a giderken Gazi'nin, kendisine, Rauf Bey'e verilmek üzere bir mesaj ilettiğini yazar. Gazi, bu mesajda, Rauf Bey'den, Meclis İkinci Başkanlığını kabul etmesini istemektedir..
   Rauf Bey, kendisini istifaya zorlayan "nedenler" ortadan kalmadığı için bu teklifi kabul edemeyeceğini söyler. Bu "nedenler" pek de belli değildir. Çünkü Rauf Bey aynı gün Ali Fuat Paşa'ya şunları söylemiştir :
"Gazi Lozan'ın ikinci safhasında, eski ve çok samimi arkadaşım İsmet Paşa ile devam eden  yazışmalarda çıkan anlaşmazlıkların, beni istifaya zorladığını sanarak, İsmet Paşa'yı Hariciye Vekilliğinden, dolayısıyla İcra Vekilleri Heyetinden uzaklaştıracağını söyledi. Ben, bilakis, İsmet Paşa'nın her şekilde, bu görevinde kalmasını söyledim.."
   Ama her şey göstermektedir ki ; bu olayların, çatışmaların ve kırgınlıkların altında da, yalnızca ve kuvvetli bir İsmet Paşa alerjisi yatar..
   İsmet Paşa'nın, "Mücadele bana karşıydı. Zaman zaman kırgınlık, kıskançlık.. Benim durumumu arkadaşlar güçlükle hazmediyorlardı.." sözlerinde, bir gerçek de yok değildir..
   Özetle kriz, halledilecek gibi görünmüyordu. Gazi'ye göre, "Hırslı bir hizip, Meclis'i işgale çalışıyordu.."
   Bunun üzerine Çankaya bazı önlemler düşündü ve bunları uyguladı..
   Kurtuluş Savaşı sırasında Batı Cephesi Kurmay Başyaveri olup, çeşitli görevlerden sonra milletvekili ve İçişleri Bakanlığı da yapmış olan Şükrü Sökmensüer'de anı olarak kalan bir küçük cep defterini her defasında aynı heyecanla okuyan Şevket Süreyya Aydemir şunları yazmaktadır :
"Bu defter, dar, uzunca, kağıt kaplı, en basitinden, incecik bir defterdi. Zaten beş on yapraktan ibaret olan defterin ancak birkaç sayfası kullanılmıştı. Yazılar kurşun kalemle yazılmıştı. Bunlar sanki, yatağında uyku tutmayan bir insanın, gecenin kim bilir hangi geç saatinde, şöylece yatağında doğrulup da, kim bilir nereden eline geçen bu derme çatma defterciğe çiziktirdiği kısa notlar gibiydi.
   Bu notlar Gazi Mustafa Kemal'indir. Cumhuriyet'in ilanına karar verdiği gece yazılmıştır. 28 Ekim günü geç vakit Gazi, toplantı halinde bulunan parti yönetim kurulu tarafından davet edilmişti. O saatler, parti grubunda krizin zirve noktasına çıktığı saatlerdir. Bir türlü kabine kurulamamaktadır. Gazi durumu görmüştür ve artık müdahale saati çalmaktadır.. 
   Gazi ; küçük, basit not defterinin düzensiz ve dağınık durumdaki sayfalarında, işte o akşamın bu olaylarını notlandırmıştı.. O heyecan verici gecenin adeta bir öyküsüydü bu notlar..."   
   
                     

287 ) YABANCI SEYYAHLARIN GÖZÜYLE OSMANLI BAYRAMLARI !..

       

   Yabancı görgü tanıklarına göre sarayın çevresindeki birkaç top atışı bayramın geldiğini halka duyururdu. Bununla birlikte her yerde büyük bir neşe görülürdü. 
   Philippe du Fresne Canaye top atışlarıyla bayramın gelişinin ilan edilmesini şöyle anlatır : 
"Öğleye doğru toplumun ve kainatın büyük sevincini göstermek için sarayda topların olduğu kısımda ve tophanede korkunç bir şekilde gürültülü toplar atılır, pek meşhur bayramlarda Roma'da olduğu gibi İstanbul'un vadilerinde ve tepelerinde öyle büyük bir gürültü işitilirdi ki, dünyadaki bütün topçu birliklerinin hepsinin top atışı yaptığı sanılır. "
   Bayram gelmeden önce büyük hazırlıklar yapılırdı. Dükkanlar güzel kumaşlarla donanır, evler madeni pullarla veya, bayram uygun bir mevsime gelmişse, çiçeklerle ve yeşilliklerle süslenirdi. Bazıları işlemeler ve halılar sererlerdi. Bu gibi süslemeler evlerin dışından, dostlarla kahve, şerbet ve tütün içilen sofaya kadar konurdu. Top atışlarıyla bayram ilan edilince şehirde şarkılar, utlar ve diğer müzik aletlerinin sesleri işitilirdi. Bayram süresince sokaklar insanlarla dolardı. De Bruyn bunun nedenini anlatır :
"..bu zamanlarda kadınlar serbestçe sokağa çıkabilirler.. Sokaklarda binlercesi görülür. Kadınlar senenin geri kalan bütün zamanlarında daima evlerinde kapalıdırlar.."
   


   Bayramın üç günü ( Burada Ramazan Bayramından bahsediliyor ) İstanbul'dan başlayarak bütün eyaletlerde her Türk evinde kutlanırdı. Bayramda, İstanbul'da bütün sokaklarda büyük salıncaklar kurulur, kadınlar ve erkekler salıncaklarda sallanarak eğlenirlerdi. Salıncaklar genellikle iki kişilikti. İki adam veya iki kadın olarak ikişer ikişer sallanılırdı..
   Pietro de Valle, bayramda akşam şenliğinde küçük çanlar asılmış salıncaklarda sallanarak eğlendiğini ve bu salıncaklara dair gözlemlerini anlatır : "..ağaç dalları, çiçekler, neşeli renklerle boyanmış tahta, gelin teli, çiçek ve kağıt süslemeler ve diğer süsler.. her salıncak iki adam tarafından itiliyordu. Eğer yıldızları ellemek istiyorsanız sekiz adama kadar kiralayabiliyordunuz. Bir sazendeler grubu ve şarkıcılar da durmadan müzik yapıyordu. Bu delice bir eğlenceydi. Hem seyredenler için, hem de sallananlar için.. Ben de bunu denemeye düşündüm ; ve çok hoşuma gitti. Benim için yeni bir şey olduğundan salıncakta düzgün hareket edemedim ve bu da kadınları çok güldürdüğü halde çok eğlendim. Bu benim neşemi artırdı ve bu defa bilerek kötü sallandım. Sonunda onlar beni elbiselerimden tutarak durdurdular.."
   Canaye ise, bu salıncakların ipten salıncaklar olduğunu ve nasıl kurulduklarını ve sallanıldığını anlatır :
"..Bütün sokaklarda üzerlerine çatallanmış tarzda kollar konulmuş gemi direklerine büyük ipler asılmış ve sarkıtılmıştı. Fransızca'da buna 'brandilloier' (İpten salıncak) denilir. Bu hizmete alışmış üç veya dört gencin yardımıyla bu iplerin üzerine oturmak ve havada sallanmak isteyenler olur. Böyleleri havada sallanmaktan yorulunca iner, bu gençler tarafından kendisine portakal çiçeği suyu, gül suyu, Lübnan ağacı veya sedir çiçeği suyu serpilir. Bu gençlere birkaç aspres (akçe) verilirse iplerle daha yükseğe kadar sallanılır.."
   1678'de İstanbul'da bulunan Hollandalı seyyah Cornelius de Bruyn, salıncakların yeşil kurdelelerle süslü olduğunu, bunları iten iki veya dört gence, ne kadar yüksek sallanılmak isteniyorsa verilen ücretin en çok bir veya bir buçuk akçeyi geçmediğini kaydeder. Salıncakların yanı sıra, Pietro de Valle, "dev tekerlek"te çok eğlendiğini anlatır :
"Öyle hızla yukarı ve aşağı götürülmekten çok zevk duydum. Fakat tekerlek gittikçe daha çabuk dönmeye başlayınca yanımda oturan Yunanlı daha fazla dayanamadı, 'yeter, yeter' diye bağırdı.."
   
    

   Bayramda yaşça ve rütbece büyüklerin elleri öpülürdü. Bayramın birinci günü devlet erkanı ve vezirler padişaha bayram tebriklerini sunarlardı. Canaye, sadrazamın ve diğer vezirlerin padişahın elini öptüklerini yazar :
"..pek büyük İmparator (İkinci Selim) yeni elbiseler giymiş olarak kendine gelen bu erkana bakar. 'Mehmed Pacha' (Sokollu) ve bütün diğerleri sonsuz sadakat ve itaatla onun ellerini öperler.."
   Bayramda el öpülmesi ve ziyaret edenlere yemek verilmesi konusunda Canaye görüşlerini de belirtir :
"..bu merasimden sonra paşalar evlerine dönerler ve evlerinin bütün sakinleri tarafından aynı şekilde paşaların eli öpülür, sonra otururlar ve bayram süresince kendilerini ziyarete gelenlere yemek verirler; ve söylenir ki, paşalar yemek yemeye ve oturmaya gelen kimse kalmayıncaya kadar sofrada kalırlar. Gerçekten bu adet bana şahane ve övülmeye layık göründü ve böyle ziyafetler 'prensler' ve tebaaları arasında büyük bir geçim olduğunu gösterir.."
   Bayram süresince güzel ve yeni elbiseler giyilir ve ziyaretler yapılırdı. Nointel, 9 Mayıs 1671 tarihli mektubunda bundan bahseder :
"Mösyö, bildiğiniz bayramın üç gününü Türkler ramazan ayı sırasında gereklerine tamamen uydukları orucun şiddetinden kurtulmuş olmanın sevinci içinde geçirirler. Bu günlerde gayet güzel elbiseler giyer, birbirlerini ziyaret ederler.."
   Bayramlarda yerine getirilen adetler arasında el öpmeye gelen akraba ve komşu çocuklarına, hizmetkarlara bol para vermek ve Hristiyanlara da çiçek hediye etmek, yabancıların ilgisini çekmiştir. Canaye'nin bu konudaki gözlemleri şu şekildedir :
"..Fakat onlar bütün bayramlarında çok para harcarlar. Almak ve istemek konusunda hiç durmak ve ara vermek nedir bilmezler. Bu bayram günleri süresince Hristiyanlara dostluk nişanesi olarak bazı belli çiçekler sunarlar. Bayramlar onlara pahalıya mal olur, zira saymadan akçeler vermek lazımdır, para verilenler de büyük selamlamalarla 'Allah bin berichet fersen' (Allah bin bereket versin) diyerek karşılığını öderler.."

    

   1610'da İngiliz seyyah Sandys, bayram süresince dervişlerin rastladıkları herkese lale ve diğer bazı önemsiz şeyler vererek karşılığında bahşiş aldıklarını yazar. 
   Bayramda üç gün süreyle yapılan eğlenceler ve şenliklerde gençler cirit oynarlar, bazıları da adalelerinin ve hünerlerinin gücünü sergileyen gösteriler yaparlardı. Bayram şenlikleri İstanbul'da geceleri limandaki ve şehrin çevresindeki bütün gemilerin aydınlatılması, ışıklarla donatılması, minarelerin ışıklandırılması ve atılan havai fişeklerle devam ederdi.. Aynı zamanda geceleri Boğaziçi'ndeki kayıklardan da havai fişekler atılırdı..
   De Bruyn, kayık şenliklerini anlatır :
"..bunların içinde gördüğüm en güzel olanı su üzerinde, çekilerek patlatılan bir suni ateştir (fişek). Bu ateş birkaç piramit veya kuleden ibarettir ve çevresinde (Türklere has) büyük gürültü çıkaran müzik aletleri vardır. Küçük tamburlar, dümbelek, kudüm ve bir çeşit 'hautbois' (obua) -büyük olasılıkla zurna- ve diğer  müzik aletleri arasında aynı zamanda şarkı söyleyenlerin sesleri de işitilir, böylece bir eğlence, neşe işareti kuvvetle hissedilir. Bu, kanalın (Boğaziçi) ortasında Galata ve İstanbul'un girişinde yapılır. Bu münasebetle gene burada gezintiye çıkmış olanlarla dolu sayısız kayık görülür. Bu kayıklar her birinde ışık veren bir fener bulundurmakla yükümlüdür, fakat bazı kayıklarda üç veya dört bazılarında da beş taneye kadar fener vardır. Böylelikle gecenin karanlığında görünen bu fenerler hayran olunacak bir görünüm arz ederler.."
   
    

   Bir de Robert Withers'ın gözlemlerine göz atalım :
"...Türklerin bir diğer bayramı daha vardır ; buna küçük bayram denilir (?) ve diğer bayramdan üç (?) ay sonraya gelir ki bu bayramda Türkler fevkalade neşelidirler, gece gündüz eğlenirler.."
   Bayram sırasında bazı Türklerin şarap içerek sarhoş oldukları ve bu nedenle, sokaklarda gezen Hristiyan ve Yahudilere sataştıkları da olurdu. 1573 yılında Canaye, bu gibi olayları önlemek için Sokollu Mehmed Paşa'nın bayramda Hristiyanların Türklere şarap satmasını pek ciddi bir şekilde yasakladığını yazar..
   16. yüzyılla 17. yüzyılın başlarına kıyasla 17. yüzyıl sonlarında İstanbul'da bayramlarda asayişin oldukça bozulduğu anlaşılmaktadır. Bununla beraber sarhoş Türkler tarafından Hristiyanlara zarar verilmesi çoğunlukla Hristiyanların ikamet ettikleri ve meyhanelerin de çok olduğu Galata'da, bayramlardan başka zamanlarda da görülürdü... 


      

286 ) DEMOKRASİNİN TAŞLI YOLLARINDA !..

 

   CHP Olağanüstü Kongresi 10 Mayıs 1946'da toplandı ve Parti kendini demokratikleştirme yoluna girdi. 1938'de Cumhurbaşkanı seçilmesinden hemen sonra İnönü'nün kendisine verdiği Milli Şef unvanı kaldırıldı. Aynı şekilde Parti'nin "Değişmez Başkanı" unvanı da kaldırıldı ; gelecekte, dört yılda bir toplanacak Kongre tarafından başkan seçilecekti.
   Kongre, genel seçimlerin 1947 yerine 1946'da yapılmasını da kararlaştırdı. En büyük anlaşmazlıklara yol açan karar ; herhalde, "sınıf farkı, sınıf çıkarları ve bölgecilik düşüncelerinin propagandasını yapmak amacıyla birlikler" kurmayı yasaklayan CHP tüzüğünün 22. maddesinin iptal edilmesiydi. Bu yasağı kaldırdığında CHP, sınıf çıkarları arasında denge kurmaya çalışan ve dolayısıyla da sınıf mücadelesine karşı olan bir parti olmaya devam edeceğini vurguluyordu. Böyle bir deklarasyonun anlamı açıktı. : CHP "sınıflar üstü" bir partiydi. Eğer böyle ise, DP'lilerin konumu neydi ?.. Bu soruya yanıt vermek DP'liler için kolaydı. Sınıf uyumu uydurması, kalkınma sancıları içindeki yeni bir ulus için gerekli görülmüştü. Toplumsal barışın korunması hem özel sektörün hem de devlet sektörünün yararına olmuştu ; fakat, Cumhuriyet dönemi iş mevzuatının bolca gösterdiği gibi, emeğin çıkarları ihmal edilmişti. Bir sorun hariç, bu politikayı koşulsuz desteklemek, işadamı ve sanayici grupların çıkarına olurdu ; sorun, emek mevzuatla denetim altında tutulurken, özel sektörün de, gelişmesini engelleyen yasal ve bürokratik kısıtlamalara tabi tutulmuş olmasıydı. DP'liler, bu bürokratik müdahaleyi kaldırmak istiyordu ; fakat amaçları esas olarak özel sektörün desteklediği bir sınıf partisi kurmak değildi. Böyle bir parti, Türkiye'nin mevcut siyasi ikliminde gerekli değildi. Çok partili siyasete geçişle birlikte bazı CHP'liler, kendi partilerini, ideolojik temelini yeniden değerlendirmeye zorlamak için, Türk siyaset yaşamına sınıf meselesini sokmak istediler. Tek partili dönemde, halkçılık adı altında bütün sınıfları temsil ettiklerini iddia edebiliyorlardı ; fakat yeni bir partinin meydan okuması karşısında, bazı CHP'liler de belli gruplara başvurma gereğini hissediyordu. Kendi partilerinin köylüler, işçiler, küçük çiftçiler ve küçük işadamları gibi grupların desteğini almaya çalışması gerektiğini düşünüyorlardı.
   DP'liler bir sınıf partisi olarak kategorize edilmekten dolayı rahatsızdılar ; yine de, olumlu bir tavır almadan, partiler arasında hiçbir fark olmadığı iddiasına karşı savunmasız kaldılar. Bu iddiayı sürekli olarak yalanlarken, asla inandırıcı farklılıkları öne çıkaramadılar. Bu durum, DP'lileri şikayet etme, eleştirme ve iktidar partisinden ödün üstüne ödün isteme olumsuz politikasına zorladı. CHP'lileri muhalefetin hiçbir konuyu gündeme getirmeyip, hükumeti sırf eleştiri olsun diye eleştirdiğini iddia ediyordu. Partiler arası ilişkileri keskinleştiren ve demokrasi deneyimine kötü bir başlangıç olan, bu olumsuz politikaydı..
   Bu olumsuz politikanın ilk belirtisi, DP'lilerin hem belediye seçimlerine hem de 1946'da yapılırsa genel seçimlere katılmayı reddetmeleri oldu. Seçimlerin boykotu, İnönü'nün CHP içindeki ılımlı grubunu kızdırdı. Çok partili siyaset denemesinin tehlikeli olacağını ve istikrarsızlığa yol açacağını iddia eden aşırılara karşı bu grup, çok partili siyaset yaşamını desteklemişti.

    

   DP'nin siyasi stratejisi ürünlerini vermeye başladı. Muhalefet partilerinin boykot ettiği yerel seçimlerden hemen sonra, iktidar partisi genel seçimlere hazırlık açısından daha liberal önlemler aldı. Tek dereceli bir seçim sistemine geçişi sağlayan bir yasa kabul edildi, üniversitelere idari özerklik verildi ve Basın Yasası liberalleştirildi. Fakat bu ödünlerle birlikte, ılımlı CHP'lilerden "Demokratik Kargaşa" uyarısı da geldi. Bu uyarı, "toplumsal yapıda derin rahatsızlıklara neden olan ortam devam ederse, bir süre özgürlük defterini kapatıp otoriteyi baştan aşağıya tesis etmek gerekli olabilir" diyen İnönü'nün sözcüsü Nihat Erim'den geldiği için anlamlıydı.
   İnönü'nün o günlerde, sadece DP karargahına birkaç jandarma göndererek yeni partiyi kapattırabileceği herkes tarafından biliniyordu. Halk, partilerin gelip geçişini görmeye alışıktı ve bir protesto için ayağa kalkması olası değildi !..
   Genel seçim tarihi, 21 Temmuz olarak belirlendi ; daha önceki katılmama tehditlerine karşın DP'liler, kararlarını bir "fedakarlık" olarak niteleseler de, seçimlere katılmayı kararlaştırdılar. Seçimleri boykot, Parti'nin kapanması anlamına gelebilirdi, en azından Meclis'te temsili ve bir propaganda platformunu yitirmeyi gerektirirdi. Seçim kampanyasında DP'liler, siyasi sistemde kendisine partiler üstü bir rol vererek İsmet İnönü'yü partisinden ayrılmaya teşvik etmeye çalışan yeni bir taktik uygulamaya başladılar. Bu nedenle, CHP'nin kendi adayı olarak "Milli Şef"i gösterdiği seçim bölgelerinde ( o zamanki yasaya göre, bir aday birden fazla yerde aday olabiliyordu ), DP'lilerin de kendi adayları olarak onu gösterecekleri açıklandı.
   Elbette, karşılık olarak, iktidara geldiklerinde İnönü'nün cumhurbaşkanlığını devam ettirmesi olanağını ellerinde tutuyorlardı. Bu yaklaşım, Türkiye tarihinde yeni bir temel atma arzusuna başvurmak için tasarlanmıştı..
   
   1946 seçim kampanyası siyasi atmosferi sertleştirdi. CHP çatışmadan sakınan bir kampanya yürütmeyi umut ediyordu ve bu nedenle CHP örgütlerine,siyasi ısıyı artıracak konulardan sakınmaları talimatı gönderdi. Ne var ki, DP'liler gerçek ve yakıcı sorunların yerine, çatışmaya dayanarak gelişip güçleniyorlardı. CHP talimatının yayımlandığı aynı gün, DP'liler, aynı uygulamaların genel seçimlerde de gerçekleşme olasılığını ima eden "Müdahale, Baskı ve Usulsüzlük Belgeleri : Mahalli Seçimler" başlıklı bir broşür çıkardı. Bu korkular yersiz değildi ; zira, CHP'nin parti örgütüne verdiği talimata karşın, bürokrasi DP'lilere karşı baskı taktiklerinden zevk alıyordu.
   Seçimler 21 Temmuzda yapıldı ve 465 sandalyenin 390'ını kazanan CHP'lilerin ezici zaferiyle sonuçlandı. DP'liler 65, bağımsızlar 7 sandalye kazandı. O zamanki genel inanışa göre seçimler dürüst olmamıştı ve bu durum daha sert ve talihsiz bir siyasi mirasın tohumlarını ekti ; zira DP'liler, 1950'lerdeki kendi aşırılıklarını haklı çıkarmak için buna işaret edebiliyorlardı. İnönü'nün liderliğinde kendi partilerinden dürüst oynamayı bekleyen çok sayıda CHP'li de uzaklaştı. Ordu içindeki subaylar bile CHP'den soğuyup DP'ye sempati duymaya başladı...

                                   

( FEROZ AHMAD'ın, "Demokrasi Sürecinde Türkiye (1945-1980)" adlı kitabındaki bilgilerden derlenmiştir )

285 ) BİR ŞEHZADE VE BİR PAŞA ARASINDAKİ NAMUS DAVASI !..

   

   Fatih Sultan Mehmed'in oğlu Şehzade Mustafa ile Veziriazam Mahmud Paşa'nın aralarındaki soğukluk, hatta nefrete varan husumet çeşitli tarihçiler tarafından dile getirilmiştir. Ama bu nefretin sebebi hep değişik şekillerde yorumlanmıştır.. Örneğin Behişti tarihi ; "Geçmişte aralarında keder vardı, gidermemişlerdi.." diye yazar.. Solakzade ; "Şehzade Mustafa ile Mahmud Paşa arasında soğukluk vardı. Beyinlerinde hep keder bulunuyordu.." der..
   Kısacası bu bahsettiğimiz ve diğer tarihçiler, Şehzade ile Paşa arasında "çirkin" bir olay geçtiğinden dolayı birbirlerinden nefret ettiklerini kapalı bir şekilde anlatsalar da, olayın ne olduğunu açıkça yazmazlar.. Genelde Türk tarihçiler ; Şehzade Mustafa'nın ölümünden memnun olan Mahmud Paşa'nın, siyah matem elbisesi yerine beyaz giyerek, aleyhinde olanların da kışkırtması sonucu, bu duruma gücenen padişah tarafından önce hapsedilip sonra da katledildiğini yazarlar..
   16. yüzyılın ikinci devresinde yaşamış olan Ali, "Künhü'l-ahbar" ( Haberin Özü ) adlı eserinde ; Şehzade ile Paşa arasındaki nefretin, Şehzade Mustafa'nın "Mahmud Paşa'nın karısına olan tecavüzünden" ileri geldiğini yazar.
   En son olarak İsmail Hakkı Danişmend'in "İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi"nde ( c.1, s.330 ) ; "..Diğer bir rivayete göre yakışıklı ve çapkın bir genç olan Şehzade Mustafa, Mahmud Paşa'nın karısını baştan çıkarmış, işte bundan dolayı paşa, şehzadeyi zehirleterek intikam aldığı için padişah, paşayı idam ettirmiştir.." demektedir..

  
 
   Karamanoğulları Beyliği'nin Gedik Ahmed Paşa tarafından tamamen ortadan kaldırıldığı ve kalelerinin elde edildiği sırada Fatih Sultan Mehmed'in Karaman valisi olan oğlu Mustafa da Develi Karahisar'ı almak ister. O sırada kendisi hasta ve dermansız olduğundan bizzat gidemez ve maiyetindeki beylerden Koçi Bey'i yeterli miktarda bir kuvvetle göndererek Develi Karahisar'ı kuşattırır. Hisarbeyi olan Atmaca Bey, kaleyi teslim için bizzat şehzadenin gelmesini şart koşar. Durumu haber alan Şehzade Mustafa hastalığına aldırmaz ve hemen Develi Karahisar önüne gelip kaleyi teslim alır. Dönüş yolunda önce Niğde'ye, sonra da Bor'a gelir ve orada hamama girip yıkandıktan sonra, 1474'de, aniden vefat ediverir..
   Meali'nin "Hünkarname"sindeki kayda göre ( Topkapı Sarayı Hazine Kitapları, 1417 numara ) ; Şehzade Mustafa hastalıktan kurtulamayacağını anlayınca, lalası Ahmed Bey'i davet ederek, öldükten sonra, hasmı olan Mahmud Paşa'nın yine mevki sahibi olacağını, kendisinin uğradığı felaketin ( belki de zehirletmesinin ) sebebini Mahmud Paşa'dan sormasını ve intikam almasını vasiyet etmişti.
   Meali'nin anlatımına göre Şehzade Mustafa çok yakışıklı, uzun boylu ve pek güzel imiş. Ayrıca Meali, manzum eserinde şehzadenin vasiyetini şöyle anlatır :
"Şehzade Mustafa hasta düştü, halk ve seçkin kişiler kederlendi, doktorlar tedavisine koştular, gerekli ilaçları verdiler ama derdine derman bulunamadı. Şehzadenin acısı dinmedi.. Yanında ne anası ne de babası vardı.. Anasının uzakta oluşu yüzünden daima içi sızlıyordu. Baba hasreti de ona çok ağır geliyordu.. Üzüntüsünden elbiselerini parçalamak istiyordu. Kah lalam, kah mevlam diye fertat ediyordu. 'Artık gücüm kalmadı, ayrılık derdimi söyleyecek kadar bile gücüm kalmadı. Canımın teli bir kıldan daha incedir, sevdiklerimin yüzünü açıkça görmek en büyük emelim olup ruhumun kuşu bu emele erişmek için uçmaktadır. Bundan başka hasretim yoktur. Ölümüm pek yakındır, madem ki anamı rüyada göremiyorum, vay bana, vay bu ayrılığa.. 
   Benim lalam, beni iyi dinle.. Bu sözlerim kulağında kalsın.. Ben öleceğim, Mahmud yaşayacak ve hünkarın hizmetinde kalacak. O da benim gibi dünya nimetinden ve ana baba yüzünü görmek mutluluğundan yoksun kalsın. Babam padişah olduğu sürece ondan bütün dünya nimetlerini gasp etsin. Babamdan en son dileğim şudur : Benim uğradığım bu felaketi Mahmud'dan sorsun. O, bana olan düşmanlığı yüzünden bu kötülüğü yaptı ; bu gerçeği bilin !..'  " ( "Hünkarname", varak 172 b )

  


   Şehzade Mustafa ölünce devlet erkanı ve beyler siyah matem elbiselerini giyerek padişaha başsağlığında bulundular. Uzun Hasan seferinden dönüşte veziriazamlıktan azledilerek Havsa Kasabasında ikamete memur edilen Mahmud Paşa da, başsağlığı dilemek için İstanbul'a gitmeye karar verir. Hocası Kürd Hafız ona çağrılmadıkça gitmemesini öğütlemiştir ama onu dinlemez ve İstanbul'a gider. Saray kapısında eski kölesi Teftin Ağa da kendisine aynı şeyleri söyler ama onu da dinlemez ve padişahın huzuruna çıkar. "Mustafa öldü ise ( memleket hizmetinde ) ben varım" der. Bunun üzerine Fatih, Mustafa'nın düşmanının hayatta kalması mümkün değildir diye karşılık verir ve onu elli gün Hisar'da hapsettirir.
   Paşa, serbest bırakılması için emir beklediği halde hiçbir ses çıkmayınca, durumunu padişaha bildirmeye karar verir. "Beni ya bağışla veya öldür" anlamına gelen bir ariza sunar. Bunun üzerine Fatih onu huzuruna getirtir. Mahmud Paşa, padişaha yaptığı hizmetleri sayar, "Senin isminin yanında, halk arasında, benim adım da anılıyor ; eğer günahım büyükse mertçe öldür, değilse beni serbest bırak" der. Padişah onu dört sebepten ötürü suçlu bulur..
   Birincisi Eflak Voyvodasını serbest bırakmasıdır. İkincisi Dulkadıroğlu Şehsuvar Bey'i geri göndererek bir düşman kazanmasıdır. Üçüncüsü Uzun Hasan Bey'in izlenmesini engellemesidir ve dördüncüsü de Şehzade Mustafa ile aralarındaki düşmanlıktır..
   Böylece Mahmud Paşa 3 Rebiülevvel 879'da ( 18 Temmuz 1474 ) Yedikule'de idam edilir.( "Hadikatü'l- Cevami", c.1, s. 191 )

      


   İsmail Hakkı Uzunçarşılı'nın Topkapı Sarayı belgelerini incelemesi sırasında bulduğu bir belge bu olaya biraz daha ışık tutar. Aynı zamanda ünlü Zağanos Paşa'nın da damadı olan Mahmud Paşa'nın ölümünden sonra, İkinci Bayezid döneminde, paşanın ikinci karısı ile birinci karısından doğma kızları arasındaki mülk ve vakıf anlaşmazlığı nedeniyle ; paşanın ikinci karısı tarafından açılan davaya karşı, diğer varislerin padişaha sundukları itiraz dilekçesidir bu...
   Bu belgeye göre ; Mahmud Paşa ile Şehzade Mustafa arasındaki düşmanlık ve nefret sebebinin kadın meselesi olduğu ; Mahmud Paşa'nın güzel olan ikinci karısının, paşanın seferde bulunduğu sırada çapkın ve yakışıklı bir şehzade olan Mustafa tarafından getirtilerek tecavüze uğramasından ileri geldiği anlaşılmaktadır.
   Davalılar, sundukları dilekçede ; paşanın ikinci karısı için, "..Bize akraba değildir ; çünkü babamız seferde bulunduğu sırada bu kadın şehzade Mustafa'nın annesinin evine giderek bir gece kalmıştır"  derler. Mahmud Paşa seferden döndüğünde bunu öğrenince çok üzülmüş ve kadını boşamış ; bu hususta, dava tarihinde, Bayezid'in veziriazamı İshak Paşa da şahit imiş 
    Mahmud Paşa, Uzun Hasan seferinden 1474'de döndüğünde veziriazamlıktan azledilip gözden düşünce, boşamış olduğu karısı, dönemin defterdarı olan kardeşinin de etkisiyle padişaha başvurur. Bunun üzerine Fatih, Mahmud Paşa'yı zorlayarak boşamış olduğu karısını tekrar almasını emreder. Paşa da korkusundan kadını almaya mecbur olur ama nikahını İstanbul'da yaptırarak, ikamet etmekte olduğu Uzuncaova Hasköy'e (Edirne-Havsa) , yanına getirmeyerek Edirne'ye yollar ve onunla bir daha hiç ilişki kurmaz. Bundan 7-8 ay sonra da, 1475'de Paşa idam edilir...
  

284 ) MUDANYA SAVAŞI !..



   Savaş kazanılmıştı. Şimdi de barışın kazanılması lazımdı. Barışa çıkan yol önce bir mütareke aşamasından geçecekti. Mütareke konferansı 3 Ekim 1922'de Mudanya'da açıldı. Başkumandanlık bu konferansa, Garp Cephesi Kumandanı İsmet Paşa'yı Türk temsilcisi olarak gönderdi..
   Kurtuluş Savaşında Türkiye, görünürde Yunanlılar ile savaşıyordu ve son taarruzla yenilen Yunan ordusu idi ama aslında arka planda yer alanlar, Birinci Dünya Savaşı'nın galipleri olan büyük devletlerdi. Mudanya'da toplanan mütareke konferansında da İsmet Paşa'nın ve onun şahsında Türkiye'nin karşısına çıkanlar, Yunan temsilcileri değil, İngiltere, Fransa ve İtalya işgal ordularının kumandanları oldular !..
   İsmet Paşa mücadelelerini, Yunan ordusunun mağlup temsilcilerine karşı değil, Birinci Dünya Savaşının galipleri olarak konuşan ve Mudanya'da kendi adlarına söz söyleyen mağrur insanlara karşı yürüttü. Zaten onlar adına da söz sahibi, içlerinden yalnız biri, İstanbul'daki İngiliz İşgal Kuvvetleri Kumandanı General Sir C. Harrington'du..
   "Bizim pek çok gemilerimiz, toplarımız, uçaklarımız vardır. Bu sebeple İngiltere'yi kızdırmak, akıllıca bir iş değildir.."
   Bu sözler de gösteriyor ki, Mudanya'da konuşan, Yunanlılar değil İngiltere'dir. Zaten konferans masasında bir Yunan delegesi yoktur..


   Konferansta İngiltere'yi General Harrington ( soldan ikinci ), Fransa'yı General Charpy ( soldan birinci ) ve İtalya'yı General Monbelli ( sağ başta ) temsil ettiler. Onlar için konu, askeri harekatın durdurulması ve bilhassa, işgal kuvvetleri ile Türk birlikleri arasında olası çatışmaların önlenmesiydi. Türkler için ise dava, Yunanlıların en kısa zamanda Türk topraklarını boşaltarak, Türk askerlerinin Meriç nehrine kadar vatan topraklarına yayılmalarıydı.
   Konferans oldukça soğuk bir hava içinde başladı. Müttefik generallerin Türklerle böyle bir masa başı toplantısını yadırgadıkları belliydi. Kaldı ki karşılarına, Türk orduları temsilcisi olarak çıkan adam da, ilk bakışta gözlerini doldurmamıştı.. Örneğin Harrington, bir mektubunda şunları yazmıştı :
"İsmet Paşa'yı ilk gördüğüm vakit,  beni fazla etkilemedi. Görünürde, gösterişsiz, ufak tefek bir insandı. Az konuşuyordu. Bundan başka -bir eksiklik mi, yoksa bazı durumlarda bir meziyet mi bilinmez- çok da ağır işitiyordu..
  Öyle sanıyorum ki aşağı yukarı 42 yaşlarındadır. Bizimle münasebetlerinde önceleri çok inatçı görünüyordu. Onun güldüğünü hemen hemen hiç görmedim. Yalnız ' nasılsınız ?' veya ' Allah'a ısmarladık ' derken biraz gülümsüyordu. Elbette ki Ankara'dan aldığı kesin talimata göre hareket ediyordu. Ama ayrıntılar konusunda bir Üstat'tı..
   Her satırı gayet dikkatle inceler ve baştan sona kadar okur, notlarını hızla alır ve satır aralarında gizli bir anlam bulunmadığına kanaat getirmedikçe fikrini söylemez. Ama daima nazik davranır.
   Heyecanlandığını asla belli etmedi. Bir tür hukukçu kafası var. Bir belgeyi baştan sona kadar okur,sonra birkaç dakika düşünür ve ondan sonra her paragraf hakkında fikrini söyler.
  Çalıştığımız sürece onu büyük bir dikkatle inceledim. Bunun için her fırsattan yararlandım. Fakat bütün çabalarıma rağmen onu biraz daha insancıl kılmayı başaramadım..
  Hiç şüphesiz ki iyi bir generaldir. Ordusu da ona güvenmektedir. Mustafa Kemal'in çok yakın arkadaşıdır. Ama sanıyorum ki, bir sofra başında oturup yemek yemek, sohbet etmek için iyi bir sofra adamı değildir.."
  ( Bu sözler General Harrington'ın 10 Ekim 1922 tarihli ve her yerde yayınlanmayan bir mektubundan alınmadır. Bu mektup onun tarafından, ileride barış konferansında da müttefiklerin karşısına çıkacağını tahmin ettiği İsmet Paşa hakkındaki izlenimlerinin Lord Curzon'a iletmesi için Londra'da Mr. Horace'a yazılmıştır. Mektubun aslını, Atatürk hakkında bir kitap yazmış olan Lord Kinros görmüş ama kitabında yayınlamamıştır. Ancak bunun bir suretini, tarihçi Prof. Enver Ziya Karal'a vermiştir.. )
 

   Bu konferansa "Mudanya Savaşı" demek çok yanlış olmaz !.. Çünkü Londra'da bir kabine, Anadolu savaşının son aşamasında Yunanlıları biraz daha kendi kaderlerine terk etmiş olsa da, şimdi Türklerin de, zaferlerinin bütün meyvelerini toplamalarını önlemek kaygısı içindeydiler.. Yeni bir savaş açarak, Orta Doğu' da sarsılan İngiliz prestijini kurtarma girişimine başlamışlardı. Bu girişimlerin hemen bütün belgeleri yayımlanmıştır.
   Türklere karşı yeni bir hareketin baş tahrikçileri, Başbakan Lloyd George ile Churchill olmakla birlikte, bu girişim kabinenin tüm üyeleri tarafından benimsenmişti. Başbakanın mektubunda, Krala bu konuda güvence vermek isteyen şu cümleleri okuyalım :
"Kemalistler, Çanakkale tarafındaki kıyıyı işgal etseler bile, donanmamız Çanakkale Boğazının hürriyetini garanti altına almaya hazırdır. Kemalistler Çanakkale'ye iki yoldan silah getirebilirler ki, bunların ikisi de hem havadan, hem de denizden bombardıman edilebilir. Britanya kara, deniz ve hava kuvvetlerinin ilk anlardan itibaren Gelibolu yarımadasından, kendi varlıklarını duyurmalarına karar verdik. Ayrıca doğuda hareket için emre hazır durumda bir tugay bulundurmaya da karar verdik. Hava kuvvetimiz Mısır'dan derhal kuvvetler gönderecektir.."
   Bu hazırlıklara girişildiği sırada, Trakya henüz Yunan işgali altındaydı. Müttefiklerin daha 1920'den itibaren İstanbul ve Boğazlarda 31.000'i İngiliz olmak üzere 65.000 kişilik askeri kuvveti, 250 topları, hava ve deniz filoları vardır.
   Ama Türklerin lehine işleyen şartlar da vardır. Öncelikle Yunanistan artık ihtilal içindedir. Anadolu bozgunu Yunanistan'ı karıştırmıştı. Nitekim ilk ağızda hiç olmazsa Trakya'da tutunmak ve maneviyatı kurtarmak çabalarına giriştiler. Ama 24 Eylül'de Midilli, Sakız ve diğer adalardaki silah artığı Yunan birliklerinin isyanı ve ihtilalci uçakların Atina'ya, Kral ve hükumetine karşı bildiriler atması, Selanik'in de ihtilalcilere katılması sonucunda şu belli olmuştu ki, artık Yunanistan'dan hayır yoktur !..
   Müttefiklerin arasındaki ilişkilere gelince, o da sarsılmıştır. Aralarında o kadar sağlam bir dayanışma yoktur.
   İşte Mudanya konferansı 4 Ekim 1922'de bu şartlar içinde açıldı..
   Müzakereler kolay yürümedi, çetin oldu.. Karşı tarafın direnişi, İngiliz temsilcinin şahsında düğümleniyordu. Diğerleri onun itaatli müşavirleri gibiydiler. Türklerin istekleri bir maddede toplanabiliyordu. Meriç kıyısına kadar Türk topraklarının Yunanlılar tarafından derhal tahliyesi. Diğer işgal kuvvetleri meselesi barış konferansında temizlenmek üzere, şimdilik Doğu Trakya'ya 10.000 kadar jandarma görevli Türk kuvvetinin sevki. Fakat o sırada İngilizleri İstanbul ve Boğazlar durumu tedirgin ediyordu. Çanakkale'de İngiliz ve Türk birlikleri iç içeydiler. Kocaeli üzerinden ilerleyen Türk birlikleri de devamlı olarak İstanbul yönüne sokuluyorlardı. Müttefiklerin daha ilk adımda ortaya attıkları bir tarafsız bölge durumunu daha önce Mustafa Kemal tanımamıştı. Ankara, Yunanlılardan başka, müttefik kuvvetlerin de Doğu Trakya'yı boşaltmalarını istiyordu.
   6 Ekim'de görüşmeler çıkmaza girmiş görünüyordu. Ankara o gün İsmet Paşa'ya verdiği talimatta, istenilen noktalarda anlaşma olmazsa, Türk askeri kuvvetlerinin ileri harekete geçirileceğini, bildiriyordu... Gazi'nin tebliği şöyle idi :
"Ekimin 6. günü için kararlaştırılan içtimaınızda Trakya'nın İzmir'de kararlaştırılan esaslar dahilinde TBMM Hükumetine iadesini kabul etmedikleri takdirde, tasavvur buyrulduğu gibi, 6-7 Ekimde derhal İstanbul üzerine harekete geçiniz.."
   Durum gerçekten de gergindi. Bu gerginlik derhal çözülmezse, atılacak tek adım, savaş demekti..
   Müttefik generaller o gün ve beklenilen saatte Mudanya'ya gelmediler. İstanbul'da ve toplantı halindeydiler. Bu toplantının ne sonuç vereceğini ise Mudanya bilmiyordu. Eğer o gün ufuktan Müttefik delegelerinin gemi dumanları gözükmezse, gecenin örtüsü Marmara topraklarına indiği zaman, Çanakkale'de ve İstanbul Boğazı yönünde silahlar patlayabilirdi !..
   Tam bu sırada, İzmir'de, Mudanya konferansına zemin hazırlayan Fransız generali Pellé de dahil olmak üzere Fransız yetkilileri bizzat Gazi'ye telgrafla başvurarak aracılık girişimlerini başlattılar. İtalyan delegesi de Türklerin görüşünü kabul etmiş görünmeye başladı.
   6 Ekim'de, akşama doğru, müttefik generalleri getiren gemiler ufukta gözüktüler.. Biraz geç saatte konferans toplandı ve anlaşıldı ki bu geliş, ancak durumu kurtarmak içindir. Çünkü Harrington, hükumetinden henüz talimat almadığını, ancak "telsiz ajansından sızan haberlere göre, gelecek yanıtın olumlu olacağını tahmin ettiğini ve toplantının 8 Ekime ertelenmesi" isteğini bildirdi. Belli olmuştu ki İngiltere cephesinde de bir kararsızlık vardır... Belki de Londra hazırlıklarını tamamlamak peşindedir. Nitekim sonradan anlaşılmıştır ki, o sırada İngiltere Dışişleri Bakanı olan Lord Curzon, Paris'e koşmuş ve orada destekçiler aramıştır. Ama İsmet Paşa da boş durmaz.. 7 Ekim akşamı Mudanya karargahından millete bir beyanname yayınlayarak durumu halka açıklar..
   8 Ekimde de beklenen toplantı olmaz. 9 Ekim akşamı ise Mudanya'daki Fransız ve İngiliz temsilcileri İsmet Paşa'yı ziyaret ederek, eski beyanlarına uymayan çekingen şartlar ileri sürerler..
   Ankara'da da gergin ve sinirli bir hava esiyordu. 8 Ekim'de Bakanlar Kurulu İsmet Paşa'nın yeni bir raporu üzerinde konuşmak üzere toplanmıştı. Öyle görünüyor ki İsmet Paşa, krize bir çözüm yolu bulunması peşindeydi. Ankara'nın 9 Ekimde İsmet Paşa'ya son talimatı ulaşmış bulunuyordu.
   General Harrington, 9 Ekim akşamı geç bir saatte yapılabilen toplantının havasını, daha önce değindiğimiz mektubunun başka bir yerinde şöyle anlatır :
"Son bir yanıt için konuşmaya oturacağımız vakit, kesinlikle iyimser değildim. Fakat oturum salonuna vardığım zaman, farklı bir atmosfer içinde bulunduğumu anladım. İsmet'in kendisi de daha munis idi. Konuşmaya başlayınca ortada halledilmesi gerekli, belli başlı birkaç nokta bulunuyordu. İkisini hallettik. İkisini de konferansın genel heyetinde görüşmeye başladık. Geri kalan ikisi ise Boğazlarla, jandarma sayısının saptanması konularıydı. 
   Daha önceki konuşmalarımda İsmet, beni anlamadığını ifade etmiş ve Çanakkale hususundaki fikirlerini kabul etmemi istemişti. Bunu kesinlikle reddetmiştim. Ne vakit ki bu konuda daha fazla bir şey elde edemeyeceğini anladı : ' J'accepte ! ( kabul ediyorum) ' diye bağırdı... 
   Jandarma sayısı konusunda da daha fazla zorluklar bekliyordum.  10.000 rakamını kabul edeceğini söyledi. 8.000 rakamı üzerinde anlaştık. O da, ben de rahatladık..
   Ondan sonra İsmet, daha munis ve güler yüzlü oldu ve beni özel olarak görmek istedi. Konumuz İstanbul'daki Türklerin durumu idi. Bu arada ve ayrıca ben ona askeri durumumuzdan ve Mezopotamya ( Irak ) hakkındaki fikirlerimden bahsettim. O da bana, kendi mesleki ve asker hayatı hakkında bazı konuşmalar yaptı.."
   Kriz atlatılmıştı. Ondan sonra da işler daha kolay yürüdü. Ancak, 6-8 Ekim krizi iledir ki müttefikler, yeni Türkiye'nin karar verme ve direniş kudreti hakkında, yakından bir fikir edinmişlerdir. Bu deneyim, daha sonraki gelişmelerde de, yeni devleti anlamak bakımından çok yararlı oldu..
      

( ŞEVKET SÜREYYA AYDEMİR'İN YAZILARINDAN DERLENMİŞTİR..)

283 ) KAFESTEKİLER !..

 

   Orhan Veli'nin "İçerde" adlı şiiri, hücresinde oturan bir tutukluyu anımsatır :
"Pencere, en iyisi pencere,
  geçen kuşları görürsün hiç olmazsa,
  dört duvarı göreceğine..."

   Hapishane ve kuş denildiğinde unutulmaması gereken insan Robert Stroud'dur. 1909 yılının Ocak ayında kız arkadaşı Kitty O'Brien'ı dövüp, kolyesini alan Charlie Dahmer'i öldüren Stroud, on iki yıl hapse mahkum olduğunda henüz on dokuz yaşındadır !.. Mc Neil adasındaki hapishaneye gönderilen mahkum, üç yıl sonra ilk kez dışarı çıkarılarak unutamayacağı bir vapur yolculuğu sonrasında Kansas eyaletinin Leavenworth kentinde yeni yapılan bir hapishaneye gönderilir. Kalem taşımanın suç sayıldığı hapishane, on beş metre yüksekliğindeki duvarlarıyla ünlenmiştir ve gardiyanların "duvar görmekten bıktım" diyerek istifa etmeleri yönetim için sıradan bir olaydır !..
   Leavenworth'deki hava, Atlanta Hapishanesinde bir tutukluyu döverek öldüren Andrew F.Turner adlı gardiyanın gelmesiyle daha da gerginleşir. Turner, bir akşam yemeğinde arkadaşıyla konuşan bir mahkuma seslenir : "Ver numaranı !.." Hapishane kurallarına göre, yemek sırasında konuşmak yasaktır. Copunu koltuğunun altına sıkıştıran gardiyan, elindeki deftere verilen numarayı yazar : "Stroud, 8154" ..
   Robert Stroud, başka bir gardiyan aracılığıyla Turner'a, kardeşi Marcus ziyarete gelinceye kadar kendisini yönetime rapor etmemesini rica eder. Disiplin cezası alırsa yıllardır ayrı kaldığı kardeşini görme olanağını kaybedecektir. Gardiyan, Turner'dan şu yanıtı getirir : "Raporu geciktirebilirim, ama geciktirmeyeceğim."
   Bir pazar günü, bin yüz mahkumun öğle yemeği yediği salonda bando "Cennet" adlı şarkıyı çalarken Stroud masasından kalkar ve Turner'ın karşısına dikilir. Aralarında geçen kısa konuşma anında Turner copuyla Stroud'a vurmak ister. Boğuşma sırasında gardiyan yere yığılırken Stroud ayakta kalır. Sol elindeki bıçaktan kan damlamaktadır..
   Dört yıl süren mahkeme sonrasında Polis Müdürü O.L.Wood tarafından gazetelere idam sehpası malzemesi için açık arttırma ilanları verilir. Stroud'un aleyhine tanıklık yapan mahkumlar "gerçeği, yalnızca gerçeği" söyleyeceklerine dair yemin etmeden önce ABD Başkanı'nın imzasını taşıyan af tezkerelerini ellerinde sıkıca tutmaktadırlar !.. Stroud, hücresindeki pencereden idam sehpasının kurulmasını seyretmiş, kum torbasıyla yapılan denemeleri de izlemiştir. Marangoza birkaç basamaklı merdivenin korkuluklarını neden zımparaladığını sorduğunda alaycı bir yanıt alır : "Eline kıymık batmasın diye" !..
   1920 yılının Nisan ayında, Başkan Wilson'ın eşi tarafından Stroud'un annesi Elizabeth'e Beyaz Saray'da uzatılan idam kağıdının üzerinde şunlar yazmaktadır : "Müebbet hapse çevrildi. W.W."

 1942'de

   1920 yılının haziran ayında Kansas'ın ünlü fırtınalarından biri boy gösterir. Stroud, avlunun bir köşesinden rüzgarın duvarı aşırıp dışarıdan içeriye savurduğu gazete kağıtlarını ve kırık dalları seyretmektedir. Birden, büyükçe bir serçenin telaş içinde kanat çırptığını görür. O yöne doğru yürüdüğünde ise bir dal parçasının altındaki parçalanmış kuş yuvasındaki dört yavruyu fark eder. Serçeleri mendiline saran Stroud hücresine dönünce ampulde ısıttığı çoraplarla yavruları sarar. Akşam yemeğini yerken, yavru serçeler ağızlarını açarak cıvıldamaya başlar. Kuşlar hakkında hiçbir bilgisi olmayan Stroud, ekmek parçalarını sebze çorbasına batırarak yavruları beslemeye başlar. Ekmeğin bittiğini görünce yer döşemesindeki çatlağın başına oturur ve hamam böceklerini yakalamaya koyulur. Ertesi gün, yuva olarak yaptığı karton kutunun içinde bir yavrunun tek ayağı üstünde zorla hareket ettiğini gözlemler. Serçenin kırık ayağını iplik ile bir kibrit çöpüne saran Stroud, böylelikle, Ornitolog, yani Kuşbilimci olma yolunda ilk adımını da atar..
   İlkokul üçüncü sınıfa kadar okuyan Stroud, hapishanenin kütüphanesinden kuşçuluk hakkında kitaplar okumaya başlayınca bir kafes yapmaya karar verir. Dört paket sigara karşılığında aldığı bir sabun sandığının çivilerini dişleriyle söker ve tıraş bıçağıyla da kafesin çıtalarını hazırlar. 1925 yılına gelindiğinde hapishane müdürünün yardımıyla elli üç kanarya yetiştirmeyi başarır. Kuşlar hakkındaki denemeleri ise Roller Canary Journal adındaki dergide yayınlanmaktadır. Geçen zaman içerisinde matematik ve hukuk ile de ilgilenen Stroud, Fransızca öğrenmekle de kalmayıp Paris anlaşması hükümlerine göre evlenmeyi de aklına koyar.. 1803 yılında imzalanan bu anlaşmaya göre, içinde Kansas eyaletini de barındıran Lousiana'da Fransız idaresi altındayken sahip olunan bazı haklar koruma altına alınmıştır. Bir erkek ve bir kadın yazılı olarak evli olduklarını ilan ederlerse geçerli sayılacaktır..
   Della May (Mae) Jones, kanarya tutkunu dul bir kadındır. Dergilerden Robert Stroud'un birincilik ödülü kazanan yazılarını takip etmekte, onun büyük bir oturan bir profesör olduğunu sanmaktadır. Jones, kanaryaları anlatan yazıların katılabileceği bir yarışmanın ikincilik ödülü olarak "Green Sally" adındaki kanryasını vermeyi önerir. Dergide ikinciliği kazananın Stroud olduğunu okuyunca da çok sevinir. Ama, "Posta Kutusu 7, Leavenworth, Kansas"  adresi çok değer verdiği kuşunu göndermeye uygun değildir. Yazmış olduğu mektupta Stroud'dan ödülünü gönderebileceği başka bir adres ister. Yanıt olarak gelen mektubu eline alınca, dul kadın ömründeki en büyük şaşkınlığı yaşar : "Leavenworth Hapishanesi" ..
  1951'de
  
   Robert Stroud, bir görüşme gününde, Della May Jones'a evlenmeyi teklif eder. 22 Ekim 1933'de yayınlanan evlenme mukavelesi Hapishane müdürlerini çok kızdırır. Kuşların bakımı için gerekli olan malzemeleri zor temin edebiliyor ve kendisine danışmadığına kızan annesinden de eskisi kadar yardım gelmemektedir. Baskılara dört yıl göğüs geren Stroud, 22 Nisan 1937'de hapishaneye yeni atanan müdürün kararıyla yıkılır : "Della May Jones ile mektuplaşmanız yasaktır." Ve o günden sonra, karısından bir daha hiç haber alamaz !..
   15 Aralık 1942, Salı günü, saatler sabahın 5'ini gösterirken, Robert Stroud hücre kapısının açılmasıyla uyanır : "Kusura bakma ahbap, gidiyoruz" .. Kitaplarını, mikroskobunu ve kuşların otopsisinde kullandığı diğer araçları yanına almasına izin verilmeyen Stroud, ellerine kelepçe takılmadan önce hasta bir kuşuna ilacını vermeyi başarır..
   İkinci Dünya Savaşı'nın en kızgın günleri olduğu için, San Fransisco kenti Japonların hava saldırısına karşı karartılmıştır. Kendisini Alcatraz Adasındaki ünlü hapishaneye götürecek motora bindiğinde başını yukarı kaldırır.. Yüzlerce martı çığlık çığlığa uçuşmaktadır..
 
   Kuşlarla ilgili bilgilerini topladığı kitabı 1943'de, Webb yayınevi tarafından basılan Stroud, hapishanedeki mahkumların iyi kullanıldığı takdirde çok yararlı şeyler yapabileceklerini anlatan yeni bir kitap yazmaya başlar. Hapishane yöneticileri yazılmakta olan kitabı kardeşine göndermesine karşı çıkarlar ve geri verirler. Stroud, kitabın kaybolmasından korkarak Temyiz Mahkemesi'ne yaptığı bir başvuruya yeni çalışmasından bölümler koyar ve dış dünyanın kitaptan haberdar olmasını sağlar. 1951 yılına gelindiğinde, gardiyanlar, ilaç içerek intihar etmek isteyen Stroud'u son anda kurtarırlar. Hapishanenin revirinde kendine gelen Stroud, midesinin yıkanması sırasında yutmuş olduğu borunun bulunmasına çok üzülür. Ölümü halinde kendisine otopsi yapılacağını çok iyi bilmektedir.  Yutmuş olduğu borunun içindeki kağıt parçasında kitabının savcılık tarafından hukukçu bir tanıdığına gönderilmesini vasiyet etmektedir !..
 
   1956'da iyice yaşlanmış olan Stroud'a öğrencilerin hazırladığı ve kuş resimlerinden oluşan bir albüm gönderilir. Stroud'un almasına izin verilmeyen albümün üstünde şu yazmaktadır : "Yapamam diye bir şey yoktur." 
   Bu arada, Stroud'un kardeşi, "Büyük Marcus" adıyla oldukça ünlenmiştir. Vodvil kumpanyasında ellerini kelepçeye vurduruyor, ayaklarını zincirlerle bağlatıyor ve üstüne de deli gömleği giymektedir. İzleyicilerin şaşkın bakışları altında tüm bunlardan kurtulan Marcus, kazandığı paraları ağabeysinin özgürlüğüne kavuşması için harcamaktadır.
   Yaşantısını tek kişilik bir hücrede geçiren Ornitolog Robert Stroud'un göğüs kafesindeki can kuşu 74 yaşına geldiğinde, 1964 yılında, özgürlüğe uçar..
   Okumuş olduğu kitapların birinde ; kuşların kafeslerine kum ile karıştırılmış talaş serpiştirilmesi önerilmektedir. Kumu elde edebilir ama talaş bulması çok zordur. Hücresini temizleyen işçi avludaki çatlakların birinde bir paket bulacağını söyler. Havalandırmaya çıkan Stroud, söylenen yerde içi talaş dolu bir paket bulunca çok sevinir. Hücresine dönünce talaşı kum ile karıştırıp kafeslere serpiştirir. Torbanın içinden çıkan kağıtta talaşın, Robert Stroud adlı mahkum için kurulan idam sehpasının kerestelerinden çıkan talaş olduğu ve hatıra olarak saklandığı yazılıdır !..

Hürriyet

KAYNAK OLARAK KULLANDIĞIM KİTAPLAR..
-------------------------------------------------------
1.DEVLET-İ ALİYYE.I...HALİL İNALCIK 2.OSMANLILAR..HALİL İNALCIK
3.İMP.'UN EN UZUN YÜZYILI..İLBER ORTAYLI
4.SON İMP. OSMANLI..İLBER ORTAYLI
5.TARİHİN IŞIĞINDA..İLBER ORTAYLI
6.OSM. TOPLUMUNDA AİLE..İLBER ORTAYLI
7.OSM.'YI YENİDEN KEŞFETMEK..İ.ORTAYLI
8.BATILILAŞMA YOLUNDA..İLBER ORTAYLI
9.OSMANLI TARİHİ..A.DE LAMARTINE
10.OSMANLI..CAROLİNE FİNKEL
11.OSM.İMP.TARİHİ..NICOLEA JORGA
12,BÜYÜK TÜRK..NICOLEA JORGA
13.YENİLMEZ TÜRK...NICOLEA JORGA
14.TÜRKİYE TARİHİ..ED.SİNA AKŞİN
15.OSM.DÜNYASI VE İNSANLARI..GÜLGÜN ÜÇEL
16.OSMANLI ORDUSU..GÜLGÜN ÜÇEL-AYBET
17,BU MÜLKÜN SULTANLARI..NECDET SAKAOĞLU 18.YENİÇERİLER..REŞAT EKREM KOÇU
19.SON PADİŞAH..YILMAZ ÇETİNER
20.SORULARLA OSM. ..ERHAN AFYONCU
21. SOKOLLU ...RADOVAN SAMARCIC
22. OSM.İMP.TARİHİ...A.CEVDET PAŞA
23. OSM.GERÇEĞİ..ERDOĞAN AYDIN
24. FATİH VE FETİH..ERDOĞAN AYDIN
25.KADINLAR SALTANATI..A.REFİK ALTINAY
26.DOĞU'YA BAKIŞ..GERALD MACLEAN
27.AT SIRTINDA ANADOLU..FREDERIC BURNABY
28.ABDÜLMECİD..HIFZI TOPUZ
29.ŞAH SULTAN ..İSKENDER PALA
30.FLORANSA BÜYÜCÜSÜ..S.RUSHDIE
31.TARİHİMİZLE YÜZLEŞMEK..EMRE KONGAR
32.PARİS'TE BİR OSM.SEFİRİ..ŞEVKET RADO
33.TARİHİN SAKLANAN YÜZÜ..ÇETİN ALTAN
34.OSM.İMP.'DA SON 300 YIL..ALAIN PALMER
35.KONSTANTİNİYYE..PHİLİP MANSELL
36.TÜRKİYE'NİN SİYASİ İNTİHARI..CENGİZ ÖZAKINCI
37.BU VATAN BÖYLE KURTULDU..EROL MÜTERCİMLER
38.16.YÜZYILDA İSTANBUL..METİN AND
39. ERKEN MODERN OSMANLILAR.. VIRGINIA H. AKSAN-DANIEL GOFFMAN
40."POPÜLER TARİH" VE "NTV TARİH " DERGİLERİ
41.İKİNCİ ADAM..Ş.SÜREYYA AYDEMİR
42.HAYAT..AYŞE KULİN
43.DEVRİM VE DEMOKRASİ..NUMAN ESİN
44.BİR NUMARALI TANIK..KURTUL ALTUĞ
45.İHTİLALİN MANTIĞI..Ş.S.AYDEMİR
46.KUTSAL İSYAN...HASAN İZZETTİN DİNAMO
47.KUTSAL BARIŞ...HASAN İZZETTİN DİNAMO
48.ÇÖL KRALİÇESİ...JANET WALLACH
49.YÖNETMENLER,FİLMLER,ÜLKELER..A.DORSAY
50.AY HIRSIZI...SUNAY AKIN
51.ONLAR HEP ORADAYDI...SUNAY AKIN
52.KULE CANBAZI...SUNAY AKIN
53.LÜZUMSUZ BİLGİLER ANSİKLOPEDİSİ..TAMER KORUGAN
54.PRENS..NİCCOLO MACHİAVELLİ
55.İSTANBUL'DA BİR ZÜRAFA..SUNAY AKIN
56.KIZ KULESİNDEKİ KIZILDERİLİ..S.AKIN
57.AH BEYOĞLU,VAH BEYOĞLU..SALAH BİRSEL
58.İSTANBUL-PARİS..SALAH BİRSEL
59.YAVUZ'UN KÜPESİ..ERHAN AFYONCU
60.OSMANLI PADİŞAHLARININ HAYAT HİKAYELERİ...YILMAZ ÖZTUNA
61.BİZİM DİPLOMATLAR..BİLAL N.ŞİMŞİR
62.KİM VAR İMİŞ BİZ BURADA YOĞ İKEN..CEMAL KAFADAR
63.RÜZGARIN GÖLGESİ..CARLOS RUIZ ZAFON
64.MELEĞİN OYUNU..CARLOS RUIZ ZAFON
65.ORTA DOĞU..TAYYAR ARI
66.ABD-ORTA DOĞU-TÜRKİYE..HALUK GERGER
67.ORTA DOĞU.. BERNARD LEWIS
68.ON BİR CUMHURBAŞKANI ON BİR ÖYKÜ.. CÜNEYT ARCAYÜREK
69.ÖFKELİ YILLAR...ALTAN ÖYMEN
70.ATATÜRK'TEN SONRA BUGÜNLERE NASIL GELDİK ?..CÜNEYT ARCAYÜREK
71.ÇANKAYA...CÜNEYT ARCAYÜREK
72.DEMOKRASİNİN İLK YILLARI..C.ARCAYÜREK
73.YENİ İKTİDAR,YENİ DÖNEM..C.ARCAYÜREK
74.BİR İKTİDAR,BİR İHTİLAL..C.ARCAYÜREK
75.NEREDEYSE BİR BALİNA..STEVE JONES
76.MOSSAD GİZLİ TARİHİ...GORDON THOMAS
77.BARIŞA SON VEREN BARIŞ...DAVID FROMKIN
78.SULARIN GETİRDİĞİ PADİŞAH..CAHİT ÜLKÜ
79.TANK SESİYLE UYANMAK..HASAN CEMAL
80.BİR MANİNİZ YOKSA.. ...AYFER TUNÇ
81.ALATURKAFRANKA..ERCAN ÇİTLİOĞLU
82.SUÇUMUZ MÜKEMMEL OLMAK..S.DUMAN
83.DARBE...STEPHEN KINZER
84.ÖZAL HİKAYESİ..HASAN CEMAL
85.TURGUT NEREDEN KOŞUYOR ? ..E.ÇÖLAŞAN
86.YEDİ TEPE ANADOLU...ALİ CANİP OLGUNLU
87."K", "DERBEDER BİR KAHİN"...CANSU YILMAZÇELİK
88.LATİFE HANIM...İPEK ÇALIŞLAR
89."K",YIKIK BİR SARAYDIR DÜNYA..PERİHAN ÖZCAN
90.BEYAZ PERDEDE KIRMIZI FİLMLER.. ATİLLA DORSAY
91.TEK ADAM..Ş.SÜREYYA AYDEMİR
92.DAHİLER VE AŞKLARI...ÖZCAN ERDOĞAN
93.HAYATIM KİTAP..YAŞAR AKSOY
94.BOĞAZİÇİ ŞINGIR MINGIR..SALAH BİRSEL
95.BİR EKONOMİK TETİKÇİNİN İTİRAFLARI...JOHN PERKİNS
96.CUMHURİYET TARİHİ YALANLARI 1. VE 2. CİLT...SİNAN MEYDAN
97. KOMPLO TEORİLERİ..EROL MÜTERCİMLER
98.ÖNCE KADINLAR VE ÇOCUKLAR..SUNAY AKIN
99.BİR ÇİFT AYAKKABI..SUNAY AKIN
100. BENİM CUMHURİYET'İM..EMİNE UŞAKLIGİL
101.DARAĞACINDA ÜÇ FİDAN..NİHAT BEHRAM
102.NEREYE..CAN DÜNDAR
103.İSTANBUL'DAN SAYFALAR..İLBER ORTAYLI
104.BİZİM İZMİRİMİZ..MELİH GÜRSOY
105.GİZLENEN TARİH..BRİAN HAUGHTON
106.BERGAMA DÜŞLERİMİN ŞEHRİ,İZMİR SEVDAM..SELAHATTİN TURAL
107.GÖLGEDEKİLER..CAN DÜNDAR
108.KIRMIZI BİSİKLET..CAN DÜNDAR
109.YAKAMDAKİ YÜZLER..CAN DÜNDAR
110.GEÇMİŞ AYRINTIDA SAKLIDIR..CEMİL KOÇAK