Sayfalar

807 ) SAHTE KARAKOL !..



Gana'da sahte ABD elçiliği açan yurdum insanının marifetlerini okuyunca aklıma "Küçükpazar Karakolu"nun hikâyesi geliverdi. Yıllar önce Cumhuriyet Pazar Dergi'de Lütfü Dağtaş'ın kaleminden bu öyküyü okuduğumuzda gülme krizine tutulmuştuk. Bu hikâyeyi yeniden anımsatmak istedim..
Anadolu'da "Sıçandan doğan kendir kemirir" lafı bir kez daha doğru çıktı. Sahte karakol kurmuş ve yıllarca işletmiş bir milletiz vesselam.. Eh, onların torunları da işi bir adım ileri götürüp dışarıya açılır ve Afrika'da sahte ABD elçiliği açar tabii !
İzmirli meslektaşımız Lütfü Dağtaş, sahte karakol kurma öyküsünü "Kanun Mustafa" lakaplı bir komiserden dinlemiş. Kanun Mustafa'ya da 1980 yılında komiserlik kursu için geldiği İstanbul'da artık sahtelikten çıkıp yasal karakol haline gelen Küçükpazar Karakolu'nda görev yapan komiser anlatmış. Daha doğrusu Kanun Mustafa'nın "Daracık bir üçgende neden üç karakol kurulmasına izin verilmiş, mevzuata aykırı değil mi ?" sorusuna yanıt verirken ortaya çıkmış..



Yeni nesil bilmez belki, eskiden Unkapanı'nda sebze hali vardı. Şimdi yerinde park olan Unkapanı Sebze Hali genişçe bir alana yayılıyordu. Kabzımalı, hamalı, nakliyecisi derken binlerce insanın girip çıktığı bir yerde ne hırgür, ne hırsızlık, ne de yankesicilik eksik olmaz malûm. O nedenle bir "Hal Karakolu" kurulmuş. Bir de "Köprüler Karakolu" diye bilinen "Unkapanı Karakolu" var hemen ileride. Biraz ötede İMÇ'nin arkasında Küçükpazar denilen mahallede de bir karakol var, etti üç. Oysa mevzuata göre 100 metre içinde iki karakol olmaz. İşte Kanun Mustafa ziyaret ettiği Küçükpazar Karakolu'nda komisere bunu soruyor. O da keyfini çıkara çıkara başlıyor anlatmaya :
Bizim şu anda içinde bulunduğumuz bu Küçükpazar Karakolu'nun öyküsü 1950'lere dayanıyor. Bilebildiğim kadarıyla 1954 ya da 1955 yıllarına. Az ilerimizdeki Hal Karakolu o zaman da varmış. Unkapanı Karakolu, köprünün güvenliğini sağlamak için Unkapanı Köprüsü yapılırken kurulmuş. Hani sabotaj filan olursa diye.. Küçükpazar Karakolu'nun kuruluşu ikisinin tam arasında bir zamana denk geliyor.. 
1950'li yıllarda Sirkeci Emniyet Amirliği'nde görevli üç polis memuru emekli olurlar. Emekli olurlar ama geçim kaygısına da düşerler. Yaşları da henüz genç olduğundan bir iş yapma konusunda kafa yorarlar. Şu işi yapalım, yok bu işi yapalım derler ama bir baltaya sap olamazlar. Derken içlerinden biri bir düşünce atar ortaya : "Karakol kuralım !.."
Ölçerler, biçerler, şu içinde bulunduğumuz karakol binasını kiralarlar. Daha önceden Sirkeci Emniyet Amirliği'nde görev yaptıklarından ve çevrede tanındıklarından bu bölgeyi seçerler. Tabelacıya gidip "Küçükpazar Karakolu" yazan tabelayı yaptırır, binaya asarlar. Üç kafadar emekli, masaydı, sandalyeydi, daktiloydu, dosyaydı, kağıttı, stampaydı, mühürdü, bir karakolda bulunması gereken bütün iaşeyi alıp karakolu tefriş ederler. Türkiye'nin, ne Türkiye'si herhalde dünyanın ilk özel karakolunu hizmete açarlar !.. Karakol hizmete açılınca da bölge esnafından haraçlarını toplamaya eskisi gibi sürdürürler.. O sırada da Sirkeci Emniyet Amiri değiştiğinden bölgede Küçükpazar Karakolu diye bir karakol var mı yok mu bilmemektedir..
Bu arada, normal bir karakol hangi görevleri yapıyorsa sahte karakolda da aynı işler normal seyrinde yapılmaktadır. Vukuat işlerini de tabii.. Uygun bir fırsat kollayıp yeni göreve gelen Sirkeci Emniyet Amiri'ne de bir kutu çikolatayla "Hoşgeldin"e bile giden üç kafadar, memur azlığından yakınıp takviye memur talep ederler. Sirkeci Emniyet Amiri de, "Bende memur çok, birkaçını sizde görevlendirelim" diyerek Küçükpazar Karakolu'nun emrine üç polis memurunu verir. Böylece bir karakolda olması gereken tüm düzenek kurulmuş olur. Suçlular adliyeye götürülmekte, evraklar gelmekte, evraklar gitmekte, yazışmalar dosyalanmakta, suçüstüler yapılmaktadır. Bildiğiniz karakol gibi yani !..



İşler o kadar aksamadan ve mevzuata uygun yürümektedir ki, izin programları bile oluşturulmakta ama karakolun "kurucu" üç memurundan ikisi izne ayrılırsa biri işler karışmasın diye muhakkak karakolda kalmaktadır..
İki memurun yine yıllık izin kullandıkları bir gün, nöbetçi kalan memurun bir yakını vefat edince, o da iki üç günlüğüne memleketine gitmek zorunda kalır. Aynı günlerde de Sirkeci Emniyet Amirliği'nden bir memur geçici görevle Küçükpazar Karakolu'na gönderilir. Bu memur daha önce İl Emniyet Müdürlüğü'nde karakolların kömür dağıtım işini yaptığından hemen tüm karakolları ezbere bildiğinden, Küçükpazar Karakolu diye bir karakolda görevlendirilince şaşırır. Karakoldaki diğer memurların da pek bir şey bildikleri yoktur. Bu arada kış da yaklaştığından kömür dağıtım işinin bittiğini de bilmektedir. Oysa Küçükpazar Karakolu'na henüz kömür filan gelmemiştir. Bir gün kendine iş edinir, "Herkesin karakolunun kömürü geldi de bizimkine niye gelmiyor ?" diye meraklanıp Emniyet Müdürlüğü'nün kömür dağıtım bölümünde eski arkadaşlarının yanına gider..

"Yahu arkadaş, herkesin karakoluna kömür verdiniz de bizim karakola niye vermiyorsunuz ?.."
"-Sizin karakol neresi ?"
"Küçükpazar Karakolu."
"-Ne yanda bu karakol ?"
"Unkapanı'nda.."
"-Cık, biz öyle bir karakol bilmiyoruz !.."
"Hemşehrim nasıl olur, binası var, memurları var, ben orada görev yapıyorum.."

Karakol listeleri çıkarılır, ama böyle bir karakolun izine rastlanmaz. Yine de eski arkadaşlarının elini boş göndermez, kömür verirler. Kömürün geldiği gün, karakolun kurucusu üç memur da izinden dönmüş, ekmek tekneleri karakolda göreve başlamışlardır..

"Ne var ne yok arkadaşlar ?.."
"-İyi, ne olsun.."
"Biz yokken ne yaptınız ?"
"-Kömür aldık.."
"Ne kömürü ?.."

Üç kafadar, karakolun elektrik, su ve kömür giderlerini kendi ceplerinden karşıladıkları için kafalarında bir şimşek çakar.. Üçü de şaşkın, sararmış bir yüzle birbirlerine bakakalırlar. Ama yapacakları bir şey de yoktur. Kömürü geri de gönderemezler. Olanı biteni gözleyen ve kömürü temin eden işgüzar memur, ertesi gün yanına bir arkadaşını da alıp Sirkeci Emniyet Amiri'ne gider. Olup biteni amire anlatırlar. Emniyet Amiri, yanına iki polis memurunu da alıp İstanbul Emniyet Müdürü'nün huzuruna çıkar. Olayı anlatır. Zamanın Emniyet Müdürü gün görmüş uyanık bir adamdır. Su bastı, sel oldu gibisinden bir yazı yazdırıp Ankara Emniyet Genel Müdürlüğü'nden Küçükpazar Karakolu'nun demirbaş dökümünü ister. Kısa bir süre sonra Genel Müdürlükten "Böyle bir karakolumuz yoktur" yanıtı gelir. Emniyet Müdürü ildeki bütün şube müdürlerini çağırtır, olayı özetler ve hep birlikte Küçükpazar Karakolu'nun yolunu tutarlar. Karakoldaki tüm memurlar da haberdar edilmiştir. Emniyet Müdürü memurları şube müdürlerinin önünde sorguya çeker..
"Sen kaç yıldır bu karakoldasın ?"
"Sen kaç yıldır görev yapıyorsun ?"
Ayrıla ayrıla geriye karakolu kuran üç eski memur kalır..
"Siz geldiğinizde bu karakol var mıydı ?"
Biraz kem kümden sonra karakol kurucusu üç memur da konuşmaya başlar.
"-Valla müdürüm emekli olduktan sonra bir iş kuramadık, aklımıza karakol kurmak geldi, biz de kurduk.."
Müdür öyküyü dinledikten sonra, "tamam tamam" der ve ekler : "bu olayı hiçbir zaman, hiçbir yerde anlatmayacaksınız ve derhal İstanbul'u terk edip, ailenizle birlikte izinizi kaybettireceksiniz.."
Sonra da şube müdürlerine dönerek şu talimatı verir : "Bu karakol bugünden itibaren yasal hale gelecek. Ankara'ya bir yazı yazın, su baskını, sel filan bir şeyler uydurun.."
Sahte olarak kurulan Küçükpazar Karakolu yasal hale büründükten sonra yıllarca hizmet verir!.. (altta)



MİYASE İLKNUR'un, "Cumhuriyet" Gazetesinin 11 Aralık 2016 günkü sayısında yer alan yazısından alıntıdır..          


806 ) YILDIZ'DA BİR CUMA GÜNÜ !...

    

Otuz yıl boyunca Yıldız Sarayı, sultan ile tebaası için dünyanın merkeziydi. O zamanki İstanbul sınırında olan Yıldız muhteşem İslam saraylarının da sonuncusuydu. Avrupa tarzındaki Dolmabahçe veya Beylerbeyi Sarayları gibi tek bir bloktan oluşmak yerine, Yıldız Sarayı bir park içine serpiştirilmiş bir dizi binadan oluşmaktaydı. Kanuni Sultan Süleyman döneminden itibaren padişahlar tarafından av sahası olarak kullanılan ve Hazine-i Hassa'ya kayıtlı bu araziye ilk kasrı Sultan I. Ahmed yaptırmıştır. 18. Yüzyıl sonunda Sultan III. Selim, validesi Mihrişah Sultan için Yıldız Kasrı'nı, babası için de bir çeşme yaptırmıştır. Genellikle yaz aylarında Yıldız Köşkü'nde oturan Sultan Abdülaziz ise Büyük Mabeyn Köşkü'nü inşa ettirmiş, daha sonra dış bahçeye Malta ve Çadır Köşklerini, asıl kısmına da Çit Kasrı'nı (yazının en sonunda) eklemiştir. Sarayda asıl yapılaşma Sultan II. Abdülhamid döneminde başlamış ve buraya "Yıldız Saray-ı Hümayunu" adı verilmiştir.. 1877'de, sultanın Dolmabahçe'den taşınmasıyla burası küçük bir şehre dönüşmüştü. Yıldız Sarayı, resmi işler için Büyük Mabeyn Köşkü, davetler için kullanılan Şale (üstte sağda ve altta) ve Yıldız Köşkleri, sultanın yaşadığı Küçük Mabeyn, Abdülhamid'in diğer hükümdarlara hediye gönderdiği porselenlerin üretildiği Yıldız Porselen İmalathanesi, kendi kahvesinin parasını ödediği bir kahvehane, akşam yemeklerinden sonra misafirleri için Fransız piyeslerinin oynandığı veya güreş müsabakalarının yapıldığı bir tiyatro, cephanelik, kütüphane, rasathane, şehzadeler için bir okul, sera, hamam, müze, sanat galerisi, iki cami, sultanın harikulade Arap atları için yapılmış dört ahır, atölyeler, kışlalar ve haremden oluşmaktaydı..



Sarayın Osmanlı-İtalyan adı verilen belirgin bir dekorasyon üslubu vardı (Sultanın resmi mimarı Raimondo d'Aronco ve ressamı Fausto Zonaro da İtalyandı). Osborne ve Miramar gibi Avrupa saraylarının dekorasyonuyla karşılaştırıldığında Yıldız Sarayı'nın Osmanlı-İtalyan üslubu daha hafif ve zarifti. Binaların çevresinde 500 bin metrekarede nadide bitkiler, mükemmel çimlerle bezenmiş bahçeler, bu büyük sarayı koruyan muhafızlar vardı. Tıpkı Hristiyan bir doktoru olduğu gibi, Abdülhamid'in yerel halkla bağlantıları olan Türklerden daha fazla güvendiği "zouaves a turban" ve "zouaves a fez" adıyla bilinen Arap ve Arnavut muhafızları bulunurdu. Yıldız'ın yüksek duvarları ardında yaşayan yaklaşık 1.500 muhafız ile 2.000 saraylı ve hizmetkar yaşardı..



Sarayın en önemli kısmı saray katiplerinin çalıştığı Büyük Mabeyn Köşkü idi. 19. Yüzyıl öncesi, çoğu Avrupa sarayında olduğu gibi, düzgün giyinmiş herkes buraya girebilmekte idi. Katipler yemek ve kahve kokuları sinmiş odalarda yaşamaktaydılar. Bir ziyaretçinin gittiğinde gördüğü manzaraya göre, katipler (akıllarına yazı masası kullanmak gelmediğinden olsa gerek) koltuklarda iki büklüm oturup, mürekkep hokkalarını da koltuk kolları üzerinde tehlikeli bir şekilde dengelemekte, bazıları çömelmiş, yer sofralarında elleriyle yemek yemekte, diğerleri ise bir köşede şekerleme yapmaktaymış. Sultanın valilerle, paşalarla ve elçilerle yaptığı yoğun muhaberat ile sayısız casusunun raporlarını gönderdikleri yer işte burasıydı..



Yabancı konukların ve Osmanlı yetkililerinin selamlık törenini seyrettikleri yer gene Büyük Mabeyn'in teraslarıydı. Her zaman Osmanlı İmparatorluğu'nun ihtişamını sergilemek amacını güden bu tören, bu dönemde özellikle etkileyiciydi. Her cuma günü, sultan saray duvarlarının dışındaki Hamidiye Camii'ne giderdi. Genellikle ilan edilenden bir saat kadar geç gidilmesinin sebebi Ermenilerin 1906'da Abdülhamid'e yönelik suikast girişimiydi. 
Hamidiye Camii'nin ahşap oymalarını sultan bizzat yapmıştı (Sultan diğer ahşap çalışmalarını da fakirlerin yararına satmaktaydı). Saray ile cami arasındaki yol kısa zamanda askerle dolup taşardı. Saray terasından görülen manzara unutulmazdı. Bir yanda Boğaziçi, Haliç, İstanbul'un pırıltılar içindeki silueti ve hemen önde yeşil sarıklar ve kırmızı fesler : Sultanın muhafızları. Dünyanın en kudretli hükümdarlarından birini görebilme ihtimali heyecanı arttırmaktaydı..
Sultanın gelmek üzere olduğunun ilk işareti, yolu onun faytonuna hazırlamakla görevli su arabaları ve kum serpicileriydi. Ardından kızları ve gözdeleri, harem ağalarının refakat ettiği kapalı arabalarda geçerlerdi. Kortejin başını harem ağası çekerdi. Bu önemli resmi görevlinin "ekselans" unvanı vardı. At üstündeki "hantal vücudu, muhteşem bir şekilde işlenmiş eğerin üzerinde oturmak yerine, iki yana yalpalardı." Ardından, Abdülhamid'in oğulları ve maiyeti, bunları müteakip, görkemli üniformalar içinde şehirdeki tüm paşalar gelirdi. Derken müzik kesilir, sultan kudret, vakar ve endişe yayarak açılır-kapanır, körüklü arabanın içinde, beyaz eldivenli elini sallarken görünürdü. Yanında en sevdiği oğlu Burhaneddin Efendi, karşısında ise Plevne savunmasının kahramanı Gazi Osman Paşa yer alırdı. Arabanın arkasından "beyaz tunik ve kırmızı göğüs zırhı giyen, siyah sakallı, korkunç görünüşlü muhteşem bir grup" olan Arnavut muhafız tüfenkçiler gelirdi. Onları mabeynciler ve yaverler izlerdi. Askerler "Padişahımız çok yaşa !" diye bağırırlardı. İki dakikalık bir araba yolculuğundan sonra, sultan camiye varırken, müezzinin minareden gelen sesi, Abdülhamid'e tüm saygınlığı, debdebesi, kudreti ve yetkisine rağmen, ondan da büyük olan, tek bir Allah'ın olduğunu hatırlatırdı..





Yarım saat sonra camiden çıkan sultan, İmparator Franz Joseph'in kendisine armağan ettiği iki beyaz atın çektiği faytonla saraya geri dönerdi. Faytonunun yanlarında ve arkasında ise, itiş kakış halinde nefes nefese kalmış, muhteşem üniformalı saray erkanı, paşalar ve harem ağaları gelirdi. Derken sultan, bir sonraki cumaya kadar tekrar ortaya çıkmamak üzere gözden kaybolurdu..  



PHILIP MANSEL'in "Sultanların İhtişamı" adlı kitabından, bazı küçük ek bilgilerle derlenmiş bir yazıdır..  

 

805 ) TARİH SAVAŞLARI SEVER !..



Savaşsız dünya olabilir mi ?.. Barış sözcüğüne sahip çıkmayan yok.. İkiyüzlüler.. Sıkıldım Picasso'nun barış güvercinini reklam yapanlardan.. Barış deyip, savaşsız dünya olabileceğine inanmayanlardan.. Silah sanayisinden para kazanıp müzelerinde barış sergisi yapanlardan.. Sendikalarına toz kondurmayıp top, tank, tüfek imal eden işçilerden.. Barış adına savaştıklarını söyleyenlerden, bayraklarla geçmiş zaferleri kutlayanlardan...
Aslında "savaşa karşıyım" demek de yetmiyor !.. Silah bırakmakla, ateşkeslerle, savaşlar bitmiyor.. Mesele barışı yaşatabilmek.. Barışı, dilimizle, davranışlarımızla günbegün oluşturmak.. 
Askerlerimizi barış için savaştıklarına inandırıyoruz. Ölmeye, öldürmeye çiçeklerle yolluyoruz.. Kıbrıs çıkartmasının ve işgalinin adı "Barış Harekatı"..
Kim ki barış için savaştığını söylüyor, kendini kandırıyor, yalan söylüyor.. 
Astığım astık, kestiğim kestik diktatörlükler, kargaşa içindeki dönemlerde çaresizlik üzerine yükselmiş.. İçimize işleyen, işletilen, çaresizliğimiz olmuş düzen uğruna bizi özgürlüklerimizden vazgeçiren. Eli kulağında mı yeni dünya imparatorlukları ile diktatörlerin ?.. Ezberimizi tekrarlamakla yetinir, dünya çapında, bulaşıcı hastalığa yakalanmış gibi, "ah başımıza neler neler geldi" diye dövünmemizi, bükemediğimiz eli öpmeyi sürdürürsek, evet..
Birliktelik yerine rekabet, barış yerine savaşı, özveri yerine saldırganlığı esas kıldıkça, çocukları rekabetin erdemleriyle yarıştırdıkça, savaşı kaçınılmaz kılıyoruz demektir..
Bize "tarih" diye sunulan da savaş odaklı..



Ünlü tarihçi Edward Hallett Carr, "Tarih Nedir ?" adlı kitabında, "Tarihi tanımadan tarihçiyi tanıyın" diye uyarır..
Tarihçiyi tanımak, geçmişimize hangi aynaların tutulduğuna bakmak demek.. Tarih yarınlara, "Biz buyuz, biz buyduk" diye seslenirken ; eksik anlatıyor, yanlış anlatıyor, yalan söylüyor.. Her yerde savaş, her yerde savaşçıyı hatırlıyor.. 
İlk tarihçilerden Thukydides, Sparta ile Atina arasında çıkan Pelepones savaşlarını neden yazdığını şöyle açıklar : 
"İnsan doğasına uygun olan, aynı ya da benzer olayların tekrarlanacağının bilincinde olarak, tüm açıklığıyla olup biteni anlatmak.."

    

İnsanlık kültürümüz, barışı yazmayan tarihçilerle savaş tutkunu efsanelerimizin ifadesi.. 
Savaş dönemlerinden çok barış dönemleri yaşamışız. Toplumların sulh içinde, toleranstan da öte hoşgörüyle yaşadıkları, uzun uzun dönemler.. Ama bu barış dönemlerinin adı yok !.. 
Tarihçiler savaşlara isimler vermiş. Barış onlar için "İleride güzel günler göreceğiz çocuklar" türünden bir ütopya.. Kütüphanelerin tarih bölümlerinde raflara bakın.. Tarihçiler savaş tutkunu.. Ya psikologlar ?.. "Askeri  psikoloji" diye uzmanlık alanları var.. "Barış psikolojisi ?".. Adı yok !.. 
"Askeri tarih" diye disiplin var.. "Barış tarihi ?".. Adı yok !..
Psikologlar, askerlerin "savaş makineleri" olmaları, ölüme ve öldürmeye hazırlanmaları için çaba harcar.. Barışçıl toplumların oluşmasında, psikolojinin rolüne, araştırmalarına, yazılarına rastlanmaz. Gayretleri çatışan taraflar arasında arabulucu olmaktan öteye gitmez.. Savaşı kaçınılmaz görürler.. 
Gerçek ise tam tersi..



Bir örnek, Japon tarihi.. 
Japon adalarının yerli halkı, sarışın ve mavi gözlü Ainuların soykırımından sonraki dönemde Japonya, beş yüz yıl boyunca, 12. yüzyıla kadar barış adası.. Ardından dört yüz yıllık kesik kesik iç savaşlar dönemi.. Sonra yine 19. yüzyılın ortalarına kadar, iki yüz elli yıllık barış.. Bugün de anayasasında savaşı yasaklayan bir ülke..
Oysa Japonya deyince aklımıza savaş kültüründen türeme samuraylar, kamikazeler, karateciler, kendocular gelir.. 
Huzur ve barış kültürünün incelikleri Chado, İkebana ve Origami'den bihaberiz. 
Savaş kültürleriyle haşır neşiriz.. 
Nazilerin, Yahudi soykırımı tekrar yaşanmasın diye duyarlılığımızı belleklerimizde taze tutar ; Yahudilerin altın çağlarını yaşadıkları Endülüs'ü tarihin dipnotlarına atarız. Beş yüz yıllık barışı mümkün kılan özellikler neydi ? Araştırmayız..
Hindistan'ın altın çağı gibi..



İngilizler 1857 katliamı ile Yeni Delhi'de son Moğol İmparatoru Bahadır Şah'ı devirene kadar Hindistan'da Müslümanlarla Hindular uzun barış dönemleri yaşadı ve Tac Mahal gibi Doğu kültürünün eşsiz örneklerini verdi.. 
Ta ki Batı sömürgeciliğinin böl-yönet anlayışı, bugün bu bölgede nükleer silahlara sahip biri Hindu diğeri Müslüman iki düşman ülke doğurana kadar..
George Orwell'ın "1984" adlı kitabında, totaliter rejim sözcüsü O'Brien, tarihin kim tarafından nasıl yazıldığının önemini şöyle vurgular :
"Geçmişi denetleyen, geleceği denetler ; günü denetleyen geçmişi.."




804 ) BİLİMSEL DEVRİM...



Bir İspanyol köylüsü 1000 yılında uyuyakalıp, beş yüz yıl sonra Kolomb'un mürettebatının Nina, Pinta ve Santa Maria gemilerine binerken çıkarttığı patırtı esnasında uyanmış olsaydı, dünya yine de gözlerine çok tanıdık gelirdi. Teknolojide, yaşam biçiminde, siyasi sınırlarda pek çok değişiklik yaşanmış olsa da, bu ortaçağ gezgini yine de kendisini evinde hissederdi. Buna karşılık, Kolomb'un denizcilerinden biri benzer bir uykuya dalıp 21. yüzyılda bir iPhone'un sesiyle uyansa, etrafındaki dünya tanıyamayacağı kadar yabancı gelirdi. Kendi kendine "Yoksa burası, cennet ya da cehennem mi ?" diye sorabilirdi..
Geçtiğimiz beş yüz yıl, insan hakimiyetinin daha önce görülmemiş olağanüstü bir yükselişine tanık oldu. 
1500 yılında dünyada yaklaşık 500 milyon Homo Sapiens vardı. Bugünse bu sayı tam 7 milyardır.. 
1500 yılında insanlar tarafından üretilen toplam mal ve hizmetlerin bugünkü dolar üzerinden değeri yaklaşık 250 milyardı, bugünse yıllık üretim yaklaşık 60 trilyon dolar.. 
1500 yılında insanlar günde 13 trilyon kalori enerji tüketirken, bugünkü enerji tüketimi günde 1500 trilyon kalori.. (Bu rakamlara dikkat edin, insan nüfusu 14 kat artmasına karşın üretim 240, enerji tüketimiyse 115 kat artmış durumdadır.)



Tek bir savaş gemisinin günümüzden Kolomb dönemine gittiğini düşünün. Nina, Pinta ve Santa Maria'yı saniyeler içinde sala çevirdikten sonra dünyadaki tüm büyük güçlerin donanmalarını tek bir çizik bile almadan yok edebilirdi.. Günümüzün beş büyük yük gemisi, Kolomb dönemindeki dünyanın tüm ticaret filolarının elindeki tüm kargoyu taşıyabilirdi. Modern bir bilgisayar ortaçağdaki tüm bilgileri ve tabloları rahatça depolayabilir, üstelik geriye de epey boş alan kalırdı. Benzer şekilde günümüzde büyük bir banka, dünyadaki eski krallıkların hepsinin toplamından daha fazla paraya sahiptir..
1500 yılında pek az şehrin 100 binden fazla nüfusu vardı ; çoğu bina kerpiç, ahşap ve kamıştan yapılıyordu ve üç katlı bir bina gökdelen sayılıyordu. Sokaklar tekerlek izleriyle dolu toprak yollardan ibaretti ve bunlar yazın çok tozlu, kışınsa çamurla kaplı halde yayalara, atlara, keçilere, tavuklara ve az sayıda at arabasına hizmet veriyordu. Şehirlerdeki en bilindik gürültüler insan ve hayvan sesleriyle zaman zaman da bunlara karışan çekiç ve testere sesleriydi.. Gün batımında şehirler kapkaranlık olurdu, sadece arada sırada bir mumun veya titrek bir meşalenin ışığı görülürdü. 
Böyle bir şehirde yaşayan biri modern çağda örneğin New York'u görse ne düşünürdü ?..



16. yüzyıldan önce hiçbir insan Dünya'nın etrafını dolaşmamıştı. Bu durum 1522'de Macellan'ın gemileri 72 bin kilometrelik bir yolculuğu tamamlayıp İspanya'ya geri dönene kadar değişmedi. Bu yolculuk üç yıl sürmüş, ayrıca Macellan da dahil serüvene katılan neredeyse herkesin canına mal olmuştu..
1873'te Jules Verne, bir İngiliz maceraperest olan Philea Fogg'un Dünya'nın etrafını seksen günde dolaşabileceğini hayal edebiliyordu ; bugün orta sınıfa mensup herhangi biri, dünyanın etrafını 48 saat içinde kolay ve güvenli bir şekilde dolaşabiliyor..
1500 yılında insanlar dünyanın yüzeyiyle sınırlıydı, kuleler yapabiliyor veya dağlara tırmanabiliyorlardı ama gökyüzü kuşlara, meleklere ve tanrılara ayrılmıştı. 20 Temmuz 1969'da insan Ay'a ayak bastı. Bu, sadece tarihsel değil, evrimsel hatta kozmik bir başarıydı. Evrimin bundan önceki dört milyar yıllık tarihi boyunca, hiçbir organizma Dünya'nın atmosferinden çıkmayı başaramamış ve hiçbiri Ay'ın yüzeyine ulaşamamıştı..

  

Tarihin büyük bölümünde, insanlar gezegendeki organizmaların % 99,99'uyla (yani mikroorganizmalarla) ilgili hiçbir şey bilmiyordu, çünkü onlarla ilgili bir şey bilmemiz gerekmiyordu !.. Her birimizin vücudunda, önemli fonksiyonları yerine getiren milyarlarca tek hücreli canlı var. Bu yaratıklar hem en iyi arkadaşlarımız, hem de en azılı düşmanlarımız. Bazıları besinlerimizi sindirip midemizi temizlerken, bazıları da hastalıklara sebep olur ve salgınlar başlatır. Bununla birlikte, insan gözünün bir mikroorganizmayı ilk kez görmesi ancak 1674'de, Anton van Leeuwenhoek (üstte) ev yapımı mikroskobuyla bir damla suya bakıp içinde minik yaratıklardan oluşan bir dünya olduğunu fark ettiğinde gerçekleşti. Bunu takip eden üç yüz yıl boyunca, insanlar devasa sayıda mikroskobik yaratıkla tanıştılar. Sonuçta bunların sebep olduğu en ölümcül hastalıkların bazılarını yenebildik ve mikroorganizmaları tıp ve sanayinin emrine koşabildik. Bugün bakterileri yöneterek ilaçlar ve biyoyakıt üretip, parazitleri yok edebiliyoruz..
Öte yandan, geçtiğimiz beş yüz yılın en önemli olayı 16 Temmuz 1945 sabahı saat 5:29:45'te gerçekleşti. Tam olarak bu saniyede Amerikan bilimcileri ilk atom bombasını New Mexico eyaletinin Alamogordo şehrinde patlattılar. Bu andan itibaren insanlık, sadece tarihin akışını değiştirebilme değil, tarihi sona erdirebilme kapasitesine de sahip oldu.. Alamogordo'ya ve Ay'a ayak basmaya izin veren tarihsel süreç "Bilimsel Devrim" olarak bilinir. Bu devrim süresince insanlık bilimsel araştırmalara kaynak aktararak olağanüstü miktarda yeni güçler edinmiştir. Bu bir devrimdir çünkü 1500 yılı civarına dek insanlar yeni tıbbi, askeri ve ekonomik güçler elde edebilmeye şüpheyle yaklaşmışlardı. Devletler ve zenginler, eğitime ve araştırmaya, yeni beceriler edinmekten ziyade eldeki becerileri koruyabilmek için kaynak ayırırlardı. Modern öncesi yönetici rahiplere, filozoflara ve şairlere para vererek, kendi yönetimlerinin meşruluğunun ve toplumsal düzenin sürdürebilmesini umarlardı ; yeni ilaçlar, yeni silahlar icat etmek veya ekonomik büyümeyi canlandırmak gibi hedefleri yoktu..



YUVAL NOAH HARARI'nın "Hayvanlardan Tanrılara SAPIENS" adlı kitabından derlenmiştir..   

803 ) MUSTAFA İLE MİTİ !...

   

Zımba gibi delikanlı.. Sofya'da o sırada.. Görev icabı.. Henüz yeni taşınmış, pek arkadaşı yok. Bulgaria pastanesinde tek başına oturuyor, etrafı tanımaya çalışıyor, akşamları operaya filan gidiyordu. Şehir Kulübü'ne davet edildi..
İşte orada tanıştılar. Adı Dimitriana idi.. Kısaca "Miti" diyorlardı.. Çok güzeldi, İsviçre'de müzik eğitimi görmüştü, üç lisan biliyordu. Sosyetenin en gözde bekarıydı. Eh, fonda da "Mavi Tuna" valsi çalıyordu. "Bizimki" hiç tereddüt etmedi, salonu ortadan kılıçla ikiye böler gibi yürüdü, yanına gitti, "Bu dansı bana lütfeder misiniz ?" dedi..
Şimşekler çakan kıskanç bakışlar eşliğinde, piste çıktılar. Herkes mırıl mırıl onların hakkında konuşuyor, onlar ise hiç konuşmuyor, birbirlerine gülümseyen gözlerle bakarak, dans ediyorlardı.
İlk görüşte aşk derler ya, öyle olmuştu..
Ertesi gün.. Bizzat Miti'nin annesi tarafından, evlerine, çaya davet edildi. Bu davet, gençlerin görüşmesine resmi izin manasına geliyordu. Buluşmaya başladılar. Borisovo parkında dolaşıyorlar, buz pateni yapıyorlar, tiyatroya gidiyorlardı..
Önce dedikodular başladı, sonra tatsızlıklar.. Çünkü, Miti'nin babası Bulgar Çarı'nın has adamlarındandı, savaş kahramanı generaldi, savunma bakanlığı da yapmıştı. Böyle bir adamın kızıyla, bir Türk subayı, olacak iş değildi..
Bizimkinin ise umurunda bile değildi. Askeri Kulüp'te tertiplenen baloda denk getirdi, inadına, Çar'ın önünde dans etti Miti'yle..
Ele güne meydan okudu. Hemen ardından da, evlenelim dedi. Miti düşünmedi bile, evet dedi.. Gel gör ki, iki gönül bir olmuştu ama, general seyran olmamıştı !
Mahalle baskısı dayanılacak gibi değildi. Aldı bizimkini karşısına, "bu evlilik mümkün değil, bundan sonra kızımla görüşmezseniz iyi olur," dedi..
Dünya, bizimkinin başına yıkıldı.. Haftası geçmeden, Miti'yi apar topar bir başkasıyla, bir mühendisle nişanladılar. Bizimki nişanı duydu, daha fena yıkıldı. Zaten görev süresi de bitmişti, o öfkeyle topladı bavulları, İstanbul'a döndü.
Halbuki, nişan mişan yoktu.. Miti bir başkasıyla evlenmeyi reddetmiş, parmağına zorla takılan yüzüğü fırlatıp atmıştı.  Maalesef, bizimkinin bundan haberi yoktu..
Ömrü boyunca yaptığı tek hataydı.. Kızı alıp gitmeliydi, yapamadı..



Miti'den sonra hayatına on dokuz kadın daha girdi. Nafile.. Asla mutlu olamadı.. Asla unutamadı.. Hatta seneler sonra, Ankara'da Bulgar Kooperatif Tiyatrosu oyuncularıyla sohbet ederken, "Gençliğimi bıraktım Sofya'da," dedi.. "Bir kız sevdim ama, bana vermediler.."
Kırık bir kalple yaşadı..
Yalnız bir kalple rahmetli oldu..



Miti desen.. 18 yaşındaydı, 30 yaşına kadar bekledi. Ha bugün bir mektup gelir, ha yarın kendisi çıkagelir, bekledi, evlenmedi.. Maalesef gelmedi. Ailesinin artık yeter baskısıyla, bir avukatla evlenmeyi kabul etti. Saygılı, ama sevgisiz bir evlilikti.. İki kızı oldu. Kalbindeki boşluğu evlatlarıyla doldurmaya gayret etti. Ta ki, 1966 yılının 7 Ağustos gecesine kadar.. 73 yaşındaydı.. Ağır hastaydı, zor konuşuyordu, başında bekleyen kız kardeşi Olga'ya mırıldandı. "Biliyor musun" dedi, "rüyamda onu gördüm, galiba nihayet Mustafa Kemal'e kavuşuyorum.."
Kapattı gözlerini.. Nihayet kavuşmuşlardı..



Dimitriana, Bulgaristan'da belgesel oldu, kitap oldu.. Kızı Anna'nın anlattığına göre, Türkiye'ye hiç gitmedi. 1925 senesinde Bulgar Çarına bombalı suikast düzenlendi. Miti yaralandı. 1918 yılında kapatılan Sofya elçiliğimiz hâlâ açılmamıştı. Mustafa Kemal, eski arkadaşlıklarını devreye soktu. Miti'nin sağlık durumunu sordu soruşturdu, hafif yaralı olduğunu, iyileştiğini öğrendi. Bu telaşlı merak, Mustafa Kemal'in Miti'yi asla unutmadığının, yüreğinin köşesinde, aklının ucunda sakladığının kanıtıydı...

   

İki gün sonra, Sevgililer Günü...
Memlekette her şey kötü gidebilir. Tarihin en karanlık, en umutsuz günleri yaşanıyor olabilir. Acı çekeriz, mücadele ederiz, direniriz, gün gelir illa ki düzelir..
Ama "o" kızı kaybedersen.. Senin için hayatın boyunca hiçbir şey asla düzelmez. Git, tut elinden..

YILMAZ ÖZDİL'in "Kadın" adlı kitabından alıntıdır..


  

802 ) İLK YERLİ "PARFÜMÖR"...

 
   

19. yüzyılın ilk yarısında Batı ülkeleri ile imzalanan ticaret antlaşmaları sonucunda Osmanlı topraklarında çeşitlenerek artan ithal malların varlığı, Tanzimat döneminde yoğun toplumsal değişiklikler yaşayan Osmanlı toplumunda yeni bir beğeni dalgası yaratmış ve yeni bir tüketici kimliğinin, yeni alışkanlıkların biçimlenmesine yol açmıştı. Gündelik yaşamın birçok parçası alaturka ve alafranga diye ikiye bölünmüştü. Osmanlı tüketicisi, yeni parfümlerle bu yıllardan başlayarak tanışmıştı..
Aynı dönemde Avrupa'da kimya alanındaki yenilikler parfümeri sektöründe büyük atılımlara yol açmış, hızla büyüyen parfümeri sanayisinin, Osmanlı pazarında yer edinmesi güç olmamıştır. Kokulu yağlardan terkip edilmiş geleneksel kokular kullananların alkollü ıtriyatla, pudralarla, allıklarla, kremlerle, diş iksirleriyle tanışmaları bu dönemde gerçekleşmişti..
Abdülaziz döneminin sonlarına doğru Avrupa'dan gelen birkaç parfüm dar bir çevrede kullanılmaya başlanmışsa da alkol içeren parfüm ve kolonyaların toplumun tüm kesimlerinde yaygınlaşması İkinci Abdülhamid döneminde yaşanmıştı..
19. yüzyılın sonlarına doğru, İstanbul'da Galata'da, Pera'da, İzmir'de Frenk Sokağı'nda açılmaya başlayan bonmarşeler Avrupa'nın lüks tüketim mallarıyla dolup taşmaya başlamıştı. İthal malların varlığı ile hareketlenen bu ticari ortamda Osmanlı esnafı parfümeri sektörünün kârlılığını fark etmekte gecikmeyecekti. Tıpkı Avrupa kökenli bonmarşeler gibi yerli tuhafiyeciler ve yağlıkçılar da bu yeni ve göz alıcı ürünleri dükkanlarında satışa sunma konusunda oldukça heveslenmişlerdi..




Bu gelişmeleri değerlendiren ilk girişimci, Mısır asıllı Müslüman bir İstanbullu olan Ahmet Faruki oldu. Faruki, henüz 26 yaşında iken, tamamı ithal edilen kozmetik ürünleri ülke içerisinde imal etmenin kârlı bir girişim olduğunu fark ederek 1894 yılında Sultanhamam'da açtığı büyük mağazası ve Feriköy'deki imalathanesi ile yerli parfüm ve kozmetik sanayiinin kurucusu oldu..
Sadece parfüm ve kolonya değil, kremden düzgüne, allıktan sürmeye, rujdan ojeye, tıraş sabunundan diş macununa çok değişik ıtriyat malzemesi üreterek, sözcüğün tam anlamıyla bir parfümeri fabrikası var eden Faruki, işine duyduğu saygı ve yaratıcılığı ile kısa sürede büyük başarı elde edecektir. Ürünleri Avrupa orijinli olanların ayarında olmak bir yana, onlarla yarışacak üstünlükte ve çeşitliliktedir. Nitekim katıldığı uluslararası sergilerden (1903 Atina, 1904 Bordeaux, 1905 Liege, 1906 Paris, 1906 Londra) kazandığı birçok altın madalyanın yanı sıra, Nişan-ı Osmani ve Sanayi Madalyası, İran Hükümeti tarafından da Altın Şir-i Hurşid Madalyası ile onurlandırılır..
Kaliteli ürünlerini, şık ambalajlar içerisinde, zarif etiketlerle sunan Faruki, Avrupa'daki parfümeri firmalarının karşısına bir rakip olarak çıkabilmiştir. Hatta ismini, bir marka olarak lanse edebilmiştir..



Faruki'nin kozmetik türlerin isimlerini yerli halkın anlayacağı biçimde değiştirmesi ise ticari anlamda dahiyane bir tutumdur. Müslüman halk, dilinin dönmediği "eau de cologne"a "odikolon" derken, o önce "Faruki Kolonya Suyu" ismiyle halkın karşısına çıkmış, daha sonra bu ismi "Faruki Kolonyası"na dönüştürmüştür. Daha başka birçok müstahzara da Türkçe adlar takarak bunların isim babası olmuştur : Zambak Suyu (eau de lys), dudaklık (ruj), allık (compakt'lar), kirpik boyası ya da fırçalı sürme (rimel)...
Parfümlere ise "lavanta" adını takmıştır. Ecnebi isimlere sahip ithal parfümlere karşı "Unutma Beni", "Cici", "Meltem", "Şebnem" isimli kokular tertip etmiştir..
Firmasının en popüler olduğu yıllarda Sultanhamamı'ndaki dükkanından alışveriş etmek bir ayrıcalık haline gelmiş ; nişan, düğün ve benzeri özel günler için hediyenin Faruki'nin dükkanından alınması önemsenir olmuştu.. Müessese çok geçmeden İran, Hindistan, Batavya ve Japonya'dan gelen siparişleri karşılamaya başlar. İç pazarda kendine bir yer edinebilmenin ötesinde ihracat yapabilen bir kuruluş haline gelir..

 

Reşad Ekrem Koçu, İstanbul Ansiklopedisi'nde, Faruki'nin Abdülhamid'in son yılları ile İkinci Meşrutiyet devrinin namlı iş adamlarından olduğunu yazar ve işlerinin Meşrutiyet'ten sonra bir ara aksadığını, bu yüzden işlerini küçültmeye mecbur kalarak, yine Sultanhamam'da "Cici" adında küçük bir dükkana çekildiğini ekler.. "Cici" markalı pudralar, rujlar, losyon ve kolonyaların bu dükkanın ürünleri olduğunu belirtir..
Oğlu Nihal Faruki, Ahmet Faruki'nin 1942 yılındaki vefatından sonra müessesenin faaliyetlerini devam ettirmişse de, 1950'li yılların sonunda kapanan firma ne yazık ki günümüze ulaşamamıştır..
Kendisi ile ilgili tüm kaynaklarda Ahmet Faruki'nin "gayet yakışıklı, sayılı güzellerden" olduğunun altı özellikle çizilir. "Hele kaşlarıyla gözleri, hanımların dillerine destan"dır. İlk kadın heykeltıraşımızlardan Nermin Faruki, babasının Maltepe'deki mezarını mozaiklerle süslediğinde duygularını şöyle dile getirir :
"Mezarlığa biraz renk götürmek istedim. Babam 'parfümör' olduğu için mezarını çiçeklerle süslemek istedim. Birbirine kaynaşmış iki amfora yaptım. Evliliği simgeliyor. İçlerinden dört çiçek çıkıyor, yani iki oğlan iki kız, biz.."




AYBALA YENTÜRK'ÜN, #tarih dergi'nin 2015/Aralık sayısında yer alan yazısından alıntıdır..      



Hürriyet

KAYNAK OLARAK KULLANDIĞIM KİTAPLAR..
-------------------------------------------------------
1.DEVLET-İ ALİYYE.I...HALİL İNALCIK 2.OSMANLILAR..HALİL İNALCIK
3.İMP.'UN EN UZUN YÜZYILI..İLBER ORTAYLI
4.SON İMP. OSMANLI..İLBER ORTAYLI
5.TARİHİN IŞIĞINDA..İLBER ORTAYLI
6.OSM. TOPLUMUNDA AİLE..İLBER ORTAYLI
7.OSM.'YI YENİDEN KEŞFETMEK..İ.ORTAYLI
8.BATILILAŞMA YOLUNDA..İLBER ORTAYLI
9.OSMANLI TARİHİ..A.DE LAMARTINE
10.OSMANLI..CAROLİNE FİNKEL
11.OSM.İMP.TARİHİ..NICOLEA JORGA
12,BÜYÜK TÜRK..NICOLEA JORGA
13.YENİLMEZ TÜRK...NICOLEA JORGA
14.TÜRKİYE TARİHİ..ED.SİNA AKŞİN
15.OSM.DÜNYASI VE İNSANLARI..GÜLGÜN ÜÇEL
16.OSMANLI ORDUSU..GÜLGÜN ÜÇEL-AYBET
17,BU MÜLKÜN SULTANLARI..NECDET SAKAOĞLU 18.YENİÇERİLER..REŞAT EKREM KOÇU
19.SON PADİŞAH..YILMAZ ÇETİNER
20.SORULARLA OSM. ..ERHAN AFYONCU
21. SOKOLLU ...RADOVAN SAMARCIC
22. OSM.İMP.TARİHİ...A.CEVDET PAŞA
23. OSM.GERÇEĞİ..ERDOĞAN AYDIN
24. FATİH VE FETİH..ERDOĞAN AYDIN
25.KADINLAR SALTANATI..A.REFİK ALTINAY
26.DOĞU'YA BAKIŞ..GERALD MACLEAN
27.AT SIRTINDA ANADOLU..FREDERIC BURNABY
28.ABDÜLMECİD..HIFZI TOPUZ
29.ŞAH SULTAN ..İSKENDER PALA
30.FLORANSA BÜYÜCÜSÜ..S.RUSHDIE
31.TARİHİMİZLE YÜZLEŞMEK..EMRE KONGAR
32.PARİS'TE BİR OSM.SEFİRİ..ŞEVKET RADO
33.TARİHİN SAKLANAN YÜZÜ..ÇETİN ALTAN
34.OSM.İMP.'DA SON 300 YIL..ALAIN PALMER
35.KONSTANTİNİYYE..PHİLİP MANSELL
36.TÜRKİYE'NİN SİYASİ İNTİHARI..CENGİZ ÖZAKINCI
37.BU VATAN BÖYLE KURTULDU..EROL MÜTERCİMLER
38.16.YÜZYILDA İSTANBUL..METİN AND
39. ERKEN MODERN OSMANLILAR.. VIRGINIA H. AKSAN-DANIEL GOFFMAN
40."POPÜLER TARİH" VE "NTV TARİH " DERGİLERİ
41.İKİNCİ ADAM..Ş.SÜREYYA AYDEMİR
42.HAYAT..AYŞE KULİN
43.DEVRİM VE DEMOKRASİ..NUMAN ESİN
44.BİR NUMARALI TANIK..KURTUL ALTUĞ
45.İHTİLALİN MANTIĞI..Ş.S.AYDEMİR
46.KUTSAL İSYAN...HASAN İZZETTİN DİNAMO
47.KUTSAL BARIŞ...HASAN İZZETTİN DİNAMO
48.ÇÖL KRALİÇESİ...JANET WALLACH
49.YÖNETMENLER,FİLMLER,ÜLKELER..A.DORSAY
50.AY HIRSIZI...SUNAY AKIN
51.ONLAR HEP ORADAYDI...SUNAY AKIN
52.KULE CANBAZI...SUNAY AKIN
53.LÜZUMSUZ BİLGİLER ANSİKLOPEDİSİ..TAMER KORUGAN
54.PRENS..NİCCOLO MACHİAVELLİ
55.İSTANBUL'DA BİR ZÜRAFA..SUNAY AKIN
56.KIZ KULESİNDEKİ KIZILDERİLİ..S.AKIN
57.AH BEYOĞLU,VAH BEYOĞLU..SALAH BİRSEL
58.İSTANBUL-PARİS..SALAH BİRSEL
59.YAVUZ'UN KÜPESİ..ERHAN AFYONCU
60.OSMANLI PADİŞAHLARININ HAYAT HİKAYELERİ...YILMAZ ÖZTUNA
61.BİZİM DİPLOMATLAR..BİLAL N.ŞİMŞİR
62.KİM VAR İMİŞ BİZ BURADA YOĞ İKEN..CEMAL KAFADAR
63.RÜZGARIN GÖLGESİ..CARLOS RUIZ ZAFON
64.MELEĞİN OYUNU..CARLOS RUIZ ZAFON
65.ORTA DOĞU..TAYYAR ARI
66.ABD-ORTA DOĞU-TÜRKİYE..HALUK GERGER
67.ORTA DOĞU.. BERNARD LEWIS
68.ON BİR CUMHURBAŞKANI ON BİR ÖYKÜ.. CÜNEYT ARCAYÜREK
69.ÖFKELİ YILLAR...ALTAN ÖYMEN
70.ATATÜRK'TEN SONRA BUGÜNLERE NASIL GELDİK ?..CÜNEYT ARCAYÜREK
71.ÇANKAYA...CÜNEYT ARCAYÜREK
72.DEMOKRASİNİN İLK YILLARI..C.ARCAYÜREK
73.YENİ İKTİDAR,YENİ DÖNEM..C.ARCAYÜREK
74.BİR İKTİDAR,BİR İHTİLAL..C.ARCAYÜREK
75.NEREDEYSE BİR BALİNA..STEVE JONES
76.MOSSAD GİZLİ TARİHİ...GORDON THOMAS
77.BARIŞA SON VEREN BARIŞ...DAVID FROMKIN
78.SULARIN GETİRDİĞİ PADİŞAH..CAHİT ÜLKÜ
79.TANK SESİYLE UYANMAK..HASAN CEMAL
80.BİR MANİNİZ YOKSA.. ...AYFER TUNÇ
81.ALATURKAFRANKA..ERCAN ÇİTLİOĞLU
82.SUÇUMUZ MÜKEMMEL OLMAK..S.DUMAN
83.DARBE...STEPHEN KINZER
84.ÖZAL HİKAYESİ..HASAN CEMAL
85.TURGUT NEREDEN KOŞUYOR ? ..E.ÇÖLAŞAN
86.YEDİ TEPE ANADOLU...ALİ CANİP OLGUNLU
87."K", "DERBEDER BİR KAHİN"...CANSU YILMAZÇELİK
88.LATİFE HANIM...İPEK ÇALIŞLAR
89."K",YIKIK BİR SARAYDIR DÜNYA..PERİHAN ÖZCAN
90.BEYAZ PERDEDE KIRMIZI FİLMLER.. ATİLLA DORSAY
91.TEK ADAM..Ş.SÜREYYA AYDEMİR
92.DAHİLER VE AŞKLARI...ÖZCAN ERDOĞAN
93.HAYATIM KİTAP..YAŞAR AKSOY
94.BOĞAZİÇİ ŞINGIR MINGIR..SALAH BİRSEL
95.BİR EKONOMİK TETİKÇİNİN İTİRAFLARI...JOHN PERKİNS
96.CUMHURİYET TARİHİ YALANLARI 1. VE 2. CİLT...SİNAN MEYDAN
97. KOMPLO TEORİLERİ..EROL MÜTERCİMLER
98.ÖNCE KADINLAR VE ÇOCUKLAR..SUNAY AKIN
99.BİR ÇİFT AYAKKABI..SUNAY AKIN
100. BENİM CUMHURİYET'İM..EMİNE UŞAKLIGİL
101.DARAĞACINDA ÜÇ FİDAN..NİHAT BEHRAM
102.NEREYE..CAN DÜNDAR
103.İSTANBUL'DAN SAYFALAR..İLBER ORTAYLI
104.BİZİM İZMİRİMİZ..MELİH GÜRSOY
105.GİZLENEN TARİH..BRİAN HAUGHTON
106.BERGAMA DÜŞLERİMİN ŞEHRİ,İZMİR SEVDAM..SELAHATTİN TURAL
107.GÖLGEDEKİLER..CAN DÜNDAR
108.KIRMIZI BİSİKLET..CAN DÜNDAR
109.YAKAMDAKİ YÜZLER..CAN DÜNDAR
110.GEÇMİŞ AYRINTIDA SAKLIDIR..CEMİL KOÇAK