
Osmanlı devlet yönetimindeki başarının tılsımı, çok karışık ve geniş topluluklar merkeze bağlanırken, onların ayrıcalıklarının da göz önünde tutulabilmiş olmasındandır.. Kesinlikle çelişen iki özellik arasında yaratılan bu uyum imparatorluğun bütünlüğünü saplamış, devlete hem otorite, hem de bir çeşit esneklik kazandırmıştır.
Osmanlı Devleti'nin gelişip güçlenmesini sağlayan bu özelliklerinden ilki, miri toprak rejiminin bir sonucu şeklinde belirmektedir..
Viyana'dan Hicaz'a, Kırım'dan Kuzey Afrika'ya kadar uzanan bir imparatorluğun var olabilmesi için, devlet en uzak köşelerde bile sözünü geçirmek, otorite sağlamak zorundadır. Osmanlılar bu otoriteyi kurmuş ve uzun bir süre yaşatabilmiştir. Devlet, güçlü ve düzenli memur kadrosuyla, idare örgütüyle ülkenin her köşesine egemen olmuştur. Yalnızca maliye teşkilatında ayrı statüye tabi 32 çeşit memur bulunmaktadır..
Merkez otoritesinin gücü ve ülkedeki denetimi 1600 yıllarına kadar hemen her alanda kendini belli etmektedir. Devletin, bütün yurdu kapsayan, çağın koşulları içinde çok gelişmiş bir bütçe düzeni vardır. Mali konularda en küçük aksaklık bile hoşgörüyle karşılanmamaktadır. Devletin güvenlik örgütü ülkenin her yanında asayişi sağlamakta ; vergiler düzenli toplanmakta, mahkemeler bütün yurtta işlemektedir. Değişik şehirlerle ilgili eski belgelerde merkezi devlet otoritesinin gücü hemen göze çarpmaktadır. Örneğin, Isparta ve Erzurum şehirleriyle ilgili belgelerden anlaşıldığına göre ; 16. yüzyılda devlet bütün mahallelerdeki hane sayısını, her hanedeki erkek sayısını, vergi yükümünü bilmekte ; bu bilgiler resmi defterlerde kayıtlı bulunmaktadır. Belirli dönemlerde yapılan "arazi ve vergi tahrirleri" ile şehrin gelişmesi merkez tarafından izlenmekte, vergiler ayarlanmaktadır..

Devletin otoritesi ve düzeni Anadolu'ya sürekli gelen Türk göçlerini iskan ediş şeklinde de kendini göstermektedir. Bu göçün, egemenliğini sarsacak bir güç yaratabileceğini devlet henüz "çocukluk" döneminde olmasına rağmen düşünmüş ; kavimler, boylar ve aşiretler birbirinden ayrılarak, değişik bölgelerde iskana mecbur edilmiş ; bir araya gelip güçlenmeleri ve merkeze kafa tutmaları daha başından önlenmiştir..
Avrupa ülkelerinin genellikle yerleşmiş bir merkez otoritesinden yoksun bulundukları bir dönemde, Osmanlı İmparatorluğu, kendi merkeziyetçi yapısını öncelikle toprak rejimine borçludur.
Merkez otoritesine aman vermeyen derebeylik düzenini, Osmanlılar miri toprak rejimleriyle yıkmışlar ve yeniden filizlenmesine aynı rejim sayesinde imkan tanımamışlardır, ta ki 1550 yıllarına kadar...
Derebeyliğin var olması için belirli kişilerin büyük toprak parçalarının mülkiyetine sahip olması gerekir, Avrupa'da olduğu gibi.. Oysa, Osmanlılar fethettikleri yerlerin toprağını hemen devlet mülkiyetine alarak karanlık derebeylik düzenini ortadan kaldırmışlardır. Bu tutucu düzenin varoluş nedeni, can damarı büyük toprak parçalarının özel mülkiyeti ya da sorumsuz tasarrufu olduğundan, Osmanlılar toprak rejimleri sayesinde memleketi tehlikeye karşı adeta aşılı tutmuşlardır. Merkez otoritesini sarsacak, devleti parçalayacak güçlerin oluşmasına uzun süre imkan vermemişlerdir..
Osmanlı İmparatorluğu'nun bir araya getirdiği halk toplulukları, çok değişik renk ve büyüklükteki mozaik parçalarını andırır. Devlet bu ayrıcalıklı topluluklar üzerindeki merkez otoritesini, garip bir çelişme ile, adem-i merkeziyetçiliği kullanarak sağlamıştır..
Profesör Enver Ziya Karal, Osmanlı toplumundaki ayrıcalıkları Ahmet Cevdet Paşa'dan örnek getirerek şöyle belirtiyor :
"..Türk-İslam cemiyetinde ırk sebebiyle olduğu kadar coğrafya muhiti ve tarih seyri yüzünden ileri gelen farklı gelenekler ve yaşayış şekillerinin mevcut olduğunu da kaydetmek icap eder. Bu cemiyette kadın-erkek ilişkilerinin birçok yerlerde ve bilhassa büyük şehirlerde çok sıkı şartlara tabi tutulduğu sıralarda, Ahmet Cevdet Paşa bu ilişkilerin Bosna'daki şekli hakkında şöyle demektedir ; 'Bosna'daki kızlar 25 yaşına kadar ferace giymeyip delikanlılarla aşıklık ederler. Ve bu aşıklık usulünü pek afifkarane (iffetli) bir yolda icra ederler. Ve erkek ve kız birbirini sevdikten sonra tezevvüç ederler (evlenirler). Şöyle ki, ekseriya mahkemeye gidip akdi nikah ederler.'
"Paşa, Güneydoğu Anadolu'da geçen bir memuriyeti sırasında Tecerli aşireti adetlerinden biri hakkında şunları yazar : 'Süleyman Ağa'nın o günkü hiddetine gelince, meğer Tecerli aşiretinde karıların kocalarını boşaması adettenmiş. Şöyle ki, karı kocasından, ben ondan hoşnut değilim, diye haber gönderdiği gibi ondan boş olurmuş. Kocası da aşirete ilan edip kendisini beğenen bir karı var mı diye sual ettirirmiş ve bir karı çıkıp da, ben beğenirim derse hemen onunla evlenirmiş. İşte o gün de, Süleyman Ağa'yı karısı boşamış olduğundan, kederli imiş.'
"Cevdet Paşa bundan sonra şu genel değerlendirmeyi yapıyor : 'Osmanlı memleketleri başka memleketlere benzemez. Bir eyalet diğer eyalete, bir sancak diğerine uymaz..' "
Bu karmaşık toplumda devlet büyük bir anlayışla davranıyor. Her birinin temel niteliklerine, geleneklerine ve temel düşüncelerine en küçük ölçüde karışıyor. Hatta, kendi düzen anlayışıyla çelişen önemli yanlarını bile hemen değil, yavaş yavaş değiştiriyor. Devletin bu tutumu hem toplulukların sert müdahaleler karşısında baş kaldırmalarını, merkeze kafa tutmalarını önlüyor, hem de fetihlerde yerli halkın direncini azaltan bir etken oluyor.
Osmanlı Devleti'nin bu temel ilkesini iki alanda incelemek gerekir : Toprak rejimi ve dinsel hoşgörü..
Toprak konusundaki büyük merkeziyetçiliğin yanı sıra, akılcı bir esneklik vardır. İmparatorluğa yeni katılan topraklarda geleneksel sosyo-ekonomik kurumlar hemen değiştirilmemiş, zamanın akışı içinde törpülenerek temel düzen uydurulmuştur..
Ömer Lütfi Barkan, Osmanlı Devleti'nin bu niteliğini şöyle belirtiyor : "Muhakkak gibi gözüken bir şey varsa o da, fetih ve ilhak edilen memleketlerde kuvvetlerle yerleşmiş olan örf ve adetlere, Osmanlılığın uzun süre uymuş olmasıdır.
"II. Beyazıt hatta Selim zamanında düzenlenmiş bazı defterlerin başında, birçok Doğu Anadolu sancağı için Hasan Padişah, Alaüddevle Bey, Kaytıbay kanunlarının aynen korunmuş olması, buralarda Osmanlı İmparatorluğu'na ilhakından önce ve ilhakını izleyen yıllarda nasıl koyu bir derebeylik var olduğunu ve yavaş yavaş Osmanlılığın kendisine mahsus düzeni içinde nasıl erimiş olduklarını göstermektedir.."

Osmanlı yönetimindeki adem-i merkeziyetçiliğin öteki büyük uygulama alanı, dinsel hoşgörü olmuştur. Devlet, Hristiyanların mezhep kavgalarına düştükleri, engizisyonun Avrupa'yı kasıp kavurduğu bir dönemde ancak günümüzde rastlanabilecek bu vicdan hürriyetini tebaasına tanımıştı..
Osmanlıların bu niteliği ekonomik akılcılığından ve Selçuk geleneğinden doğuyor. Anadolu, özellikle II. Kılıç Arslan'dan sonra çeşitli ırk ve dinlerin serbestçe yaşadıkları bir bölge olmuştu. Bu konuda tarihçiler hoşgörü örnekleri veriyor : İslam'ın büyük gazilerinden sayılan II. Kılıç Arslan'ın Malatya Süryani Patriği Mikael'e gönderdiği bir mektupta, Bizans'a karşı kazanılan zaferlerin patriğin duaları sayesinde olduğunu belirtmesi ; II. Gıyaseddin Keyhüsrev'in evlendiği Gürcü melikesinin Konya sarayına kendi özel papazı ve mukaddes eşyaları ile gelmesi gibi..
Anadolu'nun bu özelliğinde, şüphesiz, Mevlana ve Yunus Emre gibi büyük düşünürlerin yaydıkları geniş bir ılım ve insanlık anlayışının etkisi olmuştur..
Osmanlıların Selçuk geleneklerini sürdürerek sağladıkları bu dinsel hoşgörü, çağının çerçevesinde, bir ihtilal niteliği taşımaktaydı. Devletin bozulduğu döneme kadar aynı tutum devam etmiş, 16. yüzyılın ortalarındaki bazı ayrılıkçı fermanlardan sonra ancak 17. yüzyılda Hristiyanlara kötü muamele edilmesinin bazı örneklerine rastlanmıştır..
Dinsel hoşgörünün öteki nedeni, Hristiyanların verdikleri özel verginin (cizye) mali kaynakların içinde çok önemli yer tutmasıdır. Devletin milyonlarca tebaası, "askere gitmemek" ve "korunmak" karşılığında bunu ödemektedir. Dolayısı ile vergi toplamını azaltmamak için, Osmanlı Devleti Hristiyan tebaasını kitle halinde din değiştirmeye asla zorlamamıştır..
Dinsel hoşgörü, çeşitli birimlerden kurulu imparatorluğun dağılmamasında önemli etken olmuştur. Osman Bey'in 1325'deki ölümünde, 3 milyonluk Osmanlı nüfusunun 1 milyonunu Hristiyanların meydana getirmesi ilgi çekicidir. Merkeziyetçilikten bir çeşit uzaklaşma niteliğindeki dinsel çeşitlilik ve hoşgörü, gene garip çelişme ile, kitlelerin devlete bağlanmalarını, baş kaldırmamalarını, merkez otoritesini kabullenmelerini sağlamıştır..
Nedenleri ne olursa olsun, bir Fransız tarihçisinin, Edouard Perroy'un belirttiği gibi, "Engizisyonun resmi devlet kuruluşu olduğu ve Yahudiler ile Arapların İspanya'dan kovuldukları bir çağda, Osmanlılar, Hristiyanlara karşı en küçük bir düşmanlıkta bulunmamışlardır.."

KAYNAKÇA :
ZİYA KARAMURSAL, "Osmanlı İmparatorluğunun Mali Tarihine Bir Bakış" ; Z. ARIKAN ve M. SERTOĞLU'nun Isparta ve Erzurum ile ilgili incelemeleri, "Belgelerle Türk Tarihi" dergisi, Şubat-Nisan 1968 ; YILMAZ ÖZTUNA, "Türkiye Tarihi, c.3" ; ENVER ZİYA KARAL, "Osmanlı Tarihi c.4" ; ÖMER LÜTFİ BARKAN, "Osmanlı İmparatorluğunda Çiftçi Sınıflarının Hukuki Statüsü" ; OSMAN TURAN, "Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti" ; İSMAİL CEM, "Türkiye'de Geri Kalmışlığın Tarihi"
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder