Sayfalar

902) BİLİMSEL BİR ARAŞTIRMAYA KONU OLMUŞ İLK OSMANLI CASUSU

henri ii ile ilgili görsel sonucu   diane de france ile ilgili görsel sonucu

Osmanlı ve Avrupa belgelerinin titizlikle karşılaştırılmasıyla hikayesi bilimsel bir makaleye konu olmuş ilk Osmanlı casusu, esas adı Gabriel Defrens olan bir Fransızdır..
1554 ya da 1555'de Blois'da doğan Gabriel, Mısır'ın ticaret merkezi İskenderiye Limanı'ndaki Fransa konsolosunun oğludur. Fransa Kralı II. Henri'nin (üstte) gayrimeşru kızı Prenses Diane de France'ın (üstte sağda) maiyetinde yetiştikten sonra, genç yaşta, muhtemelen İskenderiye'ye babasının yanına giderken Dalmaçya'da "Morlak" adı verilen haydutlarca yakalanmış ve Osmanlılara esir olarak satılmıştır. Ardından, kölelikten bir şekilde kurtulmuş, Müslüman olmuş ve saray çevreleriyle yakın ilişkiler kurmayı başarmıştır. Hem saraya gerekli lüks metaları almaktan sorumlu bir hassa tüccarı, hem de Fransa elçiliğinde çalışan bir tercüman olması aslında ilk başta çelişkili bir durum olarak gözükebilir. Ancak esas faaliyet alanının espiyonaj ve diplomasi olduğu düşünülürse, tüccarlığın Defrens'in rahat dolaşması için bir kılıf oluşturduğu hemen anlaşılır. Osmanlı Sarayı ile ilişkileri sayesinde, efendisi Fransa Elçisi Germigny'nin de takdirini kazanmıştır. Elçi, 1580 yılında kendisine İkinci Vezir Lala Mustafa Paşa ile bir görüşme ayarladığı için onu övecek, bir sene sonra da Fransa'ya gönderilen Osmanlı elçisinin kılavuzluğuna onu layık görerek güvenini gösterecektir..
Defrens, İstanbul'da casuslukla diplomasiyi başarıyla harmanlayan tipik bir mühtedidir. Osmanlıca ve Fransızcanın yanısıra İtalyanca, Rumca ve idare edecek derecede Latince bilmektedir.
İstanbul ile Madrid arasında yüzyılın en uzun savaşını durduracak ateşkes anlaşması için görüşmelerin kazara da olsa başladığı 1579 yılının Şubat ayında, Defrens İspanya'ya gönderilecektir. 

İlgili resim

Burada ne yaptığı bilinmiyor, fakat daha sonra Fransa üzerinden İngiltere'ye geçtiğini ve Kraliçe I. Elizabeth'e (üstte) Sultan'ın mektubunu verdiğini biliyoruz. Doğu Akdeniz ticaretine doğrudan katılmak isteyen İngilizlerin William Harborne vasıtasıyla Sultan III. Murad'dan kapitülasyon almaya çalıştıklarını ve 1580'de bunu başardıklarını da ekleyelim. Defrens'in Londra'ya getirdiği mektuplar da bu konuyla ilgili olmalıdır..
Gabriel, 1580 Temmuz'unda İstanbul'a dönmüş ve İspanyollarla yapılan ateşkes görüşmelerine taş koymak isteyen efendisi Germigny'e Lala Mustafa Paşa ile bir görüşme ayarlamayı başardıktan sonra, Eylül'de, hassa tüccarı olarak saraya saat ve benzeri mekanik aletler almak bahanesiyle Ragusa'ya doğru yola çıkmıştır. Buradan, önce Venedik'e, ardından da Habsburglar egemenliğindeki Augsburg ve Nürnberg'e gideceği tahmin edilmektedir. Yolculuğunu, Sultan'ın mektuplarını kraliçeye vereceği İngiltere'de sonlandıracaktır..
Kasım ayında Londra'ya varmıştır bile ; İspanya Elçisi Bernardino de Mendoza'nın raporuna göre, yanında getirdiği mektuplarda, III. Murad İngiliz tüccarların Osmanlı topraklarında ticaret yapabileceğini belirtiyor ve Elizabeth'i, II. Felipe'ye karşı mücadele eden Portekiz tahtının müddeisi (hak iddia eden) Dom Antonio'ya yardım etmeye çağırıyordu. Portekiz Kralının 1578'de Fas'ta savaş meydanında ölmesi, annesi bir Portekiz prensesi olan İspanya Kralı ve Habsburg hanedanının başı II. Felipe'yi Portekiz tahtının varisi haline getirmişti. Aslında tahtın başka müddeileri de vardı. Bunlardan biri olan ve kısa bir süre tahta geçmeyi de başaran Dom Antonio (altta), dönemin meşhur komutanı Alba Dükü Fernando Alvarez de Toledo komutasındaki İspanyol kuvvetleri tarafından mağlup edilecek ve tüm umudunu Osmanlıların başını çektiği ve Elizabeth ile IV. Henry'nin de katılacağı bir ittifaka bağlayacaktı..
Bu ittifakın hiç gerçekleşmediğini, Dom Antonio'nun 1595 yılında hayal kırıklığı içinde Paris'te öldüğünü ve Portekiz tacının 1640 yılına kadar Habsburg Hanedanında kaldığını belirtelim.

İlgili resim

11 Aralık 1580'de Londra'dan ayrılan Gabriel buradan Hollanda'ya geçmiştir. Habsburgların baskıcı dini politikalarından bıkan, özerkliklerine çok düşkün Kalvinist şehirler Willem van Oranje (altta) liderliğinde ayaklanıp bir konfederasyon oluşturmuştu ; bugünkü Hollanda'nın da temelini atan bu konfederasyon sonradan "Birleşik Eyaletler / Pays Bas" adını alacaktı. Gabriel'in burada Willem ile ne konuştuğu az çok tahmin edilebilir. Muhtemelen, III. Murad'ın ve belki de I. Elizabeth'in mektuplarını vermiş ve her iki hükümdarın da isyanı desteklediğini belirtmiştir. Bu isyan Osmanlı stratejisi için kilit önem taşımaktaydı.Bölgenin coğrafi şartlarının zorluğu Habsburgların isyanı bir türlü bastıramamasına ve bu bitmek bilmeyen savaşa bir servet yatırmasına yol açmıştır. İsyan uzadıkça Akdeniz savunması aksamakta ve bu da doğuda Safevilere karşı uzun ve masraflı bir savaşa girmiş olan Osmanlılara rahat bir nefes aldırmaktadır..

willem van oranje-ottoman empire ile ilgili görsel sonucu

Venedik üzerinden İstanbul'a dönen Defrens, başkentte uzun süre kalmayacaktır. Siyavuş Paşa'nın isteğiyle, III. Henri'yi 1582'de düzenlenecek ve tam bir emperyal propagandaya dönüşecek olan sünnet törenine davet etmek için Fransa'ya gönderilen Osmanlı Elçisi Hasan Ağa'ya eşlik edecektir. Ragusa üzerinden Venedik'e gittikten sonra, Hasan Ağa bir müddet burada kalacak, Defrens ise sultanın mektup ve hediyelerini alarak tek başına Paris'e götürecektir. Eylül'de Fransa Kralının huzuruna çıkan Defrens, III. Henri'nin Fransa elçisine yazdığı bir mektupla Venedik'e geri dönecek, Hasan Ağa ve Ali adlı bir Divan-ı Hümayun tercümanıyla birlikte tekrar yollara düşecektir..
Osmanlı diplomatları Bergamo-Milano-Cenevre-Lyon-Orléans ve Bourg-la-Reine üzerinden 8 Kasım'da Paris'e varmıştır. Yanlarında yenilenen kapitülasyonu da getiren heyet yirmi gün Paris'te kaldıktan sonra gene Venedik üzerinden geri dönecek ve 29 Mart 1582'de İstanbul'a ulaşacaktır. 

İlgili resim

Susan Skilliter'in 1970'li yıllarda incelediği belgeler Defrens'in izini burada kaybediyor. Gene de ; renkli bir kariyerin sadece iki buçuk yıllık kısmı bile bize birçok şey anlatıyor. İlk olarak, Avrupa'nın birçok yerini dolaşan Gabriel Defrens'in görünürdeki iki mesleği olan tercümanlık ve tüccarlık dışında neler yaptığını tahmin etmek zor değildir. Tecrübeli diplomat Avusturya elçisi Joachim von Sinzendorff'un Viyana'yı ivedilikle bu casusa karşı uyarması boşuna olmasa gerek. 
Zaten daha önce de gördüğümüz gibi, ticaret ve diplomasi casusluğun üvey kardeşidir. Elçiler ve tüccarlar, özellikle Defrens gibi lüks meta ticareti yapanlar, mesleklerini rahatça dolaşmak, siyasi elitlerle iş tutmak ve para kazanmak için kullanmaktadır. Elçi espiyonaj dünyasının işvereni ise, tüccar da çalışanıdır. Eline para geçeceğini bildikten sonra, bilgiyi de buğday, kumaş veya mücevher gibi en çok para verene satmakta tereddüt etmeyecektir..
Kime çalıştığı pek de belli olmayan bu Fransız'ın kariyeri bize bu gibi siyaset ve diplomasi simsarlarının merkezi hükümetlerden bağımsız birer aktör olduklarını kanıtlamaktadır. Müslüman olup esaretten kurtulmuş ve Topkapı Sarayı'nda hassa tüccarı olarak çalışan Fransız asıllı bir tüccar nasıl aynı zamanda Fransa elçiliğinde tercüman olarak çalışıp III. Henri'den maaş almaktadır ?.. Bir yandan Fransa elçisine çalışırken, öte yandan nasıl III. Murad'ın mektuplarını Londra'ya, Kraliçe Elizabeth'inkileri ise Willem van Oranje'a taşımaktadır ?.. Fransa elçisi bir Osmanlı veziri ile görüşmek için niye kendi emrinde çalışan bir tercümandan yardım isteme ihtiyacı duymuştur ?..
Bu soruların cevabını çalışanlarının sadakatine ipotek koymakta henüz o kadar ısrarcı olmayan Yeniçağ hükümetlerinin doğasında aramak gerekir. Emekleme aşamasındaki merkezi bürokratik yapılar, bizim bildiğimiz anlamda rasyonel bürokrasilere dayana hükümetler gibi değildir ; "kapu" halklarından oluşan devlet de modern devlete benzemez. Her ne kadar ortak bir devlet çıkarı kavramı bulunsa da, aslında devlet kendisini oluşturan grupların çıkarlarının toplamından, daha doğrusu asgari müşterekinden ibarettir..

emrah safa gürkan casus ile ilgili görsel sonucu

      

901 ) ANKARA'DA BELALI BİR BÜYÜKELÇİ !...

von papen 1917 filistin cephesinde ile ilgili görsel sonucu    von papen-hitler ile ilgili görsel sonucu

Von Papen, genç Türkiye Cumhuriyeti'ni yöneten kadrolar tarafından gayet iyi tanınan ama iyi bilinmeyen bir isimdi..
II. Dünya Savaşı'na giden günlerde, tam olarak 1938 Nisan'ında Adolf Hitler tarafından Nazi Almanya'sının Ankara büyükelçisi olarak atanması bizzat Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk tarafından veto edilmişti. Atatürk, Von Papen'i Filistin Cephesi'nden tanıyordu. Türkiye, Enver Paşa'nın oldubittisiyle Almanya saflarında I. Dünya Savaşı'na girmiş, Von Papen de 1917'den itibaren İttihat ve Terakki hükümetinin oluşturduğu Türk-Alman ortak kurmay heyetine dahil olmuştu. Atatürk, Von Papen ve diğer Alman kurmayların Türkiye'nin zaten sürüklenmekte olduğu yıkımı nasıl hızlandırdıklarına şahit olmuş subaylardandı. Üstelik Von Papen'in, Alman Ortadoğu komutanlığına atanmadan önceki sabıkası da biliniyordu..

İlgili resim

Von Papen 1914'de Almanya'nın Washington Büyükelçiliği'nde askeri ataşelik (üstte) görevini yürütürken, aynı zamanda Kuzey Amerika askeri istihbarat sorumlusu olarak had safhada saldırgan bir eylemlilik içindeydi. New York merkezli kurduğu casusluk şebekesi, bir yandan Meksika'da hükümet darbesi tezgâhlarken diğer yandan Kanada'da terör eylemleri planlıyor, New York Limanı'ndan İngiltere ve Fransa'ya malzeme sevkiyatını önleyecek sabotaj eylemlerini Alman kökenli Amerikalılara yaptırıyordu. İngiliz istihbaratı MI6, Amerikalılara bütün bu işlerin arkasında Von Papen'in olduğunu kanıtlayan dinleme kayıtları ve belgeler sununca derhal ABD'den sınır dışı edilmişti (altta) ..

von papen-washington-1914-persona non grata ile ilgili görsel sonucu

Dünyadaki bütün kötülüklerin altında komünistleri, Yahudileri ve Masonları gören koyu Katolik bir aristokrat aileye mensup Von Papen, I. Dünya Savaşı'ndan sonra ordudan ayrılmış, siyasete girmişti. Almanya Cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg'a yakınlığı sayesinde 1932'de şansölye, yani başbakan atanmıştı. Aynı yıl seçimlerden Nazi Partisi lideri Adolf Hitler kesin zaferle çıkmadığı halde (oyların sadece % 33'ünü almıştı) hükümeti onun kurması gerektiği fikri de Von Papen'e aitti ; 1923'de, çok daha zayıf durumdayken Münih'te başarısız bir darbeye önderlik eden Hitler'in sistem içine çekilerek kontrol altında tutulabileceğini düşünüyordu..

von papen-1932 ile ilgili görsel sonucu


Bir bakıma Alman ulusunun, diğer ulusların ve sırf öyle oldukları için katledilen, baskı ve işkence gören Yahudiler, Romanlar, komünistler, eşcinseller ve diğer "ötekilerin" çektiklerinde, Hitler ve II. Dünya Savaşı'nda Von Papen'in kendi siyasi çıkarı için giriştiği küçük ayak oyunlarının önemli payı vardı...
Zaten Hitler iş başına gelir gelmez müthiş terörünü uygulamaya başladı. Tasfiye harekâtından Von Papen de payını aldı ama şeytani yetenekleri ve bağlantılarıyla bütünüyle de sistem dışına atılamadı. Hitler yaklaşan savaşta onun Türkiye'yi yeniden Almanya'nın yanına çekebileceğini düşünüyordu..
Atatürk'ün 10 Kasım 1938'de vefatından sonra Almanya bir deneme daha yaptı. Yeni Cumhurbaşkanı İsmet İnönü de Von Papen'in ne olduğunu Filistin Cephesi'nden biliyordu, dolayısıyla ikinci kez veto yedi..

von papen in ankara ile ilgili görsel sonucu

Ankara, savaşın dışında kalmak istiyordu. Daha I. Dünya Savaşı'nın, İstiklal Savaşı'nın yaraları sarılamamıştı. Nüfus azalmış, tarımsal üretim azalmış, elde doğru dürüst silah ve cephane kalmamıştı. İtalya'da Benito Mussolini liderliğindeki Faşist Parti "Mare Nostrum / Bizim Deniz" siyaseti ilan etmiş, Akdeniz üzerinde hükümranlığa kalkışmıştı. Türkiye'de İtalyan işgali anıları hâlâ tazeydi ve Almanlar "Bizimle iyi geçinirseniz İtalyanları dizginleriz," diyordu.
Diğer yandan İngiltere de Türkiye'yi kendi yanına çekmek istiyor, Ankara Büyükelçisi Sir Hughe Knacthbull-Hugessen, Şükrü Saraçoğlu hükümetini Almanlara karşı kendileriyle saf tutmaya zorluyordu. Almanya ve Sovyetler Birliği'nin bir saldırmazlık paktı imzalayacağı söylentileri vardı. Bunların üzerine bir de Almanya'nın şantajı gelmişti : 1938 Mart'ında Çekoslovakya'yı ilhak eden Almanya, Türkiye'nin Skoda fabrikalarına sipariş verip parasını da peşin ödediği obüs toplarını teslim etmeyeceğini söylüyordu..

  von papen in ankara ile ilgili görsel sonucu

Neticede Türkiye, denge politikasına zorlandı. İngiltere ile dostluk anlaşması imzalamasından iki gün sonra, 29 Nisan 1939'da Von Papen'in büyükelçiliğini onayladı..

    

900 ) ŞAHESER BİR LATERNANIN BAĞNAZLIĞA KURBAN GİDEN YOLCULUĞU !..

 

İngiltere Kraliçesi I. Elizabeth (altta), ünlü org ustası Thomas Dallam(üstte) yanına çağırdı. Dallam'dan otomatik çalışabilen dev bir org-saat yapmasını istedi. Bu org-saat, sanattan anlayan, şiir de yazan Padişah III. Murad'a hediye edilecek, karşılığında İngiltere Krallığı ticari özel ayrıcalıklar elde edecekti.. İşte bu nedenle gerek müzikal, gerek sanatsal açıdan olağanüstü güzellikte ve o güne kadar görülmemiş özellikte olmalıydı bu org-saat..
Dallam uzun zaman boyunca nasıl bir org yapacağını tasarladı. Ardından atölyesine kapandı ve bu eseri bir buçuk yılda tamamladı. Ortaya beş metre boyunda (3,5 metre ?), klavyesi sayesinde hem geleneksel biçimde hem de kendiliğinden çalınabilen, daha önce hiç tasarlanmamış bir alet ortaya çıkaracak ve bu, dünyanın ilk laternalarından biri olacaktı (üstte solda). Önceden ayarlanan saat, vakti geldiğinde silindirdeki programlanmış ezgilerin çalmasını sağlıyordu. Teller, körükler, tekerlek ve çarklardan oluşan bu karmaşık sistem repertuvarı kusursuzca çalıştırıyordu. Bununla da kalmayıp, şakıyan kuşlar, borazan çalan heykelcikler ve dönen gezegenler de görsel bir şölen sunuyordu. Aletin dokuz hareket şekli vardı. Bunlar saati, ayın ve güneşin günlük konumunu gösteriyordu. Her çeyrek saatte ziller çalıyor ve her saat başı en tepede bulunan horoz ötüyordu. Ayrıca çanlar sayesinde melodiler işitilebiliyor, üzerindeki sekiz heykelcik kraliçenin figürüne doğru dönerek selam veriyor, o da asasıyla cevap veriyordu.. Orgun üzerinde değerli taşlarla süslenmiş, Kraliçe I. Elizabeth'i tasvir eden bir heykelcik ve ayrıca gezegenlerin konumunu gösteren bir de güneş sistemi modeli bulunuyordu..

   

Dallam muhteşem bir tasarım yaratmanın heyecanıyla Kraliçe I. Elizabeth'e org-saati tanıtacağı günü bekliyordu. Kraliçenin görmesi için Londra Whitehall'daki zengin yemek davetlerinin verildiği Banqueting House'a kurulan bu karmaşık ama aynı zamanda dönemin en gelişmiş teknolojik müzik aleti, 550 Pound'a  mal olmuştu. Levant Company tarafından masrafının karşılanması özel sektörün sanata ve sanatsal eserlerin yaratılışına sponsor olmasının 16. yüzyıl için de geçerli olduğunu gösteriyordu..
Kraliçe, bu devasa müzik aleti ve marifetleri karşısında büyülenmişti. Org artık sahibine gitmek için hazırdı. Yirmi yıldır tahtta olan III. Murad 49 yaşında ölecek ve Kraliçenin tasarımı üzerinde uzun yıllar düşündüğü org, III. Murad'a yetişmeyecek ve yerine geçen oğlu III. Mehmed'e (altta) gönderilecekti. 

 

Tahtı garantilemek için bazıları kundakta on dokuz şehzade kardeşini boğduran ve Osmanlı döneminin en kanlı padişahı olarak anılan III. Mehmed dünyada ender sayıdaki şaheserden biri olan bu orgun da sahibi olacaktı. 
Bu müthiş org, parçalara ayrıldı, paketlendi, gemiye yüklendi. Parçaları birleştirmesi ve padişaha sunması için Dallam da aynı gemideydi. Dallam yolculuk sırasında performans düzeyi düşmesin diye, parmaklarının antrenmanı için gemiye ayaksız, klavyeli bir müzik aleti olan "virginal"i de ekledi. "Hector" adlı 300 tonluk gemiyi uzun ve fırtınalı bir yolculuk bekliyordu. Şiddetli fırtınalar nedeniyle Hector iki kez karaya oturacak, korsanların saldırısına uğrayacak ve bu zorlu yolculuk altı ay sürecekti.. 



Yorgun ve yıpranmış Hector bir yaz günü İstanbul sularına girdi. Yedikule açıklarında demir atıldı ve burada gemi padişahın görüş menziline girmeden önce boyandı. Ertesi gün hediye, Pera'da bulunan İngiliz Elçiliği binasına taşındı. Binada orgu kurmak için yeterince yüksek bir oda bulunmadığından Elçi Henry Lello'nun emriyle elçiliğin avlusuna yeni bir oda inşa ettirildi. Dallam orgunu bu odada kuracaktı. Fakat Dallam sandığı açtığı an ortalığı yoğun bir küf kokusu sardı. Orgun ahşap bölümlerini küf kaplamıştı !.. Contalar gevşemiş, paneller çatlamış, boyalar kabarmıştı. Orgun bu halini gören Dallam, eski göz kamaştırıcı haline getireceğine söz verdi. Beraberinde getirdiği mekanikçi, ressam ve marangoz yardımcılarıyla birlikte orgu yenilemeyi başardı. Kusursuz çalıştığından emin olduktan sonra tekrar parçalara ayrılan org, Topkapı Sarayı'na götürüldü. Org on gün içinde sarayda, on dokuz şehzadenin boğdurulduğu köşkte kuruldu. Dallam, saati 22'ye kurdu. Osmanlı heyeti salona girer girmez 16 çan birden çınlayacak, ardından dört bölümlük bir ezgiyi çalmaya başlayacaktı. Bu ezgi bitince köşelerden fırlayan iki heykelcik gümüş borazanlarıyla şenliğe katılacak, bunu orgun iki kez yinelediği beş bölümlük bir şarkı izleyecekti. Orgun tepesindeki karatavuk ve ardıç kuşlarının şakıma ve kanat çırpmalarıyla şenlik noktalanacaktı. 




Padişahın karşısında her şey planlandığı gibi kusursuz oldu. Bu armağan padişahı büyüledi. Hatta tuşların hareket ettiğini görünce şaşırdı. Dallam manuel olarak da çalınabileceğini söyleyince, Padişah sarayda çalan birisinin olup olmadığını sordu. Olmadığı yanıtını alınca Dallam'ın çalmasını istedi. Dallam heyecanla ve coşkuyla orgun tuşlarında parmaklarını gezdirdi. Padişah parmak hareketlerini görmek için ayağa kalktı ve onu dikkatle izledi..
Padişah bu eşsiz armağan karşılığında Dallam45 altınla ödüllendirdi. Topkapı Sarayı'nın girilmesi yasak olan bölümlerine bile girmesine izin verdi (?).. Sonra da orgu sahillerdeki köşklerden birisine kurmasını istedi. Dallam orgu padişahın istediği köşke kurmayı kabul ettiği için Hector'un dönüşüne yetişemedi ve Karamürsel isimli Türk gemisiyle ülkesine döndü. Tabii İngiltere Krallığı'na sağlanan ekonomik ayrıcalıklarla da.. 
III. Mehmed orgu dört yıl boyunca büyük bir keyifle dinledi. Saltanatı sekiz yıl, on ay, 25 gün sürdü. Yolda karşılaştığı bir meczup dervişin, "56 gün sonra başına gelecek kazadan kurtulamazsın. Gafil olma padişahım !.." demesi III. Mehmed'i çok etkiledi. Yemeden içmeden, hatta sağlıklı düşünmeden uzak aylar geçirdi. Korku, hayatının tek belirleyicisi olmuştu. Benzersiz orgunun ezgileri, saat başındaki her biri görsel şölen şeklindeki çalışları bile padişahı mutlu etmiyordu. 
37 yaşında geçirdiği kalp krizi onu hayattan kopardı, hemen ertesi gün apar topar yapılan cülus töreniyle, bir pazar sabahı yerine Sultan Ahmed tahta çıktı. Yeni padişah daha dindar, daha içe kapalı, dünya zevklerine daha uzak bir hükümdardı. Her saat başı kuşlar fırlayan, borazanlar çalan orgu bir türlü sevememişti. Dallam ülkesine döndükten sonra zaman zaman bazı parçaları bozulan org, gözden düşmüş, unutulur olmuştu. Bir öfke nöbeti sırasında hıncını karşısına çıkan "gavur icadı" dediği bu orgdan almak isteyen Sultan Ahmed, verdiği emirle orgun ahşap kısımlarını baltayla parçalattı. Dünyanın ilk laternalarından biri "gavur icadı" olduğu için tarihin bilinmezleri arasında kayboldu. Yıllar yıllar sonra Thomas Dallam'ın anıları yeniden kaleme alındığında, Türkiye, izi kalmamış bu eşsiz orgu hüzünlü bir öykü olarak hatırlayacaktı.. 



METİN UCA'NIN, "KAFA" DERGİSİNİN ŞUBAT/2018 SAYISINDA YAYIMLANAN AYNI BAŞLIKLI YAZISINDAN ALINMIŞTIR..      

899 ) SAVAŞI BİR KAREDE DONDURMAK !..

İlgili resim

1944 yılının 6 Haziran sabahı saat 06.30'da, savaş tarihindeki en büyük ordunun, insanlık tarihinin seyrini değiştireceği Normandiya Çıkarması başladı.. İkinci Dünya Savaşı'nda sonun başı olan bu çıkarmayı haber veren askerî şifre, ne gariptir ki romantik bir Fransız ozanın, Paul Verlaine'in 1860 yılında, henüz 16 yaşındayken yazdığı şiirdi.. BBC'nin 1 Haziran'da yayınlayıp, 2 ve 3 Haziran'da tekrar ettiği ilk dizeler "Uzun hıçkırışlarıyla / sonbahar / kemanları" Fransa'daki direnişçilere "hazır ol" tekmiliydi.. 
5 Haziran, gece 21.30'da yayınlanan, "Yaralar yüreğimi / tekdüzeli / yılgınlığıyla" dizeleri ise, yine direnişçilere yönelik olup, düşmanı içten vuracak demiryolu, telefon ve telgraf hatlarını sabotaj emriyle birlikte çıkarmanın başlangıcını müjdeliyordu..

normandiya çıkarması robert capa ile ilgili görsel sonucu

Normandiya Çıkarması'na, 1.222.659 Amerikan, 829.640 İngiliz askeri ; 1213 savaş, 4000 çıkarma ve 805 nakliye gemisi katıldı. Çıkarmaya havadan destek olan bombardıman ve nakliye uçaklarının sayısı 11590 idi.. 
Bir ay süren Normandiya Savaşı sırasında Alman ordusunun kayıpları 60 bin ölü, 140 bin yaralı ve 210 bin tutsaktı.. Müttefiklerin ise 41 bin ölüsü, 200 bin yaralısı vardı, 16 bin askerin kaderi asla bilinemedi..
Muharebelerin en kanlısı, çıkarmanın ilk saatlerinde, Amerikalıların "Bloody Omaha" diye andıkları Omaha kumsalında yaşandı. Amfibik gemilerin karaya devrilen kapaklarından boşalan ve Alman bataryalarının kustuğu ateşte kırılan asker dalgalarının arasında "Life" dergisinin fotoğrafçısı Robert Capa da vardı. Kendine defalarca, "Savaşın fotoğrafı nasıl çekilir ?" diye sormuş, bulamadığı yanıta teğet geçen bir karşılıkla yetinmişti : "Eğer bir savaş fotoğrafı iyi değilse, yeterince yakından çekilmemiş demektir.."
Ve Robert Capa, 6 Haziran sabahı Omaha kumsalında, Alman bataryalarına arkasını döndü, çıkarma gemilerinin karaya kustuğu asker dalgalarının, hiç görmedikleri bir ülkeyi kurtarmaya gelen isimsiz kahramanların, tek bir kurşun atamadan vurulup düşenlerin, düşenlerin üstünden atlayarak ölüme koşanların, çoğu için "son" olan anlarını fotoğrafladı. Makinesi bir mitralyöz, tetiği deklanşördü. Oysa Robert Capa'nın o sabah, o cehennemde çektiği 144 fotoğraftan yalnızca 11 kare kurtarılabildi, o 11 kare kullanıldı ve halen kullanılmakta !... 

normandiya çıkarması robert capa ile ilgili görsel sonucu

Görsel tarih için büyük kayıp olan "kaza"nın, hangisinin efsane, hangisinin gerçek olduğu bilinmeyen iki öyküsü var. Bir rivayete göre, Robert Capa'nın fotoğraf çekmek için durduğunu fark etmeyen bir denizci, ilerlesin diye arkasından itmiş ve makineleriyle birlikte suya düşürmüş, filmler ıslanmış..
Öteki rivayete göre, Robert Capa'nın fotoğrafları "Life" dergisinin baskısına yetiştirmek sorunu vardı. Çıkartma sırasında denizde bekleyen bir hız motoru, Capa'nın çektiği filmleri aldı ve İngiltere'ye götürdü. Londra'da "Life"ın özel olarak kiraladığı bir uçak, filmleri teslim alır almaz Amerika'ya havalandı. Fotoğrafların derginin basımına zamanında yetişmesi için uçakta karanlık oda kurulmuş, bir laborant filmleri "develope" etmekle görevlendirilmişti. Laborant filmleri yıkadı, 144 kare pırıl pırıl çıktı. Ancak filmleri kurutmaya koyduğunda, belki acele, belki heyecandan, kurutma makinesinde ısı derecesinin aşırı yüksek ayarını fark etmedi. Filmlerin çoğu yandı, zaten kurtarılan 11 kare de yarı yarıya yanık ve tabii flu idi..

normandiya çıkarması robert capa ile ilgili görsel sonucu

"Life" dergisi, filmlerin kurutma sırasında yandığını itiraf etmek yerine, olayın sorumluluğunu Capa'ya yükledi ve okurların "anlayabileceği" türden, duygulara hitap eden uyduruk bir özür eşliğinde yayımladı zar zor kurtarılan kareleri : Bob Capa, ateş altında ve ölüm tehlikesi içinde heyecandan ancak bu kadar fotoğraf çekebilmişti !..  
Efsane savaş fotoğrafçısı Capa'nın, gösterdiği cesarete karşılık, yediği ödlek damgası bir yana, tarihin en önemli görsel belgelerini yok eden bu olay sonrası, "Hayatımda ilk kez birilerini öldürmek istedim !" dediği anlatılır fotoğraf çevrelerinde..
Dostlarının "Bob" diye çağırdığı Robert Capa'nın asıl adı Andre Friedman idi ; 25 Mayıs 1954'de "fotoğraf mitralyözü" ile taradığı Hindiçin savaşı sonrası bir mayına basarak yaşamını yitirdi..

normandiya çıkarması robert capa ile ilgili görsel sonucu

MİNE G. KIRIKKANAT'IN "NEW YORK / AMERİKAN RÜYASININ BAŞKENTİ" ADLI KİTABINDAN ALINTIDIR..

898) TÜRKÇÜLÜK !..

İlgili resim      İlgili resim

Bundan yıllar yıllar evvel Türkiye'de iki Türk milliyetçisi yoldaş vardı. Durun, hemen heyecanlanmayın, "komünist" sanmayın onları ; bundan 70 yıl önce Türkçüler birbirine "yoldaş" diyordu. "Yoldaş" sözcüğünü en çok kullanan da şarkıcı Tarkan'ın büyük amcası ünlü milliyetçilerimizden Fethi Tevetoğlu idi.. Neyse konuyu karıştırmayalım. Dönelim bu iki milliyetçi yoldaşa ; bunlardan biri Nihal Atsız (üstte solda), diğerinin adı ise Reha Oğuz Türkkan (üstte sağda) idi..
Aralarında zamanla ayrılıklar çıktı. Birinin görüşleri Gustave Le Bon'a, diğerininki ise, Arthur de Gobineau'nun ırkçı teorilerine dayanıyordu. Bu teorilerin ne olduğuna girip kafa karıştırmayalım. Bu bizim iki milliyetçi yoldaş, ellerine cetvel, gönye alıp fotoğrafları ölçerek kimin Türk olup olmadığına karar veriyorlardı. Hatta öyle ki, bunu devletin de yaptığına inanıyorlardı ; Türk çıkmadığı için İsmet İnönü'nün de bu raporları "utanıp" yok ettiğini bile söylüyorlardı ! Yani atıp tutuyorlardı.. 
Uzatmayayım, sonuçta bizim bu iki yoldaş, o kadar milliyetçi, o kadar Türkçüydüler ki, zamanla aralarında liderlik mücadelesi çıkınca, birbirlerinin ırksal açıdan safkan olup olmadıklarından şüphe eder hale geldiler. 
Yaşı daha genç olan Türkkan, Atsız'ın kafatasının, Türk ırkına benzemediğini söyledi. Nihal Atsız yanıt vermekte gecikmedi : "Türkkan'ın ataları Ermeni'dir. O Türkkan değil Ermenikan'dır !.."
Atsız ile Türkkan'ın tartışması, 1943 yazında başladı ve kırgınlık yıllarca sürdü.. Irkçı söylemler o yıllarda herkesi o kadar etkiledi ki, bu iki yoldaşı da yargılayan sıkıyönetim mahkemesi (altta), raporunda Nihal Atsız'ın atalarının Gümüşhane Midi köyünden olduklarını ve "dönme" olarak bilindiklerini yazdı !..

nihal atsız-reha oğuz türkkan ile ilgili görsel sonucu

Bu arada aklıma gelmişken, Hititlerin, Türkiye Türklerinin ataları olarak gösterilmesine Türkçüler karşı çıktı. "Kısa boylu kısa boyunlu, biçimsiz Hititler nasıl bizim atamız olurmuş ?" dediler.
Bakınız, ayrıca bizim ırkçılar öyle her, "Ben Türküm" diyeni de hemen kabul etmiyorlardı. Nihal Atsız'a göre, Türk milletinin esası dil değil, ırk ve kandı. 
Büyük şair Mehmed Âkif Ersoy, İstiklal Marşı'nı, Çanakkale Destanı'nı yazmış da, kendini kabul ettirememiş bu çevrelere, siz ne diyorsunuz ?..   
Nihal Atsız ve Reha Oğuz Türkkan'ın bir dava arkadaşları vardı : İsmet Rasin Tümtürk. 1939'da Türkçü "Yücel" dergisinde şunları yazdı :
"Mehmed Âkif, Türk değildir. Bir kimse hüviyet cüzdanında Türk yazıyor diye Türk olamaz ; onun Türk olabilmesi için iki şartın aynı zamanda onda bulunması gerekir. Birincisi, o adamın damarlarındaki kanın Türk olması gerekir. İkincisi, o adamın kafasının içindeki bütün duyguların en gizli, en ince taraflarına kadar Türk olmasıdır. Âkif, Türklükten tamamen uzaktır. Âkif, Çanakkale şehitlerine yazdığı mersiyede bile, anayurdu koruyan Türkler değil hilafeti koruyan Müslümanlar diye bakmıştır.."

ismet rasin tümtürk kimdir ile ilgili görsel sonucu

Evet, Mehmed Âkif Arnavut'tu.. Peki, İsmet Rasin Tümtürk kimdi ? Cenap Şehabeddin'in oğluydu. Cenap Şehabeddin (altta solda) kimdi ; bir iddiaya göre Arnavut, diğer iddiaya göre ise Kürt. Annesi ise, Kürt Abdürrezzak Bedirhan torunu Naciye Hanım'dır. Abdürrezzak Bedirhan'ın Osmanlı'dan kaçıp -bugün Ermenistan'ın başkenti- Erivan'a sığınmasını ; Polonyalı Henriette ile evlenmesini filan yazıp konuyu uzatmayalım..
Reha Oğuz Türkkan, can yoldaşı İsmet Rasin Tümtürk'ü desteklemek için hemen bir makale kaleme aldı :
"İsmet, Plevne şehitlerinden birinin torunudur. Bundan başka, İsmet'in yüzüne bakmak da ırkı hakkında bir hüküm vermek için kâfidir. Çünkü İsmet'in yüzü, Türk yüzüdür.."
Arkadaş olunca kafatası ölçümü filan yok !..
İşin gaip yanı İsmet Rasin Tümtürk'ün kız kardeşi Reşika'nın kayınpederi Süleyman Nazif'in de Kürt olduğu gerekçesiyle milliyetçilerin hışmına uğramış olmasıydı. 
Peki, Süleyman Nazif'in Kürt olduğunu iddia eden kimdi dersiniz ? Kendisi de Kürt olan Abdullah Cevdet (altta sağda) !.. 
Peki, ırkçıların kitaplarından feyz aldıkları Gustave Le Bon'un kitaplarını Türkçeye kim çevirmişti : Abdullah Cevdet !..

İlgili resim   abdullah cevdet ile ilgili görsel sonucu

Biliyor musunuz, "Turan" sözcüğünü ilk kullanan büyük Türk milliyetçisi Ziya Gökalp, kimine göre Kürt, kimine göre ise Yahudi dönmesiydi !.. Oysa Ziya Gökalp, hep Türk olduğunu söyledi. 
Fark eder mi "Türkçülüğün Esasları"nı kaleme alan Gökalp'in ne olduğu ? Ya da Türk milliyetçiliğine derinden bağlı Moiz Kohen'in (namı diğer Munis Tekinalp) Yahudi olup olmaması, Türk yurtseveri olmasına engel midir ?..
Bugün televizyon ekranlarındaki konuşmalarda güzelim Türkçemiz yok edilirken, Moiz Kohen (altta solda) yıllarca o dilin yaşaması için ter akıttı, Türk Dil Kurumu'nda çalıştı. 

İlgili resim  ziya gökalp ile ilgili görsel sonucu

Bakınız Ziya Gökalp (üstte sağda) ne diyor :
"Yalnız iyi günlerimizde değil, kötü günlerimizde de bizden ayrılmayanları nasıl milliyetimizin dışında sayabiliriz ? Milletimize karşı büyük fedakârlıklar yapmış, Türklüğe büyük hizmetler vermiş olan bu fedakâr insanlara, nasıl, 'Siz Türk değilsiniz,' diyebiliriz.."

siz kimi kandırıyorsunuz ile ilgili görsel sonucu

  

897) ÇEMBERLİTAŞ'IN KUTSAL GİZEMİ !...

İlgili resim    konstantin kolonu/çemberlitaş ile ilgili görsel sonucu

Konstantin Forumu'nun ortasına yerleştirilen dikilitaşın (Çemberlitaş) özelliği, salt üstünde yükselen Büyük Konstantin heykeli değildi. Kaidesi, belki de anıttan daha büyük bir önem taşıyordu.
Heykelsiz haliyle 57 metre yüksekliğindeki dikilitaş, temelden yukarı doğru küçülen üç kaide üzerine oturtulmuştu. Bu kaidelerden en dipte ve en büyük olanı, "kutsal" kabul edilen porfir taşından 11X11 metre çapında ve 2,5 metre yüksekliğinde yekpare bir kütleydi. Büyük Konstantin işte bu ana kaidenin içine bir hücre oydurdu. Konstantin'in yaşamı boyunca sarsılmaz bir güvenle sevip saydığı tek insan, "Augustus / Yüce" unvanı verdiği annesi İmparatoriçe Helena, Kudüs haccından getirdiği kutsal kalıtları bu hücreye kendi eliyle yerleştirdi. Sonra yekpare porfir kütlesinde hücreye doğru açılan dar tünel özenle dolduruldu ve tıpkı piramitlerde olduğu gibi girişi asla bulunamayacak biçimde, büyük olasılıkla kütleden daha önce kesildiği yere tıpatıp oturan bir porfir parçasıyla kapatılıp gizlendi..
Taşın içindeki hücreye saklanan ve Hristiyan öğretisine maddi dayanak oluşturup "Kutsal Emanet" efsanelerini besleyen kalıtların neler olduğuna ilişkin rivayet muhtelif.. 

konstantin kolonu/çemberlitaş ile ilgili görsel sonucu

Kimi kaynaklar, gizli hücreye İsa'nın mezarından getirilen toprak, çarmıha gerildiği Esas Haç parçaları, halkı doyurabilmek için çoğalttığı ekmek kırıntıları, bu ekmeklerin dağıtıldığı sepet kalıntıları, Mecdelli Meryem'in, İsa'nın çarmıha çivili ayaklarına sürdüğü merhem kabının yanı sıra Nuh'un, gemisini yaparken kullandığı baltanın konulduğunu iddia ediyor.
Kimi kaynaklara göre ise kalıtların arasında İsa'nın kaymaktaşından Kutsal Kâse'si, haça çakıldığı çiviler, Lut Peygamber'in asası ve Süleyman Peygamber'in som altından yedi kollu şamdanı bile var !..
Çemberlitaş'ın dip kaidesindeki gizli hücreye ilişkin tarihçe, hem gerçeklik hem de sahtelik içermesi bakımından ; semavi dinlerin esasını oluşturan "Kutsal efsaneler"in nasıl yaratıldığına, nasıl üretildiğine de en görkemli "halkla ilişkiler" örneklerinden biri sayılır..
Şöyle ki ; bu tarihçede, İmparatoriçe Helena'nın 327 yılında Kudüs'e hacca gittiği, kutsal mekânları zamanın Kudüs Metropoliti Makarios'un eşliğinde dolaştığı doğrudur. Bu mekânları gezerken, haç kalıntıları bulduğu da doğrudur. Ama kalıntının, 300 yılı aşkın süredir çürümeden ve kimseciklere görünmeyip Helena'yı bekleyen Esas Haç parçası olması elbette ki gerçekdışıdır !..
Zaten Konstantin'in annesi de bu gerçekdışılığın farkındadır ki, İsa'nın çarmıha gerildiği tepede bulduğu, üstelik bir değil İsa'yla birlikte çarmıha gerilen iki hırsızınki de dahil olmak üç haç kalıntısı arasından Esas Haç'a ait olanı, mucize testiyle ayırt etmiştir. Efsaneye göre Helena, haç parçalarını ölmekte olan bir kadının üstüne koymuş, kadını diriltip sağlığına kavuşturan parçanın Esas Haç'tan olduğu böyle anlaşılmıştır..
Kudüs'te, İsa'nın 327 yıl önce gerildiği haçı eliyle koymuş gibi bulan Yüce Helena'yı artık kim tutar ?!.. 
Ama Çemberlitaş'ın kaidesine eliyle koyduğu kalıtlar arasında özgünlüğü tartışılmaz yegâne Kutsal Emanet, kuşkusuz Kudüs toprağıdır..



Mucizeler, tarih yazan büyük liderlerin ortak reçetesidir. Ne zaman zora düşseler, hop, bir mucize olur, kurtulurlar !
Gerçek şu ki, Büyük Konstantin'in annesi İmparatoriçe Helena, o çağlar için oldukça ileri sayılan 72 yaşında göze aldığı Kudüs yolculuğuna, tam da oğlunu kurtaracak "mucizeler" yaratmak kararlılığıyla çıkmıştı. Çünkü Roma'nın ilk Hristiyan imparatoru, bir yıl önce İsa'nın öğretisinde bağışlanamaz en büyük günahı işlemiş ve tahtının birincil vârisi, oğlu Sezar Krispus'u öldürtmüştü. Taze Hristiyan tebaa, iman ettiği tanrıya ters düşen imparatorun samimiyetini sorguluyor, semavi kutsallığını tartışıyordu.
Büyük Konstantin'in nikâhsız yaşadığı ilk eşi Minervina'dan olan büyük oğlu ve gerek ordunun, gerekse halkın favorisi veliaht Sezar Krispus'u 326 yılında niçin öldürttüğüne ilişkin iki varsayım var. 5. yüzyılda tarihçi Zosimus ve 12. yüzyıl tarihçisi Zonaras, parlak komutan Sezar Krispus'un üvey annesi Fausta'nın komplosuna kurban gittiğini öne sürüyor..
Bu komploya göre İmparator'un ikinci ve nikâhlı eşi Fausta, taht yolunu kendi soyundan vârislere açmak için Büyük Konstantin'i, veliaht ilan ettiği büyük oğlu Sezar Krispus'un cinsel tacizine maruz kaldığına inandırıyor. İmparator, öfkeden çılgına dönüp öz oğlunu öldürtüyor..
Ancak ilk torunu Krispus'u çok seven babaannesi İmparatoriçe Helena, bir hafiye gibi çalışarak, hiç hazzetmediği gelini Fausta'nın yalan söylediğini, genç Sezar Krispus'a iftira ettiğini ortaya çıkarıyor..
Acı bir pişmanlığa gark olan Büyük Konstantin, kendisini yalan dolanla kandırıp büyük günaha sokan nikâhlı eşini, en acılı ölüm biçimiyle cezalandırıyor : Fausta hamama girdiğinde, içinde yıkandığı havuzun suyu yavaş yavaş kaynatılıyor. Kraliçe kendini dışarı atmak için yaptığı her hamlede, havuzu kuşatan uşaklar tarafından suya itiliyor. Sonunda diri diri haşlanarak ölüyor..

emperor constantine and his son caesar crispus ile ilgili görsel sonucu

İmparatorun, adına altın sikke (solidus) bastıracak kadar değer ve "Sezar" unvanı verdiği oğlu Krispus'u öldürtmesine ilişkin ikinci varsayım, 6. yüzyılda  Frenk tarihçi Grégoire de Tours'a ait. Buna göre Krispus ve üvey annesi Fausta, Büyük Konstantin'in iman ve devlet dini ilan ettiği Hristiyanlığa geçmeyi reddedip pagan inançlarını sürdürüyorlar. Sezar Krispus, babasına karşı komplo kuruyor. Pagan inanç yakınlığından ötürü üvey anne Fausta'nın da komploda parmağı olması ihtimali var. Büyük Konstantin, darbe hazırlığını öğreniyor. Hem oğlunu, hem de karısını öldürtüyor..
Sezar Krispus ve Fausta'nın asıl katledilme gerekçeleri ne olursa olsun, özellikle veliahdın, hem de babası eliyle öldürülmesi, Roma tebaasını sarsmıştı. Hele İmparatoriçe Helena, torunu maktul, oğlu katil bir ana olarak, tarifsiz acılar içerisindeydi. Krispus'un katlinden bir yıl sonra çıktığı hac yolculuğundan, oğul katili Büyük Konstantin'in büyük günahını hem Tanrı hem de tebaa nezdinde bağışlatacak mucizelerle dönmeliydi, nitekim öyle de oldu !..
Uyduruk Esas Haç ve diğer Kutsal Emanet buluntuları, ilk Hristiyan imparatorun tanrı katında da ayrıcalıklı olduğunun kanıtı ve bağışlanmaz günahının bile bağışlandığının işareti sayıldı..

emperor constantine and his mother helena ile ilgili görsel sonucu   emperor constantine and his mother helena ile ilgili görsel sonucu

Büyük Konstantin, Kudüs'ten gelen Esas Haç'ın bir parçasını eski Roma'ya, annesinin Yeni Roma'ya taşınmadan önce ikamet ettiği saraydan bozma Kutsal Haç Kilisesi'ne gönderdi.
Haçın bir başka parçası, daha önce tarif ettiğim gibi, Yeni Roma'daki Konstantin Kolonu'nun (Çemberlitaş) üstünde yükselen Apollon vücutlu Büyük Konstantin heykelinin eline tutuşturuldu. Bir diğer parçası, İmparatoriçe Helena tarafından Çemberlitaş'ın dibindeki hücreye konulan Kutsal Emanetler'in arasında yer aldı.
Böylece dosta düşmana, Hristiyan Roma İmparatorluğu'nun Hristiyan başkentinin Nova Roma (İstanbul) ve Kutsal Emanetler'in mahfazası Konstantin Kolonu'nun (Çemberlitaş) da Hristiyanlık âleminin mihenk taşı olacağı ilan ediliyordu !...

    bir hıristiyan masalı ile ilgili görsel sonucu 

896 ) BİR ŞAİR BİR SULTANI SEVERSE ! ..

  

MİNE SULTAN ÜNVER, "Nar-ı Aşk" adlı kitabında özetle, şunları yazmış...

Bundan on dört yıl evvel, Hicri 1196, miladi 1784 senesiydi… Galip henüz yirmi altı yaşında fakat divanı olan "Hüsn-ü Aşk" gibi, şairi şuaranın iltifatına mazhar bulunmuş bir edebi harikayı terkip etmiş beliğ bir şairdi… Divan kapısında ona lezzet veren mühim bir vazifesi de vardı, çevresince seviliyor, saygı duyuluyordu… Şiir meclislerinin ve en nadide meşklerin vazgeçilmez sanatkârlarındandı… Lakin tüm meziyetlerine rağmen tasavvuf ehli olarak yetişmenin hasletiyle hep ağırbaşlı ve mütevazıydı…
Bir derdi vardı ki o da derinden hissettiği, sebebine de vakıf olduğu hâlde çaresini bulamadığı koca bir boşluk idi. Sebebine vakıfolduğu bu dert; aşktan mahrum oluşuydu… Mevlevi dergâhına gidip gelmesine, mesneviyi defalarca hatmetmesine rağmen, efendisi bildiği Mevlana Hazretleri ve birçok Can gibi hakiki aşkı yaşamak derdindeydi… Okumalarından, ibadetinden feyz alıyordu
ama gerçek aşkın eksikliğini de her daim hissediyordu. Yarım kalıyordu bir şeyler…
Şiirlerini yazarken, hele Hüsn ü Aşk'ı kaleme alırken ilhamı ona dost olmuştu, aşkı ise tanımadan ama yüceliğini tahmin ederek, tecrübeleri dinleyip belleyerek duyumsamış ve sözlerine yoldaş etmişti… Lakin o, aşkın hakiki hâlini tanımayı, bulmayı öyle çok arzu ediyordu ki… Ona düşen aşkı aramaktı; bir dilberin nazenin simasında, bir dervişin ya da dostun sözünde, bir ceylanın kara, ahu gözlerinde, rüzgârın esintisinde bulana kadar aramak…
O vakitler Konya’ya, Mevlana Hazretleri’nin ruhaniyetini ziyarete gitmişti GalipSultan III. Selim Han ise henüz şehzadeydi ve amcası  Birinci Abdülhamid’in kararı üzere Konya’da ikamet etmekteydi. Şehzade Selim ile Galip burada şiir meclislerinin birinde karşılaşmışlar ve sanatın soluğu ile gönülleri kaynaşarak dost olmuşlardı. Zira Şehzade Selim de tabiatı itibariyle gayet sanatkârane karakterli ve ince mizaçlı idi. Hattatlık, musikişinaslık, şairlik gibi vasıflarının yanı sıra müstesna güzellikte ney üflerdi… Şehzade ile Galip’in bir araya gelip karşılıklı, biz neylerine üfleyip şiir söylediği çok sık vaki olmuştur…
Galip, Konya ovasının bahara durduğu güzel bir günde, bağlarıyla meşhur Meram’ın çiçeklerle döşeli taşlık yollarından geçip Şehzade Selim’in ikametgahına vardı… Kolunun altında ben ve Hüsn ü Aşk’ın yazılı olduğu desteyle saraya girdiğinde, kethüdanın refakatinde şehzadenin has dairesine götürüldü…
Galip, Şehzade Selim’i yalnız bulacağını sanıyordu ancak daireye girdiğinde nişli duvarların köşesindeki sedir üzerinde bir dilberi fark etti.… Şehzade Selim, hatunun yanına oturmuş olduğundan, Galip, onu haremi zannedip mahcup oldu ve bir kabahat işlediğini düşünerek geri adım attı. Şehzade, o vakit Galip’in ahvalinden anlayarak yanına vardı, her daim olduğu gibi muhabbetle karşılayıp içeri buyur etti. Galip’in mahcubiyeti devam edince şehzade onun hissiyatının sebebine vakıf olup, yanındaki dilberi takdim etti:
“Hemşirem Beyhan Sultan…”
Galip, genç kızı simasına bakmaksızın selamlayıp kendisine işaret edildiği üzere iki kardeşin karşısındaki Venedik işi ceylan derisinden iskemleye yerleşti. Kolunun altındaki kâğıt demetini dizlerinin üzerine alırken Şehzade Selim açıkladı:
“Hemşirem kısa bir süre için ziyaretimize gelmiştir… İstanbul’daki meclislerde sözlerinin namını işitmiş, hatta bir meşkte de sen gazelini söylerken harem tarafından dinlemiş… İkinizin de Konya’da bulunuşu hoş bir tesadüf oldu ki bu fırsattan istifade etmemiz gerektiğine kani olup seni çağırdım… Gerçi hemşirem Beyhan, anlam veremediğim bir hâlde şairimizi buralara kadar yormayalım diye ısrar etti ama şahsımda pek kıymetli bulduğum iki naif insanla meşk etmek her zaman nasip olacak bir vakıa değildir…”
O vakit Galip, bakışlarını yerden kaldırıp on sekizindeki Beyhan Sultan’a nazar etti… Ah etmez olaydı… Gözlerini hemen başka tarafa çevirdiyse de hayalinde Beyhan’ın cemalini seyretmeye devam ediyordu, ondan başka bir şey gördüğü yoktu. Bakışlarını yeniden kaldırmaya cesaret edemiyordu, elleri boşanıp iki yanına düşmüştü, daha fenası yüreğine bir çerağ düşmüştü… Bedeninin titremesi dışarıdan belli oluyordu.
Velhasıl Mevla, Galip’in yalvarışlarına cevap vermiş, aşk ansızın karşısına çıkıvermişti… Galip’in aradığı aşk bir kalıba girip cisim bulmuştu… Beyhan Sultan’ın mahcup gülümseyişi ateş olup dervişin gönlüne konmuş, kıvılcımıyla ruhunu tutuşturuvermişti.
Galip iskemleden düşüverecek gibi oldu ama tutundu… O gün, öyle garip bir hâlde okudu şiirlerini… Ne dediğinin ne de işittiğinin farkındaydı… Sadece ah ettiği vakit derinden hissederek inliyordu..
O gün Beyhan Sultan da bir sevda sarhoşluğu içindeydi… Galip’in yüreğinde ne varsa onun gönlünü dağlayan da aynısı idi… 
Hiçliktir, yokluktur, varlıktır; adı aşk… Beyhan’dır, Esad Galip’tir adı aşk…

Şeyh Galip'in şiirdeki ustalığı ve Allah vergisi "karizması" onu her zaman ayrıcalıklı bir yere oturtur. "Hüsn-ü Aşk"ın şairi dönemin en fazla ilgi toplayan ismidir.



Padişah III. Selim sık sık Galata Mevlevihânesine (üstte) gider ve "Pamuk Şeyh" diye hitap ettiği Galib'ten şiirler dinler. Hatta padişah bazen başını Pamuk Şeyh'in dizlerine koyar ve bir vecd hali yaşar. Padişahın Galib'in divanını yazımı, cildi ve tezhibi için üç yüz altın harcadığı rivayetler arasındadır. Galib'in padişahın kız kardeşi Beyhan Sultan'a gönül verdiğini ve: “Gizlesem de âşikar etsem de cânımsın benim” gazelini Beyhan Sultan'a yazdığı iddia edilir. 
Vefatına ilişkin üç rivayet vardır. Şeyhi Yusuf Dede'nin huzurunda ondan izin almadan Mesnevi kürsüsüne çıkarak III. Selim'e Mesnevi okumaya niyetlenir; fakat Yusuf Dede'nin derin nazarları altında hiçbir şey söylemeden iner ve birkaç gün içinde hastalanıp ölür. Diğer rivayet ise Ali Nutkıy Dede'nin huzurunda "şeyhim, biraz rahat edelim" deyip başından sikkesini çıkarır. Bu laubalililiği yüzünden şeyhinin gönlü kırılır ve bu da onun ölümüne sebep olur. Son rivayet ise atıyla Mevlevihâneye girerken şeyhinin ihtarına uymayıp ta kapıya kadar atından inmez ve erenlerin manevi sillesini yiyip hastalanır birkaç gün içinde de ölür. Gölpınarlı, rivayetlerin çeşitliliğinin, uydurma olduklarına alamet olduğunu yazar. Öldüğünde kırk iki yaşındadır, sakalına henüz ak düşmemiştir, babasının : “Âh oğul, bu tahtaya kara sakal yakışmıyor.” dediği bilinmektedir.

Hürriyet

KAYNAK OLARAK KULLANDIĞIM KİTAPLAR..
-------------------------------------------------------
1.DEVLET-İ ALİYYE.I...HALİL İNALCIK 2.OSMANLILAR..HALİL İNALCIK
3.İMP.'UN EN UZUN YÜZYILI..İLBER ORTAYLI
4.SON İMP. OSMANLI..İLBER ORTAYLI
5.TARİHİN IŞIĞINDA..İLBER ORTAYLI
6.OSM. TOPLUMUNDA AİLE..İLBER ORTAYLI
7.OSM.'YI YENİDEN KEŞFETMEK..İ.ORTAYLI
8.BATILILAŞMA YOLUNDA..İLBER ORTAYLI
9.OSMANLI TARİHİ..A.DE LAMARTINE
10.OSMANLI..CAROLİNE FİNKEL
11.OSM.İMP.TARİHİ..NICOLEA JORGA
12,BÜYÜK TÜRK..NICOLEA JORGA
13.YENİLMEZ TÜRK...NICOLEA JORGA
14.TÜRKİYE TARİHİ..ED.SİNA AKŞİN
15.OSM.DÜNYASI VE İNSANLARI..GÜLGÜN ÜÇEL
16.OSMANLI ORDUSU..GÜLGÜN ÜÇEL-AYBET
17,BU MÜLKÜN SULTANLARI..NECDET SAKAOĞLU 18.YENİÇERİLER..REŞAT EKREM KOÇU
19.SON PADİŞAH..YILMAZ ÇETİNER
20.SORULARLA OSM. ..ERHAN AFYONCU
21. SOKOLLU ...RADOVAN SAMARCIC
22. OSM.İMP.TARİHİ...A.CEVDET PAŞA
23. OSM.GERÇEĞİ..ERDOĞAN AYDIN
24. FATİH VE FETİH..ERDOĞAN AYDIN
25.KADINLAR SALTANATI..A.REFİK ALTINAY
26.DOĞU'YA BAKIŞ..GERALD MACLEAN
27.AT SIRTINDA ANADOLU..FREDERIC BURNABY
28.ABDÜLMECİD..HIFZI TOPUZ
29.ŞAH SULTAN ..İSKENDER PALA
30.FLORANSA BÜYÜCÜSÜ..S.RUSHDIE
31.TARİHİMİZLE YÜZLEŞMEK..EMRE KONGAR
32.PARİS'TE BİR OSM.SEFİRİ..ŞEVKET RADO
33.TARİHİN SAKLANAN YÜZÜ..ÇETİN ALTAN
34.OSM.İMP.'DA SON 300 YIL..ALAIN PALMER
35.KONSTANTİNİYYE..PHİLİP MANSELL
36.TÜRKİYE'NİN SİYASİ İNTİHARI..CENGİZ ÖZAKINCI
37.BU VATAN BÖYLE KURTULDU..EROL MÜTERCİMLER
38.16.YÜZYILDA İSTANBUL..METİN AND
39. ERKEN MODERN OSMANLILAR.. VIRGINIA H. AKSAN-DANIEL GOFFMAN
40."POPÜLER TARİH" VE "NTV TARİH " DERGİLERİ
41.İKİNCİ ADAM..Ş.SÜREYYA AYDEMİR
42.HAYAT..AYŞE KULİN
43.DEVRİM VE DEMOKRASİ..NUMAN ESİN
44.BİR NUMARALI TANIK..KURTUL ALTUĞ
45.İHTİLALİN MANTIĞI..Ş.S.AYDEMİR
46.KUTSAL İSYAN...HASAN İZZETTİN DİNAMO
47.KUTSAL BARIŞ...HASAN İZZETTİN DİNAMO
48.ÇÖL KRALİÇESİ...JANET WALLACH
49.YÖNETMENLER,FİLMLER,ÜLKELER..A.DORSAY
50.AY HIRSIZI...SUNAY AKIN
51.ONLAR HEP ORADAYDI...SUNAY AKIN
52.KULE CANBAZI...SUNAY AKIN
53.LÜZUMSUZ BİLGİLER ANSİKLOPEDİSİ..TAMER KORUGAN
54.PRENS..NİCCOLO MACHİAVELLİ
55.İSTANBUL'DA BİR ZÜRAFA..SUNAY AKIN
56.KIZ KULESİNDEKİ KIZILDERİLİ..S.AKIN
57.AH BEYOĞLU,VAH BEYOĞLU..SALAH BİRSEL
58.İSTANBUL-PARİS..SALAH BİRSEL
59.YAVUZ'UN KÜPESİ..ERHAN AFYONCU
60.OSMANLI PADİŞAHLARININ HAYAT HİKAYELERİ...YILMAZ ÖZTUNA
61.BİZİM DİPLOMATLAR..BİLAL N.ŞİMŞİR
62.KİM VAR İMİŞ BİZ BURADA YOĞ İKEN..CEMAL KAFADAR
63.RÜZGARIN GÖLGESİ..CARLOS RUIZ ZAFON
64.MELEĞİN OYUNU..CARLOS RUIZ ZAFON
65.ORTA DOĞU..TAYYAR ARI
66.ABD-ORTA DOĞU-TÜRKİYE..HALUK GERGER
67.ORTA DOĞU.. BERNARD LEWIS
68.ON BİR CUMHURBAŞKANI ON BİR ÖYKÜ.. CÜNEYT ARCAYÜREK
69.ÖFKELİ YILLAR...ALTAN ÖYMEN
70.ATATÜRK'TEN SONRA BUGÜNLERE NASIL GELDİK ?..CÜNEYT ARCAYÜREK
71.ÇANKAYA...CÜNEYT ARCAYÜREK
72.DEMOKRASİNİN İLK YILLARI..C.ARCAYÜREK
73.YENİ İKTİDAR,YENİ DÖNEM..C.ARCAYÜREK
74.BİR İKTİDAR,BİR İHTİLAL..C.ARCAYÜREK
75.NEREDEYSE BİR BALİNA..STEVE JONES
76.MOSSAD GİZLİ TARİHİ...GORDON THOMAS
77.BARIŞA SON VEREN BARIŞ...DAVID FROMKIN
78.SULARIN GETİRDİĞİ PADİŞAH..CAHİT ÜLKÜ
79.TANK SESİYLE UYANMAK..HASAN CEMAL
80.BİR MANİNİZ YOKSA.. ...AYFER TUNÇ
81.ALATURKAFRANKA..ERCAN ÇİTLİOĞLU
82.SUÇUMUZ MÜKEMMEL OLMAK..S.DUMAN
83.DARBE...STEPHEN KINZER
84.ÖZAL HİKAYESİ..HASAN CEMAL
85.TURGUT NEREDEN KOŞUYOR ? ..E.ÇÖLAŞAN
86.YEDİ TEPE ANADOLU...ALİ CANİP OLGUNLU
87."K", "DERBEDER BİR KAHİN"...CANSU YILMAZÇELİK
88.LATİFE HANIM...İPEK ÇALIŞLAR
89."K",YIKIK BİR SARAYDIR DÜNYA..PERİHAN ÖZCAN
90.BEYAZ PERDEDE KIRMIZI FİLMLER.. ATİLLA DORSAY
91.TEK ADAM..Ş.SÜREYYA AYDEMİR
92.DAHİLER VE AŞKLARI...ÖZCAN ERDOĞAN
93.HAYATIM KİTAP..YAŞAR AKSOY
94.BOĞAZİÇİ ŞINGIR MINGIR..SALAH BİRSEL
95.BİR EKONOMİK TETİKÇİNİN İTİRAFLARI...JOHN PERKİNS
96.CUMHURİYET TARİHİ YALANLARI 1. VE 2. CİLT...SİNAN MEYDAN
97. KOMPLO TEORİLERİ..EROL MÜTERCİMLER
98.ÖNCE KADINLAR VE ÇOCUKLAR..SUNAY AKIN
99.BİR ÇİFT AYAKKABI..SUNAY AKIN
100. BENİM CUMHURİYET'İM..EMİNE UŞAKLIGİL
101.DARAĞACINDA ÜÇ FİDAN..NİHAT BEHRAM
102.NEREYE..CAN DÜNDAR
103.İSTANBUL'DAN SAYFALAR..İLBER ORTAYLI
104.BİZİM İZMİRİMİZ..MELİH GÜRSOY
105.GİZLENEN TARİH..BRİAN HAUGHTON
106.BERGAMA DÜŞLERİMİN ŞEHRİ,İZMİR SEVDAM..SELAHATTİN TURAL
107.GÖLGEDEKİLER..CAN DÜNDAR
108.KIRMIZI BİSİKLET..CAN DÜNDAR
109.YAKAMDAKİ YÜZLER..CAN DÜNDAR
110.GEÇMİŞ AYRINTIDA SAKLIDIR..CEMİL KOÇAK