

Lady Mary Wortley Montagu, kocası Edward Wortley Montagu Türkiye'ye elçi olarak atanınca, kocasıyla birlikte 1716'da İstanbul'a geldi. İstanbul ve başka şehirlerden yazdığı mektuplarla ünlendi.. "Doğu Mektupları" adlı bir kitapta toplanan bu mektuplardan bir tanesini paylaşmak istiyorum sizlerle...
"Lady Bristol'e, Edirne, 1 Nisan 1717
Majestelerinin en ufak bir siparişini unutmuyorum. Bu yüzden, gelir gelmez, arzuladığınız şeyin ne olduğunu anlamadan, benden istemiş olduğunuz kumaşları aramaya giriştim. Burada giyim farkı Londra'ya göre öylesine büyük ki aynı şeyler, kaftanlar ve mantolar için uygun düşmemektedir. Yine de araştırmalarımdan vazgeçmeyeceğim. Ancak, daha güzel şeyler bulunan İstanbul'da aramalarıma yeniden başlarım. Saraylıların konağı olduğuna göre, buna inanmak için nedenlerim var..
Padişahın büyük kızı (Üçüncü Ahmed'in büyük kızı Fatma Sultan) benim gelişimden birkaç gün önce evlenmiş. (19 Şubat 1717'de Nevşehirli Damat İbrahim Paşa ile) Bu nedenle Türk kadınları tüm görkemlerini ortaya koymaktadırlar. Gelin kocasının evine büyük bir tantana ile götürülmüş. Peterwaradin'de (1716) öldürülen vezirin dul eşi.(Fatma Sultan henüz 5 yaşındayken, önce silahdar, sonra vezir ve daha sonra da sadrazam olan Ali Paşa ile, 13 Mayıs 1709'da evlenmişti) Kocasıyla hiçbir zaman birlikte yaşamadığı için, evlilikten çok, bir sözleşmeden söz etmek gerekirdi. Servetlerinin büyük bir kısmı yine de geline ait. Vezirin onu sarayda ziyaret etme izni vardı ve İmparatorluğun en yakışıklı adamlarından olduğu için, gelinin kalbini kazanmıştı. En azından elli yaşlarında olan ikinci kocasını gördüğünde, hıçkıra hıçkıra ağlamaktan kendini almamıştı. Bu, büyük yetenekleri olan bir adam. Padişahın resmi gözdesi. 'Musahip" dedikleri şey. Fakat bu, on üç yaşındaki bir kız çocuğunun gözünde, kendisini hoş kılmak için yeterli bir şey değildi.
Hükumet burada tamamen ordunun elindedir ve padişah mutlak gücüyle, bir yeniçeri kaşını çattığı zaman, buyruğundaki insanların her biri gibi, bir tutsaktır ve korkudan titremektedir. Baş eğme görünümleri burada bizdekinden daha çok egemendir. Bir vezirle ancak diz çökerek konuşulur. Onun davranışı hakkında bir düşüncenin bir kahvede birinin ağzından kaçması halinde, (her yerde jurnalciler vardır) evi yerle bir olur ve herkese işkence yapılabilir. Burada, alkışlayan kalabalık yoktur, politika konusunda aptalca yergiler, taverna tartışmaları yoktur. Bu, özgürlüğün kendisiyle beraber sürüklediği bir rahatsızlıktır. Korkunç, fakat soylu bir davadan kaynaklanan bir sonuçtur.
Bizde olduğu gibi, büyükler hakkında kötü sözler söylendiği görülmez ; fakat bir vezir halkın hoşuna gitmezse, üç saat içerisinde o vezir, efendisinin elinden zorla alınıp elleri, ayakları ve başı kesildikten sonra, büyük bir saygıyla sarayın kapısının önüne atılır. Bu sırada, padişah, dairesinde korkudan titreyerek oturur ve gözdesini ne savunmaya, ne de onun öcünü almaya cesaret edemez. Kendi isteğinden başka yasa tanımayan dünyanın en güçlü sultanının mutlu durumu budur.. (...)
Dün, Fransa elçisinin eşiyle, camiye giden padişahı görmeye gittim. Başlarının üzerinde büyük beyaz tüylerle yeniçeriler, sipahiler ve bostancıların oluşturduğu kalabalık bir muhafız alayı önünde yürüyordu. Bunlar, kendilerini uzaktan bir lale parterine benzeten güzel, canlı renkli giysiler içerisinde, yaya koruyucular, atlı koruyucular ve hükümdarın bahçıvanlarıdır. Bunlardan sonra, gümüş renkli bir kumaşla duble edilmiş, koyu kırmızı kadife bir cübbe giyinmiş yeniçeri ağası geliyordu. Görkemli giysiler giyinmiş iki köle atını tutuyordu. Yeniçeri ağasının yanında, samur kürkle dublelenmiş koyu sarı kumaştan giysisi içerisinde (siyah yüzü meydana çıkıyordu) kızlarağası. Ve en sonda, değerli taşlarla süslü bir koşumla koşumlanmış güzel bir ata binmiş, bin İngiliz Lirası değerinde olduğu sanılan siyah Moskova tilkisi kürküyle dubleli yeşil bir kaftan giyinmiş padişah hazretleri geliyordu. Ve ileri gelen saraylılardan ikisinden biri, bir sopanın ucunda altın, diğeri gümüş kahve cezvesini taşıyordu. Başka biri majesteleri oturabilsin diye, başının üzerine gümüş bir tabure taşıyordu.
Daha güzel bir geçit görülemezdi.En azından birkaç bin insan vardı. Padişah bize, tatlı görünüşü içerisinde, kırk yaşlarında, yakışıklı bir adam olarak göründü. Fakat iri siyah gözlerinde ciddi bir anlatım vardı. Bir rastlantı sonucu, bizim bulunduğumuz pencerenin altında durdu. Bize dikkatli bir şekilde baktı. Kendisine bizim kim olduğumuzun söylendiğini sanmıyorum. Böylece kendisini rahatça gözlemek olanağını bulduk..
Geçen gün, genç bir kadın olan Fransız sefiresi ile birlikte, üstü açık yaldızlı bir arabayla dolaştık. Halkı, hiçbir zaman görmedikleri, bundan sonra da görmeyecekleri bir şeyi, bu ülkede hiçbir zaman birlikte bulunmamış ve hiçbir zaman da bulunmayacak olan iki Hristiyan sefiresini görmeye çağıran koruyucularımız önümüzde ilerliyordu. Büyük ama ölü sessizliği içinde bir kalabalık bizi izliyordu. Eğer içlerinden biri, tuhaf bir görünüm karşısında, kalabalıktan yüreklenip bir hareket yapsa, yeniçeriler hiç düşünmeden palaları ile üzerine atılıp cezasını verirdi. Zira yeniçeriler yasanın üstünde bir güç oluşturmakta idi. Buna rağmen, bu insanların çok büyük nitelikleri var. Efendilerine çok bağlı ve sadık hizmetçiler.. Her fırsatta, sizin için dövüşmeyi görev olarak kabul ediyorlar.
Bozulmaz bu bağlılıkları onları öylesine güçlü bir hale getirmektedir ki, sarayın en güçlü adamı onlardan yalnızca okşayıcı bir tonla söz etmektedir ve Asya'da her zengin, malını korumak için, yeniçeri olarak yazılmaktadır.
Bu konuda size yeterli bilgi vermiş oluyorum ve sayın hanımefendi, sizin için yeterince avundurucu bu dakikada, bu denli sıkıcı bir mektubu altı aydan önce alamayacağınızı söylemek zorundayım. Bana uzun zaman konuşma cesareti veren ve umarım, muhterem hanımefendiyi savunan düşünceyle saygılarımı sunarım.."


Hiç yorum yok:
Yorum Gönder