Sayfalar

966 ) İSTANBUL'DA BİR DOKTORUN İZLERİ!..

İlgili resim  Ä°lgili resim

1989 yılında yayınlanan "İstanbul Şehir Rehberi"nde "Dr." unvanlı sokak ve cadde adlarını sayarsak, otuz tane olduklarını görürüz. Üstelik Adnan Adıvar'ın tıp doktoru olmadığını bilmenin yanında, Esat Işık adına bir sokak ve bir de cadde adı bulunduğunu söylersek, sayı yirmi sekize inmektedir. Geride kalanların tıp doktoru olduğunu düşünsek bile İstanbul gibi bir kentin sokak adlarında, tıp sanatının uzmanlarına verilen değerin son derece yetersiz olduğunu kabul etmeliyiz. Bu tablonun daha da acı tarafı, "Dr. Nihal Reşit"in adı bir sokağa verilen tek kadın doktor oluşudur !..

dr cemil topuzlu caddesi ile ilgili görsel sonucu

Oysa İstanbul'a çağdaş, uygar bir kent kazandıranların başında bir doktor gelmektedir..
1912-14 ve 1919-20 yılları arasında iki kez belediye başkanlığı yapmış olan Cemil Topuzlu, sivil ve askerî tıbbiyeleri birleştirerek Tıp Fakültesi'ni kuran ve de ilk dekanlık görevini üstlenen bir doktordur. Cemil Bey, dünya tıp tarihinde de son derece saygın bir yere sahiptir. Operatör Cemil Bey, 1897 yılında yaşanan Yunan Savaşı'nda, Yıldız Askerî Hastanesi'nde, Teselya'dan getirilen yaralı askerleri, Esad Feyzi ve Rıfat Osman'ın çektiği röntgen filmleriyle ameliyat eder. Böylelikle Cemil Bey, röntgen ışınlarını bir ameliyatta kullanan ilk cerrah olmuştur.  
Birçok cerrahi aletin tasarımını yapan Cemil Bey, bir meme karsinomu ameliyatında, kaza eseri yırtılan arteri dikme başarısını gösterir. Bu operasyon, tıp literatüründe bilinen ilk başarılı atardamar dikişidir. Fransız tıp kitaplarında bu ameliyat "Arter Yaralanmalarının Cemil Paşa Yöntemiyle Dikilmesi" adıyla yer almıştır. Doktor Cemil Topuzlu, aşil tendonunun uzatılmasında kendi adıyla anılan bir yöntem de geliştirmiştir. 

dr.cemil topuzlu ile ilgili görsel sonucu

İstanbul'da, hafta sonları gezmek için Gülhane Parkı'na gidenlerden kaç kişi, Topkapı Sarayı'nın bu bahçesini halka açanın bir doktor olduğunu bilir ?.. İlk "Şehremini" görevi sırasında kadınların da Gülhane Parkı'nda gezebileceğini dile getiren, kadınların da İstanbul'un gündelik hayatına katılmaları gerektiğini söyleyen Cemil Bey, gerici çevrelerin tepkisini çeker. Öyle ki bu kişiler Gülhane Parkı'na "Cemil Paşa Umumhanesi" adını takarlar !..
Günümüzde "park", "çocuk bahçesi" ya da "millet bahçesi" olarak adlandırılan, kadınların da erkekler gibi aynı haklarla ziyaret edebildikleri, spor yapıp dinlendikleri kent içindeki yeşil alanlara kadını köleleştiren, hayattan dışlayan bağnaz kafaların "Umumhane", yani genelev adını taktığını unutmamalı, unutturmamalıyız..
İstanbul'un temizliğine çağdaş anlamıyla ilk değer veren Dr. Cemil Topuzlu'dur. Kentin sokakları Avrupa'da olduğu gibi her gün süpürülmeye ve yıkanmaya onun döneminde başlanmıştır. Halk sağlığına büyük önem veren Cemil Bey, bunun için Avrupa'dan ilk kez yıkama ve süpürme arabaları getirmiştir. Çöp arabalarının içini çinko kaplatıp kapak taktırtan Cemil Bey, temizlik işlerinde çalışanların koşullarını da sıhhileştirmiştir..
Bir doktor olarak, geride bıraktığımız yüzyılın başlarında İstanbul'u bir Avrupa kenti gibi parkları, yeşil alanları olan, tertemiz bir kent seviyesine çıkartan Cemil Bey'in 20 Aralık 1913 tarihinde, Mimar Alfred Michel ile imzaladığı antlaşma son derece önemlidir !.. Söz konusu antlaşma, İstanbul'da yeni açılacak umumi tuvaletlerin koşullarını içermektedir. Kentin en merkezi otuz yerinde açılacak tuvaletler için Cemil Bey'in şartlarından birkaçını okursak, bir doktorun kent yönetimindeki önemi daha da anlaşılacaktır :
"Her tuvalet elektrikle aydınlatılacak... Tuvaletlerde iki küvetli ve aynalı lavabolarda saç ve elbise fırçasının yanında dört tarak ve tırnak bakımı bulundurulacak.. Bir kez kullanılıp kaynar suyla yıkanmak için sepete atılacak en az beş havlu... Her tuvalette bir kutu içerisinde temiz pamuk konulacak.."
Cemil Topuzlu Caddesi, İstanbul'un Kadıköy yakasında, Caddebostan semtinde bulunmaktadır..
Tıp sanatının büyük ustası Cemil Topuzlu'yu saygıyla anarak soruyoruz : Her gün daha da büyüyen, yeni yeni sokaklar, caddelere kavuşan İstanbul'da "Dr." unvanlı tabelalara neden fazlasıyla hak ettikleri yer verilmez ?..
Bir kentin sokak tabelalarında yazılanlar, o toplumun nereden gelip nereye gittiğinin göstergesidir..
Bu nedenledir ki doktorlarımızın hasta ya da hasta yakınları tarafından şiddete maruz kalmalarına şaşırmamalıyız. Sokak lambalarının aydınlattığı cadde ve sokaklarımızdaki tabelalarda adları azaldıkça, can derdine düştüğümüzde ışığına koştuğumuz doktorlarımızın karanlık beyinlerin şiddetine maruz kalmaları rastlantı değildir. Hayatın bu nabzını iyi tutmalı, göz ardı etmemeliyiz..

  dr.cemil topuzlu ile ilgili görsel sonucu

SUNAY AKIN'IN "KAFA" DERGİSİNİN OCAK 2019, 53. SAYISINDA, AYNI BAŞLIKLI YAZISINDAN ALINTIDIR..   


  

  




965 ) PARİS KOMÜNÜ'NDEKİ TÜRKLER !..



Dokuz kişiydiler : Reşad Bey, Nuri Bey, Agâh Efendi, Rıfat Bey, Mehmed Bey, Hüseyin Vasfi Paşa, Ziya Paşa, Ali Suavi ve Namık Kemal..
Avrupa'ya kaçmak zorunda kalmışlardı. 1867 Mayıs'ında İstanbul'dan ayrılmalarının nedeni, hürriyet aşkıydı. Meşrutiyetin ilan edilmesini istiyorlardı..
Avrupa'ya kaçtıklarında ilk yaptıkları gazete çıkarmak oldu. "Muhbir", "Hürriyet", "İttihat" vb. Ancak yıllar geçtikçe dokuz ihtilalci arasında kişisel ve ideolojik ayrışmalar yaşandı. Grup dağıldı. Kimi Londra'ya, kimi Cenevre'ye, kimi de Brüksel'e gitti..



Genç Osmanlıların ilk kurucuları ; Reşad, Nuri ve Mehmed birbirlerinden kopmadılar, Paris'te kaldılar.. 
Aslında bu üç isim başından beri diğerlerinden farklıydı. Öncelikle onlar, meseleyi sadece Saray'dan mevki kapmak olarak gören Mısırlı Prens Mustafa Fazıl'ın teklifiyle yurtdışına çıkmamışlardı. Bu nedenle Namık Kemal, Ziya Paşa ve diğerleri gibi Mustafa Fazıl'dan para/maaş almamışlardı. Onlar ihtilalcilik ile parayı birleştiremiyorlardı. Meseleyi sistem sorunu olarak görüyorlardı. "Sadrazamların veya bürokratların değişmesiyle sorun çözülemez," diyorlardı.
1870 yılında Genç Osmanlılar kendi sorunlarıyla boğuşurken, Fransa'yı da hiç iyi günler beklemiyordu. III. Napoléon'un başlattığı Fransa-Prusya Savaşı, Fransızların yenilgisiyle sonuçlandı. Prusyalılar Paris'i kuşattı. Parisliler Cumhuriyetçi General Louis Adolphe Thiers liderliğinde direnme kararı aldı. 
Paris'teki üç Jön Türk, Reşad, Mehmed ve Nuri bir akşam Saint-Michel'deki bir kahveye oturup ne yapacaklarını konuştular. Üçü de aynı fikirdeydi. Parisliler gibi onlar da Cumhuriyet'i koruyacaklardı. 4 Eylül 1870'de General Thiers'e mektup yazdılar. Üç mektubun da metni aynıydı :
"General, Türk'üm ve vatanıma Fransa'nın yaptığı hizmetleri unutmadım. Minnet duygusunun ve büyük bir millete zaruri olan demokratik ruhun heyecanıyla yazıyorum.
"General, sizden rica ederim ; Fransız Cumhuriyeti'nin düşmanlarıyla harp etmek için beni gönüllü olarak Fransız ordusuna alınız. 
"Vatanseverliğiniz hakkındaki hayranlığımı ve Cumhuriyetçi Fransa için beslediğim bağlılık duygularımı lütfen kabul ediniz General."
Yanıt olumluydu..



Böylece üç Jön Türk Fransız ordusuna katıldı. Prusya işgaline karşı direnen Parislilerin yanında üç de Türk vardı artık. Karargâhtan kendilerine askerî giysiler verildi. Üniformaları giydiler. Ama bir tek başlarındaki kırmızı fesleri çıkarmadılar. Onlara, "kırmızı fesli Türk gönüllüleri" adı verildi..
İşgal Paris'i gün geçtikçe zora soktu. Yemek ve su stokları tükenmişti. Prusyalılar kenti sürekli topa tutuyordu. General Thiers Prusya ile anlaşma imzalamak zorunda kaldı... Ve Paris düştü..
Ancak Paris'in bu kadar rahat elden çıkarılmasını yoksul mahalleler kabul etmedi. Direnişe devam kararı aldılar. 1871 Mart'ında "Paris Komünü" yönetimi devraldı.. Yoksulların, işçilerin Paris'i ele geçirmelerine karşı çıkan Fransız burjuvalar ise, Versay Ordusu ile Paris'e saldırdı !..  
Tüm bu kargaşalar sürerken Reşad, Nuri ve Mehmed, Brüksel'deki Jön Türk Agâh Efendi'nin yanına gitti. Yol parasını Reşad'ın baba yadigârı saatini satarak bulabilmişlerdi.. Sonraki aylarda yine Paris'e döndüler ama Paris, eski Paris değildi artık..

    

İstanbul'a dönüp dönmeme konusunda aralarında tartışma çıktı. Mehmed diğer ikiliden ayrıldı. Reşad ve Nuri Bey İstanbul'a dönmenin yollarını aramaya başladı. Yurda döndüklerinde cezaevine girmek istemiyorlardı. Akrabaları ikisi için seferber oldu..
Ama işler kolay yürümüyordu. Bekleme günleri geçmek bilmedi.. Reşad ve Nuri beş parasız kaldı. Paris'in o soğuk günlerinde sobasız bir odada ısınmak için güreş bile tuttular !..
Sonuçta affedilen Reşad ve Nuri İstanbul'a döndü. "İbret" gazetesinde Paris Komünü'nü destekleyen makaleler kaleme aldılar ve yine sürgüne gönderildiler. Ama hayatlarının sonuna kadar Paris Komünü'ne ve "Enternasyonal"e bağlı kaldılar. 
Mehmed Bey Paris'te kalmayı sürdürdü. Amcası Mahmut Nedim Paşa sadrazam olunca, iyi bir görev vereceği teminatıyla yeğenini İstanbul'a çağırdı. Mehmed Bey'in yanıtı tam bir ihtilalci yanıtıydı
"Meşrutiyet olmadıkça İstanbul'a gelmem !.."  
Jön Türkler arasında en radikali oydu. Paris'te gazetecilik yapmayı sürdürdü. Fransa'nın ünlü gazetesi "Liberté"de makaleler yazan tek Türk oldu..
1874 yılında, nedeni bilinmeksizin, İstanbul'a döndü. Aynı yıl vefat etti..

Bildik şiiri biraz değiştirerek yazımızı noktalayalım :
"Bizim de devrimcilerimiz var Che Guevara / Kendi topraklarında tanınmasalar da.."
Nasıl tanınsın, bilinsin kendi topraklarında ?..
İnsanlığın rönesansı için, dünya uygarlığı için ölümü göze alan ilerici aydınlarımızı bize hiç anlatmadılar. Gericilere karşı mücadele veren münevverlerimizi kaçımız tanıyoruz ?..
Jön Türklerden İttihatçılara ; İttihatçılardan Kemalistlere taşınan bu uygarlık savaşının simgelerinden bile haberimiz yok !..
Öyle olmasa İstanbul'daki Abide-i Hürriyet Anıtı'na sahip çıkmaz mıyız ?.. 
Anıtın neden yapıldığını bile çoğumuz bilmiyor artık. Oysa Türkiye'nin aydınlanma mücadelesinin simgesidir Abide-i Hürriyet... Ve Ankara'daki Anıtkabir gibi, bize mirastır..


siz kimi kandırıyorsunuz ile ilgili görsel sonucu

SONER YALÇIN'IN, KIRMIZI KEDİ YAYINEVİ  (2008) BASKISI, "SİZ KİMİ KANDIRIYORSUNUZ !" ADLI KİTABINDAN DERLENMİŞ BİR YAZIDIR..   

964 ) TBMM'DE TARİHSEL BİR OTURUM !..

İlgili resim    mahmut esat bozkurt ile ilgili görsel sonucu

1926 yılının 17 Şubat günü yapılır bu tarihsel oturum...
TBMM o gün, "Medeni Kanun"u kabul ederek "1923 Devrimi"nin temeli olan "Hukuk Devrimi"ni gerçekleştirir..
Bilindiği üzere, Osmanlı Devleti'nde "din" yalnız bir "inanç" olayı, "inanç" konusu değil, "hukuk kuralları"nın da toplamıydı. Hukuk kuralları, din kuralları olarak sayıldığında da, o kurallar gibi "değişmez", "değişemez" niteliğine bürünürler ki, bu yüzden "Hukuk Devrimi", çağdaşlaşma sürecimizin özünü oluşturur..
Kuşkusuz bu devrim, kolay bir geçiş, kolay bir sıçrama değildir,  özellikle de 400 yıl boyunca sultanları halife olan bir İslam ülkesi için..
Çalışmalar, "Cumhuriyet" ilanının ardından hemen başlar ; daha sonraları Adalet Bakanı olan Seyyid Bey'in başkanlığındaki komisyonun hazırladığı bir tasarı, "Aile Kanunu" geciktirilmeden Meclis'e sunulur..
Seyyid Bey, İslam Hukuku'nun önde gelen âlimlerinden olup, İslam dünyasının da ünlü müderrislerinden biridir. Böyle bir kimlikten, kuşkusuz bir "devrim yasası" beklenemezdi ; hazırlanan "Aile Kanunu" temelde yine Şeriat hukukuna dayandırılıyordu ; dahası tasarı, erkeğin birden çok evlenmesini, çokeşliliği kaldırmadığı gibi, daha önce (1917) yapılan bir yasada yer alan "ilk eşin rızası" koşulunu bile kaldırıyordu.. Bu tasarı Meclis'te uzun uzun tartışılır ve kabul edilmez..
Sonunda, devrimin önderi soruna el koyar ; 1 Mart 1924 günü yaptığı konuşmada bu konudaki görüşünü belirtir. İlk adımda yapılması gerekenin, "Kanunların ve adalet örgütünün uyması gereken çağ koşullarıyla, uyumsuzluk içinde olan ilkelerden kurtulması" olduğunu belirtir ; ardından da "Medeni hukukta izlenecek yol, ancak Batı uygarlığının hukuksal yönü olabilir" diyerek hedefi gösterir..

tbmm medeni kanun tartışmaları 1926 ile ilgili görsel sonucu

Böylece laik hukuk sistemi doğrultusunda çalışmalara geçilir ; kuşkusuz aile hukuku, medeni hukuk da bu bağlamda hazırlanacaktır ; bunun için de Batı hukuku eğitimi almış, dolayısıyla medeni hukuk alanında eğitim görmüş bir hukukçuya, dahası bir uzmana ihtiyaç vardır..
Ne ki bu öyle kolay kolay çözülecek bir sorun değildir ; yıl 1924 ; mart ayında Cumhuriyet henüz beş aylıktır.. Ama yine de istenen konularda eğitim almış uzman bir hukukçu vardır : Mahmut Esat Bozkurt..
Mahmut Esat, İsviçre'nin Fribourg Üniversitesi'nde hukuk okumuş, dolayısıyla, İsviçre Medeni Hukuk'unu doğrudan doğruya kaynağından öğrenmiş, tez çalışmasıyla da hukuk doktoru olarak ülkesine dönmüştü, İzmir'in işgalini duyar duymaz.. 23 Nisan 1920'de de İzmir Milletvekili seçilip Meclis'e girmişti..
Adalet Bakanı Seyyid Bey'in şeriat temelli Aile Kanunu kabul edilmeyince bakan istifa eder ; yerine Dr. Mahmut Esat getirilir (1924)..

İlgili resim

Yeni bakan hiç zaman yitirmeden Medeni Kanun hazırlıklarına başlar. İki yıllık yoğun bir çalışmadan sonra yasa tasarısı Meclis'e gelir ; 900 dolayındaki her madde uzun uzun tartışılır ; sonunda yasanın oylanacağı 17 Şubat 1926 günkü tarihsel oturum yapılır..
Bu oturumdan söz etmeden önce yasanın Mahmut Esat tarafından yazılan ünlü "Gerekçe"sinden küçük bir alıntıyı paylaşalım :
"Yasaları dine dayalı devletler, kısa bir zaman sonra ülkenin, ulusun isteklerini karşılayamazlar. (...) Köklerini dinlerden alan yasalar, uygulandıkları toplumları, gökten indirdikleri çağlara bağlarlar ve ilerlemeyi önleyici belli başlı neden ve etkenler arasında bulunurlar. Bu nedenle, dinlerin yalnız bir 'vicdan' işi olarak kalması çağdaş uygarlığın temellerindendir," diyerek, bütün İslam dünyası için de geçerli olan bir gerçeği açıkça ortaya koyarak uyaracaktır..
Meclis'in "Müttefikan ! Müttefikan !" (oybirliği) haykırışlarıyla kabul edilen bu "anıt yasa"yı hazırlama çalışmaları için de Mahmut Esat milletvekillerine şunu söyleyecektir :
"Bu yasayı Devrim'in büyük Önder'inden aldığım esin ve feyzle düşünerek önerdim. Bununla birlikte, yasa hazırlanırken, karşılaştığım tüm zorluklar sırasında ise, yanı başımda daima Başbakanımı (İsmet İnönü) buldum.."

17 şubat 1926 ile ilgili görsel sonucu

MERİÇ VELİDEDEOĞLU'NUN "CUMHURİYET" GAZETESİNİN 19 EYLÜL 2014 TARİHLİ SAYISINDA YAYIMLANAN, "MAHMUT ESAT BOZKURT VE TBMM'DE TARİHSEL BİR OTURUM" BAŞLIKLI YAZISINDAN ALINMIŞTIR..       

963 ) BİR SOYKIRIMIN FRAGMANI !...

kristal gece ile ilgili görsel sonucu    

1871'de birliğini sağlayan Almanya, antisemitizmin, yani Yahudi karşıtlığının en az olduğu ya da hissedildiği yerdi.. Alman İmparatorluğu'nu ilan eden Frankfurt Parlamentosu'nda birçok Yahudi devlet adamı ve hukukçu bulunmaktaydı (hatta Meclis Başkanı Protestan olmuş bir Yahudi, Eduard Simons idi). Yine Alman ordusunda birçok Yahudi kökenli general mevcuttu. Örneğin bizim iyi tanıdığımız Liman von Sanders, her ne kadar babası Protestan inancına geçmiş olsa da, onun tarafından Yahudi kökenli idi.. Bilim ve sanat dünyasında da önemli insanların Yahudi olması bir engel teşkil etmemekteydi. Böyle bir coğrafyada önce "Kristal Gece"ye, hemen sonrasında ise Holokost'a giden yol, tarihin trajik ve şaşırtıcı bir sürecinin ürünüdür..
Her ne kadar Alman entelektüel dünyasında Hundt-Radowsky, Treitschke ve Wagner gibi antisemitler var olduysa da bunlar azınlığı teşkil ettiler. Bunların ortaya attığı "Yahudi sorunu", Treitschke'nin "Yahudiler bizim talihsizliğimizdir" sözleri ile başlayan Berlin Antisemitizm Tartışması gibi konular, genelde ilk dünya savaşına kadar akademik çevreler ile sınırlı kaldı. Ancak sonrasında, mağlup Almanya ikliminde, bu kavram ve tartışmalar milliyetçi siyasetçiler ve ideologlar tarafından gündeme getirildi ve sıradan vatandaşlar arasında da bilinir olmaya başladı..
Alman İmparatorluğu, I. Dünya Savaşı'nda herhangi bir büyük muharebede yenilgi almamış ya da işgal sonrasında çekilmemişti. Başgösteren devrimci ayaklanmalar ve İmparator II. Wilhelm'in ülkesinden kaçması ile Alman siyasetçiler İtilâf Devletleri ile ateşkes yapmışlardı. Bu durum, Alman milliyetçilerinin, sosyalistlerin, sosyal demokratların ve Yahudilerin imparatorluğu "sırtından hançerlediği" argümanını çıkarmasına altyapı oluşturmuştur. Yeni kurulan Weimar Cumhuriyeti'nde halkın yenilgiyle ve ardından gelen antlaşmanın getirdiği ağır yaptırımlarla kırılan gururunu onarmaya çalışan bu milliyetçi söylemler yaygınlaşmaktaydı. Bu ise ülkedeki önemli ve hem sosyal hem de ekonomik hayatta etkin bir azınlık olan Yahudilere karşıtlığı yanında getirmekteydi. 
1933 yılında antisemitik ve aşırı milliyetçi söylemlerle Adolf Hitler'in Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi (NSDAP) veya bilinen ismiyle Naziler yönetime geldi. Mart ayındaki seçimlerin ardından 1 Nisan'da Yahudilere ait iş yerlerinin Naziler tarafından boykotu başladı. Hemen ardından Aryan olmayanların, yani esasında genel olarak Yahudilerin devlet memuru olmasını engelleyen kanun Nazi hükûmetinin onayıyla meclisten geçti. 15 Eylül 1935'te ise Aryan olanların Yahudilerle evlenmesini yasaklayan "Alman Kanı ve Şerefinin Korunması Yasası" ve kimin Yahudi olup olmadığını belirleyen "Nürnberg Yasaları" yayınlandı..

     antisemitische propaganda ile ilgili görsel sonucu

İtalya'nın 1935-36'da Habeşistan'ı işgal girişimine ve Mart 1938'de Almanya'nın Avusturya'yı ilhak etmesine, ne Britanya ne de Fransa yeterli tepki gösterdi. Bunun üzerine Hitler'in Çekoslovakya'da yaşayan Alman soydaşlarını (Südet Almanlarını) kurtarmak adına giriştiği işgale kimse ses çıkarmadığı gibi, 15 Eylül 1938'de Fransa, İngiltere, İtalya ve Almanya'nın Münih'te bir araya gelerek buna onay vermesi, Adolf Hitler'e sonradan yapacağı işlerde kimsenin karşısına çıkmayacağı konusunda büyük bir özgüven verdi..
Hitler, artık içeride de istediklerini yapabilirdi. Bir sorun olarak gördüğü Yahudi nüfusu baskılama ve sindirme zamanı artık gelmişti.. 
Münih Anlaşması'ndan yaklaşık bir buçuk ay sonra gerçekleşecek bir olay, bunun için gerekli altyapıyı sağladı..
Almanya'da doğmuş Yahudi kökenli Polonyalı göçmen bir ailenin çocuğu olan Herschel Grynszpan (altta sağda), 1936'da Paris'e iltica etmişti. Oraya diplomat olarak tayin olmuş Alman Ernst vom Rath (altta solda) ile muhtemelen bir gönül ilişkisi vardı (kendisi de eşcinsel olan, dönemin ünlü entelektüellerinden ve Paris'te yaşayan André Gide de bunu günlüklerinde teyit etmektedir). Henüz 17 yaşındaki Grynszpan, aralarındaki bir anlaşmazlık sonucu 7 Kasım 1938'de Paris'teki elçilik binasında vom Rath'ı vurarak yaraladı. Hitler, vom Rath'ın tedavisi için kendi özel cerrahlarını gönderdiyse de o, yaraları nedeniyle 9 Kasım günü öldü.

Herschel Grynszpan ile ilgili görsel sonucu    Herschel Grynszpan ile ilgili görsel sonucu

Führer ve Nazi Partisi için 9 Kasım çok önemli bir gündü. Zira on beş yıl önce, 9 Kasım 1923'de, Hitler ve avenesi Münih'te "Birahane Darbesi" diye anılan bir darbe girişiminde bulunmuş, fakat başarısız olmuşlardı. Bu girişim her sene kutlandığı gibi, o gün de Nazi Partisi tarafından bir kutlama/anma yemeği düzenlenerek yâdedilmişti. Paris'te Alman bir diplomatın bir Yahudi tarafından öldürülmesi böyle bir gecede antisemitik söylemler için biçilmiş kaftandı ve Propaganda Bakanı Joseph Goebbels bunu değerlendirecekti. Hitler'in o geceden  erken ayrılması sonrası, vom Rath olayı ile ilgili Goebbels şöyle diyecekti : "Führer'in kararına göre parti herhangi bir gösteri hazırlamayacak ve organize etmeyecek fakat gösteriler kendiliğinden gerçekleşirse de güvenlik güçlerince engellenmeyecek."

hitler-goebbels-1938 ile ilgili görsel sonucu    Ä°lgili resim

Bu sözler, Yahudilere yapılacak olası saldırılar için açık çekti. Bu ayrıca Goebbels için partide kendini Führer'ine kanıtlamak için uzun zamandır eline geçmesini beklediği fırsattı..
1938'in 9 Kasım'ını 10 Kasım'a bağlayan gece Yahudilere ait 1400'ün üzerinde ibadethane, 7500'e yakın mağaza ve iş yerine saldırı düzenlendi. 91 Yahudi öldürüldü ; 30 bin Yahudi erkek tutuklandı ve bunların bir kısmı çalışma/toplama kamplarına gönderildi. Hemen arkasından Yahudilere her türlü iş yapmak yasaklandı. 
17 Kasım'da Ernst vom Rath'ın cenaze töreninde, sanki bir iç savaş varmış gibi "ilk kurşun"u Yahudilerin attığı Nazi siyasetçiler tarafından vurgulandı. Dışişleri Bakanı Ribbentrop ise "Meydan okumayı görüyoruz ve kabul ediyoruz" diye ekledi. 1933'ten beri baskılanmış ve sindirilmiş Yahudiler için o gece bir dönüm noktası oldu. Artık doğdukları topraklarda kendileri için can güvenliği ve huzur kalmadığını anlamışlardı. 
"Kasım Pogromu" diye de bilinen o geceye, ev ve iş yerlerinin kırılan camlarına atfen "Kristal Gece" denildi. Bu, Yahudilere karşı yapılan ve devlet eliyle de desteklenmiş, tarihteki en büyük saldırılardan biriydi. Artık Yahudilerin ülkelerini terk etmekten başka bir şansları yoktu ; fakat III. Reich buna izin vermeyecek, onları çalışma kamplarında yitene kadar savaş için bedava işgücü (!) olarak kullanmayı tercih edecekti..




Uluslararası kamuoyu Hitler'e -ne yazık ki- dur diyemese de, bu insanlık dramını önlemek için girişimlerde bulundu. İngiltere'nin ve az da olsa ABD'nin inisiyatifi ile Yahudi çocuklarını kurtarmak adına bir hareket başlatıldı : "Kindertransport" (kelime anlamıyla, çocukların taşınması).. Buna göre on bin kadar Yahudi çocuk, velilerinin nezareti olmaksızın, Almanya'dan, Avusturya'dan, Çekoslovakya'dan ve Polonya'dan toplanarak Britanya'daki pansiyonlara ve evlere yerleştirilecekti. 1938'den 1940'a, yani Nazilerin sınırı geçişe kapatmasına kadar binlerce Yahudi çocuk İngiltere ve ABD'ye taşındı. Her ne kadar bunlar ailelerinden koparılmak gibi bir acıyı yaşasa da, Nazi soykırımından kurtulan o neslin az sayıdaki üyelerinden oldular (üstte).. 



CEM AKOĞUL'un, #tarihdergi'nin 2018/Kasım sayısında yer alan "Kristal Gece" başlıklı yazısından derlenmiş bir yazıdır..   











   

962 ) LORANDO'NUN SARAYINDAN, MUSTAFA'NIN ÇAYIRINA !..

adnan özyalçıner benim istanbul'um ile ilgili görsel sonucu    deniz kavukçuoÄŸlu ile ilgili görsel sonucu

1930 yılında Küçük Moda'da, deniz hamamlarının üstündeki, geniş bir koruluğu andıran ve içinde zamanın tapu kayıtlarına "saray" olarak geçen büyük bir malikâne bulunan bahçede bir yangın çıkmış, tutuşan ağaçlardan yükselen alevler yapıya da sıçramıştı... Yangın sırasında çevreye korku salan patlamalar duyulmuş, kulaklara gelen mermi sesleri insanlarda korkunç bir savaşı çağrıştırmıştı. Yangın, saray yavrusu yapı yanıp, çirkin bir iskelete dönüştükten sonra sönmüş, patlamaların nedeninin malikânenin av meraklısı sahiplerinin, Lorando'ların fişek stokları olduğu anlaşılmıştı..
Bu malikânenin ilk sahibi olan Jean Lorando'nun ilginç bir geçmişi vardı. Kendisi Sultan Abdülaziz ve II. Abdülhamid döneminin en ünlü sarraflarından biriydi. O da Moda burnunda oturan akrabası Bernard Tubini gibi Syra Adası'ndan göçmüş İtalyan asıllı ve Fransız uyruklu bir Levantendi. Sultan Abdülaziz 1873 yılında Jean Lorando ve Bernard Tubini'den borç almış, ama zamanında ödenemediği için aldığı borç, faiziyle birlikte 750 bin altına yükselmişti. Ortaklar paralarını alamayınca, Osmanlı Devleti'ni ticaret mahkemesine vermişler, lehlerine çıkan kararla da Fransa hükûmetine başvurarak yardım istemişlerdi. Bunun üzerine olayı diplomatik bir skandala dönüştürmek isteyen İstanbul'daki Fransa Büyükelçisi Mösyö Constanz, yerine bir maslahatgüzar bile bırakmadan ülkesine dönmüştü. Olay giderek siyasal bir soruna dönüşmüş, Fransa hükûmeti Babıâli ile tüm ilişkilerini dondurarak, donanmasını o sıralar Osmanlı egemenliğinde bulunan Midilli Adası önlerine yollamıştı (altta). Babıâli'nin 25 Ekim 1901 günü, her geçen gün üzerine biraz daha faiz binen bu borcu ödemeyi kabul ettiğini bildirmesine karşın Fransa bu kez başka istekler ileri sürmüştü. Bunların arasında Osmanlı topraklarında Fransa'nın koruması altında bulunan dinsel ve kültürel kuruluşların tanınmasından, yapılarının onarımlarına izin verilmesine, Keldanî Katolik Patriği için Papa tarafından da kabul edilecek bir ferman çıkarılmasına kadar birçok ayrıntı vardı. Babıâli bu istekleri geri çevirince 2 Ekim 1905 günü Midilli Adası'nın gümrük ve posta telgraf yapıları Fransızlar tarafından ele geçirilmiş, fakat sonunda Almanya araya girince bu girişime son verilmişti..

lorando-tubini-midilli adası ile ilgili görsel sonucu

Moda'da, Cem Sokağı'nda bulunan Asonsiyon Kilisesi'nin arsasının da bir bölümü Lorando Ailesi tarafından hibe edilmişti. Eski tapu kayıtlarında şimdiki Şair Nefi Sokağı'nın adı "Lorando Sokağı" olarak geçiyordu. Yanında da "Lorando Çıkmazı" vardı. Jean Lorando'nun kızı Boğaz'da görkemli bir yalısı olan (altta) Polonya soylularından Kont Ostrorog ile evlenince aile genişlemişti. Yıllar sonra aileye  Avusturya kral soyundan Kontes Fürstenberg de katılmıştı. Eski kuşak Modalılar kontesin kızı Maria Pia'yı yakından tanırlardı... Çok iyi bir eğitim almış, debdebe ve saltanat içinde büyümüş olan Maria Pia'ya annesinden çok geniş bir arazi ile Küçük Moda'daki o büyük malikâne kalmıştı. Maria Pia, on iki çocuk yapmak istemiş, ancak "altı"da durmuştu.. Malikâne yandığı zaman yine Avusturyalı olan eşi Baron Heinrich Frankenstein'la orada oturuyordu. Yangından sonra yapı ancak içinde zar zor yaşanabilecek kadar onarılabilmişti. Geçim darlığı çeken karı koca, bahçelerinde inekler, kazlar, tavuklar beslemeye başlayınca çevrede alay konusu olmuşlardı. Avusturya kraliyet ailesinden bir soylunun bahçesinde kaz gütmesi alışılmış bir şey değildi !..



Malikâne arazisi Marie Pia'nın üzerine kayıtlı olmadığından birtakım açıkgözler tarafından sahipleniliyor, parça parça satılıyordu. Sıra bahçenin demir parmaklıklarına geldiğinde Fürstenberg'ler de artık derin bir yoksulluğa düşmüşlerdi. Buna rağmen yaşamlarından yakınmıyorlar, evlerine yabancı bir konuk geldiğinde, Şair Nefi Sokağı'ndaki mahalle bekçisini çağırıp, üzerine nereden sağladıkları bilinmeyen sırmalı bir ceket giydirip, adamcağızı evin "hizmetkârı" olarak tanıtıyorlardı. Kendileriyle aynı soydan gelen Yunan Kraliçesi Frederika'yı (altta) evlerinde ağırladıkları günde de çay servisini o özel üniformalı mahalle bekçisi yapmıştı. Yunan Kraliçesi, yaşamının en çelişkili anlarını herhalde soyluluğun, yoksulluğun, yoksunluğun birbirine karıştığı, kendisini çorapsız ayaklarıyla karşılayan akrabası Marie Pia'nın malikânesinin yangından arta kalmış yıkıntıları arasında geçirdiği o saatlerde geçirmiş olmalıydı.. Yoksulluk bir gün Marie Pia'nın çocuklarının canına tak edince, bahçede ne kadar keçi varsa, götürüp Bağlarbaşı pazarında satmışlardı. Ama parayı ceplerine koyup, biraz olsun rahatlayacakları yerde bir eşek satın almışlar, Moda'ya bir eşek üzerinde dönmüşlerdi..



Avusturya uyruğunda olan aile II. Dünya Savaşı sırasında bir süre Çorum'a, toplama kampına gönderilince eşek de başıboş kalmış, semt sakinlerinin maskotu olarak sokak aralarında dolaşmaya başlamıştı. Savaştan sonra aile yeniden Moda'ya, evlerine dönmüştü. Marie Pia bir süre sonra Yakacık yolunda bir trafik kazasında can vermiş, malları çocuklarına ve Virgine Bodui adında Fransız uyruklu bir akrabasına kalmıştı. Ama bu arada ortaya yetmiş vâris daha çıkınca, miras davaları yıllarca sürmüştü. Sonunda Marie Pia'nın erkek kardeşi Avusturya'dan gelerek çocukları Viyana'ya götürmüştü. Marie Pia'nın bu arada yeni bir evlilik yapan dul eşi Baron Frankestein ise 1982 yılında ölmüştü..
Yakın dönem Moda'sının ilk sakinlerinden olan Lorando ve Fürstenberg'lerden geriye tek bir yıkık duvardan başka bir şey kalmadı (altta). Aradan geçen yıllar içinde Lorando'lar da, Fürstenberg'ler de, Frankestein'lar da unutuldu.. O görkemli malikânenin geniş bahçesi zamanla bir çayıra dönüştü. Günlerden bir gün Moda İskelesi'nin çımacılarından Mustafa Efendi bu çayırın ortasında kendisine bir kulübe yapıp içine yerleşince, burası "Mustafa'nın Çayırı" olarak anılmaya başlandı...




ADNAN ÖZYALÇINER'İN HAZIRLADIĞI, "BENİM İSTANBUL'UM, 15 YAZAR, 1 ÇİZER" ADLI KİTAPTA ; DENİZ KAVUKÇUOĞLU'NUN "ÇOCUKLUĞUMUN MODA'SI" ADLI YAZISINDAN ALINMIŞTIR.. (SAYFA 55-56-57)   



    

961 ) ATATÜRK'ÜN "B" PLANI VE YAHYA KAPTAN !...


atatürk 1919 istanbul ile ilgili görsel sonucu

Mustafa Kemal Paşa'nın 19 Mayıs 1919'da Samsun'a ayak bastığı gün ; Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın başlangıç tarihidir. Ancak Mustafa Kemal Paşa'nın Anadolu'ya gizlice geçebilmek için aylar önceden hazırladığı ve son aşamasına getirdiği bir başka planı vardı..
Paşa, Samsun yolu ile Anadolu'ya ayak basma olanağını bulamamış olsaydı, Anadolu'ya gizlice Kocaeli üzerinden geçecekti. Ve Kurtuluş Savaşı'nın ilk adımı Samsun'da değil Kocaeli'de atılmış olacaktı. Kurtuluş Savaşı'nın başlangıcı ve Anadolu coğrafyası üzerindeki yayılışı ise çok daha farklı bir biçimde yazılacaktı. Onun Samsun'da başlattığı ve İzmir'de noktaladığı kurtuluş yolumuzun haritası da yurdumuzun değişik yörelerinden geçerek İzmir'e ulaşacaktı. 
Atatürk'ün başyaveri Cevat Abbas Gürer'in gün ışığına çıkan hatıraları ; Kurtuluş Savaşı ile ilgili -bugüne dek yayınlanmış- hiçbir kitapta bulunmayan çok ilginç ve farklı bilgiler içeriyor. Ve karanlıkta kalmış bir döneme ışık tutuyor, aydınlatıyor. Bu anılarda Mustafa Kemal Paşa'nın Anadolu'ya geçebilmek için padişahın vereceği vazifeye muhtaç olmadığını da çok açık bir biçimde görüyoruz..

atatürk 1919 istanbul ile ilgili görsel sonucu

Her hareketini bir plan ve program doğrultusunda yapan Atatürk'ün elbette ki Anadolu'ya geçmek için yedek bir planı vardı. Ve bu plan son anda iptal edilen ve Cevat Abbas Bey'in açıklamış olduğu "Kocaeli üzerinden gizli geçiş planı" idi..
Mustafa Kemal Paşa Samsun'a çıkmadan aylar önce Anadolu'ya gizlice geçebilmek için planlar yapmış ve Kocaeli üzerinden Anadolu'ya emniyetle geçebilme olanaklarını araştırmıştı. Cevat Abbas Bey'e, Kocaeli bölgesinde küçük silahlı müfrezeler oluşturulmasını emretmişti.
Cevat Abbas, Paşa'dan aldığı emirle harekete geçerek Kocaeli bölgesinde görevlendirilmek üzere, bir Kuva-yı Milliye örgütü kurmuştu. Yahya Kaptan liderliğindeki bu milis kuvvetler kısa bir zamanda faaliyetlerine başlamıştı. Yahya Kaptan ve arkadaşlarının görevi, Kocaeli yarımadasında asayişi temin etmek, Türk köylerine tecavüzlerde bulunan Ermeni ve Rum çetelerinin cinayet ve soygunlarına engel olmaktı. Ayrıca Yahya Kaptan'ın bilmediği çok önemli bir görevi daha vardı ; Mustafa Kemal Paşa'nın Anadolu'da güvenli bir bölgeye ulaşıncaya kadarki seyahati sırasında, gereken güvenliğini sağlama ve koruma görevi için düşünülen Kuva-yı Milliye Müfrezesi, Yahya Kaptan'ın milis kuvvetleriydi. Yahya Kaptan, kendisine verilen emir gereği her an göreve hazır durumdaydı ve Mustafa Kemal Paşa'nın emrini bekliyordu...

atatürk ve yahya kaptan ile ilgili görsel sonucu

Peki, Mustafa Kemal Paşa ve yaverinin kendilerine koruma olarak seçecek kadar güvendikleri Yahya Kaptan kimdi ? Bu konuda tarihçi Ziya Şakir (Soko) Bey'in yazdıklarına göre ; "Yahya Kaptan, Köprülü'lüdür. Ve kendini bildiği günden itibaren de hayatını silaha bağlamış, bütün Türk düşmanlarına karşı mücadeleden mücadeleye atılmış, Bulgar ve Sırp çetelerine kan ağlatmış, kendi muhitinde ; ağlayan çocukları, 'Yahya geliyor !' denildiği zaman susturacak kadar nam almıştır. Birinci Dünya Savaşı'nda Teşkilat-ı Mahsusa'nın Osmancık Taburu ile Irak'a gitmiş, bu taburun çöküş ve dönüşüne kadar İngilizlerle savaşmış, İstanbul'a dönüşünden ve mütarekeden sonra da -İstanbul'un aldığı vaziyet içinde yaşamayı gözüne kestiremeyerek- Edirnekapı haricinde bir köye çekilmişti. İşte Mütareke devrine kadar, Yahya Kaptan'ın mücadele hayatının özeti.." 

atatürk ve yahya kaptan ile ilgili görsel sonucu


Anadolu'ya Kocaeli yoluyla gizlice geçebilmek üzere bütün hazırlıkların tamamlandığı ve Kocaeli ormanlarındaki ağaçların yapraklanmasının beklendiği bir sırada, o ana kadar hiç hesapta olmayan bir gelişme olmuştu. Cevat Abbas Gürer'in akrabası olan, Harbiye Nâzırı Mareşal Şakir Paşa kullanılarak, Padişah Vahdettin'in onayı alınmış ve Mustafa Kemal Paşa'ya Üçüncü Ordu Müfettişliği görevi verilmişti. Bu görev Samsun yoluyla Anadolu'ya çıkabilme olanağı sağladığı için, aylar öncesinden gizlice hazırlanan "Kocaeli üzerinden Anadolu'ya gizlice geçme planı"na da gerek kalmamıştı.. 
Fakat Mustafa Kemal Paşa'nın Yahya Kaptan ile daha işi bitmemişti...

"İzmit merkezi vasıtası ile Kuşçalı telgrafhanesinde
Yahya Efendi'ye  
Bulunduğunuz havalide kuvvetli bir teşkilat yapınız. Adapazarı Kaymakamı Tahir Bey vasıtasıyla bizimle tesis ve temini irtibat eyleyiniz. Şimdilik hazır bulununuz..
Anadolu ve Rumeli
Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Reisi
Mustafa Kemal"

Fakat bir süre sonra Yahya Kaptan'ın başarıları, İstanbul'da Kara Vasıf'ın kurduğu Karakol Cemiyeti'nin bazı mensupları tarafından kıskançlıkla karşılandı. Mustafa Kemal Paşa'nın askeri rütbesi bulunmayan Yahya Kaptan'a doğrudan emir vermesi, İstanbul'daki bazı kişilerin hiç hoşuna gitmedi. Yahya Kaptan kendisine en yakın destek ve ilgiyi göstermesi gereken İstanbul'daki milli teşkilatla, bir kıdem ve kıskançlık meselesi nedeniyle bir türlü ilişki kuramıyordu. Ve onlardan gereken destek ve yardımı alamıyordu. Onun tek destekçisi, kilometrelerce uzakta bulunan ve taparcasına inandığı Mustafa Kemal Paşa'ydı ve kendisi yalnızca ondan emir alıyor ve onu dinliyordu. 
Yahya Kaptan bir süre sonra işgalcilerin ve onlarla işbirliği yapan İstanbul'daki hükümetin yok edebilmek için büyük çabalar sarf ettiği bir hedef haline gelmişti. Ve sonunda Yahya Kaptan 7 Ocak 1920 tarihinde işbirlikçi İstanbul hükümetinin adamları tarafından tuzağa düşürülerek şehit edildi. Ve bu alçakça cinayet bütün Tavşancıl ve civar köylerden gelen halkın gözleri önünde meydana geldi. 
Cevat Abbas Bey, Yahya Kaptan'ın şehit edildiği günlerde mebus olarak İstanbul'da bulunuyordu. Olay meydana gelmeden önce Yahya Kaptan'ın yok edilmek istendiğini Mustafa Kemal Paşa'ya telgrafla bildirdi ve önlem alınmasını istedi. Ancak ne yazık ki işbirlikçiler ellerini çabuk tuttular ve Yahya Kaptan'ı şehit ettiler..




Mustafa Kemal Paşa bu olayın peşini bırakmadı. Bu cinayete neden olan sorumlulardan tek tek hesap sordu. İstanbul'daki milli teşkilat Yahya Kaptan'ı korumak yerine onun öldürülmesine seyirci kalmış ve olaya engel olmamıştı. Olayın hesabını veren İstanbul'daki sorumlular Yahya Kaptan'ın başına buyruk olduğu ve hiç kimseyi dinlemediğinden şikayet etmişler ve bu nedenle öldürülmüş olabileceğini iddia etmişlerdi.
Mustafa Kemal Paşa ise gerçeği biliyordu ve yıllar sonra "Nutuk"ta bu konuyu şu cümlelerle açıklamış ve olayı aydınlatmıştı :
"Merhumun hiç kimseyi dinlememesinin tenkiline, katline sebep olarak gösterilmesi asla doğru olamaz. Şehid-i merhum, beni dinliyordu. Benden emir alıyordu. Verdiğim emre göre hareket ediyordu. Başka bir makam ve eşhasa merbut olduğunu, onlardan emir alması lüzumunu kendisine emretmemiştim.."  

atatürk ve yahya kaptan ile ilgili görsel sonucu    atatürk ve yahya kaptan ile ilgili görsel sonucu

Mustafa Kemal Paşa böyle diyerek Yahya Kaptan'ın doğrudan doğruya kendisine bağlı olarak görev yaptığını açıklamış, ona ve şerefli hatırasına sahip çıkmıştı. Büyük Önder, sadece karanlıkta kalmış bir tarihi aydınlatmakla kalmamış ; ayrıca gerçeği belgeleriyle ortaya koyarak ve tertemiz bir yurtsever bir insana sürülmek istenen bir lekeyi de silerek vicdani bir sorumluluğu da yerine getirmişti..
Yahya Kaptan ve arkadaşları, 1919 yılının daha ilk aylarında silahlanmış ve örgütlenmişti. Kocaeli bölgesinde faaliyetlere başlayan bu "İlk Kuva-yı Milliye Örgütü" Yunan Ordusu'nun İzmir'i işgalinden çok daha önce kurulmuştur ; Milli Mücadele'nin önderi olan Mustafa Kemal Paşa'nın doğrudan verdiği emirle kurulmuş olmasının anlamı ve önemi çok büyüktür..

atatürk'ün yaveri cevat abbas gürer ile ilgili görsel sonucu

  
   

Hürriyet

KAYNAK OLARAK KULLANDIĞIM KİTAPLAR..
-------------------------------------------------------
1.DEVLET-İ ALİYYE.I...HALİL İNALCIK 2.OSMANLILAR..HALİL İNALCIK
3.İMP.'UN EN UZUN YÜZYILI..İLBER ORTAYLI
4.SON İMP. OSMANLI..İLBER ORTAYLI
5.TARİHİN IŞIĞINDA..İLBER ORTAYLI
6.OSM. TOPLUMUNDA AİLE..İLBER ORTAYLI
7.OSM.'YI YENİDEN KEŞFETMEK..İ.ORTAYLI
8.BATILILAŞMA YOLUNDA..İLBER ORTAYLI
9.OSMANLI TARİHİ..A.DE LAMARTINE
10.OSMANLI..CAROLİNE FİNKEL
11.OSM.İMP.TARİHİ..NICOLEA JORGA
12,BÜYÜK TÜRK..NICOLEA JORGA
13.YENİLMEZ TÜRK...NICOLEA JORGA
14.TÜRKİYE TARİHİ..ED.SİNA AKŞİN
15.OSM.DÜNYASI VE İNSANLARI..GÜLGÜN ÜÇEL
16.OSMANLI ORDUSU..GÜLGÜN ÜÇEL-AYBET
17,BU MÜLKÜN SULTANLARI..NECDET SAKAOĞLU 18.YENİÇERİLER..REŞAT EKREM KOÇU
19.SON PADİŞAH..YILMAZ ÇETİNER
20.SORULARLA OSM. ..ERHAN AFYONCU
21. SOKOLLU ...RADOVAN SAMARCIC
22. OSM.İMP.TARİHİ...A.CEVDET PAŞA
23. OSM.GERÇEĞİ..ERDOĞAN AYDIN
24. FATİH VE FETİH..ERDOĞAN AYDIN
25.KADINLAR SALTANATI..A.REFİK ALTINAY
26.DOĞU'YA BAKIŞ..GERALD MACLEAN
27.AT SIRTINDA ANADOLU..FREDERIC BURNABY
28.ABDÜLMECİD..HIFZI TOPUZ
29.ŞAH SULTAN ..İSKENDER PALA
30.FLORANSA BÜYÜCÜSÜ..S.RUSHDIE
31.TARİHİMİZLE YÜZLEŞMEK..EMRE KONGAR
32.PARİS'TE BİR OSM.SEFİRİ..ŞEVKET RADO
33.TARİHİN SAKLANAN YÜZÜ..ÇETİN ALTAN
34.OSM.İMP.'DA SON 300 YIL..ALAIN PALMER
35.KONSTANTİNİYYE..PHİLİP MANSELL
36.TÜRKİYE'NİN SİYASİ İNTİHARI..CENGİZ ÖZAKINCI
37.BU VATAN BÖYLE KURTULDU..EROL MÜTERCİMLER
38.16.YÜZYILDA İSTANBUL..METİN AND
39. ERKEN MODERN OSMANLILAR.. VIRGINIA H. AKSAN-DANIEL GOFFMAN
40."POPÜLER TARİH" VE "NTV TARİH " DERGİLERİ
41.İKİNCİ ADAM..Ş.SÜREYYA AYDEMİR
42.HAYAT..AYŞE KULİN
43.DEVRİM VE DEMOKRASİ..NUMAN ESİN
44.BİR NUMARALI TANIK..KURTUL ALTUĞ
45.İHTİLALİN MANTIĞI..Ş.S.AYDEMİR
46.KUTSAL İSYAN...HASAN İZZETTİN DİNAMO
47.KUTSAL BARIŞ...HASAN İZZETTİN DİNAMO
48.ÇÖL KRALİÇESİ...JANET WALLACH
49.YÖNETMENLER,FİLMLER,ÜLKELER..A.DORSAY
50.AY HIRSIZI...SUNAY AKIN
51.ONLAR HEP ORADAYDI...SUNAY AKIN
52.KULE CANBAZI...SUNAY AKIN
53.LÜZUMSUZ BİLGİLER ANSİKLOPEDİSİ..TAMER KORUGAN
54.PRENS..NİCCOLO MACHİAVELLİ
55.İSTANBUL'DA BİR ZÜRAFA..SUNAY AKIN
56.KIZ KULESİNDEKİ KIZILDERİLİ..S.AKIN
57.AH BEYOĞLU,VAH BEYOĞLU..SALAH BİRSEL
58.İSTANBUL-PARİS..SALAH BİRSEL
59.YAVUZ'UN KÜPESİ..ERHAN AFYONCU
60.OSMANLI PADİŞAHLARININ HAYAT HİKAYELERİ...YILMAZ ÖZTUNA
61.BİZİM DİPLOMATLAR..BİLAL N.ŞİMŞİR
62.KİM VAR İMİŞ BİZ BURADA YOĞ İKEN..CEMAL KAFADAR
63.RÜZGARIN GÖLGESİ..CARLOS RUIZ ZAFON
64.MELEĞİN OYUNU..CARLOS RUIZ ZAFON
65.ORTA DOĞU..TAYYAR ARI
66.ABD-ORTA DOĞU-TÜRKİYE..HALUK GERGER
67.ORTA DOĞU.. BERNARD LEWIS
68.ON BİR CUMHURBAŞKANI ON BİR ÖYKÜ.. CÜNEYT ARCAYÜREK
69.ÖFKELİ YILLAR...ALTAN ÖYMEN
70.ATATÜRK'TEN SONRA BUGÜNLERE NASIL GELDİK ?..CÜNEYT ARCAYÜREK
71.ÇANKAYA...CÜNEYT ARCAYÜREK
72.DEMOKRASİNİN İLK YILLARI..C.ARCAYÜREK
73.YENİ İKTİDAR,YENİ DÖNEM..C.ARCAYÜREK
74.BİR İKTİDAR,BİR İHTİLAL..C.ARCAYÜREK
75.NEREDEYSE BİR BALİNA..STEVE JONES
76.MOSSAD GİZLİ TARİHİ...GORDON THOMAS
77.BARIŞA SON VEREN BARIŞ...DAVID FROMKIN
78.SULARIN GETİRDİĞİ PADİŞAH..CAHİT ÜLKÜ
79.TANK SESİYLE UYANMAK..HASAN CEMAL
80.BİR MANİNİZ YOKSA.. ...AYFER TUNÇ
81.ALATURKAFRANKA..ERCAN ÇİTLİOĞLU
82.SUÇUMUZ MÜKEMMEL OLMAK..S.DUMAN
83.DARBE...STEPHEN KINZER
84.ÖZAL HİKAYESİ..HASAN CEMAL
85.TURGUT NEREDEN KOŞUYOR ? ..E.ÇÖLAŞAN
86.YEDİ TEPE ANADOLU...ALİ CANİP OLGUNLU
87."K", "DERBEDER BİR KAHİN"...CANSU YILMAZÇELİK
88.LATİFE HANIM...İPEK ÇALIŞLAR
89."K",YIKIK BİR SARAYDIR DÜNYA..PERİHAN ÖZCAN
90.BEYAZ PERDEDE KIRMIZI FİLMLER.. ATİLLA DORSAY
91.TEK ADAM..Ş.SÜREYYA AYDEMİR
92.DAHİLER VE AŞKLARI...ÖZCAN ERDOĞAN
93.HAYATIM KİTAP..YAŞAR AKSOY
94.BOĞAZİÇİ ŞINGIR MINGIR..SALAH BİRSEL
95.BİR EKONOMİK TETİKÇİNİN İTİRAFLARI...JOHN PERKİNS
96.CUMHURİYET TARİHİ YALANLARI 1. VE 2. CİLT...SİNAN MEYDAN
97. KOMPLO TEORİLERİ..EROL MÜTERCİMLER
98.ÖNCE KADINLAR VE ÇOCUKLAR..SUNAY AKIN
99.BİR ÇİFT AYAKKABI..SUNAY AKIN
100. BENİM CUMHURİYET'İM..EMİNE UŞAKLIGİL
101.DARAĞACINDA ÜÇ FİDAN..NİHAT BEHRAM
102.NEREYE..CAN DÜNDAR
103.İSTANBUL'DAN SAYFALAR..İLBER ORTAYLI
104.BİZİM İZMİRİMİZ..MELİH GÜRSOY
105.GİZLENEN TARİH..BRİAN HAUGHTON
106.BERGAMA DÜŞLERİMİN ŞEHRİ,İZMİR SEVDAM..SELAHATTİN TURAL
107.GÖLGEDEKİLER..CAN DÜNDAR
108.KIRMIZI BİSİKLET..CAN DÜNDAR
109.YAKAMDAKİ YÜZLER..CAN DÜNDAR
110.GEÇMİŞ AYRINTIDA SAKLIDIR..CEMİL KOÇAK