İstanbul güzelliğiyle kaç yürek yaktı bilinmez. Ama yıllar önce, bir evde başlayan yangın koca mahallelerin kül olmasıyla sona ererdi..
1509 yılındaki büyük depremden sonra halkın taş yapılar yerine ahşap evlere rağbet etmesi, en az deprem kadar yıkıcı olan yangın felaketinin doğmasına neden olur. İstanbul'un yürek hoplatan yangınları sokakların çok dar olduğu Haliç kıyılarında boy gösterirdi. Hava bir de poyraz ise yangın canavara dönüşür, ateşten diliyle birkaç saat içinde mahalleleri yutarak aç karnını doyururdu..
İstanbul yangınları mimarimizin en güzel örneklerinden olan yüzlerce konağın günümüze ulaşmasını engellediği gibi, matbaanın kullanılmadığı dönemlerde, raflarında elyazması kitapların dizildiği nice kütüphanedeki paha biçilmez eserleri küle dönüştürerek rüzgarın elinde oyuncak yapmıştır..
İstanbul kadısı, yangınlara önlem olarak her evde çatıya kadar uzanan bir merdivenin bulundurulmasını şart koşar. Ayrıca, her evde su dolu büyük bir fıçının hazır bekletilmesi ve yangın çıktığında kimsenin kaçmayıp yardım etmesi de zorunlu kılınır. Ama ne alınan bu önlemler ne de ahşap evlerin çatılarına koruyucu olduğuna inanılan "Ya Hafız", "İsm-i Celal" yazılı levhaların konulması yangınların büyümesini engelleyebilir..
Yangınlara karşı ilk koruyucu teşkilat, 1714 yılında, Nevşehirli Damat İbrahim Paşa tarafından "Yangın Tulumbacıları Ocağı" adıyla kurulur. Bu ocağın kurulmasına Fransız asıllı Gerçek Davud Efendi'nin yaptığı ilk tulumbanın Tophane yangınında kullanılarak başarılı olması neden olur. Gerçek Davud Efendi'nin 130 kiloluk bu tulumbası İtfaiye Müzesi'nde sergilenmektedir.. (aşağıda)
Yangın Tulumbacıları Ocağı'nın İstanbul sokaklarında 111 yıl süren koşuşturması bünyesinde kurulduğu Yeniçeri Ocağı'nın 1826 yılında kaldırılmasıyla sona erer.. Ocağın kapatılmasından iki gün sonra çıkan bir yangın, İstanbul'a yeni bir yangın ocağının gerekli olduğunu gösterir. Böylelikle, dillere destan, adlarına şiirler yazılan mahalle tulumbacılarının altın çağı başlamış olur..
Mahallelerdeki tulumba sandıkları birinci reis, ikinci reis, borucu, fenerci, hortumcu, kökenci ve 22 tulumbacıdan oluşurdu. Her sandığın kendine özgü bir üniforması vardı. Yalnızca birinci reis ata biner, diğerleri ise koşarak ulaşırlardı yangına. Bu koşuş sırasında nice genç kız kafesli pencerelerin ardına üşüşürken, tulumbacılar, karşılarına bir türbe çıkarsa durur "el-Fatiha" suresini okurlardı. Ayrıca, uğur getirdiğine inanılan 13-14 yaşlarında bir de çocuk bulundurulurdu tulumba takımlarında. Bu maskotun da yangına takımla birlikte koşmasına izin verilirdi. Tulumbacılar yangın öncesi kahvelerde bekler, sonrasında ise hamamlara giderek alem yaparlardı. Tulumbacı olup yangına koşarken sokaklarda nara atmak, yevmiyesi çok az olsa da, herkesin ulaşabileceği bir mertebe değildi..
1874 yılında İstanbul'a gelen İtalyan yazar Edmondo De Amicis, "İstanbul" adlı kitabında, Galata Köprüsü üzerinde karşılaştığı tulumbacıları çok kötü anlatır : "Köprü muhafızları 'Tulumbacılar' diye bağırdı. Bir kenara çekildik. Yarı çıplak, başı açık, göğsü kıllı, kan ter içinde vahşiler, dördünün omzunun üstünde çocuk tabutuna benzeyen ufak bir tulumba olan uzun saçlı, katil, hırsız suratlı ihtiyarlar, gençler, cüceler ve devler güruhu, çengelli uzun sırıklar, urganlar, baltalar ve kazmalarla gözleri yuvalarından uğramış, saçları dağılmış, yamalı yırtık urbaları uçuşarak, uluyarak, soluyarak yanımızdan geçtiler. Yüzümüze bir vahşi hayvan kokusu yayarak Galata sokağında kayboldular. Uzaktan gelen son 'Allah' feryatlarını duyduk ve her şey yine derin bir sessizliğe gömüldü. Uykuya dalmış koca şehrin sessizliği içinde bu gürültü ve yıldırım çarpmışa döndüren manzaranın bende uyandırdığı intıbaı ifade edemem. Bir anda, o zamana kadar hayalimde boşu boşuna canlandırmaya çalıştığım uzak memleketlere ve zamanlara ait bir sürü barbar istilası, katliam ve dehşet sahnesi görüp anladım ve kendi kendime bunun sahiden İstanbul, gündüz üzerinden Avrupa sefirlerinin, Paris modasına göre giyinmiş hanımların ve Fransız gazetelerini satan müvezzilerin geçtiği köprü olup olmadığını sordum. Bir dakika sonra, Altın Boynuz'un ihtişamlı sükuneti uzaktan gelen seslerle yeniden bozuldu, vahşi ve yarı beline kadar çıplak başka bir güruh önümüzden, dalgalanan ve gacırdıyan köprünün üzerinden, uluma, soluma, boğuk ve meş'um gülmelerle bir kasırga gibi geçti ve bir defa daha uzun ve hazin, 'Allah' feryatları Galata sokaklarında kaybolarak yerini bir ölüm sessizliğine bıraktı.."
Alman ressam Hubert ise İtalyan yazarla aynı görüşü paylaşmaz ve "Kahveci Güzeli" lakabıyla anılan tulumbacı Bülbül Bilal'ın yağlı boya iki portresini yapar. Bu resimler yıllar sonra Ahmet Reşit Bey tarafından satın alınır.
Padişah nerede olursa olsun yangın haberi anında ulaştırılırdı kendisine. Hatta, haremde bile olsa !.. Haremdeki padişaha yangın haberini vermek için özel bir odacı görevlendirilmişti. Yangın çıktığında, odacı, tepeden tırnağa kırmızı olan elbiselerini giyerek eşikte görünürdü. Ve padişah, İstanbul'un bir köşesinde yangın çıktığını anlayıp yangın mahalline giderdi. Halk, padişah gelirse yangının büyümeden söneceğine inanmıştı bir kere !..
İstanbul'a ise yangın haberi kulelerden verilirdi.Beyazıt ve Galata kulelerinin yanı sıra Vaniköy'deki İcadiye Kulesi bu amaç için kullanılırdı. Yangının nerede olduğu asılan sepetler, bayraklar ve fenerlerden anlaşılırdı. Beyazıt Kulesi'nde uygulanan yangın bildirme yöntemi de, son derece ilginçtir : Kuledeki bekçi yangını gördüğü zaman ağayı uyandırır ve "Kalk ağa, bir çocuğun oldu" der.. Uyanan ağa da "Kız mı, oğlan mı ?" diye sorar. Nöbetçi "kız" derse yangın Beyoğlu, Üsküdar ve Boğaziçi tarafında ; "oğlan" derse İstanbul'da, yani sur içinde demektir !..
SUNAY AKIN'ın "Ayçöreği ve Denizyıldızı" adlı kitabından alınmıştır..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder