Sayfalar

927 ) SAMUEL MORSE, ABDÜLMECİD VE TELGRAF !..

    

Mors Alfabesi'ni hepimiz biliriz. Telgraf çekmek için kullanılan bu alfabe, kullanıma girdiği ilk yıllarda dünya için bir iletişim devrimiydi. 1791 doğumlu Amerikalı Samuel Finley Breese Morse'un bulduğu ve kendi adını verdiği bu alfabenin, alfabeden önce telgrafın, ilginç bir öyküsü var. Üstelik bu öykü bir bölümüyle bizi de ilgilendiriyor..
Samuel Morse'un asıl mesleği portre ressamlığıdır ama o dönemin aydınları gibi farklı alanlara da ilgi duyar. Mekanik araştırmalara genç yaşlarından itibaren düşkün olan Morse, bir mermer kesme makinesi yapmış ama patentini alamamıştır. Daha sonra iletişim ve haberleşme alanına eğilen Morse, 1832 senesinde yaptığı okyanus seyahatinde, arkadaşı Charles Jackson ile elektrikle ilgili son gelişmeler hakkında sohbet eder. New York Üniversitesi'nde okuduğu dönemde elektromanyetik alanında öğrendiği konular, kafasında "elektrikli telgraf" fikrini doğurur..
Morse'un elektrikli telgrafı, bir elektrik devresinde bobinin bir kolu çekmesi ile rulo kağıdı üzerine izler bırakması esasına dayanıyordu. Kısa ve uzun çekmeler, kısa ve uzun izler bırakıyordu. 1835 senesinde başlayan bu çalışmalarına destek bulmak için önce kendi ülkesi ABD'den, sonra da Avrupa ülkelerinden destek istedi. Ancak hiç kimse henüz ne işe yaradığı belli olmayan böyle bir buluşa destek vermeye gönüllü değildi. Samuel Morse, her mucit gibi inatçı biriydi ve yeni icatlara meraklı olduğunu duyduğu Osmanlı Sultanı Abdülmecid ile görüşmesi için yakın dostu Chamberlain'i Başkent İstanbul'a gönderdi..
Abdülmecid, Tanzimat Fermanı ile 1840 yılında ilk posta teşkilatını kurmuştu. Vilayetlerde ve taşrada postaneler açılıyordu. İlk postane, İstanbul'da Yeni Cami avlusunda "Postahane-i Amire" adıyla açıldı. Yani Osmanlı ülkesi yeni iletişim araçlarına çoktan hazırdı..
Chamberlain İstanbul'a gelirken yanında telgrafı da getirmişti. Amacı bunu Padişah'a göstermek ve mümkünse ona bir gösteri sunmaktı. Fakat mekanizmanın Osmanlı hükümetine güvenle sunulmasından önce birkaç şeye daha ihtiyaç vardı. Chamberlain gerekli çalışmaları yapabilmek için Viyana'ya gitmek üzere yola çıktı. Ne yazık ki Tuna vapuru alabora olunca boğularak can verdi ve Saray için hazırladığı gösteriyi gerçekleştiremedi..
Chamberlain'in ölümüne çok üzülen Morse, daha fazla bekleyemezdi. Çalışmalarını sürdürdü ve 1847'de ilk mesajını elektrikli tel yoluyla Baltimore'dan Washington'a gönderdi. Ancak buluşun dünya çapında yaygınlaşması için hâlâ maddi desteğe ihtiyacı vardı. Osmanlı İmparatorluğu'nda jeolog olan Profesör J. Lawrence Smith, Morse'dan iki telgraf aracı ısmarladı. Yanına mekanik konularda usta olan başka bir Amerikalıyı, Hamlin'i aldı ve onu Abdülmecid'e yapacağı gösteride kendisine yardım etmesi konusunda ikna etti..
O yıllarda ıssız bir sahil köyü olan Bebek'te günlerce deneme yaptılar. En sonunda Sultan'dan randevu geldi ve birlikte heyecan içinde Beylerbeyi Sarayı'na (II. Mahmud tarafından yaptırılan, daha sonra 1851 yangınında yanan,ahşap saray) gittiler. Telgraf cihazının biri tahtın bulunduğu odaya, diğeri uzak bir köşeye kondu. Cihazın ucundan çıkan mesaj, her iki yönde olmak üzere başarıyla gönderildi. O zaman 24 yaşında olan Abdülmecid, gözleriyle tanık olduğu olaydan çok etkilendi. Osmanlı Sultanı bir sonraki gün Saray'da Babıali'nin üst düzey memurları için gösterinin tekrar edilmesini istedi..

    

Gösteri 10 Ağustos 1847'de bir kez daha başarıyla tekrar edildi. Padişah kesinlikle ikna olmuştu, bu alet mesajları bir yerden başka bir yere naklediyordu. 
Abdülmecid, İstanbul'dan Edirne'ye bir telgraf hattı çekilmesi için birlikte çalışmayı teklif etti. Sultan ayrıca Smith'e ne ödül verebileceğini sordu. Smith saygılı bir dille, lütfedilecek ödülün doğrudan telgrafın mucidi Samuel Morse'a verilmesi gerektiğini söyledi..
Padişah Abdülmecid, Morse için bir saray beratı yazdırdı. Üzerinde şunlar yazıyordu :
"Yetenekli bir Amerikalı bilim adamı, ulusunun önde gelen bir örneği olan Sayın Samuel Morse'un başarılarının artarak devamını dilerim.."
Beratla birlikte elmastan yapılmış bir de madalya vardı. Madalyadan memnuniyet duyan Morse, daha sonra Sultan'a telgrafa benzeyen bir araç gönderdi. Abdülmecid, bunu öğrencilerin yararlanması için Askeri Mühendislik Okulu'na verdi..




Abdülmecid'in İstanbul-Edirne arasında telgraf hattı kurulması için çalışılması emrini vermesine rağmen bu gerçekleşmedi. Osmanlı'nın ilk telgraf hattı, Kırım Yarımadası'Bulgaristan üzerinden İstanbul'a bağlayan hattır. 1853'de Osmanlı-Rus savaşı olarak başlayan Kırım Savaşı, telgraf kablosunun güzergâh değiştirmesine neden olmuştu..         
Abdülhamid tahta çıktıktan hemen sonra, babası Abdülmecid'in telgrafa verdiği önemi aynen sürdürdü ve "Posta Telgraf Bakanlığı"nı kurdu. Şam vilayetine tepesinde Hamidiye Camii'nin maketi bulunan bir "telgraf anıtı" bile diktirmiştir. Anıtın mimarı, İtalyan Raimondo D'Aronco'dur. Telgrafın Amerika'da başlayan ve hızla yol alan macerası, Şam'daki anıtla taçlandırılmış olur..
Samuel Morse, 1872 yılında 80 yaşında New York'ta hayatını kaybetti. Brooklyn'de bulunan Greenwood Mezarlığı'nda gömülüdür.
Morse'dan 150 yıl sonra telgrafın da teknoloji mezarlığına gömüldüğünü söyleyebiliriz. Çünkü dünya halkları iletişim için telgraf kullanmayı çoktan bıraktı..



MURAT ERDİN'İN "DÜNYA HÂLÂ BÜYÜK YAŞAM HÂLÂ KISA" ADLI KİTABINDAN DERLENMİŞ BİR YAZIDIR..

926 ) AKADEMİK BAĞLILIK BİLDİRİSİ !...



Yıl 1943... Koyu kahverengi büyük eski mobilyalar, iç karartan lambrilerle bütünleşiyor. Münih'in Ocak karı, kapalı havası, büyük odayı daha da ağırlaştırıyordu. Saatler gibi gelen uzun bekleyişte tek tavanda dönen ağır pervanenin sesi işitiliyordu. İki Nazi askerinin arasında yarım saattir beklemekten gerginleşmiş, zayıf, uzun yüzü, iyice açılmış şakaklarıyla daha yaşlı, daha hüzünlü duruyordu Profesör Kurt Huber. Sadece koluna girip, hiçbir şey söylemeden, getirmişlerdi odasından.. 
Son dönemin olağan, şaşırılmayan, sıradan etkinliklerinden biri olmuştu profesörlerin odasından genç Nazi öğrenci askerler tarafından alınmak. Koridordan geçişinde Nazi Partisi üyesi gençlerin nefret dolu bakışları ve homurtuları arasında sırasında kendisinde olmasının şaşkınlığını yaşamıştı Huber. O da tüm profesör ve üniversite yöneticileri gibi tam on yıl önce Führer'e bağlılık bildirisine imza atmış ve hep beraber yeni Almanya'da birlik, beraberlik, şeref ve hukukun yeniden tesis edildiğini açıklamışlardı. Bir ay sonra Hitler iktidara geldiğinde tüm rektörler, Führer-rektör olmuş ; Yahudi, komünist ve sosyal demokrat öğretim üyesi çalışanları sorgusuz işten atma yetkisi kazanmıştı. Ama yine de başına ne geleceğini bilememenin verdiği garip bir huzursuzluk yaşıyordu.
Özellikle de 22-23 yaşında sadece hademe Jacob Schmid'e bildiri dağıtırken yakalandığı iddiasıyla apar topar idam edilen direnişçi "Beyaz Gül" (üstte) üyesi gençlerin başlarına gelenden sonra.. 



Derin sessizliği kapının sert açılışı bozdu. Uzun boylu, atletik, Holywood'un dönem yakışıklısı Tyrone Power görünümlü, Führer-rektör Walther Wüst (üstte) sert adımlarla içeriye girdi. Geriye doğru taranmış kumral saçları yüzünü ciddileştiriyor, iri yapısı ve üzerindeki SS üniformasıyla daha bir ürkütücü gözüküyordu. Prof. Dr. Kurt Huber, rektörü ilk kez Nazi üniforması ile görmenin şaşkınlığıyla toparlandı. Gözü, yakasında kırmızı zemin üzerine yaprakla simgelenen tanımadığı "Standartenführer" (Alay Önderi) fahri albay apoletine takılmıştı... 
Sert, tok bir sesle "Demek vatan hainliği ! Demek düşmanla işbirliği ! Demek ordumuzun moralini bozmak ha !" diye bağırdı Walther Wüst. Sonra, makineli tüfek gibi hiç susmaksızın "Beyaz Gül" üyesi gençlere yardımdan, gizli bildiri hazırlamaya kadar onlarca suçlamayı arka arkaya sıraladı. Huber, hiç kimseyle paylaşmadığı, kendisine bile itiraf etmediği sırlarının ardı ardına sıralanmasından huzursuz toparlanıp yanıt vermeye çalışırken Wüst'ün şiddetli tokadını bir anda yüzünde hissetti. O an, hayatın, bilimin, insanlığın durduğu andı. Kendi meslektaşı, bir bilim insanı, bir rektör, üstünde üniforma kendisine şiddet uyguluyordu. Huber'in şaşkınlığına karşı Wüst için sadece önüne geçilememiş bir öfke patlamasıydı. Akademi dünyasının en hızlı kariyer yapan bu ünlü faşisti çok genç yaşta profesör olmuş, küçük yaşlarda katıldığı Hitler'in Nasyonal-Sosyalist Alman Partisi sayesinde yöneticilik basamaklarını da hızla tırmanmıştı..
Felsefe Fakültesi dekanlığı döneminden biliyordu Huber onu. Militan Parti üyelerinden oluşan, Hitler'in özel korumalığını yapan SS birliğine de seçilmişti Walter Wüst. Sonra, Standartenführer ve ardından da rektör olmuştu. Almanların üstün ırk kuramını kanıtlamaya çalışıyor, üniversitede ise bilimden çok soruşturmacı, baskıcı yönetici kimliğiyle tanınıyordu. 
Huber yanağını ovuştururken üniversitedeki her komünist, Yahudi bilim insanı avı ve cezalandırılmasında sorgulamayı bizzat Wüst'ün yaptığı söylentilerini hatırladı ve ilk defa sınırsız bir korkuya kapıldı..



Çocuk felcinden kaynaklanan fiziksel engeline bağlı titremeler, Huber'in korkusunu daha belirginleştiriyor, bu, Wüst'ü daha saldırganlaştırıyordu. "Örgütüm yok, sadece insani değerlerin herkes için geçerli olması gerektiğini düşündüm. Sizlerden bazı konularda uzak durdum" diye cılız bir sesle kurduğu cümle Wüst'ün yakasına yapışmış hırpalayan şiddeti arasında kaybolup gitti. Ondan sonra ne cümle kurabildi ne de "Ben sadece bilim insanıyım" diyebildi..
Wüst, her güçlü faşist gibi bağıra bağıra hesap sorup kendince sorguladı. Bir saatin sonunda içerideki iki genç Nazi ve dışarıda bekleyen Gestapo yetkilileri arasında daha yaşlı, daha zavallı, daha mutsuz bir Huber ölüme gidecek yargılanma için büyük koridordan geçip yıllarını verdiği üniversiteden (üstte) bilinmeze doğru bir yolculuğa çıkıyordu. Sonu idamla bitecek bu yolculuğun sonrasında ne olduğunu aslında hepimiz tarihi kayıtlardan biliyoruz.. 

prof kurt huber-munchen 1943 ile ilgili görsel sonucu

ALINTI YAPILAN KİTAP : 
    
alışmadık gözde lens durmaz ile ilgili görsel sonucu

925) DESTANSI BİR GEMİ YOLCULUĞU BAŞLAMADAN HEMEN ÖNCE !...

  james cook endeavour ile ilgili görsel sonucu

Kaptan Cook (üstte) Pasifik Okyanusu'na kadar giden ilk Avrupalı değildi. Cook, ilk gemi yolculuğuna çıktığı dönemde Avrupalı coğrafyacılar arasında "Terra Australis Incognita" (Latince, "Güney'deki Bilinmeyen Toprak Parçası") adında yeni bir kıtanın bulunmayı beklediğine dair genel bir görüş vardı. Bu haber elbette dünyanın en güçlü deniz donanmasına sahip ülkesi Britanya'nın dışında, imparatorluklarının sınırlarını genişletmek isteyen Fransa, Hollanda, İspanya ve Portekiz gibi diğer imparatorlukları da ilgilendiriyordu..
Fakat Britanya çok fazla kuşku çekmeden şayet varsa bu toprakları bünyesine katabilmenin bir yolunu bulmuştu. Bilimsel veri toplama amacıyla bir keşif gezisi organize edilecekti. Böylece 1768 yılında Royal Society adındaki bilim topluluğu Kral III. George'a (altta, solda) ricada bulunarak, ondan "Venüs Geçişi"ni gözlemlemek amacıyla Pasifik Okyanusu'na yapılacak olan geziyi finanse etmesini istedi. Bu nadir gök olayı eğer doğru gözlemlenirse, Güneş ile Venüs arasındaki uzaklık hesaplanabilirdi..

   

Güneş ile diğer gezegenler arasındaki uzaklığın da hesap edileceği bu gezide, Kraliyet astronomu asistanı Charles Green yıldızların haritasını çıkarma işiyle görevlendirilmişti. Gezinin bilimselliğini daha da artırmak amacıyla ayrıca bir grup bitkibilimci de ekibe dahil edilmişti. Bu bitkibilimciler, oldukça zengin bir adam olan ve hayatını İsveçli biyolog Carl Linnaeus'un bitki ve hayvan türlerinin sınıflandırılması için kullandığı sisteme adamış olan Joseph Banks önderliğinde geziye katılacaklardı. Banks (üstte, sağda) öğrencisi Daniel Solander ile Fin bir doğabilimci olan Herman Spöring'i asistanları olarak atamıştı. Bu bilim insanları gezinin sonunda toplamda 110'u yeni cins ve 1300'ü ise yeni tür olan 30.000 bitki örneği toplayacaktı. Ekibe ayrıca gezi boyunca gördüklerini resmetmeleri için Sydney Parkinson ve Alexander Buchan adında iki sanatçı da davet edilmişti.. (En altta, bir arada)
Gezinin kaptanı olarak seçilen James Cook ise Yorkshire doğumlu, çiftçi kökenli, kırk yaşında mütevazı bir adamdı. Göreve getirilmesindeki en önemli etken haritacılık konusundaki başarılarıydı. Cook, 1756-1763 yılları arasında yaşanmış olan "Yedi Yıl Savaşı" sırasında, Newfoundland Adası'nda bulunan Saint Lawrence Körfezi'nin haritasının çıkarılmasına yardım etmişti..


Yolculuk için Royal Society topluluğu tarafından seçilen gemi ise "Endeavour" (üstteadında, 333 ton ağırlığında ve kömürle çalışan bir gemiydi. 30 metre uzunluğunda, 9 metre genişliğinde olan gemi, düz pruvası ve kare şeklindeki arka kısmı ile oldukça sağlamdı. Yolculuktan önce geminin gövde kısmı kalafatlanmış ve geminin alt kısmına depolama alanı olarak kullanılmak üzere üçüncü bir güverte yapılmıştı. Gemi aynı zamanda bir büyük sandala, birçok küçük sandala, on adet iki kilogramlık topa, on iki adet de kendi etrafında dönebilen bombardıman silahına sahipti..
Gemi mürettebatı on dört subay, on iki kraliyet deniz piyadesi, ikisi Banks'e bağlı Afrika kökenli çalışan olmak üzere sekiz hizmetkâr ve Britanya'nın tüm bölgelerinden gelen 60 denizciden oluşuyordu. Geminin mürettebatına ayrıca avlanmada kullanılmak üzere bir adet tazı, gemideki fareleri imha etmesi için üç adet kedi, bir adet de maskot görevi gören keçi alınmıştı. Mavi sulara açılmadan önce âdet olduğu üzere kararından vazgeçen herkesin bir adım öne çıkması istenecekti. Mürettebattan 18 kişi bir adım öne çıkacaktı. Ekipten çıkan bu 18 kişinin yerine hemen birilerini bulma görevi ise "Haciz Ekibi"ne düşecekti. Etrafta buldukları insanların hizmetlerini bir bakıma haczeden bu ekip, bu kişileri Britanya İmparatorluğu adına bir süre gemide çalıştıracaktı.. 

İlgili resim

JAMES WYLLIE, JOHNNY ACTON & DAVID GOLDBLATT, ın "Zaman Yolcusunun El Kitabı" adlı kitabından derlenmiş bir yazıdır..

JAMES WYLLIE, JOHNNY ACTON & DAVID GOLDBLATT, ın "Zaman Yolcusunun El Kitabı" ile ilgili görsel sonucu

924 ) TARİHİ DEĞİŞTİREN (!) ADAM !...

İlgili resim 

Afyonkarahisar ili İhsaniye ilçesi sınırları içindeki Beyköy'de bulunduğu iddia edilen hiyeroglif bir yazıt nedeniyle bugünlerde Anadolu arkeolojisi uzmanları arasında hararetli tartışmalar yaşanıyor. İlginç olan husus kendisi ortada olmayan yazıtı bugüne değin hiç kimsenin de görmemiş olması. 1878 yılında keşfedilmiş olduğu söylenen taş yazıt, anlatılan hikayeye göre önce Fransız arkeolog George Perrot tarafından bir kağıda kopyalanmış, sonrasında ise eserin aslı Beyköy sakinleri tarafından cami temelinde inşaat malzemesi olarak kullanılmış. Uzun süre ortalarda olmayan yazıt kopyasının ünlü İngiliz arkeolog Prof. Dr. James Mellaart'ın (üstte) evinden çıkması ise hikayeyi daha da ilginç bir hale getiriyor..



2012'de vefat eden Mellaart'ın oğlu yazıt kopyasını aslında bir jeoarkeolog olan ancak Luviler üzerine çalışmalar yapan Dr. Eberhard Zangger'e (üstte) iletiyor..
Yazıtla ilgili tartışmalara geçmeden önce James Mellaart'ın kim olduğu ve Anadolu arkeolojisindeki önemini belirtmemiz gerekiyor. 
1940'50'li yıllarda Anadolu erken öntarihi hakkında yazılmış önemli kitaplarda, araştırmaların yetersizliğine rağmen, Anadolu'da Neolitik bir kültür olmadığı sonucuna ulaşılmış ve bu sonuçlar prehistorya kürsülerinde ders olarak okutulmuştur. Ancak 1950'li yılların ikinci yarısından sonra, James Mellaart'ın üstün çabalarıyla, önce Burdur yakınlarındaki Hacılar'da, daha sonra da bugün Önasya'nın en yüksek kültürlü Neolitik dönem yerleşmelerinden biri olan ve UNESCO Dünya Mirası listesinde bulunan Çatalhöyük'te kazılar gerçekleştirilmiş ve masa başı tahminlerinin aksine, Anadolu'nun "Neolitiksiz" olmadığı anlaşılmıştır. Bir bakıma Anadolu öntarih arkeolojisinin kaderini değiştiren James Mellaart sonraki süreçte kimsenin tam olarak anlayamadığı bir takım tartışmaların merkezinde yer almıştır. Mellaart, "Dorak Hazineleri" olarak bilinen bir olayın kahramanı olmuş ve bu olay nedeniyle uzun yıllar Türkiye'de çalışması yasaklanmıştı.. James Mellaart tıpkı Beyköy Yazıtı gibi fotoğrafları olmayan ve Ulubat Gölü kıyısındaki Dorak Köyü'nde bulunduğu iddia edilen eserlerin çizimlerini 1959 yılında "London Illustrated News"ta yayınlamıştı..

james mellaart ile ilgili görsel sonucu    george perrot-james mellaart ile ilgili görsel sonucu

George Perrot'dan (üstte sağda) bir şekilde James Mellaart'a ulaştığı söylenen Beyköy Yazıtı kopyası akademik bir dergide yakın geçmişte yayınlandı. Yayına göre uzunluğu 29 metre, yüksekliği ise 35 cm olan yazıt bugüne dek Anadolu'da bulunan en uzun örnek durumunda. yazıtın önemi boyutunun yanı sıra içeriğinden de geliyor. Zangger'e göre Tunç Çağı'nın çöküş dönemi ile ilgili olarak Anadolu tarihindeki pekçok bilinmezlik ortadan kalkıyor. Hitit egemenliği altındaki Batı Anadolu'nun küçük ve önemsiz devleti Mira'nın kralı Kupanta Kurunta'nın isteği üzerine MÖ 1190'da hazırlanmış olan yazıtta, kralın Hititlere saldırısı anlatılıyor. Bu arada Luviler Hititlere karşı donanma hazırlıyor. Anadolu'nun güneyinde Suriye ve Filistin'dekiler de dahil olmak üzere birkaç kıyı kentine saldırıyor. Yazıt değerlendirildiğinde, haklarında çok fazla bilgi olmayan Luvilerin aslında büyük bir güç olduğu ve Batı Anadolu'dan Mısır sınırlarına kadar uzanan bir egemenlik alanı bulunduğu sonucu ortaya çıkıyor. Bu savaşlar hem Hitit Krallığı'nın hem de Tunç Çağı'nın sonunu getiriyor ve böylece Akdeniz arkeolojisinin en büyük gizemlerinden biri çözülmüş oluyor !..
Kopya hiyeroglif yazıtın güvenilirliği Eskiçağ bilim insanları arasında konuşulan en önemli husus olarak beliriyor. Konunun uzmanı olan bir Hititolog meslektaşımla yaptığım görüşme bu yazıtın ciddiye alınması halinde Anadolu arkeolojisi ve eskiçağ tarihi için geriye dönüşü imkansız yanlışlar yapılabileceğini gösteriyor..



ARKEOLOG ŞEVKET DÖNMEZ'in #tarih dergi Mayıs-2018 sayısındaki yazısından derlenmiştir..  

923) ŞAH VE MAT !..



Parviz Nikha'nın adını İran dışında pek duyan olmamıştır. Ben bir rastlantı sonucu onu Paris'te tanıdım. Youri adında İranlı bir dostum vardı, İran'ın Pars Haber Ajansı'nın dış ilişkiler müdürüydü. Tahran'da bir toplantıda tanışmıştık.. 
Youri bir gün Paris'te Unesco'daki büroma geldi. "Sana İran Radyo-TV kurumunun genel müdürü Parviz Nikha'yı tanıtmak istiyorum," dedi. "Londra'daydı, dönerken Paris'e uğramış. İki gün kalıp gidecek. Başka bir sözün yoksa birlikte yemek yiyelim. İlginç bir adamdır, çok hoşlanacaksın.."
Nikho Oteli'nde buluştuk. Nikha hiç dikkat çekmeyen, gösterişsiz, orta boylu, içine dönük, sıradan bir insan izlenimi verdi. Bu belki de dil sorunundan kaynaklanıyordu. Hep Youri konuştu. Dostunun yaşamöyküsünü anlattı. Nikha da bu öyküyü hep gülümseyerek ve onaylayarak dinledi. Anlatılanların özeti şuydu :
Nikha üniversite öğrencisiyken aşırı sol bir örgütün üyesiymiş. Zengin bir ekonomi bilgisi varmış, paradoksları yakalar, karşısındakini açmazlara sürükleyerek mat eder ve çok da iyi tartışırmış. O da kendi grubundaki arkadaşları gibi Şah sağ oldukça İran'ın bunalımdan kurtulamayacağına inanıyormuş. Şah yok olursa anarşik bir durum yaratılacak ve devrimciler işbaşına geçeceklermiş. Bunun için de Şahı öldürmeye karar vermişler. Bütün hazırlıklar tamamlanmış, silahı çekme görevi Nikha'ya verilmiş..
Bir gün sarayın yakınlarında pusu kurmuşlar, tam silaha sarılacakları sırada polisler Nikha'yı yakalamış. Nikha hiç tereddüt etmeden, "Vatanı bir diktatörden kurtarmak için Şahı öldürecektim," demiş..
Ertesi gün bu suikast girişimi bütün basına manşet olmuş. Televizyon ve radyolar bu korkunç suikast girişimini heyecanlı bir dille halka duyurmuşlar. Suikastı Moskova'nın düzenlediği öne sürülmüş, gizli haber örgütleriyle işbirliği üzerinde durulmuş. Ama Nikha mertçe davranmış, bütün suçu üzerine almış, hiçbir arkadaşını ele vermemiş. Polisler kendisini konuşturmak için her türlü işkenceye başvurmuşlar, ama Nikha'nın ağzından tek kelime çıkmamış. "Pişman değilim, Şahı öldürecektim," demekle yetinmiş.. Karar : İdam !..
İnfaz günü gelmiş çatmış. Nikha'yı son gece sehpaya götürmeden önce yine sıkıştırmışlar, "Anlat," demişler, "konuş, son sözünü söyle." Nikha, "Ben yalnız Şah'la konuşurum, başkasıyla konuşmam," diye direnmiş.
"Sen çıldırdın mı ?!" demişler, "Şehinşah Rıza Pehlevi Hazretleri senin gibi bir vatan hainiyle ne diye konuşsun ?.."
Sonunda yetkililer durumu Şah Hazretlerine arz etmeye karar vermişler. Şah gülümsemiş, biraz da eğlenmek istemiş olmalı ki, "Kabul," demiş, "getirin o haini buraya, konuşacağım.."
Nikha'yı eli kolu bağlı, yüzü gözü çürük içinde saraya götürmüşler. Düşünün, Şah genç, yakışıklı, Batı'ya dönük, uygar görünüşlü bir hükümdar ; karşısındaki idam mahkûmu, türlü işkence görmüş bir anarşist. "Anlat," demiş, "beni neden öldürmek istedin ?.."
Nikha başlamış anlatmaya, hiç yorulmadan, bıkmadan, soğukkanlılığını yitirmeden sabaha kadar konuşmuş. Şah, "Tamam," demiş, "adam doğru şeyler söylüyor, canını bağışladım. Koyuverin kendisini.."
İnanılır gibi değil, ama gerçek. Nikha'yı salıvermişler. Şah bir yandan da Mabeyn müdürüne, "Şu gence bir iş bulun da çalışsın bakalım," demiş..
Nikha'yı önce Petrol Ofisi'ne göndermişler, genel müdür, "İmkansız," demiş, "Şahımızın canına kıymak isteyen bir alçağa ben iş veremem.."
Her yerden kovalamışlar kendisini. Sonunda Nikha'yı Radyo TV Kurumu'na yollamışlar. Youri orada önemli bir görevdeymiş. Açmış telefonu mabeyn müdürüne, Şahın niyetini anlamış, sonra da "Pekâlâ," demiş, "seni araştırmacı olarak işe alıyoruz.."
Nikha kurumda kısa zamanda kendini göstermiş. Yönetimde ve programda başarılı işler yapmış. Şah da kendisini uzaktan izliyormuş. Aradan birkaç yıl geçmiş, Nikha, Şahın yüksek iradesiyle Radyo-TV Genel Müdürlüğüne getirilmiş....
İşte o akşam Youri yemekte bana bunları anlattı. Nikha da keyifli keyifli dinledi. Kadehler kaldırdık. Eski anarşist Nikha artık rejimle bütünleşmiş, Şah hazretlerini savunuyordu. Yemek bitti, içimde bir buruklukla onlardan ayrıldım. Nikha'yı da bir daha hiç görmedim..

humeyni devrimi ile ilgili görsel sonucu

Aradan bir yıl geçti, Şah devrildi. Humeyni ülkede korkunç bir terör rejimi yarattı. Meydanlarda idam sehpaları kuruldu. Tahran sokaklarında kanlar aktı. Mollalar Şahın bütün yakınlarını birer celselik duruşmalarla sehpaya gönderdiler. Herkes eski günleri arar oldu. O günlerde "Le Monde"da okuduğum bir haber içimi sızlattı. İdam edilenlerin arasında Nikha'nın da adı vardı..  

gülümseyen anılar ile ilgili görsel sonucu
    

922 ) YAŞAM SUYU !...

    aqua vitae ile ilgili görsel sonucu

1386 yılında bir kış gecesi kraliyet doktorları, bugünkü Kuzey İspanya'da küçük bir krallığın hükümdarı olan Navarre'li II. Charles'ın yatak odasına çağrıldılar. Kral, hükümdarlığının başlangıcında bir isyanı acımasızca ve zalimce bastırınca kazandığı namla, "Kötü Charles" lakabıyla anılıyordu. Gözde eğlencesi, Fransa Kralı olan kayınbabasına karşı komplo kurmaktı. Şimdi, sefahat âlemiyle geçen bir geceden sonra, ateş ve felç tarafından yere serilmişti. Doktorları, mucizevi sağaltma gücüyle ünlü olan ve neredeyse sihirli bir işlemle, şarabın damıtılması ile elde edilen bir ilaç kullanmaya karar verdiler. 
Bu yeni işlemi deneyen ilk Avrupalılardan biri, 12. yüzyılda bunu Arap metinlerinden öğrenen İtalyan simyacı Michael Salernus'tu. "Saf ve çok güçlü şarap ile üç parça tuzun karışımı, alışılmış kapta damıtılınca, ateşe atıldığında alev alan bir sıvı üretir," diye yazar Salernus. Açıkçası bunu o sırada yalnızca birkaç seçkin kişi biliyordu ; zira Salernus bu cümlenin birkaç kilit sözcüğünü ("şarap" ve "tuz" da dahil) şifreli yazmış. Damıtılmış şarap yanabildiği için, "yanan su" anlamına gelen "aqua ardens" denildi..
Elbette yanma ifadesi, damıtılmış şarap yutulduğunda boğazda meydana gelen o tatsız duyumu da tarif etmekteydi. Fakat az miktarda da olsa "aqua ardens" içmeye çalışanlar, bazen bitki kullanılarak giderilebilen bu ilk rahatsızlığın, hemen ardından hissedilen rahatlığın ve dinçliğin yanında önemsiz kaldığını görmekte gecikmediler. Şarap ilaç olarak yaygın bir biçimde kullanılıyordu ; bu nedenle yoğunlaştırılmış ve arıtılmış şarabın daha fazla sağaltıcı güce sahip olması mantıklı görünüyordu. 13. yüzyılın sonlarında, Avrupa'nın her tarafında üniversiteler ve tıp okulları boy vermeye başlarken, damıtılmış şarap da Latince tıp metinlerinde mucizevi bir ilaç, "aqua vitae / yaşam suyu" olarak alkışlanıyordu..
Fransa'da Montpellier tıp okulunda profesör olan ve 1300 civarında şarap damıtmanın kurallarını yazan Villanova'lı Arnald (altta solda), damıtılmış şarabın sağaltıcı gücüne inananlardan biriydi : "Gerçek yaşam suyu, peş peşe üç dört kez damıtılarak arıtılınca en kusursuz şarap olabilen değerli damlalarla ortaya çıkar. Biz buna 'aqua vitae' diyoruz ve bu ad son derece uygundur ; çünkü gerçekten de bir ölümsüzlük suyudur. Ömrü uzatır, kötü öz sıvıları temizleyip atar, kalbi canlandırır ve gençliği sürdürür." diye yazıyordu.   
"Aqua vitae" doğaüstü görünüyordu ve bir anlamda öyleydi de ; zira damıtılmış şarabın, doğal mayalanmayla üretilebilen herhangi bir içkiden çok daha yüksek bir alkol içeriği vardır. En kuvvetli mayalar bile yüzde 15'ten fazla bir alkol içeriğine dayanamaz ve bu durum, mayalı alkollü içkilerin sertliğine doğal bir sınır koyar. Damıtma, simyacıların, mayalanmanın keşfinden beri binlerce yıldır egemen olan bu sınırı aşmalarına olanak verdi. Arnald'ın öğrencisi Raymond Lully, "aqua vitae"yi "kendisini insanlara daha yeni açan, fakat antik dönemde insan ırkı modern kocamışlığın enerjilerini canlandıran bu içeceğe ihtiyaç duymayacak kadar genç olduğu için o zaman kendini gizleyen bir element" ilan etti. Hocası ile öğrencisi yetmiş yıldan fazla sağlıklı yaşadı ; bu o zaman için alışılmamış ölçüde ileri bir yaş ve "aqua vitae"nin ömrü uzatma gücünün kanıtı sayılmış olabilir..

aqua vitae ile ilgili görsel sonucu    

Bu harika yeni ilaç içilebildiği gibi, vücudun hasta kısımlarına sürülebilirdi de. "Aqua vitae"ciler onun gençliği muhafaza ettiğine, belleği geliştirdiğine, beyin, sinir ve eklem hastalıklarını iyileştirdiğine, kalbi canlandırdığına, diş ağrısını dindirdiğine, körlüğü, konuşma bozukluklarını ve felci sağalttığına, hatta vebadan koruduğuna inanıyorlardı. Kısaca her derde deva görüyorlardı. Kötü Charles'ın doktorlarının "aqua vitae"de karar kılmalarının nedeni buydu. Mum ışığında çalışan doktorlar, kralı "aqua vitae"ye batırılmış çarşaflarla sarıp sarmaladılar ; sihirli sıvıyla temasın felci iyileştireceğini umuyorlardı. Fakat tedavi feci bir biçimde aksadı : çarşaflar dikkatsiz bir hizmetçinin elindeki mumla tutuştu ve kral bir anda alevler içinde kaldı (altta). Tebaasının bu acı ve ıstırap verici ölümü takdiri ilahi olarak gördükleri söylenir ; zira kralın son işi, vergileri anormal ölçüde artırma emrini vermek olmuştu..

İlgili resim

Damıtma ile ilgili ilk basılı kitap Avusturyalı doktor Michael Puff von Schrick tarafından yazıldı ve 1478'de Augsburg'da yayımlandı. O kadar popüler oldu ki, 1500 yılına kadar kitabın 14 baskısı yapıldı. Von Schrick'in iddialarına göre, her sabah yarım kaşık "aqua vitae" içmek hastalıkları savuşturabilir, ölen bir adamın ağzına biraz "aqua vitae" dökmek ona son kez konuşma gücü verebilirdi..
Ancak "aqua vitae"nin pek çok kişiye çekici gelmesinin nedeni sözde tıbbi yararları değil, insanları çabuk ve kolay sarhoş etme gücüydü. Damıtık içkiler, şarabın kıt ve pahalı olduğu Kuzey Avrupa'nın soğuk iklimlerinde özellikle sevildi. Bira damıtılarak ilk kez yerel malzemelerle sert alkollü içkiler yapmak mümkün oldu. "Aqua vitae"nin Keltçe karşılığı olan "uisge beatha", bugünkü "viski" sözcüğünün kökenidir. Bu yeni içki hızla İrlandalı yaşam tarzının bir parçası oldu. Bir vakanüvis, İrlandalı bir kabile reisinin oğlu Richard MacRaghnaill'in 1405'deki ölümünü şöyle kaydetmiş : "Aşırı miktarda 'yaşam suyu' içtikten sonra, Richard için 'ölüm suyu' oldu.."
Avrupa'nın diğer yerlerinde "aqua vitae"ye "burnt wine / yanık şarap" denildi ; bu ifade Almancada "Brauntwein", İngilizcede "brandywine" ya da kısaca "brandy" (brendi) şeklini aldı. İnsanlar şarabı kendi evlerinde damıtmaya ve bayramlarda satışa sunmaya başladılar ; bu durum o kadar yaygınlaştı ve sorun yarattı ki, 1496'da Alman kenti Nuremberg'de açıkça yasaklandı. Yerli bir doktor şu gözlemde bulunuyordu : "Şu anda herkesin 'aqua vitae' içme alışkanlığı edindiği dikkate alınırsa, insanın içebileceği miktarı bilmesi ve kendi kapasitesine uygun içmeyi öğrenmesi gerekir.."



TOM STANDAGE'İN "ALTI BARDAKTA DÜNYA TARİHİ" ADLI KİTABINDAN DERLENMİŞ BİR YAZIDIR..     

Hürriyet

KAYNAK OLARAK KULLANDIĞIM KİTAPLAR..
-------------------------------------------------------
1.DEVLET-İ ALİYYE.I...HALİL İNALCIK 2.OSMANLILAR..HALİL İNALCIK
3.İMP.'UN EN UZUN YÜZYILI..İLBER ORTAYLI
4.SON İMP. OSMANLI..İLBER ORTAYLI
5.TARİHİN IŞIĞINDA..İLBER ORTAYLI
6.OSM. TOPLUMUNDA AİLE..İLBER ORTAYLI
7.OSM.'YI YENİDEN KEŞFETMEK..İ.ORTAYLI
8.BATILILAŞMA YOLUNDA..İLBER ORTAYLI
9.OSMANLI TARİHİ..A.DE LAMARTINE
10.OSMANLI..CAROLİNE FİNKEL
11.OSM.İMP.TARİHİ..NICOLEA JORGA
12,BÜYÜK TÜRK..NICOLEA JORGA
13.YENİLMEZ TÜRK...NICOLEA JORGA
14.TÜRKİYE TARİHİ..ED.SİNA AKŞİN
15.OSM.DÜNYASI VE İNSANLARI..GÜLGÜN ÜÇEL
16.OSMANLI ORDUSU..GÜLGÜN ÜÇEL-AYBET
17,BU MÜLKÜN SULTANLARI..NECDET SAKAOĞLU 18.YENİÇERİLER..REŞAT EKREM KOÇU
19.SON PADİŞAH..YILMAZ ÇETİNER
20.SORULARLA OSM. ..ERHAN AFYONCU
21. SOKOLLU ...RADOVAN SAMARCIC
22. OSM.İMP.TARİHİ...A.CEVDET PAŞA
23. OSM.GERÇEĞİ..ERDOĞAN AYDIN
24. FATİH VE FETİH..ERDOĞAN AYDIN
25.KADINLAR SALTANATI..A.REFİK ALTINAY
26.DOĞU'YA BAKIŞ..GERALD MACLEAN
27.AT SIRTINDA ANADOLU..FREDERIC BURNABY
28.ABDÜLMECİD..HIFZI TOPUZ
29.ŞAH SULTAN ..İSKENDER PALA
30.FLORANSA BÜYÜCÜSÜ..S.RUSHDIE
31.TARİHİMİZLE YÜZLEŞMEK..EMRE KONGAR
32.PARİS'TE BİR OSM.SEFİRİ..ŞEVKET RADO
33.TARİHİN SAKLANAN YÜZÜ..ÇETİN ALTAN
34.OSM.İMP.'DA SON 300 YIL..ALAIN PALMER
35.KONSTANTİNİYYE..PHİLİP MANSELL
36.TÜRKİYE'NİN SİYASİ İNTİHARI..CENGİZ ÖZAKINCI
37.BU VATAN BÖYLE KURTULDU..EROL MÜTERCİMLER
38.16.YÜZYILDA İSTANBUL..METİN AND
39. ERKEN MODERN OSMANLILAR.. VIRGINIA H. AKSAN-DANIEL GOFFMAN
40."POPÜLER TARİH" VE "NTV TARİH " DERGİLERİ
41.İKİNCİ ADAM..Ş.SÜREYYA AYDEMİR
42.HAYAT..AYŞE KULİN
43.DEVRİM VE DEMOKRASİ..NUMAN ESİN
44.BİR NUMARALI TANIK..KURTUL ALTUĞ
45.İHTİLALİN MANTIĞI..Ş.S.AYDEMİR
46.KUTSAL İSYAN...HASAN İZZETTİN DİNAMO
47.KUTSAL BARIŞ...HASAN İZZETTİN DİNAMO
48.ÇÖL KRALİÇESİ...JANET WALLACH
49.YÖNETMENLER,FİLMLER,ÜLKELER..A.DORSAY
50.AY HIRSIZI...SUNAY AKIN
51.ONLAR HEP ORADAYDI...SUNAY AKIN
52.KULE CANBAZI...SUNAY AKIN
53.LÜZUMSUZ BİLGİLER ANSİKLOPEDİSİ..TAMER KORUGAN
54.PRENS..NİCCOLO MACHİAVELLİ
55.İSTANBUL'DA BİR ZÜRAFA..SUNAY AKIN
56.KIZ KULESİNDEKİ KIZILDERİLİ..S.AKIN
57.AH BEYOĞLU,VAH BEYOĞLU..SALAH BİRSEL
58.İSTANBUL-PARİS..SALAH BİRSEL
59.YAVUZ'UN KÜPESİ..ERHAN AFYONCU
60.OSMANLI PADİŞAHLARININ HAYAT HİKAYELERİ...YILMAZ ÖZTUNA
61.BİZİM DİPLOMATLAR..BİLAL N.ŞİMŞİR
62.KİM VAR İMİŞ BİZ BURADA YOĞ İKEN..CEMAL KAFADAR
63.RÜZGARIN GÖLGESİ..CARLOS RUIZ ZAFON
64.MELEĞİN OYUNU..CARLOS RUIZ ZAFON
65.ORTA DOĞU..TAYYAR ARI
66.ABD-ORTA DOĞU-TÜRKİYE..HALUK GERGER
67.ORTA DOĞU.. BERNARD LEWIS
68.ON BİR CUMHURBAŞKANI ON BİR ÖYKÜ.. CÜNEYT ARCAYÜREK
69.ÖFKELİ YILLAR...ALTAN ÖYMEN
70.ATATÜRK'TEN SONRA BUGÜNLERE NASIL GELDİK ?..CÜNEYT ARCAYÜREK
71.ÇANKAYA...CÜNEYT ARCAYÜREK
72.DEMOKRASİNİN İLK YILLARI..C.ARCAYÜREK
73.YENİ İKTİDAR,YENİ DÖNEM..C.ARCAYÜREK
74.BİR İKTİDAR,BİR İHTİLAL..C.ARCAYÜREK
75.NEREDEYSE BİR BALİNA..STEVE JONES
76.MOSSAD GİZLİ TARİHİ...GORDON THOMAS
77.BARIŞA SON VEREN BARIŞ...DAVID FROMKIN
78.SULARIN GETİRDİĞİ PADİŞAH..CAHİT ÜLKÜ
79.TANK SESİYLE UYANMAK..HASAN CEMAL
80.BİR MANİNİZ YOKSA.. ...AYFER TUNÇ
81.ALATURKAFRANKA..ERCAN ÇİTLİOĞLU
82.SUÇUMUZ MÜKEMMEL OLMAK..S.DUMAN
83.DARBE...STEPHEN KINZER
84.ÖZAL HİKAYESİ..HASAN CEMAL
85.TURGUT NEREDEN KOŞUYOR ? ..E.ÇÖLAŞAN
86.YEDİ TEPE ANADOLU...ALİ CANİP OLGUNLU
87."K", "DERBEDER BİR KAHİN"...CANSU YILMAZÇELİK
88.LATİFE HANIM...İPEK ÇALIŞLAR
89."K",YIKIK BİR SARAYDIR DÜNYA..PERİHAN ÖZCAN
90.BEYAZ PERDEDE KIRMIZI FİLMLER.. ATİLLA DORSAY
91.TEK ADAM..Ş.SÜREYYA AYDEMİR
92.DAHİLER VE AŞKLARI...ÖZCAN ERDOĞAN
93.HAYATIM KİTAP..YAŞAR AKSOY
94.BOĞAZİÇİ ŞINGIR MINGIR..SALAH BİRSEL
95.BİR EKONOMİK TETİKÇİNİN İTİRAFLARI...JOHN PERKİNS
96.CUMHURİYET TARİHİ YALANLARI 1. VE 2. CİLT...SİNAN MEYDAN
97. KOMPLO TEORİLERİ..EROL MÜTERCİMLER
98.ÖNCE KADINLAR VE ÇOCUKLAR..SUNAY AKIN
99.BİR ÇİFT AYAKKABI..SUNAY AKIN
100. BENİM CUMHURİYET'İM..EMİNE UŞAKLIGİL
101.DARAĞACINDA ÜÇ FİDAN..NİHAT BEHRAM
102.NEREYE..CAN DÜNDAR
103.İSTANBUL'DAN SAYFALAR..İLBER ORTAYLI
104.BİZİM İZMİRİMİZ..MELİH GÜRSOY
105.GİZLENEN TARİH..BRİAN HAUGHTON
106.BERGAMA DÜŞLERİMİN ŞEHRİ,İZMİR SEVDAM..SELAHATTİN TURAL
107.GÖLGEDEKİLER..CAN DÜNDAR
108.KIRMIZI BİSİKLET..CAN DÜNDAR
109.YAKAMDAKİ YÜZLER..CAN DÜNDAR
110.GEÇMİŞ AYRINTIDA SAKLIDIR..CEMİL KOÇAK