

"Tarih nasıl yazılır ?" diye sorulduğu zaman genelde şu cevap verilir : "Efendim, kroniklerimiz vardır", yani Osmanlı'daki "vakayiname"ler vardır, bunları okursunuz ; eğrisiyle doğrusuyla tarihin ana hatları buradan çıkar. İkincisi, vergi defterlerine bakarsınız. Daha sonra mahkeme kayıtlarına, toprak kayıtlarına bakarsınız, bu böyle gider.. Nihayet denilir ki : "Mektuplara bakarsınız." Bu şekilde "histoire de mentalité" yapıyorlar, yani "zihniyet tarihi"ni birtakım tarihlemeler ile, mektuplarla belirliyorlar. Böyle bir şey maalesef bizde tam manasıyla söz konusu değildir..
Osmanlı İmparatorluğu 1299-1300-1302 yıllarından birinde kurulmuştur ; söz konusu kuruluş tarihi tarihçiler arasında münakaşalı bir bahistir. Elbette bu devlet noterden onaylı bir senetle kurulmadı !.. Örneğin Büyük Konstantin'in İstanbul'u kuruş işlemi çok farklıdır. Konstantin İstanbul şehrini kurarken "Byzantion" diye bir yer vardı zaten, hatta ona "Nea Roma" diyorlardı, çünkü Roma imparatorları bu şehri geliştirmeye başlamışlardı : Konstantin'den önceki imparatorlar Hipodrom'u, Septimus Severus ve Marcus Aurelius ilk surları yapmışlardı. Konstantin ise, "Yeni bir plan yapıyorum, genişletiyorum ve surları çeviriyorum," dedi. Konstantin surları çekti ve "Şehri kuruyorum, tanrılar takdis etsin" dedi. Herhalde Hristiyanlara da takdis ettirdi ; "Sizin Tanrınız da takdis etsin" dedi. 332 yılının 13 Mayıs'ı idi. Bu güne "Uğurlu Gün" denildi. Bu gün, aynı zamanda, Mercur'ün (Hermes) uğurlu günüydü. Böylece şehir bir tören ve kayıtla kurulmuş oldu..
Osmanlı'nın kuruluşunda ise böyle bir durum söz konusu değil ; Osmanlı Beyliği, "Uğurlu olsun" diye böyle bir tarih düşürülerek kurulmamıştır. Yalnızca kuruluşu betimleyen bazı olaylar vardır. Bir tanesi, "süzeren" statüsünde tabi olunan Selçuklular Sultanı tarafından gönderilen sancaktır. Örneğin Halil İnalcık Hoca diyor ki : "Bafeon (Koyunhisar) Muharebesinden sonra civardaki bütün beylikler Osmanlı'ya katıldı. 'Osman Bey hanımızdır' dediler, böylece devletin adı çıktı.." Böyle bir güçlü, mantıki görüş söz konusu.. Ancak 1300'den aşağı yukarı 1440'lara kadar bu devletin kroniği, yani olayları günü gününe yazan bir vakayinamesi mevcut değil. Bu devri anlatan tarihlerin hepsi İkinci Murad ve Fatih Sultan Mehmet devrine aittir. Bunların en akla uygunu, "yaşlı fakihten (fıkıh bilgini) duyduğumuza göre" diyor. Yani "yaşlı fakih" namında, o devirleri görüp sözlü olarak bize nakleden meçhul bir tarihçi var.. Yalnız bu tarihçinin de yazdığı bir şey yok, her şey şifahi.. Gayet ilginç bir romantizmle sunulan bir tarih anlatımı..Fakat bu romantizm, bir kabile devleti, bir aşiret savaşçılığı romantizmi içinde değil ; bir imparatorluğun insanlarının romantizmine benziyor..
Bazıları, örneğin Colin Imber, ilk Osmanlı tarihleri için, "Bu tamamen uydurmadır" diyor. Tamamen uydurma olduğunu nereden biliyorsun ?.. Gidip inceledin mi ?..Masa başında vakayiname incelemek için elli tane yan dalı, yan belgeyi bir arada göz önünde bulundurmak ve çok esaslı bir topografik araştırma yapmak gerekir..

Osmanlı'nın kuruluşuna geri dönersek ; yan dallar var mı ?.. Var, Bizans kronikleri var. Onlar epeyce etüt edilmiş durumda.. Başka yan dallar var mı, ya da neler olabilir ?.. Varsa, İlhanlılar devri eserleri ve tabii Cenova, Venedik gibi İtalyan devletlerinin kayıtları.. Osmanlı tarihi bakımından, bunların hiçbiri doğru dürüst araştırılmış değildir. Vatikan devlet arşivleri dünyanın en eski ve düzenli arşivleridir ve 1135 yılından itibaren düzenli raporları vardır. Ondan önceki bilgiler fragman niteliğindedir. Hiçbir Türk tarihçisi o devrin Latincesini öğrenip de gidip o arşivleri okuyup araştırmış değil. Ne üzücü ki, Türklerin Dede Korkut Destanı'nın en iyi versiyonu bile İtalya'da Vatikan kütüphanelerinde bulundu..
Bunlar, maalesef filolojik bakımdan donanımsız bir memleketin tarih yazımının hazin tablosudur.. Osmanlı İmparatorluğu'nu aşağı yukarı 1440-1450 yıllarına kadar, belgelerden etüt etmekten aciziz.. En eski tahrir defteri ve en eski kadı sicilleri gene 1450 sonrasına aittir. Daha da tuhaf olanı, en eski tahrir defterimiz, bugünkü Türkiye'ye değil, Arnavutluk'a, yani Fatih Sultan devrine aittir. Halil İnalcık Hoca, bu defteri yayınlayarak Arnavutluk'un ulusal tarihine eşsiz bir katkı yapmıştır.
Neticede kendi kaynaklarımız bu kadar, yabancı kaynakların hiçbirini de doğru dürüst etüt etmiş değiliz. Buna maalesef yabancı akademisyenler de dahildir. Birkaç meslektaşımız var gerçi ; ama bunlar ne yazık ki o eski, güçlü geleneğin sahibi olacak kişiler değil. Menage, Hammer, Kreutel, Cahen gibi eski tarihçiler yok artık. Yeni bir nesil yetişti, bunlar da belki yapacak çok şey bulamıyorlar, belki de tıkandılar. Zamanımızın Avrupalı aydını da maalesef iyi yetişmiyor.

Eski kuşağı, İkinci Dünya Savaşı öncesini hatırlıyorum.. Andreas Tietze (üstte) daha liseyi bitirdiği zaman, Almanca ve Fransızcanın yanında Yunanca ve Latinceyi de çok iyi biliyordu. Hatta daha dini ağırlıklı liselerden yetişen bazıları İbranice de öğreniyordu. Tüm bunların katkısıyla o nesilde filolojik meleke çok gelişmişti.
Latince, Yunanca ya da başka dilden metinleri çocukluktan bu yana okuya okuya o kadar rafine, o kadar iyi donanımlı hale gelmişlerdi ki.. Hiyeroglifleri bulan Champollion, 15-16 yaşlarındayken Yunanca ve Latincenin dışında Aramca ve İbraniceyi de biliyordu ve nitekim, üzerinde üç ayrı dili taşıyan "Rosetta", yani Reşid Taşı"ndaki Kobtça metni okudu. Yunanca çevirisinden hareket edip hiyeroglifi çözdü ; üstelik bütün bunları otuz küsur yıllık bir ömre sığdırdı..
Sonuçta ortaya çıkan tablonun da gösterdiği gibi, bugün Osmanlı tarihçiliği ne yazık ki Doğu'nun diğer dallarına göre çok büyük talihsizlik içindedir. Hem bu imparatorluğun Türkler, Araplar ve Balkanlılar gibi kendi evlatları, hem de Osmanlı ile uğraşması gereken yabancılar fazla bir katkı sağlayamıyor, bu devrin tarihi adına kayda değer adımlar maalesef atılamıyor...

İLBER ORTAYLI'nın, "İmparatorluğun Son Nefesi" adlı kitabından alınmıştır..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder