İstanbul'da, ilk maçların oynandığı en eski futbol sahaları, Kadıköy'deki "Papazın Çayırı" ve Taksim'de bulunan Topçu Kışlası'nın avlusudur. Oysa, unutulan, hatıralardan silinen bir yer daha vardır ; Ayasofya ve Sultanahmet Camii'nin arasındaki boş alan..
Kalelerinden birinin Çemberlitaş'a, ötekinin Sultanahmet Cezaevi'ne baktığı bu saha, aynı zamanda etrafında kiralık bisikletlerle tur atılan ilk yerlerindendir İstanbul'un..
Dünyanın en eski tarihi eserleri arasında yer alan bu futbol sahası zamanla parka dönüşünce, maçlar Sultanahmet Camii'nin yanındaki boş arsaya taşınır. Bu sahanın kenarında, 1943 yılının bir sonbahar gününde, Çanakkale gazisi Selami Senai Özgeçen'i görürüz. Kurmay yarbaylıktan emekli olan Senai Bey, işgal yıllarında İstanbul'dan Anadolu'ya silah kaçıran örgütün de etkin üyesidir...
O gün, Kuvayı Milliyeci Senai Bey, futbol oynayan çocukları seyretmektedir. Oyunculardan biri de çok sevdiği torunu, sekiz yaşındaki Ahmet'tir. Ne var ki yapmış olduğu uçurtmaları Dikilitaş'ın etrafında başarıyla uçuran torunu, hayatının ilk futbol maçında oldukça beceriksizdir.. Bunun üzerine torununa kaleye geçmesini söyler. Ahmet, yıllar sonra şöyle anımsayacaktır kaleciliğinin ilk gününü :
"Birkaç dakika sonra karşı takımdan bir çocuk, kalemize sıkı bir şut attı. Eğer buna 'kurtarış' denirse, hayatta ilk kurtarışımı işte orada yaptım : Bu sert şut gelip benim dizlerime çarptı ve top kornere çıktı.."
Kaleci Ahmet'in evinde bir de piyano vardır. Kendisi henüz doğmadan, yedi yaş büyük ablası için alınan.. Ama ablası dersten sıkılınca, futbol maçlarında kaleci olan Ahmet'in parmakları gezinmeye başlar Alman malı piyanonun tuşlarında. Felsefe öğretmeni olan annesi, oğlunun dünyanın en büyük salonlarında konserler veren ünlü bir piyanist olmasının hayalini kurarken, matematik öğretmeni olan baba, "Denklem çözemeyen, Voltaire'den habersiz bir çocuk piyanist olamaz," düşüncesiyle bilimden kopmamasını istemektedir.
Kalecilikten piyanistliğe geçiş yapan Ahmet'in hayatındaki bu dönemi Nebil Özgentürk'ten okuyoruz :
"Ahmet böylece İstanbul Erkek Lisesi'ne aynı anda konservatuvara gidip gelir. Lisede tarih, matematik, edebiyat ; konservatuvarda da piyano dersleri alır."
Ahmet'in, kaleci olarak ilk kurtarışını yaptığı 1943 yılında devam eden İkinci Dünya Savaşı sona ermiş olsa da, ailenin üstünde kara, kapkara bulutlar dolaşmaktadır. Evin üç yaşındaki küçük oğlu Mehmet amansız bir hastalığın pençesine düşmüştür. Ahmet'in kardeşine çok düşkün olduğunu gören anne ve baba, onu etkilenmesin diye bir süreliğine İzmir'deki teyzesinin yanına gönderir. Teyzesi Müfide Baran ve eniştesi Zeki Baran, İzmir'in önde gelen edebiyat öğretmenleridir. Piyano öğrenimi askıda kalan Ahmet, bu evdeki zengin kütüphanenin raflarında dolaşan bir kitap kurduna dönüşür. Ne var ki, aklına evi, İstanbul ve kardeşi "Memo" geldiğinde, okuduğu kitapların sayfaları gözyaşlarıyla ıslanacaktır..
Bir gün, annesi Nüzhet Hanım çıkagelir İstanbul'dan... Ahmet, annesini ilk kez karşısında bu denli zayıf, yüzü solgun ve adeta erimiş bir mum gibi görmektedir. O an, kardeşi Memo'nun öldüğünü anlar. Yaşamı boyunca bir daha hiç o gün ağladığı gibi ağlamayacaktır Ahmet..
İzmir'deki okuldan tasdiknamesini alan Ahmet, annesiyle İstanbul'a geri döner. Evden içeri girdiğinde donup kalır ! Ev boşalmıştır adeta. Ne halılar vardır yerde, ne dede yadigarı antika eşyalar, ne de dikiş makinesi.. Düş kırıklığı yaşayan çocuğunu bir köşeye oturtan anne, kardeşi için son çare olarak İsviçre'den ilaçlar getirildiğini ve o ilaçların bedellerini ödemek için evdeki pek çok eşyanın satıldığını anlatır.. Ahmet, bu acı öyküyü dinlerken, çok özlediği piyanosunun bir zamanlar durduğu boşluğa bakmaktadır. Kardeşi Memo için, hastalandığı dönemde bir beste yapmaya başlamıştır Ahmet.. Ama o beste hiçbir zaman tamamlanamayacak, yeni bir piyano alırız diyen babası da, evlat acısıyla kahrolarak birkaç yıl sonra hayata veda edecektir..
1972 yılında, Ankara'daki Mamak Askeri Cezaevi'nde görürüz Ahmet'i.. 12 Mart rejiminin antiemperyalist insanlara indirdiği tırpandan payını düşeni almıştır o da.. "Türk Solu" dergisini hazırlayanlardandır ne de olsa.. Hapishanenin koridoruna, mahkumların oynaması için bir pingpong masası konulmuştur. Bir arkadaşıyla maç yapan Ahmet, yere düşen topu ararken, karşısında bir mahkum dikilir.. Top, hamamdan dönmekte olan, her yerinden su damlayan bir mahkumun iki parmağının arasındadır.. Ve Deniz Gezmiş, topu göstererek şunu söyler Ahmet'e : "Öp beni, vereyim.."
Deniz Gezmiş, öpüşürken arkadaşı Ahmet'in kulağına fısıldar : "Nasıl oldu senin oğlan ?.."
Ahmet'in iki yaşındaki oğlu bir ameliyat geçirmiştir o sırada.. Deniz Gezmiş'in sözünü ettiği bu olaydır.. Ve Ahmet, "Ağaçlar Çiçekteydi" kitabında şöyle anımsar o anı : "Onca olayın yanında önemsiz sayılabilecek bu olayı, idamlık Deniz nerede duymuş, nasıl olup da hatırında tutmuştu ? Onun en zor günlerinde bile incelikleri süzerek öne çıkan belleği beni çok etkilemişti.."
Deniz Gezmiş'in çocuk yüreğinde unutmadığı, asılmasına birkaç hafta kalsa da sağlığıyla ilgilendiği çocuk "dudak yarığı" tedavisi için ameliyat edilmiştir.. Ve doktorlar, iyileşmesi için üflemeli çalgı önerirler çocuğa..
Ahmet'in mızıka ve melodika çalan oğlundaki olağanüstü müzik yeteneğini fark etmesi uzun sürmez. Böylelikle, kardeşi Memo'nun acısından yıllar sonra da olsa, bir piyano girer evine..
Deniz Gezmiş'in merak ettiği çocuk, o piyanonun tuşlarından yola koyularak, dünyanın en büyük müzisyenlerinden biri olarak çıkacaktır karşımıza.. O çocuğu, Fazıl Say'ı, Deniz Gezmiş'in asılmadan önce dinlemek istediği Rodrigo'nun konçertosunu çalarken görmeyi hep hayal etmişimdir..
SUNAY AKIN'IN "KAFA" DERGİSİ'NİN EYLÜL-2017 SAYISINDA ÇIKAN YAZISINDAN ALINTIDIR..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder