Sayfalar

615 ) ÖNEMLİ BİR KOMİTE ÜYESİNİN AĞZINDAN 27 MAYIS ARİFESİ !..

Kurmay Yüzbaşı Numan Esin, "Devrim ve Demokrasi, Bir 27 Mayısçının Anıları" adlı kitabında tanık olduğu olayları şöyle anlatmaktadır...

     

Ben, ihtilalden önce 28-29 Nisan Olayları sırasında, Ordu Karargahı'nda Harekat Başkanlığı'nda çalışıyordum. Gençlik ayaklandı, Ankara ve İstanbul'da sıkıyönetim ilan edildi. Sıkıyönetim ilan edilmeyen önceki ilk aşamada ben hep Fahri (Özdilek) Paşa'nın yanındaydım ve her şeyi gayet iyi biliyordum. Herkes şaşkındı. Böyle büyük ölçüde ani bir patlama beklenmiyordu. 
Doğrudan kişisel gözlemlerde bulunmak için, Beyazıt tarafına gittim. Orada iki subaya rastladım. Birisi, sınıf arkadaşım Ümran Şensezgin'di. "Ne duruyorsunuz, ne biçim kurmaysınız, niye önlem almıyorsunuz ?" dedi bana. Kendisi donatım yüzbaşısıydı. "Anladım," dedim. Derken, Kurmay Binbaşı Şükran Özkaya ile karşılaştım. Bana gülerek, "Ne haber ?" dedi. İyi tanışmıyordum, ama hemen durumu anladım. "Bir şeyler yapın," dedi. Daha sonra Orhan Erkanlı'yı buldum. Bana dedi ki : "Ankara'ya haber ver ; bugün bu işi bitirelim. Durum gayet uygun. Ben öğrencileri önüme katar, İstanbul'da ihtilali yaparım." 
Rastladığım iki arkadaş da heyecan içindeydi. Öğrencideki heyecan subaya bulaşmış ve ihtilal ortamı oluşmuştu. Ben o hızla Ankara'yı aradım, fakat bir türlü temas kuramadım. Akşama doğru Ankara'dan adli amir olarak gerektiğinde tutuklama emri verebilecek Hakim Tümgeneral Adil Paşa geldi. Ben şüphelendim, "Niye geldi buraya ? Herhalde hissettiler, peşimize düştüler galiba," diye..
Fahri Özdilek ile Ankara'dan Salih Coşkun Paşa'nın telefonda konuştuklarını duyunca, kuşkum daha da arttı. Derken, "Genelkurmay Başkanı Ankara'dan İstanbul'a geliyor," denildi. Nitekim geldi de. 



Orhan Erkanlı, Harp Akademisi'nden sınıf arkadaşımız, Kurmay Yüzbaşı Muharrem Özdoğan'ı benimle irtibat kurmakla görevlendirmiş ; "Cankurtaran" diye bilinen yerde, o gece bekliyorlardı. Onlar aynı zamanda sıkıyönetim tarafından da görevlendirilmişlerdi. İhtilale başlamak için benden işaret bekliyorlardı. Genelkurmay Başkanı, ordu komutanı ve adli hakim, grup haline birlikleri denetlemeye gittiler. Benim aklımdan şu geçti : "Hemen Orhan Erkanlı'ya gideyim, birliği denetlerken bunları tutuklayalım ve ihtilali başlatalım."  Endişem, bunların erken davranıp bizi tutuklamaları korkusundan kaynaklanıyordu. Genelkurmay Başkanı bizim birliği, yani ihtilal kuvvetini kontrol etmeye geceyarısı niye geliyor ? Bu gibi korkular ihtilalcilerde her zaman olur. Ben orada ciddi bir bunalım geçirdim. O bunalımla serinkanlılığımı kaybedip, arkadaşlarımı etkileseydim, biz o akşam ihtilali başlatırdık. Sonu ne olurdu bilmiyorum, ama böyle bir tehlikeyi zihnimde yaşadım. Neyse ki, kendimi güçlükle frenledim ve onlara hiçbir şey söylemedim. Komutanların gidiş dönüşlerini sürekli izledim. Arkadaşları da uyardım : "Genelkurmay Başkanı geliyor, dikkatli olun," diye. Bir tutuklama olsaydı, biz ayaklanırdık. O gün ihtilal başlardı ve tabii diğer birliklere de yayılırdı..
Ordunun içerisinde o sırada başka organize bir grup var mıydı, bilemiyorum. Belki vardı, ama bunlar Ankara'da, İstanbul'da olaylara bizim kadar hükmedebilme şansına sahip değildiler. Biz bütün kilit noktalardaki birliklerde örgütlüydük. Bu kilit yerlerdeki çevrelerine söz geçirebilecek durumda olan seçkin subayların küçücük de olsa bir örgüt halinde bulunması, ülkenin şartları ihtilale yaklaştığı anda bir müdahale yapma gücü kazandırıyor.
Birçoğumuz birlik başında bile olmayan, yüzbaşı ile albay arasında küçük rütbeli subaylardık. Nasıl oldu da bu küçücük heyet bu kadar etkin olabildi ve Türkiye'yi 27 Mayıs gibi bir olaya götürebildi ?.. Bu, başlangıçta anlaşılamamıştır. Sanılmıştır ki bu, yıllardır hazırlanan muazzam bir örgüttür. Zamanı geldiği vakit de müdahale ederek problemi çözmüştür. Belki biraz daha derinlemesine düşünenler, bizim bu işi küçük bir grup olarak düzenlemediğimizi ve ordunun diğer kademelerini de etki altına aldığımızı sonradan anlamışlardır..

     

Sekiz aydır görevli olduğum I.Ordu Komutanlığı Karargahında benden başka ihtilalci subay yoktu. 28-29 Nisan Olayları ertesi sıkıyönetim ilan edilince II. Kolordudan Ahmet Yıldız ve 61. Tümenden Mehmet Özgüneş geldiler ve böylece üç kişi olduk..
26 mayısı 27 mayısa bağlayan gece, Harbiye'de I. Ordu Karargahında, ihtilali yöneten çeşitli rütbelerden subaylar toplandık. Orhan Kabibay, Mucip Ataklı, Haydar Tunçkanat, Suphi Gürsoytrak, Ahmet Yıldız, Mehmet Özgüneş, İlyas Albayrak ve Ordu Karargahı Bölük Komutanı Attila (soyadını hatırlayamıyorum) aramızdaydı.
Bu toplantıdan önce Beyazıt'da üniversite bahçesinde saat 20:00 sularında ihtilale katılan başlıca birlik komutanları, tabii en başta Orhan Erkanlı, Ahmet Er, Şükran Özkaya, Abdülvahit Erdoğan, Muammer Şahin ve şimdi hatırlayamadığım 15-20 subay, "ayak divanı" denilebilecek bir toplantı yapmıştık. Toplantıda en yüksek rütbeli subay Yarbay Abdülvahit Erdoğan, "Numan gel bakalım, anlat kim ne yapacak ? Herkes senin ordu adına vereceğin talimata göre hareket etsin" dedi. İhtilal komitesi adına ve Ordu Karargahında çalışan kurmay olarak, ihtilal emirlerini ilgili arkadaşlara talimat olarak verdim. İstanbul'da ihtilal planını, hazırladığım taslak üzerinde Türkeş, Erkanlı ve Kabibay ile tartışarak sonuçlandırmıştık. 
O gecenin parolasını da "Vatan ve Namus" olarak saptadım ve teklif ettim.
O bildiriden itibaren, ihtilal fiili olarak başladı...

     


614 ) ÇANAKKALE SAVAŞINDA PLEVNE GAZİSİ BİR ANZAK !..

     

Hava ısınmaya başladığı için, iki siper arasında cansız yatan insanların cesetlerinden ağır kokular yükselmektedir. Her iki taraf da ölülerini gömmek ve inleyen yaralılarını toplamak için ateşkes ilan eder..
Sabah saat 08:00'de Anzak askerleri ve Türkler beyaz bayraklarla siperlerinden çıkarak cesetleri toplamaya başlar. Anlaşmaya göre, her iki taraf kendi bölgesinde kalan düşman askerini orta çizgiye kadar taşıyacaktır. Takvim yaprakları 24 Mayıs 1915'i gösterirken tıp tarihinin en çarpıcı öykülerinden biri gün ışığına çıkacaktır !..
Çanakkale Savaşı'nda her iki tarafın da birbirine en çok yaklaştığı, sigara ve yiyecek ikramı yaparak birbiriyle tanıştığı o gün, Türk doktorlar ve sıhhiye erleri gözlerini 60 yaşını geçmiş bir Avustralyalı doktorun üzerinden ayıramazlar. Türk şehitler arasında dolaşan, yaralılara yardım etmeye çalışan bu doktorun göğsünde "Mecidi" ve "Osmanlı" nişanlarının yanı sıra bir de Osmanlı madalyası takılıdır !..
Türk doktorlar, şehit ve yaralıların eşyalarını çalan bu adamdan adeta tiksinirler. Hele, ölü soyuculuğu yapan ve çaldıklarını hiç utanmadan göğsüne takan adamın doktor olması, gördüklerinin daha da utanç verici bir hale gelmesine neden olur.
Bizimkiler kendi aralarında Avustralyalı doktorun ayıbını konuşurlarken, duydukları ses karşısında iyice şaşırırlar :

"Ben hiç kimseden çalmadım madalyaları. Plevne savunmasında Gazi Osman Paşa'nın adına savaştığım için takıldı onlar göğsüme !.."

Ölü soyguncusu sanılan doktorun Türkçe konuşması ölüm sessizliğinin üstüne daha da büyük bir sessizlik katar.. Çanakkale Savaşı'nda, yerde yatan binlerce ceset arasında karşılıklı birbirine bakan Türk doktorlar ve bir Avustralyalı doktor. Bir bahar sabahının güneş ışığı Avustralyalı doktorun göğsüne takılı Türk nişan ve madalyalarında parlamaktadır !..



Melbourne'da başladığı tıp eğitimini Edinburgh'da tamamlayan Doktor Charles Snodgrass Ryan, Roma'da bulunduğu sırada "London Times" gazetesinde bir ilan görür. İlanda, Türklerin askeri cerrah aradığı yazılıdır. 1876'da İstanbul'a gelen Doktor Ryan, Rus Harbi'nde Plevne savunmasında yer alır. Savaş yıllarında Anadolu'nun doğusuna, Erzurum cephesine de giden Avustralyalı doktor, burada da tıp sanatının ışığını insanlara taşıdıktan sonra, 1878'de Avustralya'ya döner. Doktor Ryan, yirmi yıl sonra anılarını Türkçeye "Plevne'de Bir Avustralyalı" adıyla dilimize çevrilen kitabında yayımlar..
Doktor Ryan bu kitabında, Plevne'de dört süngünün ucuna takılı mumların ışığı altında yaptığı ameliyatları, bir caminin içini dolduran cesetler arasında nasıl yaralı aradığını ve ateş hattında atıyla yaralı askerleri nasıl taşıdığını ve daha nice ilginç öyküleri anlatır. 
Kitaptan bir bölüm :

"Geriye doğru yürürken Rus top mermilerinin başımın üstünden çığlıklarla geçtiğini duyuyordum. Bu yürüyüşümüz tabii pek yavaş oluyordu. Çünkü yürürken hem atı idare ediyor, hem de yaralıları attan düşürmemeye çalışıyordum.."




Kırk yıl önce hayatlarını kurtarmak için kendi hayatını ortaya koyduğu Türk askerlerinin cesetleri arasında Plevne'yi anlatan Doktor Ryan'ın gözleri dolar... Türk subaylar ve doktorlar öpmek için onun ellerine yapışırlar !..
Sonra.. Sonra herkes birbirine ateş etmek için yeniden siperlerine doğru yürür..
Türkler bir ara geriye bakarlar..
Doktor Ryan, göğsünde bir zamanlar hayatlarını kurtardığı insanlar için takılan madalyaların, yüreğinde ise yine aynı insanların cansız bedenleri arasında yürümenin ağırlığıyla iki büklümdür !..    








SUNAY AKIN'IN "Geyikli Park" adlı kitabından alıntıdır..

613 ) ALİ SUAVİ VE ÇIRAĞAN OLAYI...

   

Yoksul bir aileden gelen Ali Suavi, 1839'da İstanbul'da doğdu. Rüşdiye öğreniminden sonra bir yandan devlet memurluğunda bulundu, bir yandan medresede eğitim gördü. Hacca gidip döndü. Medrese ve rüşdiye öğretmenliği, devlet memurluğuyla süren yaşamının akışı, Filibe Tahrirat Müdürlüğü görevine son verilmesi üzerine yön değiştirdi. İstanbul'a döndü, "Muhbir" gazetesinde yayımlanan siyasal yazılarıyla muhalefet yapmaya girişti. Aynı zamanda gazetenin yöneticisiydi. Yazılarında hükumetin dış politikasına eleştiriler yöneltmekle yetinmiyor, "satır aralarında" özgürlük yanlısı bir tutum izliyordu. Gazete Matbuat Müdürlüğü tarafından kapatıldı. Sadrazam Ali Paşa'nın basına sansür getiren "Kararname-i Ali"yi yayımlamasının ardından, Ali Suavi, 1867'de Kastamonu'ya sürgün edildi..
Mustafa Fazıl Paşa'nın yardımıyla gizlice Kastamonu'dan İstanbul'a geldi ve Avrupa'ya kaçtı. Önce Paris'te yaşadı, oradan Londra'ya geçerek Türkiye dışındaki ilk Türkçe muhalefet gazetesi "Muhbir"i çıkardı. Ancak Yeni Osmanlılar ile anlaşamaması ve Mustafa Fazıl Paşa'nın desteğinden yoksun kalması üzerine gazeteyi kapatmak zorunda kaldı. Daha sonra Paris'te "Ulum" gazetesini yayımladı ; gazeteye ek olarak verdiği "Kamusü'l-Ulum ve'l-Maarif" Osmanlı basınında Batılı anlamda ansiklopediciliğin ilk örneklerindendi. 1871 Fransız-Alman Savaşı sırasında gazetesini Lyon'a taşıyarak "Muvakkaten Ulum Gazetesi Müşterilerine" adıyla yayımladı..
Sultan Abdülhamid tahta çıkınca Ali Suavi'yi affetti. Bundan yararlanarak "muallimesi" sıfatını taşıyan, gerçekte nikahsız eşi olan "çok güzel, çok şık, çok genç" bir İngiliz kadınıyla İstanbul'a döndü ve padişahın özel danışmanlığı (müşavir-i has) ile Mekteb-i Sultani (Galatasaray Lisesi) müdürlüğüne getirildi. Ancak, çok kısa bir süre sonra, her iki görevine de son verildi ve gözaltında tutulur oldu..
Bu tarihten sonra "Basiret" gazetesinde yazan Ali Suavi, bir yandan da Çırağan Baskını'nın hazırlıklarına başladı..
Medreseden yetişen tek Yeni Osmanlı idi.. 
Osmanlı-Türk düşünce tarihinde birtakım yeniliklerin öncüsü oldu. Öteki Yeni Osmanlılar gibi şeriat düzenine bağlı kalınmasından yana değildi. Bir ara halifeliğin kaldırılmasını da savundu. İslamiyetin günün gereklerine uydurulmasından ve İslam adaleti kavramına bağlı "iyi bir hükümdar"dan yana olmuş, bir anlamda laikliği benimsemiştir. Namaz surelerinin Türkçeleştirilmesini de savunan Ali Suavi, aynı zamanda Türkçülük akımının öncülerinden biridir. Orta Asya Türklüğünden söz eden "Hive" adlı bir kitabı vardır. Latin harflerinin alınmasını ve bilimsel terimlerin Latinceden olduğu gibi aktarılmasını da gerekli görmektedir..



Ali Suavi'nin karakterine gelince...
"İlk Türkçü", "Sarıklı ihtilalci", "Baş veren İnkılapçı" gibi sanlarla anılmış, kimi kez Türkçülük, kimi kez ilericilik adına övgüler düzülmüş olan Ali Suavi, kendisini tanıyanların yazdıklarından anlaşıldığına göre benmerkezci bir kişidir. Midhat Cemal Kuntay, ciddi bir incelemeye dayanan kitabında, "Olaylar ve insanlar hep kendisine izafetindi" diyor. Yükselme tutkusu sonsuzdu. Bundan dolayı yaşamında ve düşüncelerinde birtakım çelişkiler gözlemlenmiştir. Örneğin, padişahlar için "sümüklü halifeler" dediğini unutmuş ve İkinci Abdülhamid'e "müşavir-i has" olmaktan, ona yaranmak için Midhat Paşa'yı ve Meşrutiyet'i yeren yazılar yazmaktan geri kalmamıştır. Ali Ekrem Bolayır'a göre, "Bugün fikri hür, yarın dindar, şimdi edebiyatçı, şimdi alim, şu dakikada siyasi, biraz sonra fen bilgini geçinen" bir kişidir o...

Sultan Abdülhamid ise beklemeyi, kinini gizlemeyi bilir. Özel danışman ve Mekteb-i Sultani'ye müdür yaptığı Ali Suavi'yi, günün birinde kendisine karşı çıkacağını düşünerek görevlerinden almıştır. (Padişah, yalnız onu değil, bütün Yeni Osmanlıları çeşitli yollarla ortadan kaldırma, etkisizleştirme siyaseti izlemiş ve bunda başarılı olmuştur.)
Olayın önemli nedenlerinden biri budur. Ali Suavi'nin, arasının açıldığı diğer Yeni Osmanlıların ulaşamadığı bir başarıya erişme tutkusu. Bu tutku, onu 1877-78 Savaşından sonra ülkenin içinde bulunduğu hoşnutsuzluktan, yoksulluk ve yoksunluktan yararlanmaya yöneltmiştir. Ayrıca, halk arasında dolaşan, tahttan indirilen Beşinci Murad'ın iyileştiği yolundaki söylentilerden de yararlanmak istemiştir. 



Kısacası, çevresine topladığı birkaç kişi ve elde ettiği Rumeli göçmenleriyle, sonucu önceden kestirilebilecek bir serüvene atılmıştır. Bu yüzden, "Suavi'nin mecnun olduğu anlaşıldı," diyen Abdülhak Hamid'e hak vermek bile mümkündür. Bir başka yoruma gidilerek, sözü geçen savaşın "fikir ve ihtilal adamını harekete getirmesi ve etrafına kendisi gibi düşünürleri toplamak istemesi gibi bir refleks ürünü" de denilebilir..

Ali Suavi, Çırağan Sarayı'nı basıp Beşinci Murad'ı yeniden tahta çıkarma (kimi kaynaklara göre, bir İngiliz gemisiyle Balkanlar'daki Rodop'a kaçırıp orada savaşımın başına geçirme) hazırlıklarına girişmişti. Olay sırasında Abdülhamid'in öldürülmesinin düşünüldüğünü öne sürenler de vardır..
Hazırlıklar Ali Suavi'nin Üsküdar Şemsipaşa'da kiraladığı Direkli Yalı'da yapıldığından, onun ve çevresindekilerin oluşturduğu gizli örgüte "Üsküdar Komitesi" de denilmiştir. Ali Suavi'nin bir yazısında Sem-ü Taat Cemiyeti sözünün (Suavi, bu adı Kur'an'daki "Kalu Semi'na ve ata'na" / İnananlar derler ki : İşittik ve itaat ettik" ayetinden alıyordu) kullanılmış olması dolayısıyla, örgütü böyle adlandıranlar da vardır..
Ali Suavi bir yandan Filibe'den tanıdığı kişiler aracılığıyla Rumeli göçmenlerini elde etmeye, bir yandan da divan şairi ve Beşinci Murad'ın yakınlarından Süleyman Aslan Sopasalan, Filibeli Hacı Ahmed Paşa, Üsküdarlı Hafız Nuri Bey, Hacı Mehmed, Hafız Ali gibi kişilerle toplanıp tasarılar yapmaya koyuldu. Fatih ve Ayasofya Camilerinde propaganda yapılarak halkın Abdülhamid yönetimine karşı kışkırtıldığı, bu arada komutanlarla ilişki kurularak bir fırka asker sağlandığı öne sürülmüştür. 
19 Mayıs 1878 günlü "Basiret" gazetesinde Ali Suavi'nin şu yazısı (ya da parolalı çağrısı) yer aldı :
"Herkes ve gazeteler bugünkü durumun tehlikesinden söz etmektedirler. Bendeki büyük inanca göre söyleyeceğim şeyi herkesin dinleyeceğine kuşkum yoktur. Bugünkü tehlike çok büyüktür. Ama çaresi pek kolaydır. Yarınki sayıda, herkesin izniyle, bu çareyi kısaca belirtip açıklayacağım. Bugün şu mektubum, yarınki yayına genel dikkati çekmek içindir efendim.."



Ertesi gün öğleden önce, Suavi'nin Kuzguncuk'tan sandallara doldurduğu Rumeli göçmenleri Çırağan Sarayı rıhtımına çıktılar. Bir grup göçmen de Tophane yolundan gelmişti. Göçmenlerin sayısı, çeşitli kaynaklara göre 200 ile 1000 arasında değişmektedir..
Gelenler Beşiktaş Muhafızlığına bağlı askerlerin tüfeklerine hedef oldu. Silah sesleri Yıldız Sarayı'nda işitilip de "Sultan Murad'ı tahta çıkaracaklar" sözleri ortalığa yayılınca, Sultan Abdülhamid ile saray adamları kılıçlarını kuşanıp silahlarını taktılar. Çırağan'a hemen birkaç tabur asker gönderen Abdülhamid, ayrıca üniformasını da giyerek, yaşamında ilk ve son kez, savaşmaya hazırlandı. Yanında bulunanlardan Eğinli Müşir Said Paşa, "Curnal" adını verdiği günlük defterinde olayı şöyle anlatıyor :
"Çırağan Sarayı'na Beşiktaş Karakolundan Hasan Paşa, zaptiye askerleri ile girip oradaki fesatçıları vurmuş ve yaralamış olduğundan, bu fesadın önü saat 7'de (alaturka saat) alındı. Bu işte Hasan Paşa güzel hizmet etti. Sarayda tutulup Yıldız'a getirilen göçmenlerden anlaşıldığına göre, bu fesada kalkışanların çoğu Filibe göçmenlerinden olup, Ali Suavi reisleri olduğu halde, bir gün önce 'Balkan'a asker gönderileceğinden yarın saat 3'de Tophane'de toplanıp orada silahlarınızı alacaksınız' diyerek bir ihtiyar göçmen ve Çerkes kılığında bir adam aracılığıyla sözü geçen göçmenlere bildirilmiş olmakla, Çırağan'ın Paşa Dairesi kapısında birkaç yüz göçmen toplanıp, nöbetçinin silahını alıp, onu yaralayarak bahçeye girdikten sonra, deniz tarafında bulunan köşkün camlarını kırarak saraya dahil olmuşlardır. Suavi, Murad Efendi Hazretlerinin kolundan tutup, 'Aman efendim, gel, bizi Moskoflardan kurtar' diyerek fesatçı ve ahmakça niyeti ile, avenesiyle birlikte dışarıya çıkarmaya çalışırken, açıklandığı şekilde içeriye giren zaptiye askerleri tarafından karşı konularak, 23 adam öldüğü gibi, 15'i aşkın da yaralı olmak üzere geri kalanları ele geçirilmiştir. Ali Suavi ile ihtiyar göçmen de ölenler arasındadır. Bu feci olayın Suavi'den başka düzenleyicileri olup olmadığını anlamak için Yıldız'da sorgu kurulu oluşturuldu.."



Sultan Murad'ın odasına kadar girerek onu dışarıya kadar çıkarmış olan Suavi, Beşiktaş Muhafızı Hasan Paşa tarafından öldürüldü. Okur yazar olmayan, imzasını Arap sayılarından 7 ile 8'i yazıp arasını bir çizgiyle birleştirerek (Hasan anlamına geliyordu) attığı için "Yedi Sekiz Hasan Paşa" (üstte) diye anılan bu zat, Ali Suavi'nin sol yanına sopayla hızla vurmuş, hemen orada düşüp ölmesine yol açmıştı..
Dolmabahçe Sarayı önünde duran savaş gemilerinden deniz erleri de gönderilerek olay tamamen bastırıldı..

Mabeyn Başkatibi Said Paşa'nın (sonra birkaç kez sadrazamlık yapan Küçük Said Paşa) başkanlığında toplanan bir komisyonca hazırlanan soruşturma belgeleri, Alyanak Mustafa Paşa başkanlığındaki Divan-ı Harb-i Örfi'ye (sıkıyönetim mahkemesi) gönderildi. Sanıklar, çok geçmeden ortaya çıkarılan Kleanti-Skalieri -Aziz Bey Komitesi üyeleriyle birlikte Taşkışla'da yargılandılar. Ekim 1878'de yargılama sona erdi ; sanıklar idam, hapis ve sürgün cezalarına çarptırıldılar. Abdülhamid idam cezalarını yaşam boyu hapse çevirdi..
Ali Suavi'nin mektubunu "Basiret" gazetesinde yayımlayan KBasiretçi Ali Efendi Kudüs'e sürüldü ve İkinci Meşrutiyet'in ilanına kadar, 30 yıl, orada yaşadı.. 
Olayın diğer sonuçları şöyle özetlenebilir : Beşinci Murad'ın annesinin Mekke'ye gönderilmesi, akıl hastası Beşinci Murad için hastane ve hapishane olarak kullanılan Çırağan Sarayı'nın bir zindana dönüştürülmesi, İkinci Abdülhamid'in tahttan uzaklaştırılma kuruntusunun tıp yönünden delilik sayılabilecek dereceye varması, dolayısıyla baskı rejimini sağlamlaştırması, Sadık Rıfat Paşa'nın (Olay patlak verdiğinde saraya gerektiği kadar acele ederek gelmediği ve makamında olayın sonucunu beklediği için) sadrazamlıktan uzaklaştırılıp önce valiliğe atanması, ardından Limni adasında yaşamak zorunda bırakılması.. 

Ali Suavi'nin İngilizlerle, Masonlarla, hatta askeri birliklerle ilişkisi bulunduğu yolundaki, kanıtlanamayan (olaydan sonra eşi, mektup ve belgeleri yakmıştır) iddialara, olayı Sultan Abdülhamid'in düzenlettiği yolundaki söylentiyi de eklemek gerekir.. Ebüzziya Tevfik'ten ve Suavi olayından sonra Abdülhamid'in sarayından uzaklaştırılan Nişli Mahmud Bey ile eski başhafiye Yusuf Bey'den aktarılan bu söylentiye göre ; Abdülhamid'in amacı Sultan Murad'ı Çırağan'dan çıkartmak, sonra da ülkede ihtilal oluyor diye öldürmekti ; bunun için Suavi'ye ve göçmenlere para vermişti. Ancak, Beşiktaş Muhafızı Hasan Paşa bunu bilmediği için, zamanından önce yetişerek Suavi'yi öldürmüştü. 
Bu, hiçbir kanıta dayanmayan bir söylenti olmaktan öteye gitmez..



KAYNAKÇA :

Alpay Kabacalı, "Türkiye'de Basın Sansürü" ; Midhat Cemal Kuntay, "Sarıklı İhtilalci, Ali Suavi" ; "Ali Ekrem Bolayır'ın Hatıraları", Hazırlayan : M. Kayahan Özgül ; Abdülhak Hamid, "Mektuplar C.II" ; Tarık Zafer Tunaya, "Türkiye'de Siyasi Partiler" ; Mehmet Hocaoğlu, "Abdülhamid'in Muhtıraları" ; (Basiretçi) Ali Efendi, "İstanbul'da Elli Yıllık Önemli Olaylar" 



612 ) YÜKÜ UMUT OLAN VAPUR !...



İngiltere'nin Glasgow yakınlarında bulunan Paisley'deki H. Mac Intyre Tersanesi'nde yapılan şilebe "Trocadero" adı verilir. 1878 yılında yüzdürülmeye başlanan Trocadero, 47 metre uzunluğunda, bir bacası ve iki direği olan şık bir vapurdur.
Yedi yıl sonra, Atina'da bulunan bir şirket tarafından satın alınan vapurun adı "Kymi" olarak değiştirilir. 1891 yılının 12 Aralık günü, Erdek'teki kayalıklara çarparak batan 279 grostonluk vapur, kurtarıldıktan sonra onarım görür ve yeniden yüzdürülür. Şirketin ilk fırsatta elinden çıkardığı vapurun kayıtlı olduğu yeni liman İstanbul'dur. P. Derasemo Kumpanyası, Yunanlılardan aldığı vapuru 1894 yılında İdare-i Mahsusa'ya satar. Dalga yorgunu vapur, Mürefte'den Şarköy'e posta seferi yaparken E-11 İngiliz denizaltısının saldırısına uğrar. Zavallı gemi, Silivri'nin 10 mil açığında torpillenerek, bir kez daha batar..
Ama, umut kesilmez emektar gemiden. Denizden çıkartılarak onarım görmesine karar verilir. "Martıları peşinden yeniden koşturacak" duruma gelince de Haliç'e bağlanır. Kaptanlığına da, usta denizci İsmail Hakkı (Durusu) getirilir. 48 yaşında olan İsmail Hakkı Kaptan, birçok gemide çalışmış bir deniz kurdudur. Batan bir gemiden kurtulmayı başarıp, verdiği savunma sonrasında suçu bulunmadığı anlaşılınca, 1 Mayıs 1919'da geri döner mesleğine.. Ve kaptanlığını yaptığı yeni gemisiyle, 16 Mayıs gününün akşamüzeri, İstanbul'dan ayrılır. Karadeniz'e doğru yol alan vapurun, daha önce "Trocadero", "Kymi", İdare-i Mahsusa'ya kaydolunca "Panderma" yazan küpeştesinde, 1910 yılında Osmanlı Seyr-i Sefain İdaresi'nin kurulmasının ardından konulan yeni adı okunur : "Bandırma"...



Kıyıya çok yakın bir yol izleyen İsmail Hakkı Kaptan, bir İngiliz gemisiyle karşılaşmaları halinde Bandırma'yı karaya oturtmakta kararlıdır. Çünkü, hareketten bir gün önce Mustafa Kemal Paşa'nın Şişli'deki evine gitmiş, kendisine yolculuk hakkında bilgi vermiş, her olasılığı en ince ayrıntısına kadar konuşmuşlardır. Böylesi bir durumda, yolcular karaya çıkacak ve gizleneceklerdir. İstanbul'dan ayrılışlarının ertesi günü, 17 Mayıs'ta, İngilizlerin bir savaş gemisiyle 100 kadar askeri Samsun'a çıkardığı haberi gelince, Mustafa Kemal Paşa, 18 Mayıs'ta Sinop'ta karaya çıkar. İngilizlerin, 9 Mayıs gününde de asker göndermiş olduğunu çok iyi bilen Paşa, Sinoplulara Samsun'a karadan yol olup olmadığını sorar. Aldığı olumsuz yanıt üzerine de İsmail Hakkı Kaptan'ın yanına geri döner.. 



Ders kitaplarında Atatürk'ü Samsun'a götürenin pusulasız, son derece çürük bir vapur olduğu anlatılır. Bu bilgiler, Falih Rıfkı Atay'ın bir gazetede yayımlanan yazısında yer alır. Atay, kaptanın Karadeniz'e ilk kez çıktığını, rota belirlemediğini, Atatürk'ü de ilk kez vapurda gördüğünü yazar. Oysa İsmail Hakkı Kaptan'ın torunu bu konuda, yıllar sonra : "Yapılan yayınlarda, dedemin rencide olmasına yol açan bazı yanlışlar yer aldı. Bunların başında dedemin Karadeniz'e ilk defa çıktığı ifadesi gelmekteydi. Kendisine acemi kaptanlık yakıştırması dedemin çok ağırına gitmiş. Annemden çok dinlediğime göre dedem, Karadeniz'i avucunun içi gibi bilen, tecrübeli, dirayetli bir deniz adamıymış."
İsmail Hakkı Kaptan, Falih Rıfkı Atay'ın yazısının çıktığı gazeteye gönderdiği düzeltme yazısının yayımlanmasını bekler, ama boşuna !... Cesur kaptan, 1940 yılında, 69 yaşında ölürken, gerçekleri yazdığı yazının yayımlandığını göremez.. Böylelikle, Atatürk ile yaptığı görüşmeden, Karadeniz'e birçok kez sefer yaptığından, Bandırma'nın iki pusulası bulunduğundan kimselerin haberi olmaz. İsmail Hakkı Kaptan, çok az olan emekli maaşının düzeltilmesi için de, hiçbir ricada bulunmaz. Oysaki, Atatürk ile görüşen kamarotu kendisine İsmail Hakkı Kaptan'ın maaşının üç katını bağlatır !..
Bandırma vapurunun kaptanı kırgındır Atatürk'e.. Bunun nedeni de, büyük olasılıkla, Atatürk'ün o günleri şöyle hatırlamasıdır : 
"Artık Şişli'deki evi bırakmak üzereyiz. Bandırma vapuru rıhtımda hazır. Karargahımızdan olanlar muayyen saatte rıhtımda toplanmış olacaklardı. Otomobil kapının önündeydi, evde, vedaları bitirmiştim. Tam o sırada gelerek beni büroma götüren bir dostum, aldığı habere göre benim hareketime ya müsaade edilmeyeceğini veya vapurun Karadeniz'de batırılacağını söyledi. Yıldırımla vurulmuşa döndüm. Daha sonra vaktiyle uzun süre yanımda çalışan bir kurmay da gelerek, yanında çalıştığı bir damattan aynı şeyleri öğrendiğini bildirdi. Bir an yalnız kaldım ve düşündüm. Bu dakikada da düşmanların elinde idim. Bana her istediklerini yapamazlar mıydı ? Beynimden bir şimşek geçti. Tutabilirler, sürebilirler, fakat öldürmek !. Bunun için beni Karadeniz'in coşkun dalgaları arasında yakalamak lazımdır. Hemen karar verdim. Otomobile atlayarak Galata Rıhtımına geldim. Baktım ki, yanaşmış olacağını sandığım vapur uzaklardadır. Sandallarla vapura gittik. Kaptana yola çıkmak emir verdimse de Kız Kulesi açıklarında muayeneye tabi tutulduk. Birkaç yabancı subay ve asker bizi yoklayacaklardı. Muayene uzayıp gitti. Gelip gidildiğine göre acaba bunlarla şehirdekiler arasında bir muhabere mi vardı ? Maksat beni tevkif etmekse, bütün bu şeylere gerek yoktu. Sıkılıyordum. Bir kararsızlık da olabilir diye düşündüm. Bundan faydalanmak için kaptana hareket hazırlıklarını çabuklaştırmasını söyledim. 27 yıllık kaptan demir almaya başladı. Ben kaptan yerinde idim. Subaylar ve askerler dışarı çıktılar, hareket ettik. 16 Mayıs 1919, İstanbul Boğazı'ndan çıkarken, kaptana tehlike ihtimallerini anlattım. Cevap verdi. 'Ne aksi, bu denizi pek iyi tanımam. Pusulamız da biraz bozuk..' Mümkün olduğu kadar kıyıları takip etmesini tavsiye ettim. Çünkü bundan sonra benim tek isteğim Anadolu'nun herhangi bir kara parçasına ayak basmaktan ibaretti."

1871 doğumlu olan İsmail Hakkı Durusu'nun, 20 yaşındayken Leyli Ticaret-i Bahriye Mektebi'nden stajyer olarak diploma aldığını düşünürsek, "Nutuk" taki "27 yıllık kaptan" tanımlamasının doğru olduğu ve Atatürk'ün kaptanı tanıdığı açıktır. Ayrıca, kaptanın Karadeniz için söylediği "Pek iyi tanımam" sözünden bu denize daha önce çıkmış olduğu anlaşılır. Gemi pusulasının "biraz bozuk" oluşu da, yeterli verim alamamak tasasının dışa vurumudur. İsmail Hakkı Kaptan'ın kırgınlığı, Atatürk'ün Şişli'deki evine yaptığı ziyaretin hatırlanmadığından ya da anlatımda bu karşılaşmaya yer verilmemesinden kaynaklanıyor olsa gerek. Tüm bu varsayımlar, Bandırma'nın iki kere batmış bir gemi olduğu gerçeğini değiştirmez. Böyle bir gemiyle, bir kez daha batırılma tehlikesi altında yapılacak olan yolculuk elbette ki zorlu geçecektir..



1927 yılının 1 Temmuz günü, Mustafa Kemal Atatürk, İzmit'den bindiği Ertuğrul yatıyla İstanbul'a hareket eder. Sekiz yıl aradan sonra ilk kez geldiği Boğaz'ın girişinde bayraklarla süslü gemiler arasında Bandırma'yı göremez ve yanındakilere nerede olduğunu sorar. Aldığı yanıt şudur : "Seferde ya da bakımda efendim."
Bu sözlerle "Bandırma" vapuru bir lez daha birilerinin yalanına alet edilir. Emektar vapur 3 yıl önce, 1924'de kadro dışı bırakılarak sökülmüş ve hurda olarak satılmıştır !..   




 SUNAY AKIN'IN "Önce Kadınlar ve Çocuklar" adlı kitabından derlenmiştir..

611 ) ÖNCE DİRENEN, SONRA DA BAŞ EĞEN BATI TRAKYA

    

Trakya bir kıyı şeridi halinde ("Doğu Rumeli" adını alan kuzey parçası dışında) Balkan Savaşlarına kadar Türklerin elindeydi.. Ne var ki Balkan Savaşı bozgunu, Osmanlı ordusunun Çatalca Hattı gerisine çekilmesine neden olacak ve bu hattın batısı ve Trakya, Balkan müttefikleri tarafından alınacaktı..
Ardından Londra Barış Konferansı gelecek ve Osmanlılar Midye-Enez batısındaki tüm toprakları da terk edecekti. Batı Trakya'Bulgaristan işgal etmişti. Daha sonra bu ülkeler savaş ganimetleri yüzünden bu kez kendi içlerinde birbirlerine düşecekler, Osmanlılar da fırsattan yararlanarak 23 Temmuz 1913'de Edirne'yi geri alacaktı. Osmanlılar bu fırsatı yakalamışken niçin daha ileri gidememişlerdi ?
Çünkü Meriç'in batısını aşmayacaklarına dair Batılı ülkelere garanti vermişlerdi !.

     

O sıralarda Bulgar çeteleri Batı Trakya'yı kasıp kavuruyor, halka zulüm yapıyordu. Bu tür haberlerin giderek artması üzerine Kolordu Kurmay Başkanı olan Enver Paşa, Eşref Sencer'e "bölgeyi zorbalardan temizleme" emrini vermişti. "Kuşçubaşı" Eşref Sencer (yukarıda solda), Süleyman Askeri (yukarıda sağda) ve diğer gerillacılarla, Teşkilat-ı Mahsusa adlı Osmanlı güvenlik örgütünün önde gelen isimlerinden biri olarak biliniyordu. 
"Umum Çeteler Kumandanı" sıfatı ve 116 kişilik son derece yetkin gerilla grubu ile bölgeye gönderilen Eşref Bey, Batı Trakya'yı baştan başa işgal etti.. Çok az bir kuvvetle bölgeyi kontrolü altına aldığı gibi, durmak da bilmeyen Eşref Bey İstanbul'dan yarım ağızla "dur" telgrafı çeken Enver Paşa'nın bu buyruğuna karşın, yoluna devam etmişti..



Gümülcine alınmış, 31 Ağustos 1913'de "Garbi Trakya Hükumet-i Muvakkatesi" (Batı Trakya Geçici Hükumeti) kurulmuştu. Cumhurbaşkanının Hafız Salih Efendi olduğu hükumeti Batı Trakya'nın ileri gelenleri oluşturuyordu.. Hükumet şu üyelerden oluşuyordu : Müderris Hacı İsa Efendi, Mehmet Paşa, Dedeağaç Merkez Kumandanı Binbaşı Süleyman Askeri Bey, İskeçeli Hilmi Paşa, Gümülcüneli Hafız Galip Efendi, Dedeağaçlı Hacı Saffet Bey, Mehmet Paşazade Şükrü Bey ve Hüseyin Paşa...
Tüm bu gelişmelerden İttihat ve Terakki'nin haberi olmadığı söylenemezdi. Gerçi hükumetin ilanı sırasında Sofya kadar İstanbul da hoşnutsuzluğunu göstermişti. Ama hepsi bu kadardı..
Teşkilat-ı Mahsusa'nın öncüsü, kurucusu Enver Paşa olacak ; İttihat ve Terakki'nin Batı Trakya ileri gelenleri bu hareketin içinde yer alacaktı da Osmanlı Hükumeti bunun dışında mı kalacaktı ?.. Bu, şu yönden de kabul edilemezdi ; çünkü Süleyman Askeri, Teşkilat-ı Mahsusa'nın liderlik yetki ve niteliklerini üstünde topladığı gibi aynı zamanda Cemiyet'in Batı Trakya'daki beyniydi. Ayrıca yanında her zaman beraber olduğu ve olacağı Eşref Sencer de vardı..
Tüm bunlara karşın Osmanlı Başkumandanlığı Trakya'nın boşaltılması emrini 25 Eylül tarihinde verdi. Batı Trakya "operasyonunu" yönetenler, bu karardan sonra İstanbul'un maddi yardımını alamadılar. Ama aldıkları önemli bir yer vardı : Dedeağaç ve Limanı (2 Ekim 1913).. Sonra da "Batı Trakya Hükumet-i Müstakilesi" (Batı Trakya Bağımsız Hükumeti) ilan edildi ve tüm resmi binalara bu bağımsız cumhuriyetin bayrağı asıldı. 
Yeni hükumet 30 bine yakın kişiyi silah altına aldı. Ayrıca pul bastırarak, 61 bin kişilik bir ordu için ayrı bir bütçe yaptı. Hükumetin sesini Avrupa'ya duyurması için, "Batı Trakya" adlı resmi bir ajans da kuruldu. 
Tüm bunlar olurken, uluslararası antlaşmalar bu Türk Cumhuriyetini 25 Ekim 1913'de ortadan kaldırdı. Ondan sonra da Batı Trakya bir daha Türk egemenliğine dönemedi...       



Gelelim 14 Mayıs 1919 gününe.. 
Gümülcine'de gün yeni başlıyordu. O sabah Batı Trakyalılar, özgür bir geleceğin düşleriyle uyandılar. Erken saatlerden itibaren kentin kenar semtlerinden gelen ve giderek sesi yükselen davul zurnalar eşliğinde söylenen "annem beni yetiştirdi, bu ellere yolladı.." şarkısı halkı coşku içinde bıraktı. 
Fransa himayesinde, kısa bir zaman için de olsa, yarı bağımsız yaşamanın tadını alan halk, bu sistemin devamını istiyor, ileride yapılacak referandumla tekrar Türkiye'ye katılma yolunun açılacağına inanıyordu. 
Binlerce insan ölmüş, niceleri Trakya'yı kanlarıyla sulamıştı. "Müslüman Birliği" örgütünün mensupları, tüm köyleri dolaşıp Fransız himayesinin geçici, esas amacın ise anayurda katılmak olduğunu anlatmışlardı. Bu nedenle tüm halk gelecekteki bu birleşmeye şartlanmıştı. 
General Charpie (aşağıdaki ilk resim, ortadaki açık renk üniformalı) ile ardından gelen diğer temsilciler hükumet konağından içeri girdiler. Hacı Hafız Galip, Hacı Yusuf, Tabak Halil Ağa, Ali Bey ve Osman Ağa Türkleri ; Zoldis Yunanlıları, Doçef Bulgarları, Karasu Efendi de Musevileri temsil ediyordu. 
"Türküz, ölürüz namusumuzla" marşı çalınırken temsilcilerin çıktığı görüldü. Ama sadece Yunanlı Zoldis'in yüzü gülüyordu !..
Türk temsilcilerin birer ikişer ortadan kaybolduğu sırada, Belediye Başkatibi Bursalı Şerafettin Bey'in balkona çıktığı ve titrek bir sesle halka hitap ettiği görüldü : "Hemşehrilerim, mümessillerimiz oylarını çoğunlukla Yunanlılar lehine kullanmışlardır. Musevi ve Bulgar mümessil ve bizden Hacı Yusuf Fransız yardımı ile Türk idaresi lehine oylarını kullanmışlardır. Durum budur.."
Türk Türk'ü vurmuştu !..
Halk kararı duyunca önce şaşkınlık geçirdi, ardından binlerce kişi, "Sohtalar Medresesi"ne doğru yürüyüşe geçti. "Trakya Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti"nden Hacızade Hakkı Bey'in öncülük ettiği on bini aşkın kitle, Peşdereli Tevfik Bey'in isyanına ortak oluyor ve onu dinliyordu :
"Bahtı kara Batı Trakyalı Türk kardeşlerim. Yine bir ihanete uğradık. Ne yazık ki bizden saydığımız ama bizden olmayanlar son ihanetlerini yapmışlar ve bizi Yunanlılara satmışlardır. Trakya birkaç kişinin kararı ile elden çıkamaz. Biz tek dereceli referandum istiyoruz. Şimdi bize yetki veriniz. Yapacağımız protestolar dikkate alınmazsa, tıpkı 1913'de olduğu gibi kendi gücümüze dayanarak silahlarımızla hükumeti kuracağız. Haklarımızı sonuna kadar savunacağız.."
Yunan ordusunun Gümülcine'yi işgal ettiği sıralarda karara itiraz eden Türk Heyeti Türklerin Batı Trakya'da nüfusun % 97'sini teşkil ettiğini, bu yüzden eyalet idaresinin kendilerine ait olduğunu büyük devletlere bir bildiriyle sundu. Bildiri, şu satırlarla son buluyordu :
"İnsan haklarının çiğnenmesine izin vermeyeceğinize inandığımız Ekselanslarınızdan, düşürülmek istendiğimiz onur kırıcı durumdan kurtarılmamızı medeniyet ve insanlık namına arz ederiz.."

Yunanlıların İzmir'i işgal ettiği haberi Batı Trakya'da duyulduğunda, Yunan yönetimine karşı olanlar şöyle konuşacaklardı : "Orada yakıp yıkanlar, kim bilir burada neler yapacaklar ?.."
Tarih onları haklı çıkaracaktı !..  





(ERGUN HİÇYILMAZ'ın "Başverenler ve Başkaldıranlar" adlı kitabından derlenmiştir..)

610 ) BİR KADIN GERİLLA : MEBRUKE HANIM...

     

İngiliz Gizli Servisi'nin kaynayan kazan haline gelen Ortadoğu'ya gönderdiği çoğu İrlandalı olan ajanlar, Kahire'deki Britanya Yüksek Konseyi'nin merkez binasında, dönemin en önemli toplantısını yapıyordu.
"Doğu İşleri" uzmanı Roland Stors, çığırından çıkan Arap hareketlerinden ve Alman karşı casusluk örgütlerinin eylemlerinden bıkmıştı. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi dert olmaya başlayan Teşkilat-ı Mahsusa en seçkin üyelerini bu İslam topraklarına göndermişti. Özellikle İngiliz ağırlığı hissedilen Hindistan ve Mısır gibi ülkelerde yoğun biçimde Britanya karşı politika güdülüyordu.
Ortaya konan sadece politika değildi. Gün gün artan silahlı eylemler sadece Stors için değil, Londra'dakiler için de dikkat çekici hale gelmişti. Tüm çabalara rağmen Osmanlı Özel Güvenlik Birliği "Teşkilat-ı Mahsusa" Ortadoğu'da cirit atıyordu..
Britanya Yüksek Konseyi'nin Kahire'deki toplantısı işte bu görünüş altında daha bir önem kazanmıştı. Toplantı, sıradan bir ajanlar toplantısı değildi..
Şam'daki Fransa Konsolosluğunun Teşkilat-ı Mahsusa gerillaları tarafından basılması ve son derece önemli bazı belgelerin kaçırılması, Fransızlardan çok İngilizleri tedirgin etmişti. Çünkü belgelerde Batı tarafından satın alınan ve desteklenen Osmanlı parlamenterlerinden, toprak ağalarına kadar işbirlikçilerin isimleri vardı. Daha da önemlisi bu işbirlikçilerin hangi ajanlarla işbirliği halinde olduğu da bu belgelerde yer alıyordu..
Birinci Dünya Savaşı öncesi Alman politikasına karşı Ortadoğu'da ortak olarak geliştirilen İngiliz-Fransız politikası, istihbarat işbirliğini de gerekli kılmıştı. Bu nedenle Fransa'nın Şam Konsolosluğu baskınından İngiltere'nin soyutlanması mümkün değildi..
Ronald Stors, "Bu nedenle," dedi, "Öncelikle köstebeği istiyorum.. Sonra da o üç Osmanlı fedaisinin kim olduğunu.."



Intelligence Service'in elemanları arasında kimler yoktu ki ? Karşı Casusluk bölümünün usta ismi Aubrey Hubert, Propaganda Şefi Wooley, Çöl Casusluk Birimleri sorumlusu Newcomb, şirketin Kahire Şefi Gilbert Clayton ve mesleğinde henüz pişmeye başlayan Lawrence..
İngilizler bu toplantının ardından Şam olayını çözeceklerdi. Adı çok duyulan ama ortalıkta hiç görünmeyen Lawrence, köstebeğin bir Fransız diplomatı olduğunu öğrenmişti. Aslen Mısırlı olan Hüseyin El-Riyad adlı Teşkilat-ı Mahsusa ajanı, bir kadın aracılığıyla güvenlik görevlisini elde etmiş ve konsolosun İstanbul'a maiyeti ile hareket ettiği gece, baskını yapmıştı..
Eylemi gerçekleştirenlerden birinin kadın olma ihtimali fazlaydı. Çünkü bombayla patlatılıp açılan kasanın uzağında bir tutam kadın saçı bulunmuştu. Bulunan kanlı saçın eylemci bir kadına ait olabileceği üzerinde duran ajanlar, başta Hüseyin El-Riyad olmak üzere tüm fedailerin kimliklerini saptamışlar fakat kadın gerillaya ait fazla bir ipucu bulamamışlardı..
Hüseyin El-Riyad idama mahkum edilmeden önce tüm belgeleri, işte İngilizlerin bir türlü kim olduğunu saptayamadığı bu kadın gerillaya teslim etmişti. Kadın, yani bilinen adıyla Mebruke Hanım, diğer üç eylemci ile tüm belgeleri Teşkilat-ı Mahsusa'ya verecekti..
Mebruke Hanım'ın ele geçirilmesi ve dolayısıyla belgelerin Osmanlıların eline geçmemesi için görevlendirilen Lawrence, Şam, Beyrut ve Kahire gibi Ortadoğu merkezlerindeki tüm Arap ajanların yardımlarına rağmen Mebruke Hanım'ı elden kaçırmıştı. Kuş uçmuş, Lawrence büyük bir yenilgi almıştı..

     

İntelligence Service'in üzüntüsü boşuna değildi. Beyrut'taki Amerikan Koleji tarafından aylığa bağlanmış Osmanlı milletvekilleri arasında İngilizler için çalışan ajanlar da vardı. 1909'da Arap Yarımadası'nda başlayan ateş, İttihat ve Terakki için pek çabuk söndürülecek türden değildi. Hele Balkan bozgunundan sonra durum, daha da içinden çıkılmaz bir hale gelecekti. 
Her ne kadar geç kalınmış olunmasına ve Arap özgürlük hareketlerinin yarımadayı tümüyle sarmış bulunmasına rağmen Teşkilat-ı Mahsusa faaliyetini istekle sürdürüyordu. İşte Şam baskınına ve oradaki belgelere bundan ihtiyaç duyulmuştu. Bu belgelerin ışığı altında örgütün "Arap Masası" dehşete düşülecek bir sonuca ulaşacaktı. İstanbul'da bir ihtilal örgütü vardı : El Eha-ül Arabi...
Kurucuları ise Fransa'da edebiyat öğrenimi yapmış, Şam milletvekili Şefik El Müeyyet ile Nedret-ül Madran'dı. (Madran daha sonra Suriye Başbakanı olacak). Meşrutiyet'in sağladığı özgürlükten alabildiğine yararlanan Arap milletvekillerinin örgüt merkezi Büyükada Nizam'daki bir köşktü. İlginçtir, bu köşkü kiraya veren kişi, aynı zamanda bir iş adamı olan Rum milletvekili Kozmidi Efendi idi..
Şimdi biraz düşünmek gerekiyor.. El Eha-ül Arabi'nin birinci kurucusu Şam milletvekili.. Diğer kurucunun kardeşi ise Hatay sorunu sırasında Suriye'nin başbakanlığını yapan kimse.. Örgüte yönetim merkezini tahsis eden, azınlığın İstanbul mebusu.. Anlaşılıyor ki, Arap ateşi söndürülmesi mümkün olmayacak boyutlara gelmiştir..
Ateşin bacayı ne denli sardığı ikinci baskında daha bir anlaşılacaktı. İlk baskından kurtarılan bazı dokümanlar, bu kez Fransızların konsolosluk deposuna kaldırılmıştı. Teşkilat-ı Mahsusa lideri Eşref Sencer, yeni bir baskın için Cemal Paşa'nın desteğini isteyecek ve Lawrence'in peşinden koştuğu ama bir türlü tuzağa düşüremediği o meçhul kadın, "şirket"i yine zor duruma düşürecekti..
Mebruke Hanım ; Ali Münif Bey, Sadık Bey, Yusuf Bey (Setvan) gibi, aklı da silahı da eyleme dönük, örgütün üst düzey kişileriyle temasta idi.. Bir bölüm üye Sadık ve Yusuf Bey ile Trablusgarp'a çıkacak, bir kısmı da Süleyman Askeri'nin yanında çöllerde mevzilenecekti. Sami (Çölgeçen) Bey'in yanında Afrika'ya çıkanlar, hatta Hindistan, Pakistan ve Endonezya'ya Teşkilat-ı Mahsusa'yı götürenler de vardı..
Mebruke Hanım ikinci eylemine yaralı olmasına rağmen katılmıştı. İngiliz Gizli Servisinin eylemlerde bir kadının yer aldığına dair yaptığı tespitler doğruydu. Fransız güvenliği Mebruke Hanım ile beş fedainin silahlı baskınına karşı duramadı.. Veya durmadı.. Çünkü Fransızlar her ne kadar Alman yayılmacılığına karşı İngilizler ile beraber görünüyorsa da Arap topraklarında Britanya'nın sömürgeciliğini de istemiyorlardı..
İngiltere'nin Osmanlılarla çatışmasından Fransa'nın göreceği bir zarar olmayabilirdi. Hatta zaman zaman Osmanlıların güç kazanması ve İngilizlerin Arap politikalarında zayıf düşmesi Fransız siyaseti için uygun bulunuyordu.. Bu nedenle İngilizler Teşkilat-ı Mahsusa'cıları Fransızlara bırakmamak niyetinde idiler... Ama bunu nasıl başaracaklardı ?..
Eldeki belgelere göre Suriye ve Lübnan, Fransız mandası istiyordu. Hicaz ise İngiltere'ye gönüllüydü. Irak, özerk olmak kaydıyla Osmanlı yönetiminde kalabilirdi. Mısır zaten ipleri koparmıştı. İngiltere ise Arabistan topraklarından geçen ve kutsal yerlere uzanan, Almanlara ait demiryolu projesini yok etmek ve böylece hem onları, hem de Osmanlıları Araplara vurdurmak istiyordu. Bunun için de Fransa'nın Lübnan ve Suriye'deki rahatını kaçırmak gerekiyordu. O zaman ne yapılmalıydı ?..
Intelligence Service birinci şart olarak "Araplaşmak" gereğine inanıyordu. Arapça ve Farsça dillerine vakıf, özellikle Osmanlı kökenli kişilerin ajan olarak kullanılmaları kadar, son derece profesyonel İngiliz ajanlarının da rahat provokasyon yapmaları, sabotajlara girişmeleri gerekiyordu.
Özetle Mebruke Hanım ve grubunun yaptığından çok daha fazlası yapılmalıydı. Seçilen birinci isim tabii ki Lawrence olacaktı. İkincisi de ilim irfan görmüş bir kadındı : Gertrude Bell...
Mebruke Hanım'ın ortadan kalkmasından çok, Osmanlı varlığına yönelik zayıflatma stratejisi akla daha yatkın gelmişti. Osmanlı'nın Arap topraklarından çıkarılması ile zaten Mebruke Hanım, Süleyman Askeri ve diğer eylemciler de silinip gidecekti...



ERGUN HİÇYILMAZ'ın, "Başverenler Başkaldıranlar" adlı kitabından derlenmiştir..       
   

609 ) SAYILI FIRTINALAR !..

    

Çerkes Arif Bey, Sultan Hamid devrinin sayılı fırtınalarındandır. Refi Cevat Ulunay, İstanbul kabadayılarını anlatırken, kitabında ona da yer vermiştir..
Arif Bey Göksu Kasrı'nın yakınındaki tahta köşkü kendisi için yaptırırken, Göksu Kasrı koruyucusu Arnavut tüfekliler ona kök söktürmüşlerdir. Başlarında Arnavut Tahir Paşa'nın (yukarıda solda) olduğu tüfekçiler, padişah köşkünün yakınında olması nedeniyle, evin yapımını engellemek isterler. Ama Arif Bey, Sultan Abdülhamid'in baş hafiyesi Fehim Paşa'nın (yukarıda sağda) himayesinde olan bir kabadayıdır. Nişancılıkta da üstüne yoktur. Ondan herkes çekinir. O günlerde Arif Bey'in sinirlendiği tek şey, Arnavut Tahir Paşa'nın çoğu İşkodralı, Draçlı, Tiranlı tüfekçileridir. Bunların Beyoğlu'nda, Galata'da caka satmalarına hiç katlanamaz..
Bir akşam Matlı Mustafa adında, Tahir Paşa'nın eşkıyalıktan gelme bir adamı Beyoğlu caddesinde, kafayı bir güzel çekmiş, nara atmaktadır. Bu arada, Fehim Paşa'ya savurduğu küfürlerin de bini bir paraya !..  Arif Bey de o sırada Pandeli'nin "Hanaki" adındaki meyhanesinde bir iki kadeh içmiş, Galatasaray'a doğru yürümektedir. Matlı Mustafa ile Arif Bey, Galatasaray Karakolu önünde karşılaşırlar. Elinde parlak ve uzun saplı bir pala taşıyan, zil zurna sarhoş durumdaki Mustafa, Arif'i görünce hemen "horozlanır".. "Nah mori, o Fehim pezevenginin bir adamı da bu heriftir !" der.. Arif Bey, o meşhur Osmanlı tokatlarından birini patlatır, ardından bir daha.. Palasını elinden düşüren Mustafa'nın yakasından tutup karakola kadar sürükler. Elinden tabancasını da aldıktan sonra onu bir çuval gibi zaptiyelerin önüne fırlatır ve "Alın şu keratayı" diyerek teslim eder..
Bu olay Tahir Paşa'nın tüfekçilerini çok kızdırır. Mustafa'nın elinden tabancasının alınmasını bir namus sorunu yapan Arnavutların aklında artık tek şey vardır : Arif Bey'den öç almak..




Sultan Hamid Çerkeslerle Arnavutlar arasında kanlı bir çatışmaya meydan vermemek için "iki takımın başları" olan Tahir Paşa ile Fehim Paşa'yı çağırtır, onları barıştırdıktan sonra, hem onlara hem de adamlarına armağanlar verir. 
O günlerde bir gün Fehim Paşa Göksu'ya, çayırın bitimindeki Arif Bey'in evine ziyarete gider. Hem bir kahve içmek, hem de olayı bir de onun ağzından dinlemek için.. Uzunca bir sohbetten sonra da kalkar. Arif Bey de konuğunu geçirmek için onunla birlikte çıkar, yürümeye başlarlar..  Fehim Paşa'nın geleceğini önceden öğrenenler çil yavrusu gibi dağıldıkları için, O gün Göksu'da in cin futbol oynamaktadır.. Kısacası hiç kimse "barıştırma" olayına inanmamıştır.. 
Çerkeslerle Arnavutlar Padişah tarafından barıştırılmıştır ama, Matlı Mustafa gece gündüz Arif Bey'i izlemektedir. Arif Bey de bunun farkındadır, fakat umursamamaktadır.. 
Bir akşam, yanında Lala Dimitri, Galata'da "Karakuş'un Gazinosu"na gidip bir masaya otururlar.. Biraz sonra Matlı Mustafa da gelir, tam da karşılarındaki bir masaya kurulur !.. Bir iki kadehlik bir "parlatma"dan sonra, Mustafa seslenir : "Arif Bey sana bir tek de ben ısmarlayayım mı ?.." Ardından da iki masa arasında karşılıklı bir laf atma yarışı başlar. Sonunda, daha fazla dayanamayan Arif Bey tabancasını çekip kurşunları Mustafa'nın kalbine doğru boşaltır.. Hedef doğrudur ama, Mustafa'nın sol cebindeki madeni tütün tabakası kurşunların yolunu saptırır !.. Böylece yüzde yüz bir ölümden kurtulan Mustafa da tabancasına sarılıp Arif Bey'e arka arkaya ateş eder. Üç kurşun yiyen Arif Bey oracıkta ölür. Gelen zaptiyeler Arif'i alıp götürürler..
Duruşma Ağır Ceza'da olur. Fehim Paşa mahkemeyi etkilemek için elinden geleni yapar ama Yargıç Hilmi Bey olayın kendini savunma olduğuna inanmıştır. 
Karar : Matlı Mustafa beraat !...
Belki de "beraat" sözünü kimse duymamıştır mahkeme salonunda, çünkü Arif Bey'in 13 yaşındaki kardeşi Ziya, yargıç kürsüsünün hemen dibinde Matlı Mustafa'yı tek kurşunla öldürür !.. Zaptiyeler bu kez de onu alıp götürürler..
Ağır Ceza Reisi Hilmi Bey, bu olay üzerine, tarihe geçen ve yıllarca söylenegelen şu sözü söyler : "Zabıtamız da çok yufkaymış !.."
Sultan Hamid ise Arif Bey'in yakın uzak, ailesinden kim varsa topunu birden sürgüne gönderir.. 

608 ) İKİ KUNDURA İŞÇİSİNİN HAZİN ÖYKÜSÜ..

   

1920'lerin Amerika'sı... Bir kundura fabrikasında işçi olarak çalışan Nicola Sacco, arkadaşı Bado'nun arabasını tamirciden almaya gider. Yanlarında Vanzetti ve Orciani de vardır. Arabanın hazır olmadığının söylenmesi üzerine ayrılan dört arkadaştan Sacco ve Vanzetti bindikleri tramvayda polis tarafından gözaltına alınır !..
İtalyan asıllı iki arkadaş karakola götürüldüklerinde, 15 Nisan 1920'de Boston'da yapılan bir silahlı soygun ve işlenen cinayetin sanıkları olarak suçlandıklarını öğrenirler.
Savcı Michael E. Stewart'ın şüphesini üzerine çeken Bado kayıplara karışır. Orciani ise iki arkadaşından bir gün sonra evinde yakalanır. Savcı, Bridgewater'daki bir soygun girişiminin de, bu dört arkadaş tarafından yapıldığını iddia eder. Orciani söz konusu tarihlerde işyerinde olduğunu ispat eder ve serbest bırakılır. 15 Nisan günü izinli olan Sacco (aşağıda solda) ve yaşamını balıkçılık yaparak sağlayan Bartolomeo Vanzetti'nin ise hiçbir tanığı yoktur..



Mahkeme 5 Mayıs 1921 tarihinde başlar. Jüri orta ve üst sınıf beyazlardan oluşup, hepsi de "birinci sınıf" Amerikan vatandaşıdır !.. Aralarında özellikle seçilen antikomünistler göze batar. Sacco ve Vanzetti'nin İngilizceleri yeterli olmadığından bir tercüman bulunur. Ne var ki, tercüman diye getirilen adamın yaptığı çeviri yanlışları giderek daha da zor bir duruma sokar sanıkları. 
"Proctor" adlı bir silah uzmanı, cinayetin işlendiği silahın Sacco'nun tabancası olduğunun anlaşıldığını söyler. Tanık olarak getirilen bir kadın işçi de, soyguncuların tarifini yaptıktan sonra savcının, "Onlar bu salondalar mı ?" sorusu üzerine parmağıyla Sacco ve Vanzetti'yi gösterir..
1920'li yılların Amerika'sında, Sovyet Devriminden etkilenen işçiler arasında gücün kendilerinde olduğu bilinci giderek yayılmaktadır. Sacco ve Vanzetti de, sosyalist düşünceleriyle tanınan iki insandır. İki arkadaş, yargılanmalarının asıl nedeninin dünya görüşleri olduğunu defalarca vurgular mahkemede. Avukatları da zaten, sesini yükselten işçilere karşı açılan davaları almasıyla tanınan Fred H. More'dur (aşağıda sağda). Yargıç Thayer (aşağıda solda), daha ilk günden Avukat More'dan nefret ettiğini açıklayıp, değiştirilmesi için uğraşsa da başarıya ulaşamaz..

    

Yedi hafta süren duruşma 12 Temmuz 1921'de sonuçlanır.
Jüri, Sacco ve Vanzetti'yi suçlu bulur. Hakim, İtalyan asıllı iki göçmenin elektrikli sandalye ile infaz edilmesine karar verir. Bunun üzerine dünyanın her köşesindeki emek savunucuları ayaklanır. Mahkemeye ve bölge valisine yüz binlerce protesto metni gönderilir. 1926 yılına gelindiğinde yakalanan bir sabıkalı Sacco ve Vanzetti'nin suçlandığı olayların "Morelli çetesi" tarafından yapıldığını söyler. Bu ifade üzerine oluşturulan bağımsız bir kurul davanın yeniden görülmesini ister. Hakim bu öneriyi geri çevirir. Valinin de af istekleri karşısında kayıtsız kalmasıyla iki suçsuz insan 23 Ağustos 1927'de elektrikli sandalyeye oturtulur..
Sacco ve Vanzetti öldürülür ; ama mahkemede cinayet silahının Sacco'nun tabancası olduğunu söyleyen polis memurunun, hazırladığı ilk raporda bunun olanaksız olduğunu yazdığı unutulmaz. Tıpkı, mahkemede parmağıyla iki arkadaşı teşhis eden tanığın ilk ifadesinin, tabanca sesinden sonra pencereye koştuğu ve yalnızca hızla giden bir araba gördüğü yönünde olduğunun unutulmaması gibi !...

https://www.youtube.com/watch?v=HNKPUuxaLRE





SUNAY AKIN'IN "TUNCAY TERZİHANESİ" ADLI KİTABINDAN ALINMIŞTIR..

Hürriyet

KAYNAK OLARAK KULLANDIĞIM KİTAPLAR..
-------------------------------------------------------
1.DEVLET-İ ALİYYE.I...HALİL İNALCIK 2.OSMANLILAR..HALİL İNALCIK
3.İMP.'UN EN UZUN YÜZYILI..İLBER ORTAYLI
4.SON İMP. OSMANLI..İLBER ORTAYLI
5.TARİHİN IŞIĞINDA..İLBER ORTAYLI
6.OSM. TOPLUMUNDA AİLE..İLBER ORTAYLI
7.OSM.'YI YENİDEN KEŞFETMEK..İ.ORTAYLI
8.BATILILAŞMA YOLUNDA..İLBER ORTAYLI
9.OSMANLI TARİHİ..A.DE LAMARTINE
10.OSMANLI..CAROLİNE FİNKEL
11.OSM.İMP.TARİHİ..NICOLEA JORGA
12,BÜYÜK TÜRK..NICOLEA JORGA
13.YENİLMEZ TÜRK...NICOLEA JORGA
14.TÜRKİYE TARİHİ..ED.SİNA AKŞİN
15.OSM.DÜNYASI VE İNSANLARI..GÜLGÜN ÜÇEL
16.OSMANLI ORDUSU..GÜLGÜN ÜÇEL-AYBET
17,BU MÜLKÜN SULTANLARI..NECDET SAKAOĞLU 18.YENİÇERİLER..REŞAT EKREM KOÇU
19.SON PADİŞAH..YILMAZ ÇETİNER
20.SORULARLA OSM. ..ERHAN AFYONCU
21. SOKOLLU ...RADOVAN SAMARCIC
22. OSM.İMP.TARİHİ...A.CEVDET PAŞA
23. OSM.GERÇEĞİ..ERDOĞAN AYDIN
24. FATİH VE FETİH..ERDOĞAN AYDIN
25.KADINLAR SALTANATI..A.REFİK ALTINAY
26.DOĞU'YA BAKIŞ..GERALD MACLEAN
27.AT SIRTINDA ANADOLU..FREDERIC BURNABY
28.ABDÜLMECİD..HIFZI TOPUZ
29.ŞAH SULTAN ..İSKENDER PALA
30.FLORANSA BÜYÜCÜSÜ..S.RUSHDIE
31.TARİHİMİZLE YÜZLEŞMEK..EMRE KONGAR
32.PARİS'TE BİR OSM.SEFİRİ..ŞEVKET RADO
33.TARİHİN SAKLANAN YÜZÜ..ÇETİN ALTAN
34.OSM.İMP.'DA SON 300 YIL..ALAIN PALMER
35.KONSTANTİNİYYE..PHİLİP MANSELL
36.TÜRKİYE'NİN SİYASİ İNTİHARI..CENGİZ ÖZAKINCI
37.BU VATAN BÖYLE KURTULDU..EROL MÜTERCİMLER
38.16.YÜZYILDA İSTANBUL..METİN AND
39. ERKEN MODERN OSMANLILAR.. VIRGINIA H. AKSAN-DANIEL GOFFMAN
40."POPÜLER TARİH" VE "NTV TARİH " DERGİLERİ
41.İKİNCİ ADAM..Ş.SÜREYYA AYDEMİR
42.HAYAT..AYŞE KULİN
43.DEVRİM VE DEMOKRASİ..NUMAN ESİN
44.BİR NUMARALI TANIK..KURTUL ALTUĞ
45.İHTİLALİN MANTIĞI..Ş.S.AYDEMİR
46.KUTSAL İSYAN...HASAN İZZETTİN DİNAMO
47.KUTSAL BARIŞ...HASAN İZZETTİN DİNAMO
48.ÇÖL KRALİÇESİ...JANET WALLACH
49.YÖNETMENLER,FİLMLER,ÜLKELER..A.DORSAY
50.AY HIRSIZI...SUNAY AKIN
51.ONLAR HEP ORADAYDI...SUNAY AKIN
52.KULE CANBAZI...SUNAY AKIN
53.LÜZUMSUZ BİLGİLER ANSİKLOPEDİSİ..TAMER KORUGAN
54.PRENS..NİCCOLO MACHİAVELLİ
55.İSTANBUL'DA BİR ZÜRAFA..SUNAY AKIN
56.KIZ KULESİNDEKİ KIZILDERİLİ..S.AKIN
57.AH BEYOĞLU,VAH BEYOĞLU..SALAH BİRSEL
58.İSTANBUL-PARİS..SALAH BİRSEL
59.YAVUZ'UN KÜPESİ..ERHAN AFYONCU
60.OSMANLI PADİŞAHLARININ HAYAT HİKAYELERİ...YILMAZ ÖZTUNA
61.BİZİM DİPLOMATLAR..BİLAL N.ŞİMŞİR
62.KİM VAR İMİŞ BİZ BURADA YOĞ İKEN..CEMAL KAFADAR
63.RÜZGARIN GÖLGESİ..CARLOS RUIZ ZAFON
64.MELEĞİN OYUNU..CARLOS RUIZ ZAFON
65.ORTA DOĞU..TAYYAR ARI
66.ABD-ORTA DOĞU-TÜRKİYE..HALUK GERGER
67.ORTA DOĞU.. BERNARD LEWIS
68.ON BİR CUMHURBAŞKANI ON BİR ÖYKÜ.. CÜNEYT ARCAYÜREK
69.ÖFKELİ YILLAR...ALTAN ÖYMEN
70.ATATÜRK'TEN SONRA BUGÜNLERE NASIL GELDİK ?..CÜNEYT ARCAYÜREK
71.ÇANKAYA...CÜNEYT ARCAYÜREK
72.DEMOKRASİNİN İLK YILLARI..C.ARCAYÜREK
73.YENİ İKTİDAR,YENİ DÖNEM..C.ARCAYÜREK
74.BİR İKTİDAR,BİR İHTİLAL..C.ARCAYÜREK
75.NEREDEYSE BİR BALİNA..STEVE JONES
76.MOSSAD GİZLİ TARİHİ...GORDON THOMAS
77.BARIŞA SON VEREN BARIŞ...DAVID FROMKIN
78.SULARIN GETİRDİĞİ PADİŞAH..CAHİT ÜLKÜ
79.TANK SESİYLE UYANMAK..HASAN CEMAL
80.BİR MANİNİZ YOKSA.. ...AYFER TUNÇ
81.ALATURKAFRANKA..ERCAN ÇİTLİOĞLU
82.SUÇUMUZ MÜKEMMEL OLMAK..S.DUMAN
83.DARBE...STEPHEN KINZER
84.ÖZAL HİKAYESİ..HASAN CEMAL
85.TURGUT NEREDEN KOŞUYOR ? ..E.ÇÖLAŞAN
86.YEDİ TEPE ANADOLU...ALİ CANİP OLGUNLU
87."K", "DERBEDER BİR KAHİN"...CANSU YILMAZÇELİK
88.LATİFE HANIM...İPEK ÇALIŞLAR
89."K",YIKIK BİR SARAYDIR DÜNYA..PERİHAN ÖZCAN
90.BEYAZ PERDEDE KIRMIZI FİLMLER.. ATİLLA DORSAY
91.TEK ADAM..Ş.SÜREYYA AYDEMİR
92.DAHİLER VE AŞKLARI...ÖZCAN ERDOĞAN
93.HAYATIM KİTAP..YAŞAR AKSOY
94.BOĞAZİÇİ ŞINGIR MINGIR..SALAH BİRSEL
95.BİR EKONOMİK TETİKÇİNİN İTİRAFLARI...JOHN PERKİNS
96.CUMHURİYET TARİHİ YALANLARI 1. VE 2. CİLT...SİNAN MEYDAN
97. KOMPLO TEORİLERİ..EROL MÜTERCİMLER
98.ÖNCE KADINLAR VE ÇOCUKLAR..SUNAY AKIN
99.BİR ÇİFT AYAKKABI..SUNAY AKIN
100. BENİM CUMHURİYET'İM..EMİNE UŞAKLIGİL
101.DARAĞACINDA ÜÇ FİDAN..NİHAT BEHRAM
102.NEREYE..CAN DÜNDAR
103.İSTANBUL'DAN SAYFALAR..İLBER ORTAYLI
104.BİZİM İZMİRİMİZ..MELİH GÜRSOY
105.GİZLENEN TARİH..BRİAN HAUGHTON
106.BERGAMA DÜŞLERİMİN ŞEHRİ,İZMİR SEVDAM..SELAHATTİN TURAL
107.GÖLGEDEKİLER..CAN DÜNDAR
108.KIRMIZI BİSİKLET..CAN DÜNDAR
109.YAKAMDAKİ YÜZLER..CAN DÜNDAR
110.GEÇMİŞ AYRINTIDA SAKLIDIR..CEMİL KOÇAK