Musevilik, kitaplı ilk semavi dindi. Bulundukları coğrafyada, tek tanrıya inanan yalnızca Musevi kavmi idi. Bu yüzden yöredeki tüm putperest kavimlerin adeta "günah keçisi" idiler.. Kovuluyor, kovalanıyor, öldürülüyor, işkence ediliyor, mal ve mülkleri yağmalanıyordu. Kısacası onlara yaşama hakkı tanınmıyordu..
Yüzyıllar boyu ıstırap çeken Museviler için İsa Peygamber, Yahudi kavminin bir "kurtarıcıya" en fazla ihtiyaç duyduğu anda, gerçek bir "Mesih" olarak ortaya çıkıyordu. O, Museviliği yeryüzünden silmeye hazırlanan putperest Büyük Roma İmparatorluğu'nun karşısında, yok edilmesi gereken yeni bir hedefti artık..
İsa'nın dini aslında Museviliğin çok yetersiz bir kopyasından başka bir şey değildi. Ama putperestler için yeterince kışkırtıcıydı. Bu kışkırtıcı unsurun, bir de yarattığı mucize ve efsanelerle körüklenmesi, Musevileri olabildiğince unutturuyor, yeni peygamber ve onun yeni dinini Roma'nın önüne sadece bir günah keçisi olarak değil, bu kez -adeta- sürüsüyle sunuyordu !..
"Yeni Din", dünyevi ilkelerindeki belirsizlik ve yetersizlik nedeniyle, Musevilik karşısında "ikinci sınıf" bir din olarak kalıyordu. Ne var ki, uhrevi ilkeleri putperestliğe karşı gerçekten mükemmel ve cezbediciydi. Hele yoksul, ezilmiş, alt tabakadan insanlara ve kölelere yaklaşımı, onları yeni dinin müridi, militanı ve "kuzuları" yapmak için yeterliydi..
Putperest ve bir anlamda materyalist Roma'nın inanç dünyası, kısa zamanda bu düşünce tarzına yenik düşüyordu. Hristiyanlaştırma operasyonunun sonunda Romalılar, kendi tanrılarını (putlarını) bir kenara atıyor, Musevilerin tanrısının önünde diz çöküyorlardı. Musevilerin tanrısı yalnızca ruh idi. Hristiyanlaşan Roma'nın tanrısında ise önceki putlarından izler vardı : Baba, Oğul ve Kutsal Ruh gibi...
Hristiyanlık Roma'yı teslim alınca, dünya üzerindeki geniş bir kitle (Bütün Avrupa, Balkanlar ve Önasya) bu tek tanrılı dine inanmaya başladı. "Hristiyan" adı ya da sıfatı ise ilk kez Antakya'da kullanılıyordu..
Roma Hristiyanlaştıktan sonra ortaya bir de "Papalık Meselesi" çıktı. Papalık aslında bir "hilafet" meselesiydi. Aziz Petrus'un "ardından" gelen Roma Kilisesi'nin Başpiskoposu Papa oluyordu.
Fakat gerçek inananları kendilerinin temsil ettiğine ileri süren Bizans kiliseleri, İsa'nın öğretisinde Papalık kurumunun bulunmadığını belirterek Roma'daki bu makamı tanımıyorlardı..
Roma'nın doğu sınırlarına verdiği önem, Asya ile olan ticaretinden kaynaklanıyordu. Bu ticaret sadece Roma'nın merkezi için değil, imparatorluğu oluşturan tüm kavimler bakımından da önemliydi. Çünkü ticaretin ana maddesini tuz, baharat ve don yağı teşkil ediyordu..
Ticaret yollarının yapısı ve güzergahı Roma'dan çok önce belirlenmişti. Güney Asya'dan yola çıkan baharat kervanları en kolay ve en güvenli güzergah olan Mezopotamya Ovasını geçiyor, ürün Filistin pazarlarında el değiştiriyordu. Malı alan tüccarlar buradan gemilere yüklüyor ve Avrupa kıtasında ticaret sonucu oluşmuş limanlara boşaltıyordu..
Akdeniz'deki ticaretin güzergahı ve ticaret kentleri Fenikeliler tarafından belirlenip geliştirilerek sistemleştirilmişti. Fenikeliler ve ardılı olan Kartacalılar denizci ve tüccar bir kavim oldukları için önce Yunanlılarla, sonra da onların ardılı Romalılar ile mücadele etmek zorunda kalıyorlardı.
İ.Ö. 148 yılında ölen Romalı Senatör Cato'nun her konuşmasının başında ve sonunda, "Kartaca yıkılmalıdır !" demesinin temel nedeni de, bu ticaret yollarının egemenliği mücadelesinden kaynaklanıyordu..
Tüccar bir kavim olan Kartacalılar için, "askeri güce ve kavme dayalı, egemen bir devlet" ideali yoktu. Onları bağımsız davranmaya iten olay, çok uzun bir süre siyasal egemenliğini kabul ettiği Suriye'deki Tir şehrinin Büyük İskender tarafından yakılmasıydı. Bu olayın ardından Kartaca, yeni ticaret kolonilerine egemen olarak bir Deniz Ticaret İmparatorluğuna dönüşmüştü..
Kartaca'da bir "tüccar devlet" modeli tesis edilmişti. Ülkeyi "zengin aileler oligarşisi" yönetiyordu. Bu şekliyle yönetim bireye dayalı bir yapıdaydı ve "çağdaş liberalizm"in tarihsel dayanağı sayılabilirdi..
Aralarındaki çatışmadan Roma, Kartaca'yı yıkarak galip çıkıyordu..
Merkezi Roma İmparatorluğu, ezici askeri gücüne dayanarak kurduğu militer bürokratik devlet yapısı içinde ticareti ikinci plana ittiği için, ekonomik gücünü kaba kuvvetinden alıyordu. Buna karşılık, yıkılan Kartaca'nın bezirgan dokusu, ekonomik gücü ellerinde bulundurdukları için görünmeyen, fakat siyasi yapı üzerinde belirleyici bir otorite oluşturuyordu.
Önce Fenike, sonra da Kartaca'nın tüccar karakterine güç katan bir başka unsur da, onlar gibi Sami ırkından gelen Yahudi/Musevilerin Fenike ve Kartaca halk dokusuna katılmış olmasıydı. Irk ve dil birliği onları birbirine kaynaştırıyordu. Üstelik Kartaca kolonileri zamanla Musevileşiyordu..
Fenike ve Kartaca'nın ticaret gücü ve Sami karakteri doğu-batı ticaret yolu üzerinde bir kilit niteliği taşıyan İstanbul'a uzanıyordu. Bu uzantının gölgesi Galata'ya, buradaki tüccar ve kozmopolit toplumsal yapıya vuruyordu..
Roma İmparatorluğuna dahil Önasya'nın doğusunda ve güneydoğusunda yaşayan kavimlerden ikisi, Ermeniler ve Museviler, diğerlerine nazaran daha fazla güçlenerek ön plana çıkmış bulunuyordu. Bu da, onların ekonomik güçlerinden kaynaklanıyordu..
Ermenilerin yayıldığı alan Kafkasya, Doğu Karadeniz ve Kilikya bölgesine uzanıyordu. Kafkasya'nın Doğu Karadeniz sahillerinde ve Önasya'nın doğusunda önemli altın ve gümüş madenleri bulunuyordu. İşte bu nedenle yöredeki Ermeni halkı, kuyumculuk işinde uzmanlaşıyor, bu zanaat onları önemli bir ekonomik güç haline getiriyordu. Tabii diğer kavimlerin kıskançlığını ve para hırsını da kamçılıyorlardı aynı zamanda..
Bu kıskançlığın bir diğer hedefi de Musevilerdi. Önce Mısır sonra da Roma'nın putperest saldırılarından yılarak Kudüs ve yöresinden kaçıp Mardin, Urfa, Antep, Diyarbakır, Şam, Halep, Elazığ ve Kayseri'yi içine alan bölgeye yerleşen Museviler, bezirganlık ve tefecilikle uğraşıyorlardı..
Dördüncü Yüzyıl sonlarına kadar tek merkezden yönetilen Büyük Roma İmparatorluğunun siyasal gücü bu kavimler için bir güvence ve huzur kaynağı oluyordu. Ticaret ; Kudüs ve Tir kentlerine paralel olarak İstanbul, İzmir, Selanik, Venedik, Cenova, Malaga ve Cartagena'daki Sami tüccarlar tarafından yönetiliyordu..
İber Yarımadasında Cartagena ve Malaga'ya boşaltılan ürünler, hazırlanan kervanlarla, düz bir alan oluşturan yarımadayı güneyden kuzeye katederek geçiyor ve bugünkü San Sebastian'dan doğuya kıvrılarak Kuzey Fransa topraklarından itibaren dağıtılıyordu. Bu dağıtım sırasında özellikle Cermenlerin oturduğu topraklara yerleşmiş olan Museviler etkin rol oynuyorlardı. Bu Museviler, daha önceleri kendi toprakları olan Filistin ve yöresinde yaşarken üzerlerine gelen Roma'ya isyan edip, bu yüzden önce İtalya yarımadasına sürülmüş, oradan da köle tüccarları vasıtasıyla Orta Avrupa'nın varlıklı derebeylerine satılmışlardı.
Museviler Akdeniz yöresinde konuşulan tüm dilleri bildikleri için, derebeyleri tarafından kullanılmışlardı. Bu nedenle kısmi bir özgürlüğe kavuşunca da ticarete el atmışlardı. Musevilerin bu faaliyetleri, Haçlı seferlerine kadar etkin bir biçimde sürüyordu..
Doğu Roma, İ.S 452 yılında yıkılan Batı Roma'nın ardından, giderek siyasal ve ekonomik bir güç oluştururken, imparatorluk sınırlarının güneydoğusunda, çoğunluğu Arap olan putperest kavimler bulunuyordu. Bu kavimlerin egemen olduğu ticaret güzergahları son derece güvensizdi ve bu da Avrupa ile Asya arasında mal akışını aksatıyordu. Bu durum Doğu Roma ekonomisini ve bu ekonomiyi düzenleyen tüccarların gücünü de olumsuz yönde etkiliyordu. Bu yüzden tüccarlara baskı yapılıyor, hatta tüccarlar arasında önemli bir yer tutan Musevilere de ek vergiler konuluyordu.
Putperest Arapların gemi iyice azıya alarak dönemin küçük dünyasının başına dert oldukları bir sırada, bu durumdan şikayetçi olan Medineli Musevi tacirler yeni bir Mesih/Mehdi'nin geleceğini duyurmaya başlıyorlardı. Aynı dönemde Hz. Muhammed, yeni bir kitaplı semavi dini, İslamiyet'i tebliğ etmeye başlıyordu..
Bu dini Hristiyanlıktan ayıran en önemli husus ise dünyevi işlere daha fazla önem vermesiydi. Özellikle ticari-sosyal yaşam düzene sokuluyor, dinsel hukuk kurallarına bağlanıyordu. İslamiyet'in hukuk sistemi içinde Müslümanlara olduğu gibi, gayrimüslimlere de yasal haklar tanınıyor, dahası ticaret hukukunda bir ayırım gözetilmiyordu. Gayrimüslimlerin ticari ve ekonomik hakları da garanti altına alınıyordu..
Ne var ki Musevilik, Hristiyanlık gibi, İslamiyet karşısında da yine bazı avantajlarını koruyordu. İslamiyet, bir kavmi ön plana çıkarmıyor, bütün insanlığı kucaklamaya yönelirken, Museviliğin Yahudi kavmine vadettiği üstünlüğü görmezden geliyordu.
Musevilik, indiği kavme örgütsel ve ekonomik bakımdan ayrıcalıklı hareket etmeyi sağlayacak telkinlerde bulunurken İslamiyet,bu telkinlere karşı önlemleri içermiyordu..
Musevilik Musevi olandan faiz alınmamasını, Musevi olmayandan alınmasını önerirken ; İslamiyet, Müslümanlara ölmeden önce tüm insanlara (Müslim- gayrimüslim) borçlarını ödemesini, Tanrı huzuruna kul borcuyla çıkmamalarını telkin ediyordu. İslamiyet'in gayrimüslimlere ve dolayısıyla Musevilere ticari ve mali konularda avantaj sağlaması dikkati çekiyordu.
Putperestler bu kez de yeni dini kabul etmeye başlıyor, böylece İslamiyet bölgeye yayılıyordu. İslamiyet'in ticarete verdiği önem Doğu Roma'ya ve Doğu Akdeniz limanlarına mal taşıyan kervanları da güvene kavuşturuyordu..
MURAT ÇULCU'nun "Marjinal Tarih Tezleri" adlı kitabındaki yazılarından derlenmiştir..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder