Sayfalar

204 ) BENİM ŞEHRİM !..

  

   Doğup büyüdüğüm, suyunu içtiğim, sevip sevildiğim yer.. Tek taraflı aşkların en büyüğü.. Kadın erkek ilişkilerinin en çağdaş ve en doyurucu biçimde yaşandığı, komplekssiz insanların sıcaklığının gözlerine vurduğu, 5.000 yaşında olmanın ağırbaşlılığı ile büyük şehirlerin delice temposuna yer vermeyen, hırsların değil hazların kenti..
   İzmir'de "rahvan" bir yaşam biçimi vardır.. Yazın çıkın sahile ve palmiyelerin altında, imbatın rahatlatıcı esintisine karşı ağır ağır salınan kalabalığı izleyin.. Rahat insanlardır burada yaşayanlar ; oradan oraya deli gibi koşuşturmalar göremezsiniz. Son otuz yıl içinde aldığı göçler bile diğer büyük şehirler kadar bozamamıştır onu.. Çünkü en fazla bir kuşak sonra, yeni gelenler de "İzmirli" olurlar..
   Bir de şu çarpık yapılaşma olmasaydı !..
   1960'lı yıllarıın "Asfalt Osman"ı, rahmetli Osman Kibar, mimar Felice Kapadona ile önce Kordonboyu'ndaki yalılara el attı. Kordon'a ilk yapılan "Harika" apartmanı ile kentin tarihsel katliamı da başlamış oldu. İlerleyen yıllarda, ağırlıklı olarak Kapadona ve ekibi tarafından, o güzelim yalılar teker teker yıkıldı ve şehrin o güzelim imbatının önüne yedi sekiz katlı bir duvar örülerek, iç kısımların hava alması engellendi.
   Çocukluğumdan anımsarım, üzerinden yıllarca geçen taşıtlar sayesinde kaymak gibi düz taşlarla kaplıydı Mithatpaşa Caddesi ve diğer birçok cadde.. Üzerlerine dökülen incecik asfalt ile kapandılar ve yağmur suyunun tahliyesi yollarından biri kapanmış oldu.. Kordon gibi buralar da "duvar" ile örüldü ve yağmur suyunun denize akması iyiden iyiye engellenmiş oldu.. Sonra, gelsin su baskınları !..
   İzmir'in simgesi olmuş, 1960'lı yıllarda kafeterya ve gazinolarıyla, şahane manzarası ile, gözde bir mesire yeri olan Kadifekale ; 1970'lerde rahmetli İhsan Alyanak'ın belediye başkanlığı sırasında, oy uğruna doğu ve güneydoğudan getirttiği göçmenlerce işgal edilerek İzmirlilerin giremediği bir "kurtarılmış bölge"ye dönüştü..
   Bir zamanlar İzmir'in tanınmış esnaflarının ve seçkin ailelerinin oturduğu Namazgah, Tilkilik ve Agora semtleri, geceleri yalnız dolaşılamaz hale geldi..
   Kent kültürü ve kentli olmak bilincinden uzak, yanlış ve popülist politikalar ve yöntemler ; sevgili şehrimizin hem mimari hem de sosyal kimliğini tahrip etmiştir..
Krammer Oteli
 
   1890'lardaki İzmir fotoğrafları ne kadar ilginçtir.. Anafartalar Caddesi hala bir merkezi çerçevelemektedir. Hisar Camii'nin ötesinde deniz doldurularak elde edilen sahada, kervanlarla ilişkisi olmayan yeni tip bir han yapılaşması hakim olmuştur. Bu alan çok kalın taş duvarlı, iki ya da üç katlı, dar ve uzun binalarla dolmuştur.. Şehirde o zamana kadar hiçbir iş sahası bu kadar değerli arsalar üzerinde, bu kadar geniş bir yer işgal etmemiştir.. 1872 yılında inşa edilen yeni hükumet binası, İzmir'de yeni gelişmiş ticaret binalarının ortasında kalmıştı. 1891 yılında yapılmış olan belediye binası tamamen yeni gelişen bölgede fakat üzüm ve incir depoları arasında üçüncü derecede bir yerde inşa edilmiştir. Buna karşılık en iyi bölge sayılan gümrük rıhtımı civarında, yeni açılan yol üzerine, iki ayrı cins borsa yerleşmiştir. Bunların yanına ve önüne de postaneler kurulmuştur..   1890'larda iş mıntıkasının ağırlığı buraya kaydığı gibi, kuzeye doğru gelişme giderek artmış ; bu binaların yanında o zamanın lüks otellerini, kulüplerini ve eğlence yerlerini de geliştirmiştir. O dönemin en büyük lüks oteli olan Krammer Oteli, sahilde, şimdiki Atatürk heykelinin önüne denk gelen bir konumdaydı..
  
   Daha düşük satın alma gücü olanların çevresi Anafartalar Caddesi civarında kalmış, daha yüksek olanlar içinse Kordon ve Yeni Hanlar'ın arkasında, "Meyhane Boğazı" diye anılan, pahalı mallar satan bir "çarşı" ortaya çıkmıştı. Burada İngiliz sermayeli "Baker", İsveç sermayeli "Orozdibak" gibi büyük mağazalar, eski perakende satışa hiç benzemeyen bir örgütlenmeyle ortaya çıkmışlardı. Yerli tüccarlardan da bu tip mağazaları örnek alanlar çıkmış, örneğin Sivrihisaryan'ın mağazası 1895'de açılmıştı..
   İş merkezinin buralara kadar yayılması, buradaki Rum mahallelerini daha kuzeye itmiştir. Bu mahalleler Alsancak'ın doğu sahiline dayanmış ve iç taraftan da Basmahane'yi aşarak Kemer'e doğru kaymıştır. İç taraflar orta ve düşük gelirli Rum mahalleleri haline gelirken, Kordon ile şimdiki Fuar arasında kalan kısım üst düzeyde geliri olan Rumlar'ın bölgesi olmuştur..
   Diğer yandan Müslüman mahalleler İkiçeşmelik'ten yukarılara, Eşrefpaşa'ya yayılırken, Müslüman üst tabaka 1890'larda, şehrin güneyindeki Karataş'ta yer alan Musevi mahallesini atlayarak, Karantina'dan öteye, Göztepe ve Güzelyalı'daki dar sahil şeridine yerleşmeye başlamıştır..
   Bu arada Fransızlar daha çok Alsancak sahilini, İngilizler de genellikle Karantina'nın arkasındaki tepelerle Göztepe civarını tercih etmişlerdir..

 Mithatpaşa Cd.

   İzmir'in birinci önemli yolu Kordon Caddesi idi. İkinci önemi yol Basmahane tren istasyonunu gümrüğe bağlamak üzere açılmaya başlanan yoldu. Fakat bu yol Osmanlı devrinde bitirilememiş, rıhtımdan 300 metre içeride inşaat durmuştu. Bu yol ancak 1935 yılında tamamlanabilmişti.. Üçüncü önemli yol, 1880'lerde açılan Göztepe-Güzelyalı önündeki yol olmuştur.. Midhat Paşa'nın valiliği sırasında, 1880'de, şehir hudutları şimdiki AKM'nin olduğu yere kadar devam ediyordu, ötesi kayalıklardan ibaretti. Göztepe'de tepe etekleri deniz kadarına kadar uzanıyor, şehirle bağlantısı Karantina üzerinden, Arap Hasan Çeşmesi yönünde yapılabiliyordu.. Midhat Paşa zamanında kayalıklar ve Göztepe'nin denize uzanan etekleri ortadan kaldırılarak, bugünkü Mithatpaşa Caddesi meydan getirildi..
   1885 yıllarında İzmir'de ilk valiliği sırasında Halil Rıfat Paşa, şimdiki Bahribaba Parkı civarında ve Değirmen Dağı'ndan geçerek Karantina'nın dağ kısmına kadar uzanan Halil Rıfat Paşa Caddesi'ni açtırdı. 1889-92 yıllarında ikinci kez İzmir valisi olduğunda ise Hatay Caddesi'ni açtırmıştır..
   19. yüzyılın sonlarına doğru Türk mahallelerinin bir ucu denize Arap Fırını Sokağı ile yaklaşıyor, diğer ucu ise Basmahane tren istasyonu civarına gidiyordu. İzmir'in merkezinde, Kadifekale eteklerinde, Eşrefpaşa'dan Konak semtine kadar inen yörelerde Türk mahalleleri, özellikle Keçeciler mezarlık başı, Kestelli Caddesi (Başdurak) ve İkiçeşmelik çevresine yayılırdı. Konak'ta Kemeraltı Caddesi'nin başlangıç bölümlerindeki Birinci, İkinci ve Üçüncü Beyler sokakları ise şehrin en eski ve varlıklı Türk ailelerinin konaklarıyla doluydu.
   Adını, Mısır'dan gelip de aynı sokakta fırın açan bir zenciden alan Arap Fırını Sokağı, Konak semtinin Bahribaba başlangıcında bulunan "Gurabai Müslim'in" hastanesinin (eski Devlet Hastanesi) yan kapısından başlar ve Kestelli yokuşuna kadar sürerdi..
   Bugün Bahribaba dediğimiz yerin bitiminden itibaren halkevinin biraz daha ötesine kadar sahil kısım eskiden Kalafathane idi.. Burası o zamanlar İzmir'in tersanesiydi. O yıllarda Varyant başlangıcından öteye doğru hiçbir bina yoktu. Bu kalafathanenin karşı tarafı Musevi mezarlığıydı. Şimdiki doğum hastanesi, Karataş ve Halil Rıfat Paşa Caddesi arasındaki bölgede yer alıyordu mezarlık... 1880'lerde bu mezarlığın ötesinde, Değirmen Dağı tarafında, bina namına bir şey yoktu. Bayramyeri'ne doğru sırf kayalıktı..
   
   Eski İzmir'in en uzun caddesi, Mithatpaşa Caddesi idi. Bu caddenin en ilginç özelliği, Osmanlı döneminde, on kilometreyi aşan bir kıyı şeridi boyunca üstünde atlı tramvayların işletilmesiydi. Çift atlı tramvay Konak'tan kalktıktan sonra Güzelyalı'ya ancak 1,5 saatte gidebilirdi. Son durak olan Güzelyalı bilhassa yaz aylarında çok fena kokardı. O yıllarda buranın adı Kokaryalı idi. Sıtma yatağı olan dere ve bataklıkların yanı sıra, atlı tramvayların depo ve ahırları da Kokaryalı'da bulunurdu..
   Atlı tramvay, Konak'tan sonra ikinci bir hatla bu kez Kordonboyu'nu aşarak Punta'ya yani Alsancak'a uzanıyordu..
   1895 yılında belediye başkanlığı görevini üstlenen Eşref Paşa çok çalışkan birisiydi. Belediye gelirlerini artırarak 1907 yılında yaklaşık 40.000 altına çıkardı. Ayrıca, bugün Tınaztepe adını alan okul binasını, bugünkü Yenişehir'de Eşrefpaşa Hastanesi'ni, Darağaç ve Karşıyaka tramvaylarını, Eşrefpaşa Camii'ni yaptırdı. Bu caminin bitişiğinde yaptırdığı binaları da camiye vakfetti..
   İzmir yollarının çoğunun kesme taşla yapılması da Eşref Paşa'nın belediye başkanlığı yıllarında olmuştur..
   Güzel kentimizde hizmeti geçen herkesi rahmetle anıyorum...

    Midhat Paşa
Halil Rıfat Paşa

Eşref Paşa

( Sayın Melih Gürsoy'un yazılarından  alıntılar yapılmıştır..)

203 ) GÖNÜL İÇMEK İSTER, TARİH BAHANE !.. ( 2. )

 
   Gelelim meyhanelere... "Şarap içilen yer" anlamındaki meyhaneler ; ruhsatlı olan "gedikli" ve ruhsatsız olan "koltuk" meyhaneleri olarak ikiye ayrılırdı.. Seçkin kişiler gedikli meyhanelere, avam takımı ise koltuk meyhanelerine giderdi..
   Asayiş ile ilgili sıkıntılı zamanlarda ya da yeni bir hükümdarlık döneminin ilk zamanlarında, gerekli otoriter havayı sağlamak amacıyla, Yahudiler ve Hıristiyanlar için de geçerli olmak üzere şarap yasaklanır ve meyhaneler de kapatılırdı. Bu arada, Yeniçeri Ağası ve Bostancı Paşa da meyhane işlettikleri, meyhanelerin ödediği vergilerden de pay aldıkları için, kapatılan meyhaneler kısa zamanda yeniden açılırdı..
   Uzun süreli içki yasakları ; Kanuni Süleyman, en dindar padişah olan I. Ahmed ve en çok şiddet uygulayan IV.Murad dönemlerinde olmuştur. III. Selim devrinde konulmaya çalışan içki yasağı ise, mali zorluklar nedeni ile yürümemiştir. Çünkü Hazine'nin, içkiden alınan verginin kesilmesine dayanacak gücü kalmamıştı ...
   Kanuni içkiyi yasaklamış ama hükümdarlığının son birkaç yılına kadar şarap içmeyi sürdürmüştü. Onun şu şiirine bir göz atalım :
"Bırak meyhaneler methetsin o lal dudaklarını senin,
 geceler gündüzler boyu inmesin kadehler yere ; bırak içilsin ve meşk edilsin.."
   Avusturyalı büyük tarihçi Hammer'ın ifadesiyle, "hem şarap, hem de sefahat tutkunu ve serbest düşünceli" olan bir kadıyla bir müftünün, kendilerine ait meyhaneleri vardır. Sabahları kadı müftünün, akşamları da müftü kadının meyhanesinde kafa çekmektedir !..
   Ömer Hayyam bir dörtlüğünde şöyle der :
"Yokluk halkasına gir, kral ol
 İçinin yüzünü yıka, kiri pası arıt
 Meyhane sokağında ibadet edene şunu de : 'İlkin kendini bil' ,
 Sonra ne halt edersen et.."


   İstanbul meyhaneleri, kendine özgü ritüeli (töreni), meze furyası ve servis ustalığında uzmanlaşmıştı. İçki taassubunun şiddetle sürdüğü veya gizli içki içilen bir toplumda olacak şeyler değildi bunlar. Meyhanedeki "ateş oğlanları" ya da "çubuk"ların getirip yaktığı tütün çubuğu, mezelerin dizilişi, meyhane ustasının akşamcıların masasına "derdinize yanın" diyerek diktiği mum ile ; eski meyhanelerin kendine özgü bir ritüeli vardı..
   Meyhaneciler, esnaf geleneği içinde faaliyet gösteren, loncaları olan bir gruptu. Meyhaneci olmak için çıraklıktan yetişmek gerekiyordu ve meyhaneler sayılıydı. Yani her meyhane bir "gedik" idi. Bu, hükumet yasağından çok, her esnaf grubu gibi, meyhanecilerin desteklediği bir kuraldı.. Adeta bugünkü taksilerde uygulanan plaka sınırlaması gibi..  Bugünkü gibi kolay meyhane açılıp, beceremeyince de kapatmak olmazdı. Böyle gedikli meyhanelerin ünlüleri ve her ünlü meyhanenin de kıdemli akşamcıları vardı. Akşamcı birkaç akşam uğramasa, usta, nerede diye adam gönderip sordururdu..
   Evliya Çelebi meyhaneciler için, "esnaf-ı melunan-ı menhusan" ( lanetli ve uğursuz esnaf ) deyimini kullanır. Ama yine de haklarında ne denirse densin, yaptıkları işi iyi bilen insanlardı..
   Meyhaneye gidemeyen içkiciler, ayaklı meyhaneden yani kaçak içki satanlardan geçinirlerdi..  Cüppesinin altına doladığı bağırsağın içindeki kötü rakıyı, ağız tarafındaki musluktan maşrapaya doldurarak servis yapan bu ayaklı meyhanelerin müşterisi, sefil süfela takımıydı.. Ama onlar bile yumruk mezesine yani kuru içkiye pek iltifat etmezlerdi.

   Meyhanelerin "miço" denilen genç çırakları, ellerinde kovalarla, merdiven dayalı büyük fıçılardan doldurdukları içkileri kadehlere dağıtırlardı. Kapanma vakti geldiğinde de ellerindeki çıngırakları çalarak müdavimleri uyarırlardı..
   "Saki" , Arapça "sulama" anlamına gelen "saky" kelimesinden gelmekte. Meyhanecilerin içki içenlere hizmet edecek gençleri 18-25 yaşları arasında ve güzel olanlar arasından seçtiği belirtiliyor. Bunlar genellikle Rum, Ermeni ve Kıpti asıllılar olmuştur. En makbulleri ise Sakızlı Rumlar olarak kabul edilmiştir..
   Saki ; güzel yüzlü, iyi huylu, ince ve boyu posu yerinde olmalıdır. Yüzünde hiçbir çıban, yara bere ve et beni bulunmamalı ; dişleri beyaz ve sağlam, dudakları kırmızı, ağzı ancak "çorba kaşığı girebilecek" kadar küçük  olmalıdır. Daha bitmedi !.. Kirpikleri uzun ve kıvrık, parmakları da ince uzun olmalıdır !.. Anlaşılacağı gibi, o dönemlerde saki, meyhanede yalnızca içki sunmakla kalmayıp, bazı müdavimlerin cinsel açlığını da gidermiştir. Bu hizmeti bazen "ateş oğlanları" da yerine getirmekteydi.. Meyhane müdavimine içki sunduktan sonra bir de öpücük vermeleri adettendi !..
   İstanbul'un zabıta görevlileri eskiden meyhaneye "miğde" derlerdi ve defterlere ; sayıları, içindeki çalışanlarının adlarıyla kaydederlerdi.. 18. yüzyıl ortalarında, İstanbul'da on dokuz "koltuk", yani meyhanenin bulunduğu kaydedilmiş bir belgede.. Gerçek sayı bunun çok daha fazlasıydı mutlaka..
 
   Ramazan ayında bir ay kapatılan İstanbul meyhanelerinin ünü ve zarafeti, Beyoğlu'ndakilerden aşağı kalmazdı.
   Ramazan bittiğinde, arife günü, meyhaneci gedikli müşterilerine özel bir "davetiye" gönderirdi. Midye ya da uskumru dolmalarından oluşan bu davetiyeye "unutma bizi dolması" deniyordu...
   İstanbullular alkolik değildi, ama töreniyle, mezesiyle, özgün sohbetleriyle içkiyi ve meyhane hayatını severdi. Meyhanenin rehaveti içinde çözülen diller, her türlü politik eleştiriyi de birlikte getirirdi. Böylesine "devlet sohbetleri"nden hoşlanmayan padişahlar, görünüşte Müslümanlık gayreti içinde, kahvehane ve meyhane kapattırırlardı..
   Eski meyhanelerin civarında hamallar bulunurmuş ; kendinden geçen ayyaşları küfeyle taşımak için.. Ama "küfelik olmak" kural değildi. Böyle biri konu komşudan önce meyhanedeki kadeh arkadaşlarına rezil olurdu..
   İstanbul meyhanecilerinin zor günleri, haksız rekabete uğradıkları zamanlar oldu.. 1850 yılı Ocak ayında, meyhaneciler sadrazama başvurdular. Ağır vergiler veriyorlardı, bu verginin takside bağlanmasını ve bir bölümünün de affını istiyorlardı. Asıl önemlisi ; şehrin dört bir tarafını "punçci" denen ve bazılarını yabancı uyrukluların işlettiği dükkanlar sarmıştı. Punçci ; bilinen İngiliz punch'ını, yani çay ve sıcak şerbeti rom ile karıştırarak satan dükkandı. Aynı işi çok sayıdaki şekerlemeci de yapıyordu.  Bir ara, sayıları bini aşmış bu dükkanların !..
   Sıra geldi içki meclisinin olmazsa olmazı sohbete..
   "Nedim" ; şarap içmeye eşlik eden, içki sofrasında yarenlik eden kişi demektir ve içki meclisinin vazgeçilmez unsurlarındandır.. Sofralarda her zaman bulunan, tatlı tatlı konuşan, meclistekileri konuşmasıyla biraz güldüren, biraz eğlendiren bu tiplere bugün de rastlamak mümkün..
   Nedimde bulunması gereken özellikler şunlardır : "Öncelikle edep sahibi ve her yönüyle olgun bir kişi olmalıdır. Güleryüzlü, şen şakrak, bilgili ve anlayışlı olmalı, güzel konuşmalıdır.. Temiz yürekli, ayağı uğurlu, temiz ve güzel huylu olmalıdır.. Sır saklamalı, namuslu, güvenilir, ve vefalı olmalıdır.. Latifeler yapmalı, şiirler söylemeli, nükteli ve zarif olmalıdır.. Bilgisiyle meclisi süslemeli, güzel ve açık konuşmalı, sözünde durmalı, zeki ve kavrayışlı olmalıdır.." 
   Bir "Sakiname", böyle olmasını istiyor nedimin !.. 


( Vefa Zat : "Adabıyla Rakı ve Çilingir Sofrası ; İlber Ortaylı : "İstanbul'dan Sayfalar" ; Philip Mansel : "Konstantiniyye" adlı kitaplardan faydalandım...) 



202 ) GÖNÜL İÇKİ İSTER, TARİH BAHANE !.. ( 1. )

  
   Bizim toplumumuz, ezelden beri içkiyi sevmiş ve de bunu pek gizlememiştir. Domuz haram, salyangoz Müslüman mahallesine girmeyecek bir nesne sayılmış ; ama domuz kadar haram ( ! ) olan içkinin keyfinden vazgeçilmemiş.. Alkol yasağı İstanbul'da en az uyulan Müslüman geleneği olmuş yüzyıllar boyu..
   Yahudiler şarabı genellikle Almanya ve İspanya'dan ithal ediyorlardı ama en çok rağbet görenler, Girit ya da Sisam gibi Ege adalarında üretilen ve klasik çağlardan beri beğenilen tatlı şaraplardı. Ayrıca Boğaz kıyılarında, hatta Müslüman vakıflarına ait alanlarda bile, üzüm yetiştirilir ve şarap üretilirdi.
   Haliç kıyılarında, kötü nam salmış meyhanelerin görünmeye başlaması, II. Bayezid (1481-1512) dönemine kadar uzanır.
   Şarap zevki ülkede iyice yaygınlaşınca, Kanuni Süleyman 1555 yılında içkiyi Müslümanlara yasaklamış, hatta İstanbul'a şarap yüküyle gelen gemileri yaktırmıştı..
   İçki yasağı şiddetle uygulanmasına rağmen, Osmanlı ordularının giriştiği savaşlarda bir zafer kazanıldığı gün "Zafer günü" olarak ilan edilir, kutlamalar üç gün üç gece devam eder ve bütün esnaf, tüccar dükkanlarını üç gün boyunca gece gündüz açık tutardı. Şenlikler düzenlenerek kutlanan zafer günlerinde içki yasağı da kaldırılır serbestçe içebilen Osmanlı Türkleri de ölçüyü kaçırıp sarhoş olurlardı..

  
   O dönemlerde bira üretiminin yapıldığı, Arap Şerbeti (Müselles) , Rus ve Polonya votkası, bal şarabının da adı en çok içilenler arasında olduğu tarihçiler tarafından belirtilmektedir.
   Arap Şerbeti de denilen Müselles ; üzüm şırasının üçte biri kalacak şekilde kaynatılmasıyla elde edilirdi. Arapça bir sözcük olan müsellesin anlamı da zaten "üçe katlanmış, üçle çarpılmış" idi.. 1554-1564 yılları arasında İstanbul'da görevli olan Alman elçisi Busbecq, bu içkinin nasıl yapıldığını anlatır : "Anlatmadan geçemeyeceğim bir içki vardır. Üzümleri alırlar, iyice ezerler ve tahtadan bir kaba koyarlar. Üzerine sıcak su dökerek iyice karıştırırlar. Sonra bu kabın üzerini iyice örter ve iki gün mayalanması için bırakırlar. Eğer mayalanma olayı uzun sürerse biraz şarap ilave ederler. Böylece üç dört gün içinde, bilhassa bol karla soğutulursa, pek lezzetli bir içki olur.."
   Müselles, yapıldıktan sonra üç veya dört gün sonra Müslümanlarca içilmezdi, çünkü yukarıda anlatıldığı gibi, bekletildiğinde dinen yasak olan şarap kadar etkili ve alkollü olurdu..
   İçki yasağı döneminde bir Bektaşi Tekkesinin mahzenini basan IV. Murad, bahsi geçen müsellesi bulduğunda, şırayı neden küplerde sakladıklarını sorar.. Baba Erenlerin yanıtı kısa olur : "Padişahım, biz üzümün suyunu sıkar, sirke olsun diye küplerde saklarız ; ama artık sirke mi olur, şarap mı, orası Allah'ın bileceği iş.."
   Bir de şarabı imbikten geçirerek ürettikleri, tadı konyağa benzeyen bir içki daha vardır. İçimi ağzı yakacak derecede sert olan rakının ilklerinden olan "şarap rakısı".. Bu içki, anasonsuz olup "Arak" diye adlandırılır.. İstanbul'a gelen İspanyol bir yazar, anılarında şöyle yazar : "Türklerle Rumların eğlence sofralarında, yemekten önce iki üç kadeh içme adetleri vardır. Bizdeki beyaz şarap gibi, onlarda da rakı var.."
   1552-1562 yılları arasında İstanbul'da bulunan içki çeşitleri şunlardır : Gelibolu, Trabzon, Marmara, Sakız, Midilli, Girit, Eğriboz, Maldavizya şarapları, Misket şarabı, bal şarabı, Müselles ya da Arap Şerbeti, arpa suyu (bira), konyak, votka ve arak yani rakı.. Bir de Hasköy Yahudilerince hazırlanan, cine benzer, "patates ispirtosu" da meyhanelerde şarap ve midye tava eşliğinde içilirdi.


  

   Evliya Çelebi, birçok içicinin içkiye "aslan sütü" dediğini ve 17. yüzyılda İstanbul'da yaklaşık bin dört yüz meyhane olduğunu yazar. Çelebi'ye göre, rakı üreticilerine "Arakçıyan esnafı" denirmiş. "Arak", Arapça "terleten" anlamındaki "araki" sözcüğünden türemiştir. Büyük olasılıkla "rakı" da "arak" sözcüğünden...
   Rakı, 17. yüzyılda, içki yasağı döneminde, renginin sudan farksız olması nedeniyle, girmiş Osmanlı piyasasına
ama çok yaygınlaşması 19. yüzyıl başlarını bulmuş..
   Rakı ilk olarak "Rakia" adıyla Osmanlı topraklarında üretilir. Yunan  rakısı uzo ( Ouso) ise ; Sakız Adası Rumlarının, ürettikleri rakıya "Use Of Sultan Only" adını vermesiyle bu adı almıştır..
   Sevgili Atatürk, yakın arkadaşlarıının anılarında belirttiği üzere, "Paşa Gıdası" dermiş rakıya...

    ( BİRİNCİ  BÖLÜMÜN  SONU ) 


    

201 ) GAZİ'NİN "DOKTOR"U ...



   Bu yazıda Cumhuriyet Türkiye'sinin en idealist aydınlarından birisini tanıtmak istiyorum.. Reşit Galip Bey..
   1897 yılında Rodos'ta doğan Reşit Galip, ortaokulu bitirince kardeşi Hüseyin Ragıp (Baydur) ile birlikte, bir sandalla Marmaris'e gelir. Liseyi İzmir'de okurlar. Kardeşi diplomatlığı seçip büyükelçilik yapmıştır. Reşit Galip ise İstanbul Tıp'a girer.. Öğrenciliği sırasında gönüllü olarak Kurtuluş Savaşı'na katılır.. Kafkas cephesi dönüşünde devam eder ve tamamlar öğrenimini. Mezun olduğu fakültede asistanlık yapmaya başlar..
   1923 Mart ayında, hekimlik yaptığı Mersin'de, Mustafa Kemal'in huzurunda ve gözlerinin içine yaptığı bir konuşmada şunları söyler : "Muhterem Gazi, sen yalnızca bu milletin bir kahramanı değilsin, sen bunlardan çok daha büyüksün. Sen, bu milletin bir ferdisin. Senin birinci büyüklüğün, bu milletin bir ferdi olmakla yetinip övünmüş olmandır"..
   Bu konuşma ile göze girer ve 1925 yılı Ocak ayında milletvekili olarak Meclis'e girer..
   1931 yılı sonbaharında, pek çok kişinin tanık olup da anılarında bahsettiği bir olay yaşanır Atatürk'ün sofrasında..

   O geceki tartışma, dönemin Milli Eğitim Bakanı ve aynı zamanda Atatürk'ün Harbiye'den tabya öğretmeni olan Esat Mehmet'in bir yakınmasıyla başlar.. Kızların kısa etek, kısa çorap ve kısa kollu gömlek giymelerini istememektedir. Bir genelge yayınlayarak daha kapalı giyinmelerini isteyeceğini söyler..
   Reşit Galip ise ona yanıldığını, düşündüğünün gericilik demek olduğunu, kadınların artık eskisi gibi yaşayamayacağını, devrimlerin en önemlisinin kadınlara verilen haklar olduğunu söyler. Tersine davranışların ülkeyi Batılılaşmaktan uzaklaştıracağını da ilave eder..
   Sofradaki hava gerilince, Gazi, bakanını zor durumda bırakan bu çıkıştan hoşlanmayarak konuyu uzatmamalarını, çorabın boyunun çok önemli olmadığını ve sonra da tartışılabileceği uyarısında bulunur..
   Aslında bu karşı çıkışın başka nedenleri de vardır.. Reşit Galip, Halkevi'nde sanatı yaygınlaştırmak için yaptığı tiyatro çalışmalarında sahneye çıkacak kadın oyuncu bulamamaktadır. Gönüllü olan kadın öğretmenler için de Milli Eğitim Bakanlığı'ndan ( Maarif Nezareti ) izin alamamıştır. Bu yüzden, hızını alamayarak, "Bu kokuşmuş kafayla devlet yürümez" deyince Atatürk'ün kaşları çatılır ve onu ölçülü olmaya davet eder.. Ama Reşit Galip devam eder : "Devrimci, devrimcidir. İnsanlar bir yaştan sonra tutucu olurlar. Meclis'te bunca genç, idealist, bakanlık yapacak yetenekte insan varken, böyle yaşlı kimseleri (Esat Bey 57 yaşındadır) Milli Eğitim Bakanı yapmak hatadır" der..
   Atatürk yeniden uyarır onu : "Esat Bey yeteneklidir, davamıza inanmıştır ve benim de hocamdır. Beni okutmuş olması sence bir değer taşımıyor mu ?" .. Reşit Galip'in yanıtı yine sert olur : "Kusura bakma Paşam, taşımıyor !.. Okuttuklarının içinde sizin gibi devrimci çıkmış ama, kim bilir nice tutucu da çıkmıştır." der..
   Konuşmasını sürdürünce Atatürk sakin bir tavırla, "Yoruldunuz, buyurun biraz dinlenin" diyerek onu kibarca sofradan kovar.. Ama genç devrimcinin yılmaya niyeti yoktur : "Burası sizin değil, milletin sofrasıdır. Milletin işlerini görüşüyoruz, burada oturmak sizin kadar benim de hakkımdır" der.
   Atatürk, kendi fikirleriyle kendisini vuran bu genç adama şöyle bir bakar, sonra yanındakilere dönerek, "Öyleyse biz kalkalım  " der !.. Sofradaki herkes bir anda ayaklanır ; Reşit Galip sofrada yapayalnız kalmıştır..
   Bütün geceyi Dolmabahçe Sarayı'nın, Boğaz'a bakan bir penceresinin önündeki  koltukta geçirir idealist genç..
   Atatürk, uyandığında Genel Sekreter'ine onu sorar.. "Sabaha kadar bekledi, mahcubiyetini size iletmemi istedi. Ankara'ya gidecek kadar borç para istedi, 25 lira verdik" yanıtını alır..
   Atatürk, "Ankara'ya gidecek adama 25 lira mı verilir, bari benim hesabından birkaç yüz lira verseydiniz" der. Sonra da, "Cebinde beş parası yok ama karakterinden hiç taviz vermiyor. Parası yok ama cesareti var" der...



   Tam bir yıl sonra, 1932 sonbaharında Atatürk, onun Ankara Radyosu'ndaki bir konuşmasını dinler, "Devrimleri her yerde, herkese karşı savunacağız. Gerekirse babamıza ve çocuklarımıza karşı bile !.." demektedir.
   Atatürk birkaç gün sonra kendisini yeniden sofraya davet eder ve hemen yanındaki sandalyeye oturtur. Onun yanına da hocası Esat Mehmet'i oturtur. O gece, yeni Milli Eğitim Bakanı'nın 39 yaşındaki Reşit Galip olduğunu açıklar...
   19 Eylül 1932 ile 13 Ağustos 1933 tarihleri arasında bakanlık yapar Reşit Galip.. Bu süre içinde Darülfünun'da üniversite reformunu başlatır.. Eşi Zübeyde Hanım'ın deyişiyle, "deli gibi çalışıyor" ama ayarsız dili yüzünden, her gün işine giderken cebinde istifa mektubunu da taşımaktadır..
   O, Gazi'ye "Paşam" ; Gazi de ona "Doktor" diye hitap eder.. Sevmektedir, bu sözünü sakınmayan genci..
   Bir gece sofradan ayrılırken, Atatürk "Seni eve ben bırakacağım" der. Eve geldiklerinde, o da saygısından "Ben de sizi uğurlayacağım Paşam" diyerek, arabası olmadığından, yürüyerek uğurlar Ata'yı..
   Zatürreyi de o gece kapar...
   1933 yazında, bir deniz kazasında kızını kurtarayım derken akciğerlerini hepten üşütür. Dinlenmesi tavsiye edilince de Ekim ayında görevinden ayrılır ve ölünceye kadar, yedi ay boyunca, Keçiören'deki bağ evinin kütüphanesine taşıttığı demir karyolasında kitap okur..
   5 Mart 1934 tarihinde gözlerini yumduğunda 41 yaşındadır ve cebinden sadece 5 lira çıkmıştır !..
   Hani öğrenciler her sabah güne bir ant ile başlarlardı : "Türk'üm, doğruyum, çalışkanım.." diye.. İşte bu andı, 23 Nisan 1933'de, Reşit Galip Bey yazmıştır !...



   (  Yener Oruç'un "Atatürk'ün Fikir Fedaisi : Dr. Reşit Galip" ,  Kazım Özalp'ın "Atatürk'ten Anılar" ve Falih Rıfkı Atay'ın "Çankaya" adlı kitaplarından yararlanılmıştır..)

200 ) İZMİR'DE YAŞANMIŞ FELAKETLER.. ( 2 )

 
   İzmir binaları deprem korkusundan genellikle ahşap yapıldığından şehirde sık sık yangın çıkardı. Çoğu kaza sonucu, bazıları da kargaşalıklarda çıkar veya kasten çıkarılırdı. 1742'deki yangında İzmir'in neredeyse yarısı yok olmuştu. 1763'de çıkan yangın ise bütün Frenk mahallesini yaktı..
   14 Mart 1797'de İzmir'de Kefalonyalılar ile Hırvatlar arasında çıkan bir kavga sonunda şehir çok zarar görmüş ve çıkan yangında şehrin büyük kısmı yanmıştı. 3 Haziran 1834 tarihinde öğle sıralarında başlayan yangın yine bütün Frenk mahallesini yakmıştı..
   30 Temmuz 1841 gecesi başlayan yangın daha çok Türk mahallelerini yakmıştı. 17 saat süren yangın sırasında on bin kadar ev ve dükkan yok olmuştu. Yangından birkaç gün sonra İzmir'e gelen Blanqui, "İzmir birkaç gün önce evlerinin üçte ikisini yok eden korkunç bir yangınla tahrip olmuştu. Bizim girdiğimiz ilk mahalleler bir kül yığınından ibaretti" diye yazıyor.
   3 Temmuz 1845'de ise Frenk mahallesi kısmen, Ermeni mahallesi tamamen yanmıştı. İmamoğlu Hanı'ndan çıktığı anlaşılan bu yangında 6.000 kadar ev ve dükkanın yandığı tahmin ediliyor.
   19. yüzyılın ortalarından itibaren sigorta şirketlerince kurulmaya başlanan özel yangın söndürme ekiplerine daha sonra belediyenin itfaiye teşkilatı da katılmış, böylece İzmir'de yangınlara karşı etkili bir mücadele başlamıştı.
   İzmir'e en fazla hasar veren ve şehrin büyük bölümünü yakan yangın, muhakkak ki, İzmir'in kurtuluşundan hemen sonra 13 Eylül 1922'de başlayan İzmir yangınıdır.
   Son yıllarda ele geçen belgeler, İzmir yangınının Ermeniler tarafından çıkartıldığını şüpheye imkan bırakmayacak şekilde göstermektedir. Bu belgelerden birincisi İzmir'de sigorta şirketlerinin kurduğu itfaiye teşkilatının müdürü olan Avusturyalı Paul Greskovich'in yangın hakkında hazırladığı ve resmi makamlara verdiği rapordur. Greskovich Avusturyalı bir makine mühendisi olup, on iki yıl İzmir itfaiye teşkilatının müdürlüğünü yapmıştır. Raporunda özetle şunları anlatmaktadır : "8 Eylül günü saat 6 sıralarında iki Yunan askerinin Hacı İrfan Mahallesi'nde, Çavuş Sokağı'nda İngiliz tebaasından Mr. Fulboc'un evinin penceresinden içeri yanan bir kutu kibrit attıklarını gördüm. Askerlere bir şey söyleyemedim, ama kibritlerin yanması bitinceye kadar orada bekledim ; kibritler bir yangına sebep olmamışlardı.
   9 Eylül günü saat 2'den sonra Türk ordusunun süvarileri İzmir'e girdiler, herhangi bir olay yoktu. 10 Eylül günü İngiliz gemisinden bir çavuşla sekiz er yangın kulesine kadar geldiler ve gemileriyle flama aracılığıyla haberleşmeyi sürdürdüler. Bu erlerin başındaki çavuşun gemi kumandanıyla olan konuşmasından anladığıma göre, bu akşam karantinadaki Türk hastanesini yakacaklar ve Buca'daki İngilizlerin ayrı bir trenle toplanıp gemiye gelmesini istiyorlar. Bu konuşmalardan İzmir'de bir olay çıkacağını anladım ve daha dikkatli olmaya gayret ettim. 11 Eylül akşamı itfaiye erleri yangın kulesinde nöbet beklerken Ermeni kilisesinde ve diğer binaların çatılarında Ermenilerin faaliyetlerini dürbünle görmüşler, bana bildirdiler. 10 Eylül- 12 Eylül arası Ermeni mahallesindeki yangınların adedi itfaiyenin otuz senede görmediği kadar çoktu. 12 Eylül gecesi Ermeni mahallesinde çıkan bir yeni yangına giderken on beş kadar Rum'un acı acı bağırarak kaçtıklarını gördüm. 'ne bağırıyorsunuz ?' diye sordum. Bir yaşlı kadın, ' Biz Seyis Hanı içinde oturuyoruz, Ermeniler bizi yaktılar' diyerek hanın bitişiğindeki bir Ermeni'ye ait evden duvarda açtıkları delikten hana yanan yağlı paçavralar attıklarını ve evi de gaz dökerek yaktıklarını anlattı. Bu grubu sabaha kadar bir çıkmaz sokakta korudum ve sabahleyin devriyeye teslim ettim.. 13 Eylül sabahı 10:30'da Ermeni mahallesinde yeni yangınlar çıktığını bildirdiler. İtfaiye teşkilatıyla buraya giderken Ermeni kilisesine elli metre kala yanan bir Ermeni evinin birinci katında şiddetli patlamalar oluyordu. Biraz geri çekilip burayı söndürmeye çalışırken Ermeni kilisesinin yandığını bildirdiler. Kiliseye gittik, ana binada bir şey yoktu yalnız, bahçede bir kulübede yağlı ve gaz dökülmüş eşyalar yere yığılmıştı, üzerlerine iki yüz tüfek ve çok miktarda cephane konmuştu. Ateş de bunların arasından çıkıyordu. Kısa zamanda cephaneler patlamaya başladı, uzaktan söndürmeye çalıştık. Her yerden Ermeni mahallesindeki çeşitli yangınları haber veriyorlardı, birini söndüremeden bir diğerinin haberi geliyordu. Bu arada 25-30 yerden birden ateş çıktığını gördüm, biz ateşi söndürmeye çalışırken bir kısım Ermeniler bize engel olmaya çalışıyor, bana kurşun sıkıyorlardı. Bu durumda mecburen daha gerilere çekildik. Bir taraftan da yanan binalardan durmadan patlama sesleri geliyordu. Bu binaları suyla söndüremeyeceğimizi anlayınca derhal mevki kumandanı Kazım Paşa'ya gittim ve durumu anlattım. Yangının önüne geçilebilmesi için bir kısım binaların patlayıcı maddelerle yıkılmasını ve yanan binalarla diğerleri arasında bir boşluk yaratılmasını ve Ermeni mahallesinin abluka içine alınmasını istedim. Kumandan, bir çavuşla otuz er verdi. Kamyonla yangın yerine gittik ve daha geride henüz yanmayan binaların yıkılmasına çalıştık, fakat duvarların zayıf olması yüzünden dinamitler yalnızca delik açıyor ve binayı yıkmıyordu.  Yangınlar yüzünden tulumbalar kullanılmaz hale gelmişti ve hortumların çoğu patlamış veya patlatılmıştı. Mecburen daha gerilere kaçtık.
   Bu yangınların kasten çıkarıldığı düşüncesindeydim ve 11 Eylül'de İtfaiye Komisyon Meclisi Reisi Mösyö Bon'a durumu anlatmıştım. İngiliz çavuşunun konuşmalarını ve gerçek bir tertiple ve kasıtlı olarak bütün İzmir'i kül haline getirmeye karar verdiklerini anlatmıştım. Mösyö Bon itfaiye meclisini topladı, ben meclis huzurunda da olayları ve işittiklerimi anlattım. Bunun üzerine ek önlemler almış ve malzeme tedarikine girişmiştik. Bu yangın sırasında itfaiye tüm mevcuduyla ve bütün gayretiyle çalıştı. Ben dahil birçok kişi kurşunlara bile hedef olduk. Atılan mermiler bana değil yangın tulumbalarına isabet edip bunları delik deşik etti."
    

   Yukarıda görüldüğü gibi İtfaiye Müdürü Paul Greskovich İzmir yangınının Ermeniler tarafından çıkarıldığını açıklamakta ve iddia etmektedir.
   İzmir yangını hakkında Amerika'nın "Ortadoğu Yardım Komitesi Temsilcisi" Mark Prentiss'in de bir yazısı vardır. Bu belgenin bir fotokopisini Washington'daki Amiral Bristol Kütüphanesi'nden temin eden Melih Gürsoy, bunu da bizlerle paylaşıyor..
   Yangın sırasında A.B.D. temsilcisi olarak İzmir'de bulunan Prentiss, 1923 yılında yüz kadar Amerikan gazete ve dergisinde yayımlanan raporunda, "Amerika'da hemen herkeste İzmir yangınının Türkler tarafından çıkarıldığına dair bir inanç var, fakat bu inanış tamamen yanlıştır," diye başlıyor ve neden yanlış olduğunu yedi sayfalık yazısında bütün ayrıntılarıyla açıklıyor. Yangın sırasında kendisinin de 8 Eylül'den itibaren İzmir'de bulunduğunu açıklayan Prentiss, kendi görüşlerini ve kendi buluşlarını itfaiye müdürü Grescovich'in anlattıkları ve gördükleriyle birleştiriyor ve kendisinin de yangının Ermeniler tarafından çıkarıldığı inancında olduğunu açıkça belirtiyor..
   İzmir'de yangın sonucu 2.600.000 metrekarelik binalarla dolu alan ve burada bulunan 25.000 bina tamamen yanmıştı. Yangından kurtulan Türk mahalleleri hariç tutulursa şehrin dörtte üçü yok olmuştu. Yanan birçok okul ve kilise arasında Rumların 30.000 kitaplık bir kütüphaneye sahip olan "Ecole Evangelique" leri de vardı. 1743 yılında kurulan bu okulda çok değerli 200 kadar el yazması da bulunuyordu..
  Fuar, kurulduğu sıralar, çevresi bütün yanıkmış.Metrekaresi 50 kuruş ile 2-3 lira arasında fiyatlarla satılmış !..
O zamanlar yok pahasına satılan bu arazileri kapayanlar, sonradan milyonlar vurmuşlar.. Evler, apartmanlar yapılmaya başlanınca metrekaresini 500 liraya dek satmışlar...
 

199 ) İZMİR' DE YAŞANMIŞ FELAKETLER... ( 1 )

 
   Jeolojik olarak deprem kuşağı içinde bulunan İzmir şehri tarihinin ilk yıllarından beri bu felaketlerden kurtulamamıştır. M.S. 178 yılındaki deprem, bu yıldan önce Antik çağda yapılmış eserlerin hemen hemen hepsini yok etmiştir. İzmir'de bulunan Antik çağdan kalma eserlerin pek çoğu 178 yılından sonra yapılanlardır.. Bundan başka 1025 yılında, Temmuz 1688'de, Ekim 1723'de, 1739'da ve 1846 yılında meydana meydana gelen depremler İzmir'e çok büyük zarar vermişlerdi.
   Pococke'ye göre İzmir'de çok şiddetli bir deprem de 1739 yılının Nisan ayında olmuştu. Ayrıca, 1778 yılının 3 ve 5 Temmuz günleri meydana gelen depremin hasarı özellikle depremden sonra çıkan yangın nedeniyle çok fazla olmuştu..
   Daha yakın tarihlerde, 1883 ve 1928'de meydana gelen depremler şehirde bilhassa dolgu toprak üzerinde yapılan binaların çoğunu yıkmış, büyük hasar yapmıştır..
   Bütün tarihçilerin birleştikleri nokta, 10 Temmuz 1688'de İzmir'de meydana gelen depremin o güne kadar olan depremler arasında en şiddetlisi, en etkilisi olduğudur. Deprem öğleden biraz önce başlamıştı ve merkezi Sancak Kale yakınlarıydı. Deprem sonucunda bu kale tamamen toprağa gömüldü ve topları görünmez oldu. Bütün İzmir'deki binaların dörtte üçü yıkılmıştı. Eski gümrük binasının duvarları yıkılmış, çatısı çökmüştü. Fransız Konsolosluğu'nun hazırladığı bir rapora göre en az 18-19.000 kişi ölmüştü.. Depremin cumartesi öğle saatlerine rastlaması Avrupalıları kurtarmış, ölenlerin çoğu Türklerden olmuştu. Cumartesi günü çalışmayan gayrimüslimlerin bu güzel yaz gününde şehre yakın açıklıklara pikniğe gitmiş olmaları depremden çok az can kaybıyla çıkmalarının başlıca nedeniydi. İzmir içinde kalsalardı muhakkak ki çok fazla can kaybına uğrayacaklardı, çünkü Frank mahallesi en çok zarar gören bölgeler arasındaydı. Depremden sonra meydana gelen yangın, şiddetli rüzgarın etkisiyle evden eve atlamış ve Frank mahallesindeki bütün evleri tamamen yakmıştı. Ermeni mahallesi de çok harap olmuştu. Yangın kendi kendine sönünceye kadar şehrin yarısını yakmıştı. İki taş binanın arasında olan ve deniz üzerinde yapılmış yeni gümrük binası yangından kurtulan binalar arasındaydı. Yangın taş binalara ve denize ulaştığında kendiliğinden sönmüştü..
   Avrupalı tüccarlara ait antrepoların çoğu ve kervansarayların hemen hepsi yıkılmış sonra da yanmıştı. Köprülü Han, çatısı kurşun kaplanarak taştan yapılmış olmasına rağmen, iç kısmı tamamen yanmıştı. Tahta pencerelerden birini tutuşturan yangın içerideki möblelere sıçramış ve bütün hanın iç kısmının tamamen yanmasına neden olmuştu. İçinde 5.600 kişi bulunan diğer üç büyük han depremde yıkılmış ve içindekilerin hepsi yaşamlarını yitirmişti. Üç Katolik kilisesi depremde yıkılmış ve yanmıştı. İki papaz yıkıntılar arasında kalmış ve yangın başlayınca da diri diri yanmışlardı. Türk halkından pek çoğu da aynı şekilde yıkıntılar arasında sıkışıp kalmış ve yangında kurtarılamamıştı. Yunanlıların St.George Kilisesi ve bu kilise papazının oturduğu ev de tamamen yanmıştı. Ermeni kilisesi depremde yıkılmış ve sonra da yanmıştı. 17 camiden sadece 3 adeti ayakta kalabilmişti ve küçük mescitlerin pek çoğu da yıkılmış ve yanmıştı.
   Deprem sırasında pek çok yol ve toprak çatlamış, bu çatlaklardan sıcak siyah su fışkırmıştı. Denizde de çatlaklar olduğu ve sıcak su fışkırdığı tahmin ediliyordu ; çünkü depremden sonra pek çok ölü balık karaya vurmuştu..
   Avrupalı ve Türk tüccarlara ait malların çoğu, eşyalar deprem sırasında harap olmuş veya yanmıştı. Yanan binalar arasında küçük altın veya gümüş parçaları bulmak olağan şeylerdendi. Eldeki belgelere göre İngiliz ve Hollanda toplumu bir milyon dolardan fazla kayba uğramıştı. Bütün ticari yazışmalar, muhasebe kayıtları, kredi hesapları yanmıştı. İngiliz, Fransız ve Hollanda konsolosluklarının arşivleri yangında yok olmuştu. Yalnızca İngilizlerin kaybı üç yüz bin doları geçiyordu.
   Depremden iki büyük kale, Kadifekale ve Liman Kalesi çok az hasarla kurtulmuştu.. Depremin birinci günü olan 10 Temmuz'dan 31 Temmuz'a kadar küçük sarsıntılar bitmek bilmedi. Bu arada halkın acısı da günden güne artıyordu, çünkü en küçük bir yardım gelmediği gibi soygunların önüne geçen de yoktu. Ölümden kurtulan şehir halkı civardaki bahçelerde hayatlarını sürdürüyorlardı. Yabancıların çoğu limandaki gemilere sığındılar. Tesadüfen limanda bulunan beş Fransız gemisi yabancılardan yaklaşık bin kişiye sığınma olanağı sağlamıştı. Konsolosluk mensupları, Avrupalı tüccarlar ve bunların aileleri dört gün kadar gemilerde barındırıldılar.
   Deprem haberi İstanbul'a kısa zamanda ulaşmıştı. İlk olarak Fransız Elçisi Pierre Gerardin İzmir'deki Fransız Konsolosu'nun ölüm haberini aldı. Konsolosluk görevlerini yürütebilmek için sefaret mensuplarından Joseph Blondel'i 22 Temmuz 1688'de görevlendirdi. Blondel İzmir'e 29 Temmuz'da gelebilmişti ; ilk iş olarak şehirde bulunan Fransız tüccarlarla bir toplantı yaptı. Toplantıda durumun Fransa'ya bildirilmesine ve İzmir'de ticaretin devamı için yeni yollar aranmasına karar verildi.
   Sultan II. Süleyman İzmir'e derhal Dergahı Ali Kapıcıbaşısı Ahmed Efendi'yi göndererek şehrin güvenliğini sağlamaya çalıştı. Ahmed Efendi'ye Frenklerin çalınan paralarının ve eşyalarının bulunarak kendilerine iade edilmesi emri verilmişti.
   İzmir'in yeniden inşası problem yarattı. Yatırım imkanı olan İzmir'in yerlileri ya depremde ölmüşlerdi ya da bütün varlıklarını kaybetmişlerdi. Şehrin ticari hayatı tamamen durmuştu. İhraç edilebilecek mallardan ancak küçük bir miktar kurtarılabilmişti. Devam eden artçı sarsıntılar geçtikten ve depolar yeniden temizlendikten sonra görüldü ki depolarda bulunan sadece 200 balya ipek, bir miktar pamuk ve pamuk ipliği, ve az bir miktar yün ihraca hazır hale gelebilirdi. Daha az etkilenen civar köylerden ihracat için 100.000 kental meşe palamudu, 700 kental kadar yün, az miktarda pamuklu kumaş bulma olanağı olmuştu. Bunların ihracıyla işe başlandı.  Şehrin civarında yetişen haşhaş ve köylerde hazır olan ham yünün piyasaya sürülmesiyle ekonomik durum yavaş yavaş normale dönmeye başladı. İran'dan kervanların yeniden getirdiği ipeğin de ihraç mallarına eklenmesiyle piyasada bu mala karşılık olan talep bir ölçüde karşılanmış oldu..
   Bu arada acil konu depoların, antrepoların bir an evvel yapılabilmesiydi. Hanların, Bedestenin yeniden inşası gerekiyordu. Bu konuda İzmir'de bulunan Avrupalı tüccarlar büyük problemlerle karşılaşmışlardı. Ticari imkanları olan, mevcut tesisleri bulunan bir şehir aramaya başladılar. Seçenekler arasında olan Sakız, Foça ve Manisa, çeşitli nedenlerle tercih edilmedi. Aynı zamanda İngiliz Levant Co. kendisine üye olan İzmir'deki tüccarların İzmir'in dışında bir yerde çalışmalarına izin vermiyordu. 1683'de çıkardığı bir tamimle İstanbul, İzmir ve Halep şehirleri dışında iş gören İngiliz tüccarlarının şirket koruması altında bulunmayacaklarını ve kendi riskleri altında iş görebileceklerini bildirmişti. Bütün bu sorunları tartışan Avrupalı tüccarlar, İzmir'i kendi işleri için yeniden inşa etmek üzere harekete geçtiler..
   İngiliz tüccarların kendi binalarını yapma izinleri yoktu. Osmanlı hükumetinin de parası yoktu !.. İzmir'deki yerli işadamları da depremden çok büyük zarar görmüşlerdi. Bu durumda Avrupalı tüccarlar Köprülü Ahmed Paşa'nın varisleriyle görüştüler. Varisler, topluca bir avans verilmesi, kiraların yükseltilmesi ve inşaat için geçecek zaman içinde beklenmesi şartıyla Bedesteni, hanları ve gümrük binasını onarmayı kabul ettiler. Hollandalılar da Kara Mustafa Paşa'ya ait kervansarayın yeniden onarılması masrafını vermeyi önermişlerdi.
   Böylece 1691 yılından itibaren ticari işlemler tekrar başlamıştı. 1692 yılında Fransız Konsolosluğu'nda konuk olarak kalan Fransız gezgini Du Mont'un yazılarında, 1692 yılında Sancak Kalesi'nin faal olduğu ve ticaret olanaklarının sağlandığını, gerekli binaların inşa edilmiş olduğunu bildirmesi bu konuda iyi bir kanıt sayılmaktadır.  1699 yılında İzmir'e gelen gezgin Motraye, İzmir şehrinin bütün Türkiye'nin en zengin bir mağazası, alışveriş merkezi olduğunu yazmaktadır.  Dela Croix da şehirde ticari işlem gören başlıca malların ipek, pamuk, yün, deve ve keçi kılı, deri, balmumu, mahmude, yerli boyalı bezler olduğunu yazar. Tallot ise en önemli ticari malın, bazen 3.000 deveden olaşan kervanlarla İran'dan gelen ipek olduğunu, bunun yanında da Ankara ve Beypazarı'ndan gelen tiftiğin çok değerli olduğunu yazar...

  

( BİRİNCİ BÖLÜMÜN SONU ) 


( Sayın Melih Gürsoy'un araştırmalarından derlenmiştir..)  

198 ) TARİHİN DERESİNDEN TEPESİNDEN !...

 
   1528'in şubat ayında bir zenginin Sultan Selim Camii yakınındaki evine hırsızlar girer. Evdekileri öldürüp ne var ne yok alıp götürürler. Kanuni Süleyman, hırsızların bulunmasını emreder.. Aranır, taranır fakat hırsızlar bulunamaz..
  "Müneccimbaşı Tarihi"ne göre ; danışmanları Kanuni'ye şu yolu önerirler : "Sultanım, bu çeşit kötülükleri ancak gündüzleri yoğurt, sebze gibi şeyler satmak bahanesiyle mahalle ve sokak aralarında gezen işsiz, güçsüz kafirler yapar.."
   "Peçevi Tarihi" sonucu şöyle özetliyor : "İşsiz güçsüz Arnavut takımından kimselerin bu işi yaptıklarına ihtimal verildi (...) Ekmekçi, mumcu, tellak, aşçı ve odun yarıcısı gibi bütün işsiz güçsüzlerden sekiz yüz adam yakalanarak çarşılarda, sokaklarda ve kalabalık yerlerde öldürüldüler.."
   "Solakzade Tarihi" diyor ki : "Gerçi Şeriat dolayısıyla katledilmeleri icap eden halleri yoktu ; ancak nizam-ı alem ( insanlık düzeni )  için bu gibi siyasetlere ruhsat vermek caiz görüldü.."
   Tam sekiz yüz günahsız satıcı ve işsiz, "Kanuni" lakaplı Sultan Süleyman döneminde asılmıştır !..
 
   Osmanlı'da, sokaklarda kap-kaç yoluyla öteberi çalan hırsızlar ve yankesiciler ise kolluğa getirilerek Çorbacı Divanı'nda sorguya çekilirlerdi. Suçu sabit görülen hırsız, elleri arkadan bağlanarak semersiz bir eşeğe bindirilir ve üç gün boyunca sabahtan akşama kadar dolaştırılarak halka teşhir edilirdi. Bir yandan da, adı bağırılarak, kim olduğu halka duyurulurdu. Cezanın son günü "yüzü ak olsun !" denilerek yüzüne çanak çanak yoğurt atılırdı !..
   İlgisi yok ama yoğurt deyince aklıma göle yoğurt mayası çalan Nasreddin Hoca geldi . Onunla ilgili bir bilgiyi     paylaşmak istedim.. Nasreddin Hoca'nın bir oğlu, bir de kızı vardır. Kızının mezartaşı Konya'daki Mevlana Müzesi'ndedir. Sivrihisar'da bulunan mezartaşından, Fatma adındaki kızının 1327'de öldüğü anlaşılır. Fatma Hatun'un oğlu Mevlene Celaleddin ise Sivrihisar'da kadılık yapmıştır. Celaleddin beyin oğlu Hızır Bey de şair ve bilim insanıdır. Fatih, İstanbul'u alınca Hızır Bey'e "şehremini" görevi verir. Kısacası, İstanbul'un ilk belediye başkanı, Nasreddin Hoca'nın torununun çocuğudur !..

   İstanbul'da berberler, 14. yüzyılda, koku ve esans satıcılarıyla birlikte Ayasofya civarında bulunuyordu. Kanuni döneminde ise, kahvehanelerin açılmasıyla, berberler de bu mekanın bir köşesinde yer kaparlar..
IV: Murad'ın kahvehaneleri kapatmasıyla yeniden bağımsız olarak çalışmaya başlayan berberler, padişahın vefatı üzerine yeniden açılan kahvehanelerde, nargileler arasındaki köşelerine dönerler..
    II. Mahmud'un 1826'da Yeniçeri Ocağı'nı kapatmasıyla, berberler kahvehanelerden bir kez daha kopar...
Çünkü o dönemde kahvehanelerin çoğunun sahibi yeniçeridir !..
   Her yeniçeri kahvehane yaptırıp açamazdı. Kahvehane açıp işletmek bir zorbalık ayrıcalığıydı. Kaldı ki, zorbalık olmadıkça bu kahvehaneler döşenemez, içinin takımları bile sağlanamazdı. Zira, bu mükellef ve muhteşem yeniçeri kahvehanelerinin hepsi, sahipleri tarafından bir para harcanmadan açılırdı. Zorba ; palasının parladığı ve sesinin gürlediği semtin, Müslim veya gayrimüslim, zengin ve hallice ne kadar tanınmış siması varsa isimlerini bir deftere yazar ve her ismin yanına, açacağı kahvehane için dilediği eşyayı kaydederdi. Daha sonra bir adamını bu defterle birlikte, kaydettiği bu kişilere gönderirdi. Bu tebliğe muhatap olanlar istenileni hiç duraksamadan yollardı, hatta bazen kendisi götürürdü !..
   
   İstanbul'da batılı anlamda ilk berber dükkanı II. Abdülhamid zamanında açılmıştır..
   Dükkan sahibi olanlar ve olmayanlar diye ikiye ayrılan berberlerin seyyar olanları duvar diplerinde, köşe başlarında ve cami avlularında bulunurlardı. Seyyar berberlerde tıraşın yarım kalma tehlikesi her an için vardı !. Uzaktan zabıta çavuşunun geldiğini gören berber, eşyalarını topladığı gibi kaçardı. "Tası tarağı toplamak" deyimi, seyyar berberlerden günümüze kalan bir mirastır..

 

   Bugünkü yazımı, başlığına uygun bir şekilde daldan konduktan sonra, Sermet Muhtar Alus'un sevdiğim bir öyküsüyle, "Deli Saraylı" özeti ile noktalamak istiyorum..
   Saraylı kadınlardan biri, efendiden biriyle başgöz edilmiştir. Fakat kayınvalidesi ona soluk aldırmamakta, kanına zehir doğramakta, elini ayağını, başını yerden kalkamaz etmektedir.. Adı "Saraylı"dır ama bir gün bile kaynanasına karşı ağzını açıp da bir söz söylememiştir. İçine ata ata sonunda aklını üşüterek sokaklara fırlar. Fırlayış o fırlayış.. Usta doktorlar gelmişlerse de derdine deva bulamamışlardır. Gerçekten efendi biri olan kocası ise, bu işte annesinin sorumlu olduğunu bildiği için, karısını boşamamış ve onu elinden geldiğince korumuştur..
   Deli Saraylı Bağdat çarşafı giyer ve konakları dolaşmaya başlar : "Cehennem kütüğü olası, zebaniler elinde cayır cayır yanası kaynanam rahat vermiyor ki, evimde hanım hanımcık oturayım. Beni kocamdan kıskanıyor. Yatağını aramıza yaptı. Kocamın bekar uşaklardan, benim de dul kargadan ayrılığım yok !."
   Deli Saraylının düşsel bir sevgilisi de vardır.. Bu sevgilinin adı da "Eyüplü Şeyh Efendi".. Her gittiği yerde onu sorar : "Şeyh Efendi aslanım bu gece buraya geleceğini söylediler, doğru mu ?."
   Deli Saraylı, sevgilisini bekletmemek için, konaklarda döşeğinin serildiği odaların kapısını sabaha kadar açık tutmaktadır..
    Bir defasında paşalardan birinin hanımı bir muziplik düşünür ve halayıklarından birini Deli Saraylıya gönderir : "Şeyh Efendi haber yolladı, bu gece odana geliyor" diye.. Konağın Çerkez bir delikanlısı da bu iş için hazır edilir..Gelin görün ki, delikanlı Saraylının odasına girip de karşısında 22-23 yaşlarında genç ve güzel bir kadın görünce, kendisine belletilenlerin hepsini unutur. Kapıyı içeriden kilitleyerek geceyi orada geçirmeye karar verir. Dışarıda, muziplik avcılarında bir telaş, bir telaş ki eşi görülmemiş !.. Boğuşmaların, çığlıkların, uyarıların, gözdağı vermelerin bini bir paraya !.. Delikanlı ise bunların hiçbirine bana mısın demez. Ertesi gün yediği dayaklarla kendine gelir ama yine de halinden memnundur..
   Asıl olanlar paşa karısına olur. Olayı haber alan paşa, hemen o saat karısını boşar. Deli Saraylının kocası ise üşütük kadını akıl hastanesine göndermekten başka çare bulamaz.
   İşte o zaman da Deli Saraylının dünyası bütün bütüne kararmış, gözleri yaşlarla dolmuş, yüreğinden kopan ahın dumanı mavi gökleri simsiyah etmiş olur.."
   Bundan sonrasını da kimse bilmez...
   
 

Hürriyet

KAYNAK OLARAK KULLANDIĞIM KİTAPLAR..
-------------------------------------------------------
1.DEVLET-İ ALİYYE.I...HALİL İNALCIK 2.OSMANLILAR..HALİL İNALCIK
3.İMP.'UN EN UZUN YÜZYILI..İLBER ORTAYLI
4.SON İMP. OSMANLI..İLBER ORTAYLI
5.TARİHİN IŞIĞINDA..İLBER ORTAYLI
6.OSM. TOPLUMUNDA AİLE..İLBER ORTAYLI
7.OSM.'YI YENİDEN KEŞFETMEK..İ.ORTAYLI
8.BATILILAŞMA YOLUNDA..İLBER ORTAYLI
9.OSMANLI TARİHİ..A.DE LAMARTINE
10.OSMANLI..CAROLİNE FİNKEL
11.OSM.İMP.TARİHİ..NICOLEA JORGA
12,BÜYÜK TÜRK..NICOLEA JORGA
13.YENİLMEZ TÜRK...NICOLEA JORGA
14.TÜRKİYE TARİHİ..ED.SİNA AKŞİN
15.OSM.DÜNYASI VE İNSANLARI..GÜLGÜN ÜÇEL
16.OSMANLI ORDUSU..GÜLGÜN ÜÇEL-AYBET
17,BU MÜLKÜN SULTANLARI..NECDET SAKAOĞLU 18.YENİÇERİLER..REŞAT EKREM KOÇU
19.SON PADİŞAH..YILMAZ ÇETİNER
20.SORULARLA OSM. ..ERHAN AFYONCU
21. SOKOLLU ...RADOVAN SAMARCIC
22. OSM.İMP.TARİHİ...A.CEVDET PAŞA
23. OSM.GERÇEĞİ..ERDOĞAN AYDIN
24. FATİH VE FETİH..ERDOĞAN AYDIN
25.KADINLAR SALTANATI..A.REFİK ALTINAY
26.DOĞU'YA BAKIŞ..GERALD MACLEAN
27.AT SIRTINDA ANADOLU..FREDERIC BURNABY
28.ABDÜLMECİD..HIFZI TOPUZ
29.ŞAH SULTAN ..İSKENDER PALA
30.FLORANSA BÜYÜCÜSÜ..S.RUSHDIE
31.TARİHİMİZLE YÜZLEŞMEK..EMRE KONGAR
32.PARİS'TE BİR OSM.SEFİRİ..ŞEVKET RADO
33.TARİHİN SAKLANAN YÜZÜ..ÇETİN ALTAN
34.OSM.İMP.'DA SON 300 YIL..ALAIN PALMER
35.KONSTANTİNİYYE..PHİLİP MANSELL
36.TÜRKİYE'NİN SİYASİ İNTİHARI..CENGİZ ÖZAKINCI
37.BU VATAN BÖYLE KURTULDU..EROL MÜTERCİMLER
38.16.YÜZYILDA İSTANBUL..METİN AND
39. ERKEN MODERN OSMANLILAR.. VIRGINIA H. AKSAN-DANIEL GOFFMAN
40."POPÜLER TARİH" VE "NTV TARİH " DERGİLERİ
41.İKİNCİ ADAM..Ş.SÜREYYA AYDEMİR
42.HAYAT..AYŞE KULİN
43.DEVRİM VE DEMOKRASİ..NUMAN ESİN
44.BİR NUMARALI TANIK..KURTUL ALTUĞ
45.İHTİLALİN MANTIĞI..Ş.S.AYDEMİR
46.KUTSAL İSYAN...HASAN İZZETTİN DİNAMO
47.KUTSAL BARIŞ...HASAN İZZETTİN DİNAMO
48.ÇÖL KRALİÇESİ...JANET WALLACH
49.YÖNETMENLER,FİLMLER,ÜLKELER..A.DORSAY
50.AY HIRSIZI...SUNAY AKIN
51.ONLAR HEP ORADAYDI...SUNAY AKIN
52.KULE CANBAZI...SUNAY AKIN
53.LÜZUMSUZ BİLGİLER ANSİKLOPEDİSİ..TAMER KORUGAN
54.PRENS..NİCCOLO MACHİAVELLİ
55.İSTANBUL'DA BİR ZÜRAFA..SUNAY AKIN
56.KIZ KULESİNDEKİ KIZILDERİLİ..S.AKIN
57.AH BEYOĞLU,VAH BEYOĞLU..SALAH BİRSEL
58.İSTANBUL-PARİS..SALAH BİRSEL
59.YAVUZ'UN KÜPESİ..ERHAN AFYONCU
60.OSMANLI PADİŞAHLARININ HAYAT HİKAYELERİ...YILMAZ ÖZTUNA
61.BİZİM DİPLOMATLAR..BİLAL N.ŞİMŞİR
62.KİM VAR İMİŞ BİZ BURADA YOĞ İKEN..CEMAL KAFADAR
63.RÜZGARIN GÖLGESİ..CARLOS RUIZ ZAFON
64.MELEĞİN OYUNU..CARLOS RUIZ ZAFON
65.ORTA DOĞU..TAYYAR ARI
66.ABD-ORTA DOĞU-TÜRKİYE..HALUK GERGER
67.ORTA DOĞU.. BERNARD LEWIS
68.ON BİR CUMHURBAŞKANI ON BİR ÖYKÜ.. CÜNEYT ARCAYÜREK
69.ÖFKELİ YILLAR...ALTAN ÖYMEN
70.ATATÜRK'TEN SONRA BUGÜNLERE NASIL GELDİK ?..CÜNEYT ARCAYÜREK
71.ÇANKAYA...CÜNEYT ARCAYÜREK
72.DEMOKRASİNİN İLK YILLARI..C.ARCAYÜREK
73.YENİ İKTİDAR,YENİ DÖNEM..C.ARCAYÜREK
74.BİR İKTİDAR,BİR İHTİLAL..C.ARCAYÜREK
75.NEREDEYSE BİR BALİNA..STEVE JONES
76.MOSSAD GİZLİ TARİHİ...GORDON THOMAS
77.BARIŞA SON VEREN BARIŞ...DAVID FROMKIN
78.SULARIN GETİRDİĞİ PADİŞAH..CAHİT ÜLKÜ
79.TANK SESİYLE UYANMAK..HASAN CEMAL
80.BİR MANİNİZ YOKSA.. ...AYFER TUNÇ
81.ALATURKAFRANKA..ERCAN ÇİTLİOĞLU
82.SUÇUMUZ MÜKEMMEL OLMAK..S.DUMAN
83.DARBE...STEPHEN KINZER
84.ÖZAL HİKAYESİ..HASAN CEMAL
85.TURGUT NEREDEN KOŞUYOR ? ..E.ÇÖLAŞAN
86.YEDİ TEPE ANADOLU...ALİ CANİP OLGUNLU
87."K", "DERBEDER BİR KAHİN"...CANSU YILMAZÇELİK
88.LATİFE HANIM...İPEK ÇALIŞLAR
89."K",YIKIK BİR SARAYDIR DÜNYA..PERİHAN ÖZCAN
90.BEYAZ PERDEDE KIRMIZI FİLMLER.. ATİLLA DORSAY
91.TEK ADAM..Ş.SÜREYYA AYDEMİR
92.DAHİLER VE AŞKLARI...ÖZCAN ERDOĞAN
93.HAYATIM KİTAP..YAŞAR AKSOY
94.BOĞAZİÇİ ŞINGIR MINGIR..SALAH BİRSEL
95.BİR EKONOMİK TETİKÇİNİN İTİRAFLARI...JOHN PERKİNS
96.CUMHURİYET TARİHİ YALANLARI 1. VE 2. CİLT...SİNAN MEYDAN
97. KOMPLO TEORİLERİ..EROL MÜTERCİMLER
98.ÖNCE KADINLAR VE ÇOCUKLAR..SUNAY AKIN
99.BİR ÇİFT AYAKKABI..SUNAY AKIN
100. BENİM CUMHURİYET'İM..EMİNE UŞAKLIGİL
101.DARAĞACINDA ÜÇ FİDAN..NİHAT BEHRAM
102.NEREYE..CAN DÜNDAR
103.İSTANBUL'DAN SAYFALAR..İLBER ORTAYLI
104.BİZİM İZMİRİMİZ..MELİH GÜRSOY
105.GİZLENEN TARİH..BRİAN HAUGHTON
106.BERGAMA DÜŞLERİMİN ŞEHRİ,İZMİR SEVDAM..SELAHATTİN TURAL
107.GÖLGEDEKİLER..CAN DÜNDAR
108.KIRMIZI BİSİKLET..CAN DÜNDAR
109.YAKAMDAKİ YÜZLER..CAN DÜNDAR
110.GEÇMİŞ AYRINTIDA SAKLIDIR..CEMİL KOÇAK