1931 yılında resim tahsili için kardeşinin yanına, Fransa'ya gitti Bedri Rahmi.. (Üstte) Orada zengin bir Rumen ailesinin kızı olan Ernestine Leibovici (Üstte sağda) ile tanıştı. Ernestine de Güzel Sanatlar Fakültesi'nde resim okuyup Paris'e gelmişti ve André Lhote'un atölyesinde çalışıyordu. 20 yaşındaki Bedri Rahmi, kendisinden dört yaş büyük olan genç kızla ilk kez bu atölyede tanıştı.. Birbirlerine aşık oldular.. 1932 Nisan'ında Bedri Rahmi Londra'ya, ağabeyinin yanına geçti. Devamlı mektuplaştılar. 1933 yazında bu kez Londra'da buluştular. Bedri Rahmi, Türkiye'ye dönüyordu. Asıl ayrılık şimdi başlıyordu.. Aşk mektuplarının adresi, bu kez İstanbul'du..
1933 sonunda Ernestine İstanbul'a geldi. Bu, Türkiye'yi ilk görüşüydü. Eyüboğlu ailesi, aniden çıkagelen bu Rumen kıza soğuk davrandı. Ama genç kız, ülkesine dönerken kararını vermişti : Bir dahaki sefere Bedri Rahmi'den hiç ayrılmayacaktı !..
Yedi ay sonra yeniden geldi İstanbul'a.. Ama kararını uygulayamadı. Çünkü Bedri Rahmi'nin ailesi, ilişkinin ciddi olduğunu fark edince genç çiftin gözünü korkutmak için polisi devreye sokmuştu..
Bir gün, Gülhane Parkı'nda gezerlerken, iki sivil polis, Bedri'yi alıp götürdü ; karakolda Ernestine'nin bir Rumen casusu olduğunu söylediler, "Bu işten vazgeç, aileni düşün" dediler.. Evde kavga çıktı..
Bu gelişmeler, onları birbirine daha da yaklaştırmaya yaradı. Ne çare ki, ailelerine rest çekip evlenmek için ne paraları ne de daimi bir işleri vardı. Ernestine yine boynu bükük Romanya'ya döndü. Yanında sevgilisinin elli tablosunu götürdü. Ona bir sergi açmayı kafasına koymuştu..
Böylece Bedri Rahmi'nin "ilk kişisel sergisi", 1935 yılı başında Bükreş'te açıldı. Genç ressam, askerlik sorunu ve ailevi nedenlerle kendi sergisinin açılışına gidemedi. Sergiye giden Türkiye Büyükelçisi ise resimleri beğenmedi !..
Ernestine 2 Ocak 1935 tarihli mektubunda Bedri Rahmi'ye şöyle yazıyordu :
"Benim Küçücük Memişçiğim,
Dün Hassefer Sanat Galerisi'nde senin serginin açılışı vardı. Türkiye'nin Romanya Büyükelçisi Sayın Hamdullah Suphi Tanrıöver ve iki yardımcısı da sergi açılışındaydı. Sanatçılardan, sanat eleştirmenlerinden ve diğer çok seçkin davetlilerden oluşan büyük bir kalabalıkla sergi açıldı. Herkes 'Türk nerede, Türk nerede ?' diye sordu. Bütün bu gibi sorulara bir sürü mantıklı açıklama bulup buluşturmam gerekti. Neyse Buciş.. Tuvallerin duvarlarda şahane durdu. Hepsi çiçek gibi çerçevelenmişti, inan ki, senin serginle, kendi sergimden daha çok uğraştım. Sizin elçi bey, benden açıklamalar istedi. Ama, ben daha iki laf etmeden senin 'Adalardan Bir Yar Gelir Bizlere' (altta) isimli tablon ile fena halde dalga geçmeye başladı. 'Bu, çıldırmış bir ressamın işi' demez mi ?!.. Hem de herkesin önünde !.. Allah'tan modern sanat üzerine bir tartışma başlattılar ve senin ne kadar önemli olduğunu, temsil ettiğin ülkenin büyükelçisine bir güzel açıkladılar!. Bizim büyük koleksiyoncularımızdan Zamboçyan Efendi seni savundu. Çok güzel bir konuşma yaptı : 'Bir şeyler yapmaya çok gayretle çalışan bu genci takdir ediyorum ; oysa ki yaşlı parazitler kahvelerde, rahat koltuklarında kahve içip nargile fokurdatmaktan başka bir şey yapmıyor' dedi. Sonra da sizin büyükelçinize şöyle dedi : 'Bize söyleyecek bir çift sözü olan bu genç ressamınızı bütün kalbimle kucaklıyorum'.."
Ernestine 1935 yazında yeniden Türkiye'ye geldi. Bedri Rahmi'nin şair dostu Necip Fazıl, ona Firuzağa'da kaldığı evde bir oda buldu. Ancak bir para meselesi yüzünden araları açılınca Necip Fazıl, Ernestine'i kapıya koydu. Bedri Rahmi ise kızgınlıkla Necip Fazıl'a verdiği bütün resimleri parçaladı !..
Son paralarıyla Nurullah Berk'in yaşadığı eve yerleştiler. Ernestine, Eylül başında yeniden Romanya'ya döndü. Ama bu kez evlilik hazırlıklarını tamamlamak üzere..
"10 Aralık 1935,
Sana çok güzel bir isim buldum...EREN... Seni bundan sonra böyle çağıracaklar : 'Bayan Eren Bedri..' Nasıl, hoşuna gitti mi ?.. Anlamı çok güzel.. 'Amacına ulaşmış' demek. 'Ermek' fiilinden.. Erişmek, varmak.. Aynı zamanda senin Ernestine'ini de hatırlatıyor.. Babanın sana koyduğu isimden çok da değişik bir isim değil !.."
Bedri Rahmi ile Eren, 16 Nisan 1936 Perşembe günü Eminönü Belediyesi'nde evlendiler.. Çift, evlendikten sonra zor bir hayata başladılar.. Ta ki Bedri Rahmi, 1937'de Güzel Sanatlar Akademisi'ne asistan olup düzenli bir gelire kavuşuncaya dek..
1939'da Eren'in anavatanı Romanya ateş çemberinin içine düşerken, oğulları Mehmet dünyaya geldi. Ancak, bebeğin doğduğu hafta Bedri askere alındı.. Mektuplaşmalar da yeniden başladı..
Bedri Rahmi askerden izinli geldiği hafta sonlarından birinde kalbini bir başka kadına kaptırdı !.. Asistan olarak çalıştığı Akademi'deki heykel bölümüne misafir öğrenci olarak gelmiş, çok yetenekli bir öğrenciydi bu.. Adı, Mari Gerekmezyan idi.. Bedri Rahmi'nin taktığı isimle, "Karadut"..
Önce Fikret Adil'in evinde gizli gizli görüşmeler başladı.. "Karadut", Bedri Rahmi'nin bronz bir büstünü yaptı. Bedri Rahmi ise "Karadut"un onlarca portresini..
"SİTEM
Önde zeytin ağaçları
arkasında yar
sene 1946
mevsim
sonbahar
önde zeytin ağaçları neyleyim neyleyim
dalları neyleyim
yar yoluna dökülmedik dilleri neyleyim..
Yar yar !.. Seni kara saplı bıçak gibi sineme sapladılar
değirmen misali döner başım
sevda değil bu bir hışım
gel gör beni darmadağın
tel tel çözülüp kalmışım.
Yar yar
canımın çekirdeğinde diken
gözümün bebeğinde sitem.."
Bu şiirin yazıldığı 1946 yılında "Karadut" hastalandı. Menenjit tüberküloz idi ve antibiyotik lazımdı. Bedri Rahmi dışında ona el uzatabilecek kimsesi yoktu..
Ressam, en değerli tablolarını yok pahasına satıp sevdiği kadına ilaç parası yetiştirmeye çalıştı. Bedri Rahmi'nin halen piyasada bulunan resimlerinin çoğu, o dönem elden çıkardıklarıdır..
Ama ne yazık ki bu çabalar da sonuç vermeyecek ve "Karadut", 1946'da İstanbul'da, Alman Hastanesi'nde ölecekti..
Bedri Rahmi'nin yıllar sonra ölümüne yol açacak içkiyle buluştuğu ve şiirlerinin başköşesine hüznü koyduğu yıldı, o yıl..
1 Nisan 1948 akşamı, Güzel Sanatlar Akademisi'nde bir yangın çıktı ve Akademi'de ne var ne yoksa kül oldu..
Sanatçı, Mari'yi kaybettikten sonra evine, eşine dönmüştü yeniden.. Onu önce sabırla bekleyen, sevgilisinin ölümünden sonra onu yatıştırıp teselli eden Eren ; fırtınalı bir dönemin ardından, her şeye yeniden başlayacaklarını düşünüyordu. Ancak, Mari'nin ölümünden üç yıl sonra, 1949'da bir gün, Büyük Kulüp'te düzenlenen bir gecede, Bedri Rahmi'den, ünlü şiiri "Karadut"u okumasını istediler. Bedri Rahmi, bu dizeleri okurken aniden herkesin içinde ağlamaya başladı. Ve aşk acısının hala küllenmediği anlaşıldı..
Eren, belki ikinci bir kadınla baş edebilirdi, ama bir hayalle işi zordu. Vazgeçti, Paris'e yerleşmeye karar verdi..
1950 yılında, Ankara Üniversitesi DTCF'de açtığı, 150 tabloluk bir serginin çok beğenilmesinin ardından, ruh acıları artık kapanmış olan sanatçı, Paris'e, eşiyle oğlunun yanına döndü.. Tanışma yerleri olan şehirde yeniden bir araya gelmişlerdi..
Sonraki yıllarda çalışarak, üreterek, sergileyerek aynı evde, baş başa, diz dize yaşlandılar..
1974 yılı geldiğinde sanatçı birdenbire hastalandı.. O, siroz olduğunu sanıyordu ama, pankreas kanseriydi !.. Bu, kendisine söylenmedi ve 21 Eylül 1974'de, 63 yaşında hayata veda etti..
Mezar taşına "Sevinsin" şiirinden iki dize yazıldı :
"Bir can verdi bize bin alır
Gideriz, gözümüz arkada kalır.."
CAN DÜNDAR'ın "Yüzyılın Aşkları" adlı kitabından derlenmiştir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder