İstanbul şehrinde Avrupai modaların ülkeye girmesi ve sakinlerinin pek çoğunun hızla değişen örf-adetleri bakımından diğer tüm bölgelerden daha etkin sayılan bir yer vardı.. Söz konusu bölge, kimilerince, tıpkı dört yüz yıl önce Tursun Bey'in yaptığı gibi, Frengistan, yani Avrupalılar ülkesi diye isimlendirilecek kadar toplumun geleneksel ve muhafazakar unsurlarınca farklı görülen, İstanbul'un "yabancı" semti Beyoğlu idi.. Tiyatroları, gece kulüpleri, büyük mağazaları, kafeleri, meyhaneleri, Avrupa kitapları ve dergileri bulunduran kitapçıları, genelevleri ve yabancı büyükelçilikleri ile, burası tarihi şehrin daha ağırbaşlı toplumunun kısıtlamalarından kaçmak, daha "Avrupai" bir atmosfer solumak, en son Avrupa modasının ürünlerini almak ve Abdülhamid'in hiç hoşlanmadığı radikal siyasi fikirlerle haşır neşir olmak isteyen herkes için bir çekim merkezi idi..
Burası Avrupa'dan gelen yeni icatların ilk kullanıma sunulduğu yerdi. Gaz lambaları ilk Beyoğlu'na gelmiş, semtin sokakları 1856'dan itibaren Dolmabahçe'deki sarayın Gazhane'sinden gelen gazla aydınlatılmaya başlanmıştı. Şehirdeki ilk tramvay Beyoğlu'nda faaliyete geçti. İlk metro hattı (hatta dünyanın ilk metro hatlarından biri) Fransız Eugéne Henri Gavand tarafından 1875'de, kıyıdaki Karaköy'ü denizin yukarısındaki tepede yer alan Galata'nın anacaddesi İstiklal Caddesi'ne bağlamak üzere inşa edildi. Şimdi "Tünel" diye bilinen bu metro hattı hala faaliyetini sürdürmektedir. 1895 yılı sonbaharında Edison'un kinetoskop-fonografının Pera'daki dükkanlardan birine kurulmasıyla, yeni bir icat olan sinema ile ilk tanışanlar Beyoğlu halkı oldu. Bunu, burada bulunan Sponeck Birahanesi'ndeki sinematograf gösterileri izledi..
Her şeyden önce,burası cıvıl cıvıl bir bölgeydi. Herkes, her sınıftan insan, şehrin tüm önde gelenleri ve toplumun üst tabakalarından çok sayıda kalburüstü şahsiyet, gezinmek, kahvelerde yorgunluk atmak, gürültülü ve hareketli Cadde-i Kebir ya da La Grand Rue de Pera adlı, bugünkü İstiklal Caddesi'nde alışveriş yapmak ve "apukarya", yani "Büyük Perhiz"den önceki karnavala katılmak için Haliç üzerindeki köprüden buraya akın ederdi.
"Apukurya" aslında dini bir anlama sahipti, zira "Apokréa", dindarlar için asıl anlamıyla ete veda günü olan Büyük Perhiz'den önceki ikinci pazar gününe verilen addı. Ancak pek çok kişi için bu gün "karnaval şenliğinin" doruğa çıktığı gündü. Her ne kadar apukurya şenliklerinin çoğu Fener, Kumkapı ve Kurtuluş gibi Hristiyanların yaşadığı yerlerde yapılsa da, şenliğin esas merkezi, karma dini ve etnik yapıdaki kozmopolit Beyoğlu idi..
Karnavalın gelişi, Bon Marché, Pazar Alman ve Karlman'ın vitrinlerinde karnaval kostümlerinin ve Rumcada "mucunu", Türkçede "yüzlük" denilen karnaval maskelerinin boy göstermesinden anlaşılırdı. Apukurya başladığında, sokaklar maskeli insanlarla dolup taşardı. Herkesi karnaval heyecanı sarar, en uyuşuklar bile canlanırdı. Karnavalın çılgın heyecanıyla ve ölçüsüzlüğü ile mest olan Beyoğlu sakinleri, gönüllerince bunun keyfini çıkarırlardı..
Akşamları, Galata'yı İstanbul'a bağlayan köprü kaldırılıyordu. Bunun belirli bir saati yoktu. Yatsı ezanı okunurken köprü aniden ve uyarıda bulunulmaksızın kaldırılabiliyordu. Genelde yarı uyuklar durumda iki yaşlı gece bekçisinin ve köprünün iki ucuna gerilmiş iplerin varlığına rağmen, insanların köprünün yokluğunu karanlıkta fark edememeleri yüzünden tepetaklak karanlık suya düştükleri kazalar oluyordu. Örneğin, İstanbul Şehremini Mazhar Paşa'nın damadı, kupa arabasıyla bodoslama denize düşmüş, bir daha da kendisini gören olmamıştı. Belki de bu yüzden, birçok insan akşam karanlığı çökmeden önce köprüye varamazlarsa geceyi Galata'daki otellerde geçirmeyi tercih ediyor ya da sabahlara kadar sokaklarda oyalanıyorlardı..
"Pazar Alman" ve "Bon Marché", her ikisi de alışveriş yaparken görülmenin en az alışveriş kadar önemli olduğu, muteber, çok katlı büyük mağazalar idi. Sermet Muhtar Alus, Bon Marché'yi "buraya (Pazar Alman'a) nispetle daha kalabalık, daha adi" buluyor, Bon Marché'nin adab-ı muaşeretten yoksun olduğunu düşünen ve bu yüzden oraya gitmekten nefret eden Ahmet Rasim de bu görüşü destekliyordu :
"En kalabalık yer Bonmarşe'nin önüydü. Girenler çıkanlar birbirine çarpar, içeri girmek için adeta sıra beklenir, türlü türlü pozlarla hanımlara yer vermek, bir teşekküre nail olmak büyük başarı sayılırdı. Kapının önündeki bu mahşere bir de köpek satan bir iki Rum'u, çiçekçileri, hamalları, dilencileri ilave ediniz. Kaldırımın önüne de, boylu boyunca konak arabalarını diziniz.. İşte Beyoğlu'nun en civcivli yeri.."
Bon Marché zaman zaman beklenmedik yakınlaşmalara da mekan olabiliyordu. Söylentilere göre, İkinci Abdülhamid'in kızı Zekiye Sultan'la evli olan Nureddin Paşa, bu mağazanın önünde güzel bir Osmanlı Rum kadınıyla tanışmıştı. Bir zaman sonra, kadın onun metresi olmuştu. Anlaşılan bu, kadın için pek akıllıca bir karar olmamıştı ; zira Zekiye Sultan, babasının kocasını boşaması yönündeki tavsiyesine rağmen Nureddin Paşa'dan vazgeçmek istememiş, bu yüzden paşanın metresi padişahın adamları tarafından öldürülmüştü..
Tüm bu Avrupai etkileri, modaları, tarzları ve fikirleriyle Beyoğlu, birçok kişi için, Boğaz kıyısında eğlenen kafirlerin ufacık mayoları ile aynı şeyi, ahlaki yozlaşmayı ve utanmaz alafrangalığın etkilerinin topluma sızmasını, simgeliyordu... Burası Frengistan'dı.. Aslında çok uzun zaman öncesinden beri yabancıların semtiydi. Bizans İmparatoru VIII: Mikhail'in 1261'de şehri Latinlerden geri almasından sonra burası ticaret kolonilerini kurmaları için Cenevizlilere verilmişti. 1453'de II.Mehmed'in orduları Konstantinopolis'e hücum ettiğinde ona burada teslim olmuşlardı. O tarihten bugüne, burası yabancı konsoloslukların, kiliselerin ve sinagogların bölgesiydi. Başka bölgelerde yasakken, yalnızca burada kilise çanlarının çalmasına izin verilmişti.
Birinci Dünya Savaşı'nda yabancıları kendine çeken ve 1918 yenilgisinden sonra işgalcilerin vakit geçirdikleri ve para harcadıkları yer Beyoğlu idi..Burası, yalnızca şehrin kalanından ayrı ve farklı olmakla kalmayıp, aynı zamanda İstanbul'un kalbine yerleşmiş bir zehir, tehlikeli bir Frengistan idi..
"Servet-i Fünun" dergisinin sahibi ve yayıncı Ahmet İhsan Tokgöz'ün büyükannesine göre, Beyoğlu tehlikeli yayınların değil, tehlikeli ahlaksızlığın yuvasıydı. Bu hanımın hoşlanmadığı bir şey varsa o da "köprünün öbür tarafına, karşıya geçmek" idi..
"Kendi zamanının kadınları gibi karşıyı, Galata'yı, Beyoğlu'nu bizim memleketten saymazdı. Halamın oğlu ile Beyoğlu'na çıktığımızı duyduğu zaman : 'Oğlanı Frengistan'a götürmüşler ! Eyvah !' diye ağlamıştı.."
Beyoğlu'nun dillere destan cinsel ahlaksızlığı ve fuhşu ile savaşmak için, devlet İstanbul'daki fahişeler üzerinde ilk sağlık kontrollerini burada uygulamaya başladı ; bu kontroller Beyoğlu bölgesinden sorumlu Altıncı Daire'(üstte sağda) nin denetimi altında yürütüldü. Bu sağlık kontrollerinin başlaması devletin fuhşa yönelik yaklaşımındaki değişimini gösteriyordu, zira fuhuş daima mevcut olduğu halde, daha önce hiç resmen kabul edilmemişti. Oysa artık kabul ediliyor, vergilendiriliyor ve denetleniyordu. İlk zührevi hastalıklar hastanesi olan kadınlara mahsus Nisa Hastanesi 1879'da Beyoğlu'nda kuruldu..
Beyoğlu'nda başınıza gelecekleri bilmemek imkansızdı, zira popüler şarkılarda bile bu anlatılıyordu. Meşhur şarkıcı Peruz Hanım'ın söylediği en meşhur şarkılardan birinde şöyle deniyordu :
"Beyoğlu piyasası
Pek hoştur dolaşması
Soyuldum soğan gibi
İşte kesenin dibi
Vay vay vay pek yandım
Yazık pek geç uyandım.."
KAYNAKÇA :
BALIKHANE NAZIRI ALİ RIZA BEY, "Hayatı" ; NİJAT ÖZÖN, "Karagöz'den Sinemaya. Türk Sineması ve Sorunları" ; SERMET MUHTAR ALUS, "30 Sene Evvel İstanbul. 1900'lü Yılların Başlarında Şehir Hayatı" ; AHMED CEMALEDDİN SARAÇOĞLU, "Eski İstanbul'dan Hatıralar" ; AHMET RASİM, "Şehir Mektupları" ; ERCÜMEND EKREM TALU, "Geçmiş Zaman Olur ki. Anılar" ; AHMET İHSAN, "Matbuat Hatıralarım. 1888-1923. Birinci Cilt Meşrutiyet İlanına Kadar 1889-1908" ; OSMAN NURİ ERGİN, "Mecelle-i Umur-ı Belediyye, Cilt 6" ; REŞAD EKREM KOÇU, "İstanbul Ansiklopedisi, Cilt V" ; EBRU BOYAR-KATE FLEET, "Osmanlı İstanbul'unun Toplumsal Tarihi"
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder