

Sultan Abdülmecid'in delicesine aşık olduğu kızlardan biri Serfiraz adında bir Rus güzeliydi..
Yoksul bir Rus baba, hastalığı bir türlü anlaşılamayan sarışın, güzel ve solgun yüzlü bir anne ve üç kız kardeş.. Acılar içinde geçen bir çocukluk.. Bir süre sonra anne ölünce ; o dönemde çok görüldüğü üzere, babaları tarafından esir pazarında satılığa çıkarılırlar !.. 4, 6 ve 8 yaşlarındaki kızları bir Çerkes beyi iyi para vererek satın alır ve o yıllarda Rus işgali altındaki Çerkezistan'ın Tuabse kentindeki evine götürür. Onlara Çerkes dilini öğreten bey, öz çocukları gibi eğitir ve soylu birer Çerkes gibi yetiştirir kızları.
Aradan altı yıl geçer.. Çerkes beyi, artık serpilen kızları Karadeniz kıyılarından tekneyle Trabzon'a götürüp Vali Damat Halil Paşa'ya iyi bir para karşılığında satar. 10, 12 ve 14 yaşındaki kızlar ağlayarak vali konağına kapatılırlar. Ama sonunda buraya da alışırlar, Türkçe öğrenirler.. Haremdeki kadınlar da onlara kucak açarlar..
Kendisi de kölelikten gelme olan Halil Paşa, ordu kumandanlığı yapmış, çeşitli valiliklerde bulunmuş, otoriter ama görgülü bir insandır. Büyük kıza Mümtaz, en tatlıları olan ortancaya Rana, en küçüklerine de Serfiraz adını verir..
İki yıl sonra paşa İstanbul'a çağrılır, Trabzon Valiliği sona erer ve tüm aile hep birlikte başkente taşınırlar.
O dönemin gelenekleri uyarınca, taşradan gelen valiler, vezirler ve ünlü paşalar saraya armağanlar getirdikleri için ; Halil Paşa da düşündü taşındı ve Sultan Abdülmecid'in validesi Bezmialem Sultan'a verilebilecek en değerli hediyelerin, yetiştirdiği kızlar olduğuna karar verdi.. Valide Sultan da kızları çok beğendi, kabul etti ve onları saray geleneklerine göre eğitti. Kızlar da güzellikleri ve şirinlikleri ile herkese kendilerini sevdirdiler..
Aradan iki yıl daha geçti.. Valide Sultan, kız kardeşlerden en beğendiği Rana'yı Sultan Abdülmecid'e sunmaya hazırlanıyordu. Bir akşam Valide Sultan'ın kendi dairesinde saray kadınlarına mevlit okunurken, mabeyinden harem dairesine geçen Abdülmecid, mevlit şekeri dağıtan bir kız gördü. Mavi gözlü kız onu görünce tatlı tatlı gülümsedi. Kızın güzelliğiyle adeta büyülenen padişah, akşam, dairesine ikinci haznedar tarafından getirilen, annesinin daha önce bahsettiği kızla karşılaşınca şaşırdı. Çünkü o, şeker dağıtan kızı, yani Serfiraz'ı bekliyordu. Rana'yı kırmamaya çalıştı. Kendisini tanımakla çok mutlu olduğunu ve zamanı gelince kendisini yeniden görmek isteyeceğini söyledi. İkinci hazinedar bu sözlerin anlamını biliyordu, renk vermemeye çalıştı..
Hünkar seçimini yapmıştı. Valide Sultan'ın, henüz 14 yaşındaki Serfiraz'ı oğlunun dairesine göndermekten başka seçeneği yoktu..
Abdülmecid o yıl 28 yaşındaydı. Tahta çıkalı on iki yıl olmuştu. Bu süre içinde sayısız cariye tanımıştı ve yirmiye yakın çocuğu olmuştu. Cariyelerin kimilerini cinsel kimilerini de duygusal bağlarla sevmişti ama Serfiraz'da ; bu işveli, cilveli, kıvrak, güleryüzlü ve çekici kızda başka bir şey bulmuştu. Onun canlılığı ve yataktaki becerileri, hünkarı deli ediyordu..

Serfiraz'ın hünkardan istemeyeceği şey yoktu. Haftada birkaç kez saraya gelen Ermeni kuyumcular çantalarında kutular içinde taşıdıkları elmas, pırlanta, zümrüt, yakut takıları Serfiraz'ın dairesinde sergiliyorlar, genç ikbal de bedelini hiç somadan gözüne kestirdiklerini alıyordu.. Onun diğerlerine örnek olmasıyla da, saray sınırsız borçlara gömülüyordu !..
İkinci Mahmud zamanına kadar saraydan dışarıya adım atamayan kadınlar, Serfiraz saraya geldikten sonra sık sık dışarı çıkmaya başladılar.
Saraya sık sık gelenlerden biri de Agop Efendi adında ünlü bir kuyumcuydu. Agop Efendi bir gün saraya kendi yerine genç ve yakışıklı oğlunu gönderdi. Dışarıdan gelen esnaf kesinlikle hareme giremediği için, mabeyin bahçesinde beklerlerdi. Harem kadınları da onları ancak uzaktan, kafes arkasından görebilirlerdi. Serfiraz da gördüğü delikanlıdan çok hoşlanmıştı. Cariyelerden birinin taktığı adla, "Küçük Fesli", genç ikbalin dikkatini çekmişti. Haremdeki monoton hayattan bıkan Serfiraz, Beşir Ağa'yı ayarladı ; genç adam bir daha geldiğinde yine kutuları hareme yollayacak ama sonra haremde geri alacaktı..
"Küçük Fesli" bir iki gün sonra yine geldi ve her şey ayarlandığı gibi yürüdü.. Genç adam elinde bir kutuyla, yanında haremağası bahçede yürürken ; Serfiraz feracesini örtüp bahçeye çıktı. Beşir Ağa'ya biraz geride durmasını söyledi ve güzel gözlerini genç adama dikti.. Şaşıran adam, "Saray'lanım, hiç beğendiğiniz oldu mu ?" diye sordu. O da "Evet" dedi, "hepsini alıyorum. Borcum neyse haznedar kalfa yarın öder."
Akşam şaşkınlık içinde kendisine gösterilen takılara bakan Abdülmecid, "Bunlar sana az bile, hepsi sana feda olsun.." dedi.
Ondan sonra yine aynı olaylar yaşandı. Sonra bir daha ve Serfiraz, Küçük Fesli'ye Göksu'da randevu verdi..
Ertesi gün, Göksu Çayırı tıklım tıklım doluydu. Saray ve konak hanımları, yanlarında haremağaları, bir curcuna !.. Yine de birbirlerini gördüler.. Bir bahaneyle haremağasını su almaya gönderen Serfiraz, mesire yerinden biraz uzakta bulunan sazlıkların arasında genç adamla biraz daha yakınlaştı..
Bir süre sonra genç kadın eski Çırağan Sarayından ayrılıp Yıldız Köşküne yerleşti.
Hünkar onu görmek istediği zaman buraya geliyordu. Ama hünkar sık sık gelemediği için Serfiraz tam bir özgürlük içinde yaşıyordu. Boş gecelerini Küçük Fesli dolduruyordu nasıl olsa !..
Bu durumu bilmeyen, duymayan kalmamıştı. Neredeyse bir tek Abdülmecid !.. Padişahın yakın çevresi bunu hazmedemiyordu. Hünkarın aldatılması kanlarına dokunuyordu. Sarayın muhafız kumandanı bu işi kendisi çözmeye karar verdi. Keskin nişancı bir Hırvat kabadayı buldular. Genci birkaç gün ona izlettiler ve bir gece Beyoğlu'nda bir meyhanede bastırdılar. Olaya Ermeni-Hırvat hesaplaşması süsü verilecekti.. Keskin nişancı (!) Hırvat silahını gencin üzerine boşalttı ama, kurşunlar setresini delip vücudunu sıyırarak geçip gitmişti. Gencin Ermeni arkadaşları kaçan Hırvat'ı kovaladılar ama yakalayamadılar.
Sonra, babası ve yakınları tehlikenin farkına varıp genci adalara kaçırdılar. Olaydan haberi olmayan Serfiraz yataklara düştü !.
Genç kuyumcu bir süre sonra döndü ama Serfiraz'ı unutamadığı halde görmeye cesaret edemedi, önceden nişanlanmış olduğu bir Ermeni kızıyla kışın düğün yapmaya karar verdi.
Fakat onun izini süren muhafızlar, döndüğünü komutanlarına haber verdiler. Hemen yeni bir suikast planı hazırlandı. Bu iş için İstanbul'un namlı kabadayılarından ikisi görevlendirildi. Tarabya'da koruya uzanan yolun başına pusu kurdular ve bir şeyden habersiz evine gitmekte olan genci kamalarıyla vurarak öldürdüler.
Cinayet ertesi gün duyuldu ve ortalık ayağa kalktı. Genç adamın ailesi İngiltere, Fransa ve Rusya sefaretlerine başvurarak cinayetin üzerine gidilmesini istediler. Dilekçelerinde şöyle yazıyordu :
"Serfiraz Hanım, öldürülen kişiye mecbureydi (tutkundu) Lakin kendisi Serfiraz Hanım'a hiçbir tarzda bir meyil göstermediği gibi kendisini Yıldız Köşkü'ne davet etmek için gelen baltacılara bulamadık demeleri için paralar da verirdi."
Sefirler tarafından sadarete ulaştırılan dilekçeden bir sonuç alınamadı..
Padişaha tezkireler gönderen tarihçi Cevdet Paşa'nın belirttiğine göre, saraylıların rezaletleri utandırıcı bir biçim almıştı. Bir yıl içinde saraylılar 288 bin kese borç etmişler, Serfiraz Hanım'ın borçları da 125 bin keseye ulaşmıştı !..
Hıfzı Topuz, "Abdülmecit" adlı kitabında bu konuyla ilgili daha çok şey anlatır ama ben daha fazla uzatmak istemiyorum..
Serfiraz Abdülmecid'den sonra Abdülaziz'in, Beşinci Murad'ın ve Abdülhamid'in saltanatlarını da gördü. Sorunları bir türlü tükenmiyor ve durmadan padişahların başını ağrıtıyordu. Sarayın bu çılgın kadını 1900'lü yılların başında öldüğü zaman hiç ağlayanı olmadı. Sultan Abdülhamid onun öldüğünü duyduğu zaman, "Oh, öldü de kurtulduk," demekle yetindi...

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder