Sayfalar

844 ) OSMANLI'DA KALE !..

    

Kale ihtiyacı göz önünde bulundurulduğunda Osmanlı'nın iki büyük cephesi vardır : Batıda Avusturya, doğuda İran cepheleri.. Batıda Avusturya cephesinde en büyük kale Belgrad Kalesi (üstte solda); doğuda İran cephesinde ise Bağdat Kalesi'dir.. 1718'de Belgrad Avusturya'nın eline geçince, Osmanlı İmparatorluğu da, bütün kalelerini elden geçirdi. Bu döneme kadar Belgrad'ın gerisinde kalan, Tuna Boyu'ndaki Vidin Kalesi de (üstte sağda), "kalelerin en büyüğü" olarak yeniden yapıldı. Öyle ki, Vidin için "kalelerin kürsüsü" tanımı kullanılır oldu..
Vidin Kalesi savaş yolu üzerinde olması açısından çok önemlidir. Hatta Rumeli dediğimiz Balkan topraklarının tam ortasında olduğunu da belirtmeliyiz. Sadece ortasında bulunmakla kalmıyor, aynı zamanda uluslararası bir suyolu olan ve yaklaşık on kadar ülke dolaşan Tuna Nehri'nin de önemli bir dönemeç noktasında bulunuyordu. Bu öyle bir dönemeç noktası ki, orada her zaman gemi işletmek söz konusu olmuyordu. 
"Demir Kapı" denilen dar geçitte, nehir yatağı içindeki kayalar geçişi zorlaştırırken, suyu da hızlandırıyordu. Bu yüzden, kılavuz almadan geçilemiyordu. Bir de mevsim koşulları etkili oluyordu. Tuna Nehri kasım sonunda donmaya başlıyor ve buzlar, ancak üç ay sonra çözülüyordu. Tuna Boyu'nda her yerde uygun iskele olmadığı için, bu zor dönem boyunca gemiler, Vidin çevresinde bağlanarak kışlıyorlardı. Ticari gemiler ise, bu kışlama sürecinde ücret ödüyorlardı..



İmparatorluğun klasik döneminde, denizlerde değil büyük nehirlerde etkin olan, savaşçı gemi grubunun ortak adı "İnce Donanma" (üstte) idi.. Bu donanmadaki gemiler, silah olarak top ve havan ile donatılırdı. Bu donanmanın Tuna'daki adı, "Tuna Donanması"dır, Tuna Kaptanı kumanda eder ve "ordu kışlağı" ile işbirliği içinde etkinlik gösterirdi. Bu amaçla Vidin'de, "Şalopeciler Tersanesi" vardı. Her şalopede birer kaptan, yelkenci ve topçubaşı ile dokuz topçu ve on kürekçi görev alırdı. Her sandalda ise bir reis, bir topçubaşı, dört topçu ve sekiz kürekçi bulunurdu.
Bu küçük ölçekli gemiler, ulaşım için de söz konusudur. Örneğin İstanbul'dan büyük gemilere yüklenen ağır yük, İstanbul Boğazı'ndan çıkıp Karadeniz'e açılıyor ve oradan da, Tuna Nehri'nin ağzına geliyordu. Tuna Deltası'ndaki Kili Boğazı'ndan, Tuna Nehri'ne giren yük, İbrail İskelesi'nde indirilir ve burada, "üstüaçık" veya "borazan" gemilerine yüklenip, ikinci kez yola çıkarılırdı..
Menzil yeri çoğunlukla, Vidin ya da Belgrad olurdu. Buradaki önemli konu, rüzgârdan yararlanmanın yetmediği yerlerde, gemiyi su akışının ters yönünde, yukarı doğru yürütmekti. Geçiş güvenliğini sağlamak ve ulaşımı bir an önce tamamlamak, Tuna Boyu'ndaki mülki yöneticilerin ortak sorumluluğuna verilmişti. Bu amaçla kullanılan ulaşım araçları, şu adlar altında karşımıza çıkar :
Borazan, Brişterik, Çam, Çete, Duba, Firkate, Kalite, Kalyon, Koyoralca, Pram, Praşterka, Sal, Sandal, Şalope, Şayka, Tonbaz, Üstüaçık..
Ayrıca nehrin yönü, kaynağına göre değerlendiriliyordu. Yüzümüzü nehrin akış yönüne döndüğümüzde, sağ taraf nehrin sağı, sol taraf nehrin solu demekti. Yine akış yönünün her metresi, bir öncekine göre aşağı olarak değerlendirilirdi. Bildiğimiz gibi, sular aşağı doğru akar. Ters yöne gidildiği zaman da, her yerde yelken açmak kolay değildi. Çünkü küreklerin çekilmesi ve dümen tutulması gerekirdi. 1713 yılı ölçeğinde, Vidin-Rusçuk arasında 2.000'den fazla Hristiyan delikanlı, geçimini bu yolla sağlardı..
Yiyecek malzemesi olarak, yüzlerce ton malzeme taşınıyordu. Ancak, un ve buğdayın ıslatılmadan taşınması gerekiyordu. Islanan bir şey ya hayvanlara verilir ya da nehre dökülürdü. Onu kurutmak mümkün olmaz. Kale dışına çıkan bir askerin günlük kumanyası da, bir çift ekmekle 200 gram etten oluşuyordu. Dışarıda yiyecek koşulları olmadığı için, yolu kaleye düşen asker ve elçilerin ihtiyacı da, burada karşılanıyordu..



"Kale" demek, "şehir" demekti. Özellikle erken dönemlerde, güvenliği olmayan yerlerde, yaşam alanı da yoktu. Başkent İstanbul bile, sur ile çevriliydi. Ancak o dönemde bu "çevrelemeye" sur değil, "duvar" denirdi. Askeri birlikler kale içinde yaşıyordu. Evlenen askerin ailesi ile daha sonra gelenler, kalenin sivil kısmını oluştururdu. Bundan başka kale surları dışında, sivil halkın yaşadığı varoş bölge vardı. Kalenin tabyasından atılan topun savunma sağladığı bu güvenli bölüme "top altı" da denirdi. Varoşu olmayan küçük kalelerde, asker uzun süreli durmuyor, barış zamanında sağa sola dağılıyordu.
Kaledeki asker ile varoştaki sivil halkı birbirinden ayırmak zordur. Sivil halk askerin ihtiyacını karşılarken, askere ürün satıp para kazandığı gibi, savaş zamanında kaleye sığınırdı. Dolayısıyla kale içi ve varoşu, sarmal bir yaşantı sergiliyor ve birbirlerini destekliyordu. Ayrıca her kale, kendi içinde bir komün özelliği gösteriyordu. Satış malzemesi fiyatlarından, kuşatma sırasında sığınağına varıncaya kadar, kendi aralarında belirliyorlardı. Savaş zamanında zaten kaledeki asker yeterli olamadığı için, ordu desteği sağlanırdı.
İmparatorluğun kalelerini, şu gruplar içinde sunabiliriz :
Kırım Hanlığı kaleleri / Bucak Eyaleti kaleleri / Tuna Deltası kaleleri / Tuna Boyu kaleleri / Tuna Güneyi kaleleri / Bosna Eyaleti kaleleri / Adalar kaleleri / Boğazlar kaleleri / Anadolu kaleleri / Kafkasya kaleleri / Arap coğrafyası kaleleri.



Bir kale ilk önce duvar demektir. İki kişinin birbirine omuz vererek, aşamayacağı boyutta bir duvar ile çevrilidir. Bu da, yaklaşık olarak 6 metre kadardır. Duvarın kalınlığı da, top güllesinin yıkamayacağı kadar, yani 3-4 metre arasında değişir. Bir kale, ikinci olarak hendek demekti. Çünkü kalenin hemen önünde, çepeçevre geniş bir kanal açılır ve bu kanal, duvarlara yükseklik avantajı katardı. Bu hendeklerin derinliği, yaklaşık 3 metre kadardı. Ayrıca bu hendekler, sanıldığı gibi su dolu değildi. Aksine, su dolduğu zamanlarda, hendek duvarları içe çökebiliyordu. 
Peki, kalenin ağır silahları olan toplar, nereden atış yapıyordu ? Bu amaçla kale çevresinde, dengeli aralıklarla serpiştirilmiş tabyalar yer alırdı. Her tabyada, "mazgal" denilen ve top namlusunun atış yaptığı, 3'ten 14'e kadar değişen, mazgallar bulunurdu. Kısaca, her mazgal bir top demekti..
Önceleri kale kapıları, açıldığı yöndeki yerleşim biriminin adıyla anılırdı. Örneğin 1712'ye kadar Vidin'deki kapılardan birinin adı "Tekye Kapısı"dır. Çünkü açıldığı yönde, Üçler Tekyesi vardı. Ancak imparatorluğun fetih dönemi bitip de, savunma amaçlı olarak geriye yaslanınca, Vidin Kalesi de yüzünü, artık başkente çevirdi. Bu yüzden Tekye Kapısı'nın adı da, "İstanbul Kapısı" oldu. Bu dönemde "İstanbul" adını alan kapılar, Belgrad, Hotin ve Özi gibi büyük kalelerde de görülür..
Bir kalenin asıl görevi, savunmadır. Ancak savaş sırasında, yakından geçen orduya, kendi gücünün onda biri oranında destek verirdi. Asıl görevi savunma olduğu için, kuşatmanın en kritik anında, asker "iç kale"ye çekilirdi. Burası son savunma yeridir. Son çare olarak cephanelik ateşe verilir ve ortam havaya uçurulurdu. Bu yüzden iç kale, "narin kale" olarak da adlandırılırdı. Ayrı hendek ve duvarla çevrili olan bu bölge, halk dilinde "ahmedek" diye tanımlanır. Doğru söylemde "ahmedüke" ise ; Arapça, "Sana hamd ederim" anlamındadır. Başka bir deyişle onun, "son dua yeri" olduğunu söyleyebiliriz..
Kalenin sınırlayıcı etkisi yüzünden Türkler ; önceleri onu, kendilerini hapseden bir engel olarak görmüştü. Daha sonra bu uygulamaya alışıldı. Yine de, eskiden kalma şöyle bir deyim vardır : "Kalenin aynı kapısından birlikte girmeyin." Bunun anlamı, topluca suikasta uğrarsınız demekti..

Aşağıda, Kars Kalesi..



ÖZLEM KUMRULAR-MEHMET PERİNÇEK'in "ZAMAN TRENİ, Zamanın Renkli Vagonlarında Bir Seyahat" adlı kitabında ; MAHİR AYDIN ile yapılan söyleşiden derlenmiştir..   

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder