Sayfalar

367 ) BALTA VE BALTACILAR ÜZERİNE !..

  

   Çocukluğumdan kalan ilk balta anısı, herhalde hemen her yaşıtım gibi, bir çocuk şarkısının sözleri idi : 

"Baltalar elimizde, 
 uzun ip belimizde 
 Biz gideriz ormana
 hey ormana.."

  O yıllarda her taraf hala orman tabii.. Bu şarkıyı söyleye söyleye, o güzelim yeşillikleri tükettik.. 
  Balta ile ilgili çocukluğumdan kalan diğer anılar arasında ; tarihi yabancı filmlerdeki siyah kukuletalı cellatlar ve baltayla kestikleri kafalar var.. 

      

  Bir de ünlü "Baltacı Mehmed ile Katerina" olayı var tabii !.. Ders kitapları olsun, hamasi tarihi romanlarda olsun iyice sulandırılan bu öykü, çocukluk ve gençliğimin Türklük gururuydu !.. Osmanlı ordusu Rusları dize getirmiş, bataklık önünde kıstırmış, "ha" dese oracıkta boğacak onları.. Ama heyhat, Çariçe Katerina, sen gel bir gece Baltacı'nın çadırına !.. Sonrası kişisel hayal gücüne dayanan, bağımsız senaryolar !..
   Halbuki bilemezdik ki o yaşımızda ; Çorum/Osmancıklı Sadrazamın o tarihte 82 yaşında, bir ayağı çukurda bir ihtiyarcık olduğunu !.. Örneğin Murat Sertoğlu kitabının kapağındaki Baltacı epey genç görünümlü biriydi !.. 
   Yine bilemezdik ki, sadrazam da olsa, böyle bir antlaşmaya tek başına karar veremez.. Asker, diplomat ve vezirlerden oluşan bir Harp Divanı alır bu kararı..
   
  

   Gerald MacLean adlı bir İngiliz yazarın, "Doğu'ya Bakış" adlı kitabında ,ilginç bir bölüm okudum : Muhtemelen, Doğu Akdeniz bölgesinde göçmen misafir işçi olarak çalışmış olan ilk İngilizler, 12. yüzyıldan itibaren Konstantinopolis'teki Bizans sarayında düzenli olarak görev yapmaya başlayan baltalı muhafızlardı.
Bu muhafızlar hakkında Richard Hakluyd şunları yazmış :
"Nicetas Choinata tarafından Inglini Bipenniferi, Curopolata tarafından ise Barangi olarak adlandırılmış, baltaları omuzda daima imparatora eşlik eden, İmparator halka nutuk çektikten sonra geri dönerken kendini halka gösterdiğinde baltalarını havaya kaldırıp çarpıştırarak dehşet verici bir gürültü çıkaran bu İngiliz baltalı muhafızların imparatorların muhafızlığı görevini bırakmasından çok sonra bile muhafızlar İmparatora, İngilizce dilinde uzun ömürler dilemişlerdir.."    



   Osmanlılarda ise "Teberdaran/Baltacı" denilen, devşirmelerin iri yarı ve güçlü olanlarından seçilmiş, İkinci Murad döneminde kurulmuş bir yeniçeri teşkilatı vardı.  Nakliye ve istihkam işlerinde çalışırlardı. Fatih Sultan Mehmed döneminde, saray muhafazasına alındılar. 
  1675 yılında, bulundukları Galata ve İbrahimpaşa Saraylarındaki teşkilatları bozulduktan sonra, "Teberderan-ı Hassa/ Zülüflü Baltacılar" ve "Eski Saray Baltacıları" olarak yeniden örgütlendiler. 
   Zülüflü Baltacılar, Topkapı Sarayı'nın Orta Kapı dahilindeki koğuşlarda yatarlardı. Ayda bir kere Harem Dairesine odun taşırlardı ; bu görevi yerine getirirken "sağı solu" görmesinler diye, yüksek yakalı gömlek giyer ve iki tarafta "zülüf" uzatırlardı.. 
   Diğer görevleri ise ; bayram ve cüluslarda padişahın tahtını Babüssade'nin önüne getirmek ve arkasında nöbet tutmak, padişah haremiyle beraber sayfiyeye giderken eşyasını taşımak, her yıl Sultanahmed Camii'nde okunan geleneksel mevlid sırasında orada bulunanlara şerbet, gülsuyu ve buhur dağıtmaktı. Savaş sırasında da otuz zülüflü baltacı Sancak-ı Şerif altında Kur'an-ı Kerim okurdu. Ayrıca, padişah, şehzade, sultan ve saray kadınlarının cenazelerini de onlar taşırlardı..

    

   Bana tarihi sevdiren yazarlardan biri olan Reşat Ekrem Koçu, "Yeniçeriler" adlı kitabında ilginç bir yeniçeri adetinden bahseder.. Son yeniçerilerin zorbalık dönemlerindendir bu adet. 
  "Balta", son yeniçeriler argosunda, "Bir mal veya bir şahıs üstünde sahip çıkma hakkını beyan eden belge, nişan" demekti. Zorba hangi yeniçeri ortasına mensup ise herhangi bir yere takacağı, asacağı veya herhangi bir kimseye vereceği baltanın üzerinde o ortanın alameti farikası bulunurdu. 
  Müslim veya gayrimüslim, zengin ya da orta halli bir kimse İstanbul içinde bir bina yaptıracak oldu mu, yapılan ister bir evceğiz, isterse bir konak, ya da han olsun, o semti bıçağı altından geçirmiş zorbaya haraç vermeden yapıya asla devam edemezdi. Zorba adamını gönderir, yapının herhangi bir yerine bir çivi çaktırır ve o çiviye de sapında ortasının alameti farikası bulunan bir balta astırırdı. O baltayı gören usta, kalfa, amele işten derhal el çekerdi. Eğer çekmezse zorbanın yeniçeri çetesi gelir, hepsini tepeler, daha daha ayak direyecek olsalar öldürürlerdi. Bir yapıya bir kere balta asıldı mı, inşaatın devamı için haracın hemen verilmesi gerekirdi. Engel haraçla da kalmaz, işi zorba üzerine alır, dilediği yevmiyeyle adam çalıştırır, kereste ve sair inşaat malzemesini dilediği yerden dilediği fiyata o satın alır, faraza 100 altına mal olacak bir bina bu şekilde 300 altına mal olurdu..
  İçindeki mal ne olursa olsun, limana giren bir tüccar gemisi ister açıkta demirlesin, isterse sahile palamar atıp bağlasın, karşısında hemen bir yeniçeri zorbası belirir, geminin en uygun yerine, genellikle burundaki mahmuza, baltasını asardı. Gemilere asılan zorba baltası, üstünde ortasının alameti farikası resmedilmiş tahta bir levhadan ibaretti. Bu "balta asma" olayından sonra artık ne kaptan, ne de malın sahibi tüccar ağız açamazlardı. Malı zorba indirir, götürür, satar, birinin eline gemi navlunu, öbürünün eline de sermaye ve kar diye ne verirse razı olurlardı. 
  Azılı zorbalar daimi rekabet halindeydiler, birinin astığı baltanın başkası tarafından indirilmesi, hiç kimse tarafından önlenemez büyük ve kanlı bir kavgaya, adeta iki çete arasında bir şehir savaşına sebep olurdu. Bu kanlı kavgada pek çok ölü vererek taraflardan biri tasfiye edilirdi ki, buna da yeniçeri ağzında "Bıçak altından geçirme" denilirdi. Zorbalar ile çeteleri arasında belli dövüş yeri, bu İstanbul gladyatörlerinin arenası, Galata Kulesinin büyük hendeğinin içiydi. Dövüşlerde hendek etrafına binlerce seyirci toplanırmış..

   Daha fazla uzatırsam "baltayı taşa vuracağım" !.. 




366 ) BİR TÜRK YAZARIN GÖZÜYLE DEVRİM SONRASI RUSYA VE RUSLAR !...

  

   Gerçek Rusya, asıl Rus ovalarında başlar. Rus ovasının ruhta uyandırdığı ilk etki, bir genişlik duygusudur. Öyle bir genişlik ki, bir ormanın küçük bir boşluğunda kaybolup da birkaç yüz metre, birkaç bin metre ilerinizdeki ağaçlıkların bir adım ötesini görmeseniz bile, kendinizi gene de, içinde milyonlarca insan kaynaşan uçsuz bucaksız bir enginliğin ortasında hissedersiniz. 
   Bu enginlik, hem çokluk, hem yalnızlık duyguları uyandırır. Hatta ruhunuza melankolik bir hürriyet arzusu da verir. Bu hürriyet arzusunda, ancak sınırsızlıklara yer vardır : Ya toplumdan tamamen çekiliş, bir ormanın sessizliğinde ömür boyunca kayboluş, bir meçhul, hatta bir hiç olmak arzusu. Mutlak yalnızlık, mutlak bir başıboşluk hevesi. Yahut da tamamen bunun tersi : Kendini topluma veriş, cemiyete terk ediş.. Milyonların içinde, milyonlardan biri olarak, fakat o milyonlar için çile çeken bir çöl ermişinin mistik duygusu içinde eriyiş... Ya kendinden tamamen geçiş, yahut kendine tamamen bağlanış. Din veya mutlak dinsizlik. Mutlak ve şikayetsiz itaat, ya da vahşi bir isyan.. 
   Ufuklar alabildiğine yemyeşildir. Zaten Rusya demek, biraz da orman demektir. Orman, Rus'un asıl vatanıdır. Steplere yayılmadan önce Ruslar hep ormanlarda yaşıyorlardı. Her Rus'un bilincinin altında ormanın mistik kokusu ve kutsallığı vardır. 
   Türkler nasıl yaylaların çocuklarıysa, Türklerin tarihi, nasıl Sarıdeniz'e kadar uzanan yaylalar eksenine bağlı taşma ve durulmaların, iniş çıkışların tarihi ise, Rus milletinin tarihi de, ormanlardan taşmanın ve ormanlara sığmamanın öyküsünden ibarettir..
   Biz Türkler, ormanı pek iyi tanımayız. Hatta pek sevmeyiz de. Bu, bizim atalarımızın, orman olan yerde sere serpe yayamadıkları, dolaştıramadıkları  sürüleri için midir bilinmez. Ama Ruslar da sürüyü, yaylayı, bozkırı anlamazlar. Onların efsanelerinde bozkır tanrıları, yayla masalları yoktur..  
   Bunun içindir ki, Rus ovası halkının tarihinde denge veya ılımlılık yoktur. Rus tarihinde insanlar, cemaatler ve fikirler, daima bir uçtan diğer uca atılırlar. Daima iki kutup arasında yaşarlar.. 
   Örneğin, hayata gelişi kaderin en bedbaht tecellisi ve dolayısıyla en büyük günah sayarak, bu lekeyi temizlemek için kendini yakmak dini Rusya'da doğdu. Hem de bu ateşe atılış, bütün aile, çoluk çocuk, hatta yeni doğanlar ve bütün dünya malıyla beraber olurdu !. Evet, bu din 17. yüzyıl sonlarında ve 18. yüzyıl başlarında yalnız Rusya'da doğdu ve yalnızca orada yaşadı. Tolstoy, "Büyük Petro" adlı romanında bu mezhebe geniş yer verir.. Yıllarca devlet, istediği kadar engellemeye çalışsın, bu dine kendilerini verenler, dünyaya gelmiş olmak günahının, bütün çilelerini çektikten sonra vakit ve saat gelince kendilerini ve yakınlarını tereddütsüz ateşe attılar...
   Rus devriminin birçok safhalarında da, samojigatelstvonun , yani kendi kendini ateşe atışın, ruhi belirtilerini görmek mümkündür..



   Rus ovasında insanlar, ya ölesiye mümin, ya ölesiye imansızdır. Orada "orta" yoktur. Bu ovada sarhoş bile ölesiye sarhoş olur. İçtiği zaman cemiyetin bütün kayıtlarından, iğreti bir giysinin içinden sıyrılır gibi sıyrılır. O zaman onun için hayatın en büyük mutluluğu, bu sarhoşluktan bir daha uyanmamaktır. Ve çok defa da bu sarhoşluk içinde ölür, gider. Eski Rus şehirlerinde Yılbaşı geceleri belediyelerin, sokaklarda sızanları veya ölenleri toplamak için arabalı ekipler tayin etmesi de bu yüzdendir. Ve en iyi geçen Yılbaşı, ancak sokaklarda sızıp donanların sayısıyla ölçülürdü. Bu sayı, bazen bir şehirde birkaç yüzü aşardı. 
   Aşk da böyledir. Seven, sevgilisi için dünyanın hiçbir yerinde düşünülmeyen çılgınlıkları yaptığı zaman, sevdiğini anlar. Bunun için, sevdiğinin kendisini sevmesi bile şart değildir. Yahut da aşk, bazen o kadar küçümsenir, o kadar hor görülür ki, o artık aşk değil, azgın bir hayvanlık yahut aşağılık bir şey olur..

   
   Rus ovasında bu ekstremler, bu aşırılık, siyasi hayatta da kendini gösterir. Herkes ya aşırı derecede köle ruhlu, yahut da aşırı derecede asi ve mücadelecidir.. 
   Nihilizmi Rus ovası ve Rus ruhu doğurdu. Bu, bir garip anarşizmdir ki, kuramı yoktur. Açıklaması ve amacı da yoktur. Ama Nihilist vardır ve birçok asil Rus, bu kuramı olmayan, amacı da bilinmeyen yolda kendini feda etmiştir..
   İşte Rus ovası, 1921'de biz oralardan geçerken tarihinin en büyük çilesini yaşıyordu. Yüz elli milyonu aşan bir insan kalabalığı, bir avuç bağnaz, mutaassıp müminin elinde, bir bakışta akıl almaz bir deneye feda ediliyordu. Maksim Gorki bu deneyi, hatta bütün Rus milletinin hayatına bile mal olsa benimsiyor, savunuyordu..
   Volga'da, Don'da otuz milyon insan açlıktan eriyordu. Ülkeler ateşe ve ihtilale verilmişti. Büyük bir hanedan devrilmişti. Bu hanedandan ortada tek kişi kalmamıştı. Tahtı ayakta tutan sınıfların bütün mensupları ; asiller, ruhaniler, dünyanın en kalabalık ordusunun bütün kumanda kadrosu, köy ve toprak aristokrasisi, şehir burjuvazisi, olduğu gibi tasfiye olunmuştu. "Silindir" hiç durmadan yürüyordu. Akademiler, üniversiteler, eski kalem,fikir ve sanat toplantıları olduğu gibi boşalmıştı.Sıra daha aşağı kademelere gelmişti. Her yerde yeni insanlar görülüyor ve bu insanlar, durmadan değişiyorlardı. 
   Bu deneyi dünyada ancak bu toprak kaldırabilirdi. Bu deney, yalnız burada yaşayan insanların ruh yapısına uygundu : Her şeyi bir anda feda edebilmek. Bir anda yapmak. Sonra gene bir anda yıkabilmek !..
   Rus ruhu, bir aşırılıklar alemiydi ; Rus ihtilali ise, tarihin en büyük aşırılığı idi..   
   

      

365 ) ENVER PAŞA'NIN GÖNÜL İŞLERİ !..

  

   Her genç subay gibi Enver Bey de yüzbaşı olarak kurmay okulunu bitirip Makedonya'da orduya katılınca, onun da evlenme meseleleri çevresinde konuşulmaya başlanır. Bu meseleler, her genç subay gibi onun da, hele geceleri bekar odalarına dönülünce, hayallerini süsleyen heyecanlı konulardır.
   Enver Bey'in ilk subaylık hayatında, Selanik'ten anasına yazdığı mektuplarda evlenme konuları önemli yer tutar. Anası Manastır'dadır ve oğluna uygun kısmetler bulmuştur. Eldeki mektuplardan öyle anlaşılır ki, Yüzbaşı Enver Bey de evlenmeye hazırdır. Ama iş ciddiye alınıp aileler arasında temaslar başlayınca, beklenmeyen meselelerle karşılaşılır. Bazı aileler, kızlarını Enver Bey'e vermekten kaçınırlar. Bu hal üzüntüler, düş kırıklıkları yaratır. Bir türlü "şu mahalle kızlarından" biri ile evlenme işi gerçekleşmez..
   Enver Bey'in yaşamında o günlerin karargah veya kışla stajlarından sonra başlayan hareketli dönem, yani dağlarda çete takipleri, gecesi gündüzü olmayan dağ savaşları, her taşın, her çalının arkasında pusu kuran bin bir tehlike, onun kafasından elbette ki bu tür davaları siler..
   10 Temmuz 1908'de Enver Bey, bir Hürriyet kahramanı olarak imparatorluğun üstünde parlayınca, artık Manastır mahallelerinde kız arama işleri kendiliğinden sona erer. Çünkü Binbaşı Enver Bey'in şöhret ve itibarı artık, bu mahallelerin sınırlarını aşmıştır. Şimdi onun çok daha yukarılarda bir şeyler hayal etmesi, elbette ki hakkıdır.. Nitekim öyle de olur..

  

   Enver Bey'in yaşamında romantik aşk yoktur. Kadın macerası da yoktur. Onun yaşamını tek bir kadın dolduracaktır. O da onun, yüzünü görmeden nişanlandığı, nikahlandığı eşidir. Ama Berlin'de ikinci ataşemiliterliği sırasında Enver Bey'in adı etrafında dönen bazı kadın öyküleri bilinmektedir. Bunlardan biri çok hoştur ve Binbaşı Enver Bey'in kadın karşısındaki davranışını aksettirmesi bakımından ilginçtir. Bunu bütün ayrıntıları ile, hem General Ali Fuad (Cebesoy) Paşa hem de o sırada Berlin'e gönderilen küçük şehzadelerin mürebbisi, yöneticisi olarak Berlin'de bulunmuş olan eski ordu mensubu Sait (Aydos) Bey, Şevket Süreyya Aydemir'e anlatmıştır. Nakledilenler birbirini doğrular, tamamlar. Hele o sıralarda Roma ataşemiliteri olup, sık sık Berlin'e gidebilen ve Enver Bey'in dostu, arkadaşı olan Ali Fuad işin bir ara çatallaşan nazik bir safhasını da anlatır :
   Enver Bey, yakışıklı bir genç subaydır. O sırada 29 yaşının içindedir. Almanlara, Alman askerliğine hayrandır. Almanlar arasında da kendisine karşı, bir yabancı devlet ataşemiliterine gösterilen ilgi ile kıyaslanamayacak bir ilgi ve sempati vardır. Almanların uzun zamandan beri, ilerisi için de olağanüstü ilgi duydukları bir ülkenin bir üstün şöhreti Berlin'dedir. Bir ihtilal kahramanıdır. Yarının belki de bir askeri lideri olabilir. Böylece büyük saygı görür. Enver Bey Berlin'de, adeta sefirden daha ileri tutulur. Alman imparatoru, kendisine ilk takdim edildiği zaman bu genç adama, bir yabancı devletin ataşemiliteri gibi değil, Türkiye'nin bir prensi, bir önde gelen şahsiyeti gibi davranır. Onun hakkında bilgiler edindiği anlaşılmaktadır. Ona üstün iltifatlarda bulunur. Hatta bu genç ve yakışıklı kahramanın, sultanın kızlarından biri ile evli olup olmadığını sorar..
   Bütün kabullerde Enver Bey, salonların saygın bir konuğudur. Önemli bir kişilik olarak kabul görür. İşte bu sıralarda imparatorun yeğenlerinden genç ve güzel bir prensesin, Türk binbaşısına karşı ilgisi gittikçe artar. Öyle görünür ki, bu Alman prensesi bu Türk binbaşısına karşı kayıtsız değildir. Ona gittikçe göze çarpan bir ilgiyle bağlanır. Bu iltifatlar ve yaklaşma çabaları karşısında Enver Bey, gönlü ile de yaşayan bir genç insan gibi değil de, kışla havasından bir türlü kurtulamayan taşralı bir subay gibi davranır.
   Prenses yılmaz, devamlı davetler düzenler. Sevdiği bu Türk subayına fırsatlar hazırlar. Ama Enver Bey'in davranışları değişmez. Nihayet bir gün ve tabii ancak bir Alman prensesinin ölçüleri içinde, konağındaki bir kabul günü, Enver Bey gene davetlidir. Bir aralık prenses odasına çekilir. Oldukça hafif bir tuvalet ile bir divana uzanmıştır. Enver Bey'i odasına davet ettirir. Odaya mahrem, davetkar bir hava sinmiştir. Beklediği hararetli ilgi tahmin edilebilir. Ama Enver Bey, birden gene asker durumunu alır, ayaklarını bitiştirir ve sayın prensesi tam bir asker gibi selamlar, emirlerini bekler !..
   İşte o zaman olan olur. Prenses divandan fırlar. Yüzü şaşkınlıktan çok kızgınlıktan mosmor kesilmiştir. İlk rastladığı Türk, Said Beydir. Ona haykırır :
"-Fakat Said, bu bir manken !..." 
   Ali Fuad Paşa, o geceki olayın Alman sarayında bize karşı, hissedilebilir derecede siyasi soğukluk yarattığından bahseder..

    

   Enver Bey'in Berlin'de, içinden gelen ilk kadın ilişkisi, Mısırlı bir prensesle masum, fakat kararlı dostluğudur. Prenses İffet ile evlenmeyi de düşünür, hatta prenses ve ailesi de buna hazırdırlar. Fakat nereden ve nasıl duyulmuşsa İstanbul, tam bu sırada işe müdahale eder, bu evliliği istemez. Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa işe el koyar. İttihat ve Terakki merkezinin arzusu, ordunun Enver Bey gibi yıldızlarının hanedanla yakınlaşması ve hanedana mensup sultanlarla evlendirilmeleridir. 
   Enver Bey, Berlin'de bir olup bittiye bırakmamak için bulunan yol, onun hanedandan bir hanım sultanla nikahlandırılmasıdır. Bazı sondajlar yapılır ve bir hanım sultan bulunur. İş, Enver Bey'in annesine de bildirilir. Anne çok memnun ve heyecanlıdır. Oğlu bir sultanla evlenecektir. Padişaha damat olacaktır. Hem Hüseyin Hilmi Paşanın hem de annesinin mektupları Berlin'e yağmur gibi yağmaya başlar !..
   Enver Bey'in Ahmet Rıza Bey'e mektuplarından biri, 12 Ağustos 1909 tarihlidir. Şu cümleler dikkat çekicidir :
"Bu yakında bir evlenme modasıdır çıktı. Ben de kendimi denemek istiyorum... Sizden bir ricam var.. Hemşirem hanımefendi, sultanın öğrenimi, güzelliği hakkında bilgi alıp verebilirler mi ?.. Kendi anneme güvenim yok.. Acaba kızın serveti ne kadar olacak ?..Hükumetten maaş filan verilecek mi ?.. Yahut bu kızdan daha başka biri var mı ?.. Ağabeylik hatırı için yazınız.."
   Enver Bey'in bu servet, maaş hesaplarını yadırgamamak doğrudur. Çünkü gireceği saray, bir binbaşının maaşıyla dönmez. Bunu düşünmekte haklıdır. Bu yazışmalar böylece devam eder.. Ama kısa zamanda karara varır. Çünkü iş, artık dedikodu şeklini almak üzeredir. Bunun üzerine 17 Ağustos 1909 tarihli mektupla onayını bildirir. 

     

   Bu arada, Naciye Sultan'ın hatıralarından ( 19 Temmuz 1952'den itibaren VATAN gazetesinde Rezzan Yalman tarafından yayımlanan ) bazı ilginç bilgiler de öğrenebiliriz..  
"Her şehzadenin 1.000 altın maaşı vardı. Evlenmemiş hanım sultanlara 100 altın, evlenenlere 800 altın verilir ve ayrıca düğün masrafı olarak 6.000 altın ödenirdi.." 
"Sultan Abdülhamid amcamdı. Beni oğlu Abdürrahim Efendi ile evlendirmek istiyordu. 1908 yılıydı, ben daha çocuktum. Annem de babam da bu işe karşıydılar. Abdülhamid tahttan indirilince bu sözlerin de arkası kesildi. Ağabeyim Abdülhalim Efendi de bu işe karşıydı.." 
   Enver Bey'in Naciye Sultan ile nişanlanması böylece gerçekleşir. Ama bir durum vardır : Enver Bey 30, Naciye Sultan ise henüz 12 yaşındadır !..
   Naciye Sultan, Enver Bey ile nişanlanmasından sonrasını, hatıralarında şöyle anlatır :
"Mektuplaşmaya başladık. Birbirimizi hiç görmemiştik. Onun, benim resmimi bile görmüş olduğunu zannetmiyorum. Beni, annesinin tarifi ile tanıyordu. Beni hayalinde nasıl canlandırdığını bilmiyordum. Fakat mektuplarımızla birbirimizi az çok tanıdık ve sanıyorum ki sevdik. Bir yıl kadar süren bu tatlı ayrılık, bizi birbirimize yaklaştırdı. Enver Bey ile bir yıl sonra, 1911 yılında nikahımız kıyıldığı zaman, o gene uzaktaydı. Nikahı Şeyhülislam Musa Kazım Efendi kıydı. Tören sade oldu. Ve biz birbirimizi, gene mektupla tebrik edebildik.."  

ŞEVKET SÜREYYA AYDEMİR'İN, "Enver Paşa" adlı eserinin 2. cildinden derlenmiştir... 

364 ) BİR OSMANLI SUBAYININ ÇÖL ANILARI !..

   

   Sina çölünde birçok savaşlar yaptık. Katiye, Rummani, Magdabe, Tellü'r-Refah muharebeleri Türk ordusunda unutulmaz anılar bırakmıştır. Birinci keşif savaşı 1330 (1914) Şubat'ında, Tellü'r-Refah 1332 (1916) yılı sonlarında oldu. 1331 (1915) yılı büyük Mısır seferi için hazırlıkların tamamlanması yılıydı..
   Ordunun yürüdüğü yönde ilk yolu birinci devenin ayak izleri açtı. Birçok yerinde hiçbir yerleşim birimi olmayan Tepe çölü, bir üçgene benzer. Urban denilen fakir bedeviler odun bulunabilecek yerlerde, su çukurlarının dibinde otururlar. 
   Üçgenin Akdeniz tarafında Cifr Çölü, ortasında Tepe (Tih) Çölü ve güneyinde Tur-ı Sina Çölü vardır. Çöl adamları, İsrailoğullarının 40 yıl kaybolduğu Tepe Çölüne İsrailoğulları Çölü der. 
   Bir zamanlar sultanlar eski çölü imar etmek istediler ama yapılan saraylar, mabetler ve malikanelerin yerinde şimdi taş toprak ve tuğla yığınlarından başka bir şey yok. Ariş'ten geçenler bir evliya makamının etrafını çeviren mezarlığın bir taşında şu kelimeleri okurlar :"Yeniçeri ağası, emir-i emiran".
Türklerin eski Mısır seferinden, belki çöller içinde yalnızca bu dört kelime kalmıştır. 
   Her yıl Haziran ayına doğru Cifr Çölünün havasında korkunç sinek sürüleri uçar. O zaman kervan develerini kumaşa sarmak, konak yerlerinde tütsü yakmak gerekir..
   Tepe Çölünü sert taştan bir dağ silsilesi yarar. Burada kum daha azdır. Güneyde Sina Çölünün dağları uzaktan rengarenk görünür. Bu müthiş çölün hiç kaynak suyu yoktur. 
   Ordu ; insanlar, erzak, eşya ve su için yalnız Suriye, Hicaz ve Irak develerinden yararlandı. Böyle bir sefer, çökmekte olan Türkiye'nin rüyasına bile girmediği için, hazırda bir deve teşkilatı yapılmamıştı. Bu ince hayvanlara özel bir itina ile bakmak, dayanma güçlerini, ve seferlerini kendi adetlerine göre idare etmek için iyi uzmanlarımız yoktu. Bu eksiklik birbiri ardına birçok güç işler açtı. Çabuk etkilenip ölen develerin yerine yenilerini bulmak, daima gezip dolaşan aşiretleri çöller arasında bulup altınla onlardan deve satın almak sonra da altın bulmak...



   Bi'r Hasana denen noktadan sonra artık sapsarı, ayak bileklerine kadar geçen kumdan başka bir şey yoktur. İnsan bu kumda bir bataklıkta gibi yürür. Ayağını güç çeker, her adımda bir günlük yol zahmeti duyar. 
   Çöl ve sıcak insana suyu düşündürür. Uzun bir yaz günü, bir çöl yazının günü, bir menfezden ateşe iniyor gibi, gittikçe eriyerek yürüyen asker için bir içim sudan, yüzüne serpilmiş bir avuç sudan daha kutsal ne olabilir ? Ne var ki Sina, taze sulardan, bereketli kuyulardan yoksundu. Yalnız, kuzeydeki çölde tatlı ve tuzlu bazı kaynaklar var. Ancak Bedeviler koyunlarla develere kaynağın başında su verdikleri için bu sular pis ve hastalıklıdır. Bazı meçhul suları yalnız urban bilir, fakat hiç kimseye sır vermez. Çölün en büyük sırrı bir damla su ve bir avuç gölgedir. 
   On yıldan beri yalnız seferimiz sırasında Tepe Çölüne yağmur düşmüştü. Ordu kumandanlığı her tarafa emirler gönderip yağmur akıntılarını durdurdu ve setlerle toplattı. Kumandanlığın ikinci bir emri, her insan için 24 saatte bir matara suya izin veriyor ve fazladan su için birikintilere tecavüz edenleri çok ağır cezalarla tehdit ediyordu. Yalnızca kumandan, büyük bir ordu içinden tek bir kişi, yüzünü yıkamak için ikinci bir matara kullanmak hakkına sahipti. Ordu kumandanı, kendi karargah komutanlarından birinin, haftalardır su görmeyen yüzünü yıkamak için yalvararak istediği bir matara suyu ondan esirgedi.. Suyun her damlası, en tehlikeli cephaneliklerden daha fazla bir özen ile ve kesin emir almış süngülü neferlerle korunmuştur. Bu ufak çukurlar bin çeşit böcek, mikrop ve daha bilmem nelerle doluydu. Hatta bir gün ordu kumandanının yaveri çok pis bir çukurdan matarasının kadehini doldurmuştu. Suyun rengini ve içini gören doktor, "Sıhhiye reisi sıfatı ile sizi bu suyu içmekten men ederim !" dedi. 
Kadeh, dudağına kadar götüren subayın kurumuş ve rengi erimiş gözlerinde kızgınlık, bir ateş gibi yandı. Bu, kim bilir hangi ölümü getiren kadehi damla damla, serinliğini ruhunda duyarak içti. Bu bir içimlik su ancak içindeki haşereleri ıslatmak için yeterliydi !..

   

    Birlikler Kanal'a kadar katı peksimetler yedi. Yemleri kalmayan develere insanlardan artan peksimet kırıntıları verdiler. Tahammül edemeyen develerden birçoğu yollarda ölüp gitti..
   Haftalardan beri sıcak ve yumuşak yemek görmeyen birliklerden biri Kanal'a yakın bir tepenin üstünde, hayatta belki geçirecekleri bu son akşam biraz et yemek istemişti. Askerlerin birer matara suları vardı. Boş yere taşıdıkları karavanalarını zayıf tahtalarla yaktıkları ateşlerin üzerine koydular ve tepenin dibinde yatan ölü bir devenin başını kesip pişirmeye başladılar. Fakat talih, akşamüstü hafif bir çizgi halinde Kanal suyunu gören ve Mısır hikayeleriyle mest olan bu birliğe, yaşamak için son bir geceyi çok gördü. Aldıkları emir üzerine ölü deve başını ve yarı kaynamış sularını kumlar üstüne döktüler. Tulumları alıp Kanal'a gittiler..

    

   Bedevi, koyu esmer, zayıf, uzun ve seyrek sakallı, sivri başlı, hızlı bakışlı bir adamdır. Her kabilenin bir şeyhi vardır. Bu şeyh, asil, cesur ve cömerttir. Şeyhlerin yanında bir kadı, bir de kısas memuru bulunur. 
   Şeyhlerin verdiği cezalar hakkında garip hikayeler işittim. Örneğin kendi arzusuyla bekaretini bozduran bir kadınla erkeği kendi babalarına ya da kardeşlerine idam ettirmek adetmiş. Katiller ya "diyet" veriyor, ya da öldürülüyor. Diyet, 40 adi deve, beyaz bir dişi hecin devesi ve kendisiyle evlenebilir bir kızdan ibarettir. Bu kız ölen adamın en yakın erkek akrabasının çadırına götürülür ve bir erkek çocuk doğuruncaya kadar bu yabancı adama cariyelik yapar. Doğurduğu çocuk, sağ koltuğuna bir kılıç sıkıştırıldığı vakit sağ elinde testi tutabilecek yaşa gelir gelmez, katilin bedbaht kızı, şeyhler meclisinin huzuruna çıkar ve efendisine : "Bu çocuk kimdir ?" der. Eğer adam, "Yemin ederim ki benimdir !" cevabını verirse çocuğu babasına bırakıp kendisi erkekle alakasını keser ve ailesinin yanına geri döner...
   Vaktiyle bir Bedevi düğününde bulunan dostlarımdan biri bana gördüklerini yazmıştı. Bu mektubun en canlı yerlerini kitaba alıyorum :

"Çöl kızlarından amcaoğulları olmayanlar, şehir kızlarından bile bahtiyardır. Kabilesinin konduğu yerlerde gönlüne hoş gelen herhangi bir gençle evlenebilir fakat her kız için amcasının oğluna varmak mecburiyeti var. Hatta bu amca oğlunun birkaç karısı olsa bile.. 
   Ben, askerimden yardım görmüş bir kabilede nikah ve düğüne davet edilmiştim. Nikah günü delikanlı ile kız karşı karşıya birer taş üstüne oturdu. Erkek dedi ki : 'Ben taş üstündeyim, sen de bir taş üstündesin. Allah'ın ve Peygamber'in emrettiği gibi beni kendine erkek diye kabul eder misin ?' Kız cevap verdi : 'Ben bir taş üstündeyim, sen de bir taş üstündesin. Seni kendime erkek diye kabul ediyorum.'
   Bu sözleri üç kez tekrar ettiler. Sonra kayınpeder elindeki çöpü damadına verdi. Damat bu çöpü başındaki örtü üzerindeki bağın arasına koydu. Çölde nişan alameti işte bu çöptür. Damat bu hareketiyle demek istiyor ki : 'Kızınız bir çöp de olsa başımın üstündedir.'
   Damat geline bir aba, bir entari, demir halhal, saça takmak için bir sicime dizili boncuk, bir çift bilezik, kakülden gerdana kadar burnu örterek asılmak üzere gümüş İngiliz liraları asılı bir bez parçası hediye etti. Sonra da gelin, ta küçüklüğünden beri, böyle bir gün için ayırıp sakladığı cins hecin devesinin burnuna kendi saçından ördüğü halkayı taktı ve kadınlardan oluşan gürültülü bir kortej önünde damadın çadırına girdi..."

      
     

(FALİH RIFKI ATAY'ın "Ateş ve Güneş" adlı anı kitabından derlenmiştir..)    

363 ) TÜRKİYE'NİN DOĞUSUNDA SİVİL UYANIŞ !..

       

   Kars'ın da mütareke hükümlerine dayanılarak işgal edileceğini bilen Kars ileri gelenleri Kars'ın işgaline meydan vermemek için Wilson Prensipleri'nden de cesaret alarak, 9. Ordu Komutanı Yakup Şevki Paşa'nın da teşvikiyle 5 Kasım 1918'de "Kars Milli İslam Şurası" adlı bir örgüt kurdular. Nitekim bu heyet İngiliz heyetinin şehre ayak basmasının üzerinden 3 gün geçtikten sonra toplanarak ilk kongresini yaptı. I.Kars Kongresi adıyla tarihe geçen bu kongrede 8 kişilik Muvakkat Heyet ile Milli İslam Şurası Merkez-i Umumisi adıyla yeni bir hükumet kurulmasına karar verildi. Kurulan bu hükumet, ilginçtir, İngilizler tarafından da tanındı !.. Şura, 30 Kasım-2 Aralık 1918 tarihleri arasında tekrar toplandı ve II. Kars Kongresi'ni yaptı. Mahalli temsilcilerden oluşan 60 kişinin katılımıyla toplanan kongrede bazı kararlar alındı. Alınan kararlar hakkında İstanbul'a da bilgi verildi. Ancak hükumet ortaya konulan isteklerin yerine getirilemeyeceğini bildirdi. Kongrenin bitiminden iki gün sonra 4 Aralık 1918'de, doğu vilayetlerinin sesinin başkentte  daha gür yankı bulması için İstanbul'da Vilayat-ı Şarkiye Müdafa-i Hukuk Cemiyeti kuruldu. 
   Bu arada 17 Ocak 1919'da toplanan kongrede alınan karar gereğince, başında Cihangirzade İbrahim Bey'in bulunduğu Cenubi Garbi Kafkas Hükumeti kuruldu. 



   Kars'ta alevlenen bu azimli çıkış karşısında, Harbiye Nezareti "Şura milis kuvvetlerinin Elviye-i Selase'de (Batum-Kars-Ardahan) Türkleri korumalarına dair emir" verdi. İngilizler, Kars Milli İslam Şurası'nın bölgedeki faaliyetlerinden zamanla rahatsız oldular. Nitekim Amiral Calthorpe, Sadrazam Damat Ferid'e bir mektup gönderdi ve "Erzurum ile Sivas arasında 'Şuralar' tarafından asker kılıklı birlikler silah altına alınmıştır" dedi. Nitekim çok geçmeden İngilizler, 15 Nisan 1919'da Kars'ı işgal ettiler ve Şura'nın çalışmaları sonucu kurulan Cenubi Garbi Kafkas Hükumeti binasını kuşatarak, üyelerinden 12 kişiyi tutukladılar ve trenle önce Batum'a, oradan da Malta'ya gönderdiler.
   Bu arada Ardahan'da düşman işgalini engellemek için ilki 3-5 Ocak, ikincisi 7-9 Ocak 1918 tarihleri arasında olmak üzere iki kez kongre toplandı ve bir kısım kararlar alındı. Fakat Gürcü ordusu, Milli Şura kuvvetlerini bozarak Kars'ın ardından 20 Nisan 1919'da Ardahan'ı da işgal etti..
   İngilizler bu arada Batum'u da işgal ettiler. Osmanlı Hükumeti bu işgali kabul etmedi ve Batum ve çevresinde Osmanlı egemenliğinin süreceğini ilan etti..
   Olayların gelişimi yine Osmanlı hükumetinin dediği gibi olmadı ve Batum'a gelen iki İngiliz savaş gemisi 19 Aralık'ta Batum'u kontrol altına aldı. 24 Aralık 1918'de ise İngiliz askerleri şehre girdi ve buraya bir askeri vali tayin olundu. İngilizlerin atadığı valinin kontrolü altında olmak şartıyla şehrin idaresi çeşitli milletlerden oluşan bir heyetin idaresine bırakıldı. 20 Aralık'ta Batum'un Osmanlı egemenliğinde olduğunu ilan eden Osmanlı hükumeti, 29 Aralık'ta Batum Mutasarrıflığı'na gönderdiği talimatla, "Batum'un İngilizlere teslimini ve memurların dönmelerini" istedi. Maalesef bu güzel topraklarda da Osmanlı idaresi böylece sona erdi...
   Batum'daki İngiliz işgali talihsiz bir dönemde gerçekleşti. O sırada Batum'da, doğudaki Türk kuvvetlerinden terhis edilen 25.000 kişi geri çekilmek üzere bu şehirde toplanmış bulunuyordu. İngiliz işgalinden sonra bu insanlar kışlalarından atıldılar, depolarındaki her çeşit malzeme ve teçhizatlarına el konuldu. Bu yetmiyormuş gibi, subay ve erlerin üzerleri aranarak özel eşyaları bile yağmalandı, gasp edildi. Mevsimin kış olması nedeniyle araç temin edilemedi ve birliklerin vasıtalarla geri dönmesi için imkan bulunamadı. 
   Osmanlı Hükumeti yaşanan bu acı durumu sona erdirmek üzere hemen devreye girdi. 9. Ordu Komutanı Yakup Şevki Paşa ile İngiliz General G.F.Walker, Kars tren istasyonunda 7 Ocak 1919'da buluştular. İngiliz general bir kısım isteklerde bulundu. Bunlar arasında, "Ardahan ve Batum'da bulunan 13.000 Türk askeri için bir aylık yiyecek hakkı olan 400 ton yiyecek dışında, bütün gıda maddelerinin terk edilmesi, Kars'ın 12 Ocak'ta İngilizlerce işgal olunacağı ve idaresinin bir Ermeni heyete teslim edileceği ve Üç Sancak'ın (Kars-Ardahan-Batum) 25 Ocak'a kadar tamamen boşaltılması" da vardı..

 Yakup Şevki Paşa

   Sonuçta yine İngilizlerin istediği oldu. Deniz aracı bulunamadığı için 5. Kafkas Tümeni'nin ilk kademesi Batum'dan kara yoluyla yürüyerek hareket etmek zorunda kaldı. Mevsimin kış olması işleri çok zorlaştırdı. Ermenilerin de etkisiyle İngilizlerin erzak ambarlarına el koyması ve Türk askerine çok az miktarda yiyecek bırakılması büyük güçlüklere sebep oldu. Dahiliye Nezareti' nden yayınlanan bir tamimle, "Kars, Ardahan ve Kağızman ile bölgede bulunan diğer mahallerdeki memurların geri dönmesi" istendi. Fakat bütün bu güçlüklere rağmen 9. Ordu, 25 Ocak 1919'da bütün teçhizatıyla "93 sınırları gerisine" çekilmeye muvaffak oldu. Kars ve Ardahan yöresindeki yiyecek ve cephanelerden önemli bir kısmı götürülebildi. Ayrıca ordunun boşalttığı bu yerler milli teşekküller tarafından yavaş yavaş doldurulmaya başlandı. Fakat milli teşekküllerin buralardaki ömrü de kısa oldu ve bu toprakları Ermeniler ve Gürcüler işgal etmeye başladılar. 
   Örneğin, İngilizlerin 17 Temmuz 1920'de boşalttığı Batum'u bu kez Gürcüler işgal ettiler. Yüzyıllar boyu çeşitli defalar Rus işgali gören ve zulme uğrayan Doğu'nun çilekeş halkı yine kaderiyle baş başa kaldı. İstanbul Hükumeti tarafından yapılan açıklamada ise, "Osmanlı Devleti mütareke akdine mecbur olarak, barışın ağır şartlarını hafifletme ve içerideki gaileleri teskin ile uğraştığından, sınır boylarındaki olaylarla uğraşamayacağı ve bu konuda siyasi yoldan gayret göstermeye çalışacağını" ifade etti. Bu konuda da yapılacak bir şey kalmamış ve Anadolu'nun bir köşesi daha düşman postalının altında ezilmeye mahkum hale gelmişti. 
   3 Nisan 1919'da 9. Ordu lağvedildi ve yerini 15. Kolordu aldı. Yakup Şevki Paşa, İstanbul'a çağrıldığı sırada yöredeki Türkler, paşanın İstanbul'a gitmeyerek başlarına geçmesini teklif ettiler. Çünkü Erzurum, Ermeni tehdidi altındaydı ve yakın geçmişte meydana gelen olaylardan dolayı Türkler büyük bir tedirginlik içindeydiler. Fakat, Paşa sıhhi durumunun uygun olmadığını ve İstanbul'a gitmek durumunda bulunduğunu söyledi. İstanbul'a geldikten sonra uzun süre kendisine görev verilmeyen Yakup Şevki Paşa, 2 Nisan 1920'de tutuklanarak diğer arkadaşları gibi Malta'ya götürüldü..




KAYNAKÇA :

-M. Fahrettin Kırzıoğlu, "Milli Mücadele'de Kars", I.Kitap, s.8, s.9, s.88, s.956-957-958 -991 ;
-Sami Önal, "Milli Mücadele'de Oltu", s.40, 42 ve s.44 ;
-BOA, DH-ŞFR, Dosya : 99, Belge : 49 ;
-Tevfik Bıyıklıoğlu, "Atatürk Anadolu'da", s.23 ;
-Tuncer Baykara, "Milli Mücadele", s. 37-42-43 ;
-Gotthard Jaeschke, "Kurtuluş Savaşı İle İlgili İngiliz Belgeleri", C.1, s.9, s.26 ;
-Reşat Ekrem Koçu, "Osmanlı Tarihinin Panoraması", s. 229 ;
-Paul Helmreich, "Sevr Entrikaları", s. 254-255 ;
-BOA, DH-ŞFR, Dosya : 95, Belge :298 , 54 ve 13;
-"Harp Tarihi Vesikaları Dergisi", Sayı : 48, Belge : 125 ; Sayı : 41, Belge : 973, 976, 980 ; 
-Selahattin Tansel, "Mondros'tan Mudanya'ya" C.1 s.54 ;
-Tevfik Bıyıklıoğlu, "Osmanlı ve Türk Doğu Hudut Politikası", s.22 ;
-BOA, DH-ŞFR, Dosya : 101-19, Belge : 152 ; Dosya : 102-115
-Falif Rıfkı Atay, "Atatürk'ün Hatıraları (1914-1919) ", s.78 ; 
-Ali Fuat Cebesoy, "Milli Mücadele Hatıraları", s.27 ;
-"Türk İstiklal Harbi", C.1, s.48 ;
-Prof. Dr. Osman Özsoy, "Saltanattan Cumhuriyete Kurtuluş Savaşı", s.75-76-77 

    

362 ) AĞIT !...

     


   Yunanca tragedyanın ne demek olduğunu herkes bilir, ama "tragudi"nin şarkı anlamına geldiğini öğrendiğim zaman çok şaşırmıştım. Demek ki tragudi, tragedyada söylenen şarkıydı..
  Bizde de "ağıt" vardır. Genellikle bir ölümün ya da acı, üzücü bir olayın ardından söylenen halk türküsüdür. Doğal afetler, savaş, ölüm, hastalık gibi çaresizlikler karşısında korku, heyecan, üzüntü, isyan gibi duyguları ifade eden ezgili sözlerdir. 
  Ağıt söylemeye ağıt yakma, ağıt söyleyenlere ise ağıtçı denilmektedir. Ağıtın İslamiyet öncesi edebiyattaki adı sagudur ve Yuğ adı verilen cenaze törenlerinde okunur. Divan Edebiyatında ise mersiye olarak anılır..
  Bilindiği üzere Anadolu denilen acılı toprakta ağıt eksik olmuyor. Yüzyıllardan beri yürek burkan olaylardan kurtulamadık, huzurlu ve dingin günler yaşayamadık.. En yakın örnek de, Hatay Reyhanlı olayı..
  Şiirin belki de en has formudur ağıtlar.. Çünkü şiir olsun diye yazılmıyorlar. Genellikle şair olmayan analar tarafından, sadece yüreklerdeki derin acıyı ortaya koymak için ağızdan dökülüyorlar..
  Savaş ve Barış romanının bir bölümünde Nataşa ve Andrey bir akşam vakti avdan dönerler ve çiftlikte bir köylünün söylediği türküye kulak verirler. Tolstoy, bu söyleyiş biçiminin "en saf ve katışıksız müzik" olduğunu yazar, çünkü köylünün derdi iyi müzik yapmak değil, derdini paylaşmaktır.Bu yüzden söyledikleri, hançereden ya da dudaktan değil, doğrudan doğruya yürekten gelir.. 
  Ağıtlar da böyledir. Anaların, sevgililerin yaktığı ağıtlarda, yanan bir yürekten fışkıran lavları hisseder, iliklerinize kadar ürperirsiniz. Hiçbir şair bu samimiyete ulaşamaz. Çünkü bir yürek o derece yanmadan, tutuşmadan, kahrolmadan o ağıtı yakmak mümkün değildir..
  Ağıtlar içinde asker ağıtları çok önemli bir yer tutar. Çünkü Anadolu her dönemde evlatlarını kurban vermiştir. Sarıkamış ağıtları buna müthiş bir örnek oluşturur.

İbrişimin kozaları
Batsın Avşar kazaları
Sarıkamış'ta kırıldı
Gonca gülün tazeleri

Yüzbaşılar yüzbaşılar
Tabur taburu karşılar
Yağmur yağıp gün değişin
Yatan şehitler ışılar. 

  Yazarken bile insanın içini sızlatan bu dizeler, yanık bir yürekten başka nereden çıkabilir ki ?..
  Ya Çanakkale ağıtları..

Çanakkale derler yeşil söğütlü
Nice molla gitti eli divitli
Bir mektup atayım üstü tahütlü
Mektubum ordunu bulur mu ola ?..

  Bundan daha korkuncu ise şehidinin "hiç olmazsa eller gibi tahta bacakla" dönmüş olmasını dileyen dizeler :

Çanakkale derler yeşil gavaklı
Mollaların mürekkebi boyaklı
Nice kulların var ağaç ayaklı
Ağaç ayağınan gelsen n'olurdu..

  Gerçekten yürek dayanmıyor bu satırlara..

Hücum demiş Alamanın zabiti
Yavrumun kefeni asker kaputu
Salına girmeye yoktur tabutu
Yoksa yavrum seni vurdular m'ola
Kefensiz gabire koydular m'ola.
Derinimiş Çanakkale deresi
Goygunumuş şehidimin yarası
Acıya dayanmaz garip karısı
Yoksa yavrum seni vurdular m'ola
Kefensiz gabire goydular m'ola..

  Bu da Kore'ye giden kayıp oğluna "şehit oldun mu ?" diye seslenen bir ananın ağıdı :

İzmir'den kalktı Kore'ye gemi
Gemi gurban olam getir Eyüb'ü
Çok ağlattın anan ile Baliş'i
Kore senin vatanın mı, yurdun mu ?
Gayıbıdın oğlum şehit oldun mu ?..

   

   Gerçeğin dili güzel oluyor..
  Gerçekler acı, çok acı da olsa, gerçeğin dili her zaman güzel. 
  Bu bir teselli mi ? Evet, ama keşke böyle avuntularımız olmasaydı. 
  Bu toprağın çocukları Balkan'da, Kafkas'ta, Yemen'de, Sarıkamış'ta, Çanakkale'de, Kudüs'te, Suriye çöllerinde kırıldı. Yıllardır güneydoğuda can vermeye devam etti ; şimdi de Suriye bataklığına adım adım ittiriliyor !..
  
   Bu dünyada hangi amaç, hangi kavga, hangi siyaset bu kadar acıya değer ?.. 
  Kan her şeyi kirletir, en kutsal amaçları bile... 


   

361 ) ABDÜLHAMİD DÖNEMİNDE ORDUNUN DURUMU...

      

   İkinci Sultan Mahmud'un Yeniçeri Ocağını 1826'da kaldırmasından sonra karşılaşılan en önemli mesele, yeni bir ordunun oluşturulmasıydı. Avrupa ordularının silah ve örgüt niteliklerine uymalıydı. Çünkü kurulacak ordu sonunda, Rusya ve Avrupa komşu devletleriyle karşılaşacaktı.
   Zaten daha Birinci Abdülhamid 1782'de orduya el atmak istemişti. Fakat bütün bize benzer Doğu ülkelerinde olduğu gibi, yobaz softalarla cahil vezirler, işi daha baştan önlemişlerdi. "İslam askeri, düzen denilen şiddetle kullanılmaz. Gavurlar düzenli ordu askerlerini piçhanelerde yetiştirirler, biz piç asker istemeyiz !.."
   Bu nedenle İkinci Mahmud, yeni bir ordu yaratmak işine girerken, ciddi meseleler karşısındaydı. Softalar ve yeniçeri artıkları kızgındılar ama yılmadı. Bu yüzden, yeniçerileri temizledikten sonra daha geniş davrandı. Çünkü devletin artık fiilen ordusu yoktu. Onun meydana getirmeye giriştiği "Asakir-i Mansure-i Muhammediye" önceleri 12.000 kişi olarak ele alınmıştı. Fakat softa ve yobaz, gene önüne çıkmak istedi. Saçlı Şeyh denilen bir serseri, Köprü'den geçerken padişahın önüne çıkarak, ona : "Gavur padişah !." diye haykırabildi. Yeni asker örgütü kurduğu için ağzına geleni söyledi. Ama Sultan Mahmud yolundan dönmedi..
   Bir Harp Okulu kurulması için 1831'de girişime geçildi. Önce Selimiye'de bir "Sübyan" çocuklar sınıfı meydana getirildi. 1834'de Maçka Kışlası'nda iş genişletildi. 1831-1845 arasında ise, Harp Okulu artık şekillenmişti. 1860'da Erkanıharpler (Kurmaylar) sınıfı meydana geldi. Fakat, eldeki programlara bakılırsa, ilk Harp Okulu hala medrese sistemi içindeydi. Bundan başka, askeri okullara alınacak öğrenciler de, önceden ve daha alt kademede bir askeri hazırlık sınıfından geçirilmiyordu. Bütün bu askeri eğitim müesseseleri, ordunun okullu subay gereksinimini karşılamaktan elbette ki çok uzaktı. Onun için orduda subaylar, orduya gelen erlerin, orduda devamlı kalmaları suretiyle subay sınıfına geçerek terfi ediyorlar, generalliğe, mareşalliğe kadar yükseliyorlardı. Bu Alaylı Subaylar sistemi, bizde 1908 İhtilalinden sonraya kadar devam etti..

    

   Ordu düzeni, önce Abdülmecid, sonra da Sultan Aziz zamanında oldukça güçlenmiş bulunuyordu. Bilhassa Abdülaziz zamanında belirli şeklini alan ordular örgütü epey ayrıntılıydı. Abdülhamid, Sultan Aziz devrinden işte bu ordu örgütünü devraldı..    
    Fakat Abdülhamid zamanında haksızlıklar önce askerin toplanmasından başlıyordu. İstanbul'dan hiç asker alınmazdı. Oğlunu İstanbul doğumlu kaydettirenlerin çocukları da asker olmazdı. Hristiyanlar da asker vermiyorlardı. Abdülhamid'in tahttan indirildikten sonra ve ta ölünceye kadar, Selanik'te ve Beylerbeyi Sarayı'nda doktorluğunu yapan Atıf Hüseyin Bey, günü gününe denilebilecek şekilde tuttuğu notlarda, eski padişahın bir gün kendisine, saltanatı zamanında, Rumlardan asker almayı düşündüğünü anlattığından bahseder. Abdülhamid, gerçi bir sondaj olmak üzere Rum Patriğini çağırmış, onunla konuşmuştur. Ama Patrik, bu düşünceyi uygun bulmaz. Hatta Rumlardan asker alınacaksa, onların Müslümanlarla karıştırılmadan ve bağımsız taburlar, alaylar halinde silahlandırılmasını ister. Ve tabii ki Abdülhamid de bu girişimden vazgeçer..
   Sonra zengin ve ağa çocukları da askere alınmıyordu. Çünkü orduda "Bedel-i Nakdi" usulü vardı. Parası olan, oğlunu askere göndermez ve bunun yerine, 20 lira kadar bir para öderdi. Bu parayı ödeyen, asker olmazdı. Bundan başka, bir zengin oğlunun yerine, diğer birinin askere gönderilmesi de mümkündü. Örneğin fakir ve kimsesiz biri, bu işi üstüne alabilirdi. Bütün bunlardan başka da, "Muinsizlik" denilen usul, gene ağaların, beylerin oğullarını askerden kurtarırdı. Muinsizlik, geride bıraktığına bakacak kimsesi olmayan fakat askerliği gelenin, askere alınmaması ve evine bırakılması demekti. Bu da, hele köy ağaları için, oğullarını askerden kurtarmak yolunda kullanılırdı. Askerliği gelince, köyün kimsesiz bir kızı ile nikahları kıyılan delikanlı, muinsiz sayılarak askerlikten kurtulurdu. Yemen, Hicaz, Irak, Trablusgarp, Arnavutluk, Kürt bölgeleri, zaten asker vermezlerdi. Abdülhamid devrinde Osmanlı ordusunun saflarını İstanbullu, Hristiyan, Arap, Arnavut, Kürt veya ağa, bey, eşraf çocuğu olmayan kimseler doldururdu.



   Serasker Rıza Paşa, 1908'den sonra, en çok aleyhinde bulunulanlardan birisidir. Nezareti sırasında büyük bir servet sahibi olduğu doğrudur. Örneğin İstanbul'un Anadolu yakasında, saray büyüklüğünde köşkleri, konakları vardı. Bunları bir yana bırakıp, onun "Hulasa-i Hatırat" adlı kitabından bir bölüme göz atalım...
   Rıza Paşa nazır olduğu gün, masasına getirilen ilk muamele, ordunun buğdayı olmadığıdır !. Bunun üzerine hemen nezaretin kasa mevcudunu öğrenmek ister. Aldığı yanıt şöyledir :
"Nezaretin, yani Nizam (kara) ordusunun kasasında,ancak 264 kuruş vardır !"
Rıza Paşa, hatıralarında Osmanlı Ordusu için şunları yazar :
"Giyim için gerekli olan milyonlarca arşın çuha, yabancı ülkelerden getiriliyordu. Ayakkabı ve koşumlar için milyonlarca okka deri, dışarıdan getiriliyordu. Fes, dışarıdan getiriliyordu. Buğday, hatta arpa Romanya'dan, Rusya'dan alınıyordu. Askerin yağı, dışarıdan geliyordu. Maaşlar son derece düzensizdi. Yılda ancak 5-6 aylık çıkıyordu !.. Devletin ordu mevcudu 195.000 kişiydi. Ama Harbiye Okulu yılda, ancak 100 subay yetiştiriyordu. Askeri binalar eksik, depolar harap, boş, subayların hali perişan, erler ise sefil ve elden ayaktan sergerdan (aylak) düşmüş haldeydiler..
Maliye, toptan bir şey vermek şöyle dursun, haftalık ödeneği bile veremiyordu."

  Abdülhamid'in emrinde 17 yıl Harbiye Nazırlığı yapmış olan Rıza Paşa'nın ilk uğraştığı iş, dışarıdan alınan giyim malzemesinin ve yiyecek maddelerinin, içeriden teminine çalışmaktır. Defterdar'da Feshane, yünlü fabrikası ve benzeri birkaç tesis, oldukça düzenlidir. Beykoz'da deri fabrikası geliştirilir. Rıza Paşa, buğday ve arpayı Anadolu'dan getirtmeye gayret eder. Ama Rusya Sefareti Baş Tercümanı Maksimof, Rıza Paşa'ya bu önlemlerden şikayetlerini de esirgemez. Çünkü yağ, hububat ve bir kısım deri, hep Rusya'dan alınmaktadır !..

   Osman Nuri Ergin ve Ahmet Refik Altınay tarafından kaleme alınan, "Abdülhamid'in Hayat-ı Siyasiye ve Hususiyeti"  adlı eserinden, yine ibretlik bir bölüm :
"Maaş, üç ayda ve bazen daha uzun bir sürede veriliyordu. İnsanlar, kahır ve yokluk içinde perişan oluyordu. Bu sırada hafiyeler, casuslar, maaşlarını düzenli olarak alıyorlardı. Memurlar bütün maaşlarını, bu ilgili dairelerin yüksek memurları ve emekli sandığı nazırı ile ortak, bazı sarraflara, vurgunculara kırdırıyorlardı. 
Deniz subaylarının maaşı % 10'a, kara ordusunun maaşları ise, % 25'e kırdırılıyordu. Sarraflar, görev ve alın teri hakları olan bu paraların dörtte birini subaylara verdikten sonra, geriye kalanını ilgili kimselerle paylaşıyorlardı. Sonra bu çalınan paralar Erenköy'de, Boğaziçi'nde köşklere, yalılara sarf olunuyordu. 
Yemen'de,Makedonya'da eşkıya takibi peşinde şehit düşenlerin aileleri, çoluk çocukları, emekli sandıkları önünde günlerce mahzun dolaştıkları halde, hakları olan parayı alamadan evlerine dönerler, aç karnına sürünürlerdi. Halbuki Saray'dan veya sözü geçen bir paşadan elinde tavsiye ile gelenler, birkaç maaşlarını birden alarak, bu dairelerden güler yüzle çıkar giderlerdi..."

   Askerler, memurlar ve maaşa asıl hak kazananlar, bu haklarını doğru dürüst alamazken, maaşlarını sadaka gibi bekler yahut dilenirlerken, padişahın ödeneği (Tahsisat-ı Seniye), hem de kabul edilenin de üstünde olarak, her haftanın başında, düzenli olarak ödenirdi.. Sarayın haftalığı 17.250 altındı. Said Paşa hatıralarında, bu haftalığın, her hafta sonunda düzenli ödendiğini belirtir. Bu ifadeye göre, 52 hafta üzerinden, bir yıl içinde Sultan'a ödenen para 897.000 altına varır. Halbuki bu iş için bütçeden ayrılan tahsisat, 577.400 liradır !.. 
   Padişah'ın maaşı, devlet bütçesi gelirinin yirmi- yirmi beşte birini tutar. Bu ödeneğe, kendisine ait çiftlikler ve diğer her çeşit gelirleri dahil değildir. 

   1897'de Osmanlı Devleti, küçük Yunan devletine savaş ilan ettiği zaman da, ordu gene aynı haller içindeydi. Bir ay kadar süren ve sonunda Osmanlı'nın galip çıktığı bu savaşın kısa devresinde de muharebe, saraydan idare edildi. O kısa devrede bile, bilhassa Yanya cephesinde gelişen durumlar, sarayda büyük bir telaş yarattı. Savaşı saraydan yönetmeye memur edilen son seraskerin hatıralarında, yaşanılan bu buhranlar etraflıca anlatılır. 
   Kaldı ki savaşın sonunda Türkiye Yunanistan'dan değil, Yunanistan Türkiye'den toprak kazandı !.. Bu sonuç, Abdülhamid döneminde kazanılan tek muharebenin garip bir sonucu oldu...

Hürriyet

KAYNAK OLARAK KULLANDIĞIM KİTAPLAR..
-------------------------------------------------------
1.DEVLET-İ ALİYYE.I...HALİL İNALCIK 2.OSMANLILAR..HALİL İNALCIK
3.İMP.'UN EN UZUN YÜZYILI..İLBER ORTAYLI
4.SON İMP. OSMANLI..İLBER ORTAYLI
5.TARİHİN IŞIĞINDA..İLBER ORTAYLI
6.OSM. TOPLUMUNDA AİLE..İLBER ORTAYLI
7.OSM.'YI YENİDEN KEŞFETMEK..İ.ORTAYLI
8.BATILILAŞMA YOLUNDA..İLBER ORTAYLI
9.OSMANLI TARİHİ..A.DE LAMARTINE
10.OSMANLI..CAROLİNE FİNKEL
11.OSM.İMP.TARİHİ..NICOLEA JORGA
12,BÜYÜK TÜRK..NICOLEA JORGA
13.YENİLMEZ TÜRK...NICOLEA JORGA
14.TÜRKİYE TARİHİ..ED.SİNA AKŞİN
15.OSM.DÜNYASI VE İNSANLARI..GÜLGÜN ÜÇEL
16.OSMANLI ORDUSU..GÜLGÜN ÜÇEL-AYBET
17,BU MÜLKÜN SULTANLARI..NECDET SAKAOĞLU 18.YENİÇERİLER..REŞAT EKREM KOÇU
19.SON PADİŞAH..YILMAZ ÇETİNER
20.SORULARLA OSM. ..ERHAN AFYONCU
21. SOKOLLU ...RADOVAN SAMARCIC
22. OSM.İMP.TARİHİ...A.CEVDET PAŞA
23. OSM.GERÇEĞİ..ERDOĞAN AYDIN
24. FATİH VE FETİH..ERDOĞAN AYDIN
25.KADINLAR SALTANATI..A.REFİK ALTINAY
26.DOĞU'YA BAKIŞ..GERALD MACLEAN
27.AT SIRTINDA ANADOLU..FREDERIC BURNABY
28.ABDÜLMECİD..HIFZI TOPUZ
29.ŞAH SULTAN ..İSKENDER PALA
30.FLORANSA BÜYÜCÜSÜ..S.RUSHDIE
31.TARİHİMİZLE YÜZLEŞMEK..EMRE KONGAR
32.PARİS'TE BİR OSM.SEFİRİ..ŞEVKET RADO
33.TARİHİN SAKLANAN YÜZÜ..ÇETİN ALTAN
34.OSM.İMP.'DA SON 300 YIL..ALAIN PALMER
35.KONSTANTİNİYYE..PHİLİP MANSELL
36.TÜRKİYE'NİN SİYASİ İNTİHARI..CENGİZ ÖZAKINCI
37.BU VATAN BÖYLE KURTULDU..EROL MÜTERCİMLER
38.16.YÜZYILDA İSTANBUL..METİN AND
39. ERKEN MODERN OSMANLILAR.. VIRGINIA H. AKSAN-DANIEL GOFFMAN
40."POPÜLER TARİH" VE "NTV TARİH " DERGİLERİ
41.İKİNCİ ADAM..Ş.SÜREYYA AYDEMİR
42.HAYAT..AYŞE KULİN
43.DEVRİM VE DEMOKRASİ..NUMAN ESİN
44.BİR NUMARALI TANIK..KURTUL ALTUĞ
45.İHTİLALİN MANTIĞI..Ş.S.AYDEMİR
46.KUTSAL İSYAN...HASAN İZZETTİN DİNAMO
47.KUTSAL BARIŞ...HASAN İZZETTİN DİNAMO
48.ÇÖL KRALİÇESİ...JANET WALLACH
49.YÖNETMENLER,FİLMLER,ÜLKELER..A.DORSAY
50.AY HIRSIZI...SUNAY AKIN
51.ONLAR HEP ORADAYDI...SUNAY AKIN
52.KULE CANBAZI...SUNAY AKIN
53.LÜZUMSUZ BİLGİLER ANSİKLOPEDİSİ..TAMER KORUGAN
54.PRENS..NİCCOLO MACHİAVELLİ
55.İSTANBUL'DA BİR ZÜRAFA..SUNAY AKIN
56.KIZ KULESİNDEKİ KIZILDERİLİ..S.AKIN
57.AH BEYOĞLU,VAH BEYOĞLU..SALAH BİRSEL
58.İSTANBUL-PARİS..SALAH BİRSEL
59.YAVUZ'UN KÜPESİ..ERHAN AFYONCU
60.OSMANLI PADİŞAHLARININ HAYAT HİKAYELERİ...YILMAZ ÖZTUNA
61.BİZİM DİPLOMATLAR..BİLAL N.ŞİMŞİR
62.KİM VAR İMİŞ BİZ BURADA YOĞ İKEN..CEMAL KAFADAR
63.RÜZGARIN GÖLGESİ..CARLOS RUIZ ZAFON
64.MELEĞİN OYUNU..CARLOS RUIZ ZAFON
65.ORTA DOĞU..TAYYAR ARI
66.ABD-ORTA DOĞU-TÜRKİYE..HALUK GERGER
67.ORTA DOĞU.. BERNARD LEWIS
68.ON BİR CUMHURBAŞKANI ON BİR ÖYKÜ.. CÜNEYT ARCAYÜREK
69.ÖFKELİ YILLAR...ALTAN ÖYMEN
70.ATATÜRK'TEN SONRA BUGÜNLERE NASIL GELDİK ?..CÜNEYT ARCAYÜREK
71.ÇANKAYA...CÜNEYT ARCAYÜREK
72.DEMOKRASİNİN İLK YILLARI..C.ARCAYÜREK
73.YENİ İKTİDAR,YENİ DÖNEM..C.ARCAYÜREK
74.BİR İKTİDAR,BİR İHTİLAL..C.ARCAYÜREK
75.NEREDEYSE BİR BALİNA..STEVE JONES
76.MOSSAD GİZLİ TARİHİ...GORDON THOMAS
77.BARIŞA SON VEREN BARIŞ...DAVID FROMKIN
78.SULARIN GETİRDİĞİ PADİŞAH..CAHİT ÜLKÜ
79.TANK SESİYLE UYANMAK..HASAN CEMAL
80.BİR MANİNİZ YOKSA.. ...AYFER TUNÇ
81.ALATURKAFRANKA..ERCAN ÇİTLİOĞLU
82.SUÇUMUZ MÜKEMMEL OLMAK..S.DUMAN
83.DARBE...STEPHEN KINZER
84.ÖZAL HİKAYESİ..HASAN CEMAL
85.TURGUT NEREDEN KOŞUYOR ? ..E.ÇÖLAŞAN
86.YEDİ TEPE ANADOLU...ALİ CANİP OLGUNLU
87."K", "DERBEDER BİR KAHİN"...CANSU YILMAZÇELİK
88.LATİFE HANIM...İPEK ÇALIŞLAR
89."K",YIKIK BİR SARAYDIR DÜNYA..PERİHAN ÖZCAN
90.BEYAZ PERDEDE KIRMIZI FİLMLER.. ATİLLA DORSAY
91.TEK ADAM..Ş.SÜREYYA AYDEMİR
92.DAHİLER VE AŞKLARI...ÖZCAN ERDOĞAN
93.HAYATIM KİTAP..YAŞAR AKSOY
94.BOĞAZİÇİ ŞINGIR MINGIR..SALAH BİRSEL
95.BİR EKONOMİK TETİKÇİNİN İTİRAFLARI...JOHN PERKİNS
96.CUMHURİYET TARİHİ YALANLARI 1. VE 2. CİLT...SİNAN MEYDAN
97. KOMPLO TEORİLERİ..EROL MÜTERCİMLER
98.ÖNCE KADINLAR VE ÇOCUKLAR..SUNAY AKIN
99.BİR ÇİFT AYAKKABI..SUNAY AKIN
100. BENİM CUMHURİYET'İM..EMİNE UŞAKLIGİL
101.DARAĞACINDA ÜÇ FİDAN..NİHAT BEHRAM
102.NEREYE..CAN DÜNDAR
103.İSTANBUL'DAN SAYFALAR..İLBER ORTAYLI
104.BİZİM İZMİRİMİZ..MELİH GÜRSOY
105.GİZLENEN TARİH..BRİAN HAUGHTON
106.BERGAMA DÜŞLERİMİN ŞEHRİ,İZMİR SEVDAM..SELAHATTİN TURAL
107.GÖLGEDEKİLER..CAN DÜNDAR
108.KIRMIZI BİSİKLET..CAN DÜNDAR
109.YAKAMDAKİ YÜZLER..CAN DÜNDAR
110.GEÇMİŞ AYRINTIDA SAKLIDIR..CEMİL KOÇAK