Osmanlı İmparatorluğu, daha 1699 yılındaki Karlofça Antlaşmasından başlayarak Avrupa'dan hızla çekilmeye ve bu suretle de Avrupa'daki güçlerin üstünlüğünü kabule mecbur olmuştu. Bundan sonra kendisini yenileyecek yollara da baş vuramayınca, devletin Avrupa ve dolayısıyla dünya siyasetinde arka plana itilişi, hızla gelişti. Bu itiliş ; İkinci Mahmud devrinde ve o sırada isyan eden Mısır Valisine bağlı kuvvetlerin ta Kütahya'ya kadar gelerek İstanbul'u tehdit etmesi üzerine, padişahın Rusya'dan himaye istemesi ve böylece askeri birliklerini Boğaziçi'ne (Beykoz) gönderen Rusya ile 1833'de geçici bir himaye antlaşması olan Hünkar İskelesi Antlaşmasının imzalanması ile, zirve noktasına vardı. İngiltere'nin Rusya ile Türkiye siyasetinde karşı karşıya gelmesinde bu olay, önemli bir safhadır..
1854-56 Kırım Savaşında Osmanlı'nın İngiltere, Fransa ve Piemonte ile, Rusya'ya karşı aynı safta savaşa girişinin, devleti bir süre Avrupa devletleri sistemi içine sokmuş gibi olması ise, olumlu sonuçlar vermedi. Sultan Abdülmecid'in, gerek 1839 Tanzimat Fermanına, gerek 1856 Islahat Fermanına rağmen önemli bir ilerleme hamlesine girişememesi, bu sistem içinde imparatorluğun yerini tekrar arka plana itti. Çünkü iyi niyetli olsa bile, zayıf mizaçlı ve hasta bir insan olan Abdülmecid, bizim yakın tarihimizde dışarıya karşı ölçüsüz ve hesapsız borçlanmalar devrini de açan padişahtır. Gerçi bu borçlanma önce, 1854'de ve Kırım Savaşı masraflarını karşılamak için başladı. Ama arkası başka türlü geldi : Çünkü İkinci Mahmud zamanında ve o vaktin para ölçülerine göre 1000 keseyi aşmayan saray masrafı, Sultan Mecid zamanında 288.000 keseye varmıştı !.. Hemen hepsi de dış borçlardan gelen bu paranın da 125.000 kesesi, Sultan Mecid'in karılarından Şerefsaz Hanım'ın harcamalarına gidiyordu !. Tarihçi Cevdet Paşa bu kadının borçlarının ve masraflarının, Rumeli Ordusunun masraflarından daha çok olduğunu yazar !.
Borçlanmaların getirdiği paraların hemen hepsi, saraylar inşaatına, sarayların süslenmesine ve dışarıdan alınan pahalı eşyalara ve benzeri süs ve ziynetlere gidiyordu.
Sultan Mecid 1839'da tahta çıktığı zaman, devletin hiç dış borcu yoktu. Abdülmecid tahta çıkışından iki yıl sonra başlayarak ve her yıl tekrarlanmak üzere durmadan borçlandı. Öldüğü zaman dış borçlar, muazzam yekunlara varmıştı..
Kısacası Sultan Mecid, iradesiz bir insan ve israf hastasıydı. Bu hal ve şartlar ise, imparatorluğun dış ilişkilerinde zaaf ve itibarsızlık yarattı.. Çünkü böylece, devlet her yıl dışarıdan "dilenilen" borçlarla yaşar hale gelince, o devletin dış ülkelere karşı haysiyetinin nerelere düşeceği kendiliğinden anlaşılır. Bu suretle Kırım Savaşı sırasında sağlanan nispi saygınlık, az sonra bütünüyle yitirildi. Ve devlet Avrupa siyasetinin dışına itildi. Avrupa siyasetinde söz sahibi olmak hakkını kaybetti.
Abdülaziz devrinde gidişat, gene böyleydi. Hemen bütün önemli üniteleri dışarıdan, pahalıya, borç para ile satın alınan, içeride yerli sanayi temeline dayanmayan bir donanma yaratmak, ordu teşkilatında da genişlemeler, güçlenmeler kaydedilmekle beraber, bu işler de, saraylar inşaatı ve israflarla beraber yürüyen dış borçlanmalara dayandırıldı. Böyle olunca da, Avrupa sistemi içinde ve Avrupa siyaseti konusunda devletin itibar, haysiyet sağlaması elbette söz konusu olamazdı..
Nihayet 1881 Kararnamesi ile devletin iflası ilan edildi. Devlet Maliyesi, Düyun-u Umumiye İdaresi ile vesayet altına alındı.
Sultan Abdülhamid de, kendisinden bir önceki Sultan Abdülaziz gibi, borçlanmaya devam etmişti. Ama onun zamanında devlet fiilen iflas halinde sayıldığı için, bu borçlanma imkanı elbette ki kısıtlıydı..
Böylece bir taraftan kapitülasyonlar, bir taraftan mali esaret ve diğer taraftan halk ekonomisinde mutlak halsizlik, sanayisizlik ve alt yapı sefaleti, 19. yüzyılda kapitalist genişlemenin en yüksek noktalarına varan Avrupa ülkeleri karşısında Türkiye'nin, kendi yazgısı üzerinde kendisinin söz sahibi olmasına imkan bırakmamıştı. Bu ekonomik güçsüzlükle askeri çöküntü onu, Avrupa devletler sisteminde bağımlı bir ülke haline getirmişti. Türkiye artık çağdaş anlamda özgür, bağımsız bir ülke değildi. Osmanlı Türkiye'si son devrinde tam bir yarı sömürgeydi. Bir sömürge ve yarı sömürgenin ise, özgür bir dış siyaseti olamazdı..
19. yüzyıl, Avrupa devletleri arasında dünyanın paylaşılması asrıdır.. 19. yüzyılda Avrupa, dünyanın merkezi haline geldi.. Daha 18. yüzyılın son çeyreğinde buharın sanayiye uygulanmasıyla başlayan sanayi devrimi, ortaya attığı ucuz ve bol tüketim malları ile, dünyanın diğer ülkelerindeki yerli el ve tezgah sanayiini, 19. yüzyılda çökertti. Bu ülkeleri, Avrupa için alıcı açık pazarlar ve Avrupa için çalışan ham madde alanları haline getirdi. Avrupa'nın dünyanın diğer bölgeleri için sanayi merkezi olması ve bu yoldan dünyanın efendisi olması, 19. yüzyılda tamamlandı. Dünya sermayesinin Avrupa'da merkezleşmesi bu yüzyılda sağlandı..
Çin, İran, Türkiye, bütün kendi el ve tezgah sanatlarını böylece kaybederek Avrupa'nın ekonomik açık pazarları ve her bakımdan yarı sömürgeler haline geldiler..
Bu gelişmede yalnız Japonya, Batı tekniğini ve kültürünü benimseyerek, çağdaş anlamda egemenliğini kurabildi. Ve 1905 Savaşında Çarlık Rusya'sını da mağlup edince, Japon İmparatoru Motso Hito bu zaferden sonra, "Asya Asyalılarındır" diyebildi..
1908 Haziran ayında düzenlenen Reval Krallar Buluşması, Osmanlı'nın geleceği için bu bakımdan endişelere yol açmıştı. Çünkü 1908'de Reval'de bir araya gelen Rusya ve İngiltere hükümdarları, 1907'de İran'ı nüfuz bölgelerine ayırmışlar ve fiilen de işgal etmişlerdi. Ama şu da var ki, Osmanlı İmparatorluğu topraklarında hem yağmacılar daha çoktu hem de ayrıca hak dava eden ve gittikçe güçlenen bir sıra komşular da vardı.
İmparatorluk İkinci Meşrutiyete, dış siyaset gelişmeleri bakımından, bu hava içinde girdi...
ŞEVKET SÜREYYA AYDEMİR'in "Enver Paşa" adlı eserinin ikinci cildinden alıntı yapılmıştır..
ŞEVKET SÜREYYA AYDEMİR'in "Enver Paşa" adlı eserinin ikinci cildinden alıntı yapılmıştır..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder