Sayfalar

856 ) DÜNYANIN İLK PREFABRİK HASTANESİ !...

 

İngiltere, Fransa ve Osmanlı İmparatorluğu'nun 1854-1856 arasında Rusya'ya karşı tutuştuğu Kırım Savaşı'nda, diğer ülkelerin savaşa uzaklığı nedeniyle, İstanbul cephe gerisinin merkezi olmuştu. 
Savaş Kırım Yarımadası'nda devam ederken, müttefiklerin cephede sadece Balaklava Hastanesi bulunuyordu. Diğer tüm yaralılar İstanbul'a naklediliyordu ; Selimiye Kışlası hastaneye çevrilmiş ve yakınındaki Haydarpaşa Hastanesi de en önemli sağlık merkezi olmuştu..
İngiltere'ye İstanbul'dan haber servisleri vasıtasıyla gönderilen mektuplar ; bilinen ilk savaş muhabirlerinden, "The Times" gazetesinden İngiliz Thomas Chenery'nin İstanbul'dan, aynı gazeteden meslektaşları John Delane ile William Howard Russell'ın Kırım'dan bildirdikleri ve nihayet Roger Fenton'ın cepheden gönderdiği fotoğraflar-izlenim yazıları, tüm dünya kamuoyunda yankı bulmaktaydı..
Thomas Chenery, The Times'da 12 Ekim 1854'de yayınlanan makalesinde, İngiliz askerlerinin cephe gerisindeki sağlık koşullarını açıkça dile getirmiş ve durumu eleştirmişti :
"... Öfke ve şaşkınlık içindeyiz. Çünkü halk, yaralıları korumak için hiçbir etkili sağlık hazırlığının bulunmadığını öğrenecek. Sadece cerrah değil, ne hemşire ne de pansumancı var. Tek söylenecek şey, yaralılara sargı yapmak için tek bir bezin bile olmadığıdır. Gerçi bu büyük acıyı paylaşmaktan kaynaklanan toplumsal dayanışma, Üsküdar'da kışlada veya akıl hastanesinde bulunan mutsuz insanlar için üstün geliyor ve bütün aileler, gerekli araçları, çarşafları ve eski giysilerini veriyor. Fakat bu durum niçin önceden açık bir şekilde görülemedi ?.."

 

Dönemin İngiliz Savunma Bakanı Sidney Herbert, oluşan bu kamuoyu baskısını azaltmak için yaralı ve hasta İngilizlerin bakımı amacıyla devreye girer. Florence Nightingale'den "Doğu'daki İngiliz Umumi Asker Hastaneleri Kadın Hastabakıcılar Müdürü" unvanı ile İstanbul'a gitmesini ister ve destek sözü verir. Nightingale (üstte), aile dostları Bracebridge'ler ile Roma Katolik Kilisesi'nden on rahibe, Anglikan Kilisesi'ne bağlı "Merhametli Kız Kardeşler"den sekiz rahibe, Saint John's Enstitüsü'nden altı hastabakıcı ve çeşitli hastanelerde profesyonel hasta bakımı yapan on dört kadından oluşan toplam otuz sekiz kişilik bir ekip ile birlikte yola çıkmış, çok zorlu geçen bir deniz yolculuğu sonunda 4 Kasım 1854'de Üsküdar'a gelmişti..



Selimiye Kışlası'ndaki (üstte) deneyimleri, Nightingale'in hastane işletmeciliği üzerine yeni fikirler geliştirmesine olanak sağlamıştır. "Florence Nightingale Ward / Florence Nightingale Koğuşu" adı ile bilinen pavyon sistemi, hastanelerde her iki tarafta her yatağa bir tane düşecek şekilde penceresi olan, 9 metre genişliğinde, 39 metre uzunluğunda ve 3,5 metre yüksekliğinde koğuşlar bulunmasını öngörüyordu. 
Nightingale'in hastane ve koğuş tasarımlarını yaparken, Selimiye Kışlası'nın devasa odalarından ve koridorlarından etkilendiği açıktır. Kışlanın geniş koridorları hastane koğuşu olarak kullanılmış, son derece aydınlık ve iyi havalanması olan bu mekanlar Nightingale'e yeni yapılacak hastaneler için fikir vermiştir. 
Hem deneyimleri hem de geniş çevresi nedeniyle tıbbi ve sosyopolitik gelişmelerden süratle haberdar olması, Nightingale'in hasta bakımında bir dizi yeniliğe öncülük etmesinde etkili oldu. Bu bağlamda özellikle geliştirdiği pavyon sistemi hastane modeli, ona ayrı bir ün kattı. Hastalıkların kokuşmuş hava nedeniyle (Miyasma Teorisi) oluştuğuna inanması nedeniyle, koğuşların havalandırılması meselesi üzerinde durdu.



Aslında temiz havanın hastanelerde ölüm oranını azalttığı görüşü, Kırım Savaşı sırasında İstanbul'da bulunan Fransız doktor Levy tarafından, Nightingale'den çok daha önce ortaya atılmıştır. Nightingale, hastaları hastalıklarına göre ayrı koğuşlarda yatırma fikrini de bir Fransız hekimden, Dr. Scrive'den almıştır. Fakat bunların uygulanması ve fikrin hayata geçirilmesini Nightingale sağladı ; ve bu sayede pek çok İngiliz askeri tifüsten ölmekten kurtuldu, ölü sayısı % 75 oranında azaldı ve bu gelişmeler de Nightingale'in ününe ün kattı..
İngiliz Hükümeti ve Savaş Ofisi, hastanelerin yetersiz kalması sebebiyle bir hastane daha yapılması için girişimde bulundu. 1855 başı itibarıyla yer arayışı başladı ve Çanakkale'de sahile yakın bir yerde karar kılındı..

renkioi hospital images ile ilgili görsel sonucu

1855 Mart başında Savaş Ofisi, ünü kıtaları aşan Isambard Kingdom Brunel'e hastane için teklifte bulundu. Brunel, daha önce böyle bir şey tasarlamamıştı ama sekiz gün içinde sözleşmesini sunarak işe koyuldu. Mimari açıdan "ilk büyük prefabrik yapı" ve "ilk prefabrik hastane" olma özelliğini taşıyan, mimarlık tarihi açısından da çok büyük öneme sahip olan proje tasarlanmaya başlandı. Yapı, Erenköy Hastanesi (Renkioi Hospital) olarak tarihe geçecekti..
Bu sırada, Nightingale'in, Üsküdar'daki deneyimlerini derleyerek önerilerini yazdığı yazıyı The Times'ta okuyan Brunel, bilhassa havalandırma sistemi konusunu da dikkate alarak, tasarımını Savaş Ofisi'nden geri çekti ve Nightingale'in önerileri doğrultusunda düzenlediği yeni tasarımını altı gün içinde tekrar teslim etti.. O zamana kadar hastanelerde ortamın sabit sıcaklıkta tutulması gerektiğine inanılıyordu. Fakat Nightingale, temiz hava ile ortamın havalandırılmasının ölüm oranlarını azaltacağını iddia etmişti. Brunel de yeni tasarımında, hastaneyi sürekli dışarıdaki temiz hava ile havalandıracak bir vantilasyon sistemi yarattı..

renkioi hospital images ile ilgili görsel sonucu

Brunel'in tasarladığı hastane yapıları İngiltere'de hızla üretildi ve gemilere yüklendi. Toplamda 11500 ton olan hastanenin parçaları 23 gemi ile Çanakkale'ye taşındı. İlk gemiler Çanakkale sahillerine 8 Mayıs 1855'de vardılar. Projenin Çanakkale'deki uygulayıcı kontrolör mühendisi ise 1836'da arkeolojik kazılar için Çanakkale'ye gelmiş olan mühendis John Brunton olacaktı..
Brunton, Çanakkale'deki İngiltere Konsolosu Calvert ve ailesi ile zaten tanışıyordu. Ailenin çiftlik evinin olduğu Erenköy'ün 1,5 km kuzeydoğusunda hastaneyi yapmaya karar verdi. Burası aynı zamanda 1835'deki kolera salgını nedeniyle, Osmanlı Devleti'nin ilk karantinasının yapıldığı yerdi. 
Erenköy Hastanesi inşaatı 1855 yılı Mayıs'ında, işte tam bu bölgede başladı. Ekim 1855'de hizmete açılan prefabrik hastane aslında çoğunlukla Kırım'dan gelen değil, Kırım'a giderken hastalanan askerler için kurulmuştu. Çünkü o dönemdeki buharlı gemilerle Üsküdar'dan Çanakkale'deki Erenköy Hastanesi'ne 18 saatte varılabiliyordu. Üsküdar'dan gelen hasta ve yaralılar, hastane ile liman arasında kurulan raylar üzerinden atlı tramvayla taşınıyordu.. 

İlgili resim

Her biri 50 hasta yatağı kapasiteli 30 prefabrik yapıdan oluşan ve toplamda 1.500 yatağa sahip hastane, her pavyonuna iki sıra hasta yatağı yerleştirilebilen havalandırması, su tesisatı, kanalizasyon çukurlarının iyi planlanmış olması gibi birçok ilkleri barındırıyordu. 
Hastaların giysilerinin modern sayılabilecek bir çamaşırhanede 205 derecede yıkanıp kurutulması, hastalık yayılmasını önlemiştir. Oldukça temiz taze suyu bulunduğu bilinen hastane, cerrahiye sağladığı katkıyla tarihe de geçmiştir. Spencer Wells tarafından geliştirilen, günümüzde de kullanılmakta olan, "Spencer Wells forsepsi", kanamaların durdurulmasında ilk kez bu hastanede kullanıldı.. Hastanede çeşitli hastalık ve yaralanma tanılarıyla yatan hastaların ölüm oranı % 3,8 idi. Oysa bu oran Üsküdar'daki hastanelerde % 11,9'a çıkıyordu. Tifüse yakalanan hastaların izole edilmesini sağlayarak salgını önleyen Dr. Parkes, bu başarısı nedeniyle savaş sonrası "hijyen profesörü" oldu..  
Ne yazık ki hem mühendislik inovasyonu hem de model olarak ilkleri barındıran bu hastane, bugün tamamen kaybolmuş durumda..   

renkioi hospital images ile ilgili görsel sonucu

MUSTAFA ONUR YURDAL'IN, #TARİH DERGİ'NİN TEMMUZ-2017 SAYISINDA YER ALAN "DÜNYANIN İLK PREFABRİK HASTANESİ" BAŞLIKLI YAZISINDAN DERLENMİŞTİR.

855 ) PADİŞAH KAPISI !..



Bab-ı Hümayun, Ayasofya ile Sultan III. Ahmet meydan çeşmesinin karşısında, Topkapı Sarayı'nın şehre açılan büyük ve anıtsal kapısıdır. Fatih devri yapısı bir sanat eseridir.
Hicri 864, Miladi 1459 yılında, yani İstanbul'un Türkler tarafından fethinden altı sene sonra yapılmıştır.
Saraya geçit verdiği için adı kapıdır, aslında ise, bir geçit kapı, bu geçit kapının iki yanında içinden kubbeli iki koğuş, birer mahzen, iki yandan merdivenlerle çıkılan bir asma katta üç nöbetçi odası, iki ayakyolu, gusülhane ve şimdi mevcut olmayan bir üst kattan oluşmuş bir binadır..Geçit kapı, binanın tam ortasında değildir, binanın sağ yanı solundan daha uzundur. 
Bugün mevcut olmayan üst kat için "padişaha mahsus bir kasır idi" diyenler vardır. III. Selim zamanında Mimar Melling tarafından yapılmış bir gravürde (üstte) ve daha sonra Paspatis'in yaptığı yağlıboya bir tabloda ve nihayet yıkılmadan önce çekilmiş fotoğraflarında görüldüğüne göre, bu üst katın Ayasofya meydanına bakan iki sıra pencereleri vardı, alt sırada ortadaki çok büyük yedi pencere, üst sırada da altı pencere.. Bundan tahmin edebiliriz ki, içi bol ışıklı, ferah, bir köşk olabilecek durumda imiş..



Bu anıtsal kapı-bina, bu eski manzarasıyla, iki yanından uzanan kale duvarlarıyla pek ahenkliydi.. Üst kat yıkıldıktan sonra, yerine oymalı bir korkuluk konmuştur. Bina, kesme küfeki taşından yapılmıştır. Küfeki taşı, Roma ve Bizans döneminde kullanılmaya başlanan, "İstanbul taşı" olarak da bilinen 2000-2500 yıl gibi uzun bir zaman ayakta kalabilen tek taştır. En önemli özelliği topraktan çıktığı anda her türlü işleme uygun olması ve kolay işlenmesi; havayla temastan sonra havadaki karbondioksiti bünyesine alarak sertlik, dayanıklılık ve güç kazanmasıdır.)
Geçit kapının üzerindeki kemerin üstünde (altta) celi hatla ve müsenna denilen tarzda "(Besmele) İnnel müttekine fi cennati" (Şüphesiz ki Allah'tan korkanlar/çekinenler Cennette yerlerini alacaklardır) ayet-i kerimesi yazılmıştır. Müsenna tarzı yazı, aynı metnin biri düz, biri ters karşılıklı olarak iki defa yazılmasıdır..



Bab-ı Hümayun, Eski Saray teşkilatında Orta Kapı ile beraber sarayın dış muhafız ocaklarından Kapıcılar Ocağı tarafından korunurdu ki, büyük amirleri "kapıağası ağa" idi. Bu ocağa mensup ve Saray-ı hümayun kapıcısı denilen neferler geceleri de kapıyı nöbetle sabaha kadar beklerlerdi. Ayrıca bostancıbaşı ağa da, sarayın toptan muhafazasına memur olduğundan, Bab-ı Hümayun'u dikkatle nezaret altında bulundururdu..
Bab-ı Hümayun, sabah ezanıyla açılır ve yatsıdan sonra kapanırdı. Gündüzleri, bilhassa Kubbealtı'nda Divan-ı Hümayun'un (altta) toplandığı günler, her hafta salı günleri, Divan'da işi olanlar, sarayın günlük hayatıyla alakadar esnaf ve tüccar, sarayın dış ocaklarıyla, Enderun-ı Hümayun'da yakınlarını görmeye gelenler, niçin geldiğini ve kimi göreceğini söyleyerek Bab-ı Hümayun'dan serbestçe girebilirlerdi.
Saraya gelen vezirler, ulema ve yabancı devlet elçileri, Bab-ı Hümayun'dan atla geçebilirler ve Orta Kapı'ya kadar da atla gidebilirlerdi..

  

Bab-ı Hümayun'un İstanbul şehrinin tarihinde çok hazin hatıraları vardır. Asırlar boyunca sarayda idam edilmiş nice vezirlerin, devlet ricalinin, ihtilalci zorbaların cesetleri ibret olmak üzere, bu kapının önüne bırakılmıştır. Koca imparatorluğun herhangi bir köşesinde idam edilen valilerin, zorba âyan ve eşrafın, isyan ve haydutluk yapmış kimselerin kesik kelleleri kıldan yapılmış bal torbaları içinde İstanbul'a yollanmış, burada yıkanıp temizlendikten sonra, bu kesik başlar, yine ibret olsun diye Bab-ı Hümayun önüne konulmuştur. Bazen de bu teşhir, kesik baş bir mızrak üzerine saplanarak yapılmıştır.. Bilhassa 17. yüzyılın ilk yarısında, Anadolu'daki Celali İsyanları döneminde İstanbul'a o kadar çok kesik baş gönderildi ki, bunlar bazı günler Bab-ı Hümayun önüne küçük tepecikler halinde yığılırdı..



16. yüzyıl sonlarında Sultan III. Mehmet zamanında ise, bir gün burası daha korkunç bir olaya sahne olmuştu : Devrin büyük nüfuz sahibi vezirlerinden Defterdar Doğancı Kara Mehmet Paşa tahsili, terbiyesi, zarafetiyle hakikaten güzide bir simaydı. Gayet sinsi ve kurnaz bir adam olan Sadrazam Bosnalı İbrahim Paşa, Kara Mehmet Paşa'yı, makamı için bir rakip olarak görüyordu. Askeri el altından Mehmet Paşa aleyhine teşvik etti ve bir Divan günü yeniçeriler Kara Mehmet Paşa'nın başını istediler ve kestirmeden, "Padişah, Mehmet Paşa'yı bize tercih ederse, biz de bizi sevecek bir şehzadeyi ona tercih ederiz !" dediler. Zavallı Mehmet Paşa Divan'dan kaldırılarak Kubbealtı'nda başı vuruldu, kesik başı yeniçerilere teslim edildi. Onlar da bu kıymetli başı futbol gibi ayaklarıyla vura vura Bab-ı Hümayun önüne kadar götürdüler ve orada bu korkunç top oyununa saatlerce devam ettiler.  Her biri sadece kara bir cahil olan adamlar, o gün, ilim ve fazilete karşı misline rastlanamaz tecavüzde bulunmuştur. Paşa'nın sadık kâhyası, efendisinin kesik başını yeniçerilerden 400 altına satın almış ve gövdesinin yanına koyarak defnettirmişti..



İstanbul ihtilallerinde saraya hücum edildiği zaman ilk hedef Bab-ı Hümayun olmuştu. Genç Osman'ı tahttan deviren ve Yedikule'de feci bir şekilde katline kadar varan 1622 ihtilalinde ve IV. Murad'ın ilk saltanat yıllarındaki kanlı ihtilallerde saray kendisini savunmamış ve ihtilalciler Bab-ı Hümayun'dan kolayca girmişlerdi..
1648'de Sultan İbrahim'e karşı yapılan saltanat darbesinde ise, halk ve sarayda Enderunlular tarafından çok sevilen bu hükümdar, kendisini savunmak istemiş, fakat başaramamıştı. Halbuki savunulsa Bab-ı Hümayun, kale misali bir kapıydı ve İstanbul halkının, pek sevdiği hükümdarı kurtarmaya koşacağı ve yeniçerilerin şehirliye mağlup olacağı muhakkaktı. Nitekim Sultan İbrahim tahttan indirilerek hapsedilince, olayı öğrenen başkent halkı arasında öyle bir hoşnutsuzluk uyandı ve galeyan başladı ki, saltanat darbesini yapanlar korktular ve selameti Sultan İbrahim'i zindandan çıkarıp boğdurmakta buldular..



REŞAD EKREM KOÇU'nun "Topkapı Sarayı" adlı kitabından derlenmiştir..



854 ) MUSUL.. KERKÜK... HEP AYNI SENARYO !..



Tarih : 13 Şubat 1925.
Dinsel ve milliyetçi Şeyh Said İsyanı başladı. 
Ayaklanma iki ayda bastırıldı. İç savaşın Türkiye'ye bedeli ağır oldu ; Musul ve Kerkük kaybedildi..
Hikaye bilindik, bilinmeyen dünün bugüne benziyor olduğu...
Filmi, Şeyh Said Ayaklanmasından iki yıl önceye giderek başlatalım..
Lozan Konferansı'na katılan Türk heyetinin elinde üç sayfalık, on dört maddeden oluşan talimat vardı. Birinci madde, Irak sınırıydı ; Süleymaniye, Kerkük ve Musul mutlaka geri alınacaktı. Çünkü Birinci Dünya Savaşı'nı sona erdiren Mondros Antlaşması'na (30 Ekim 1918) göre, bu sancaklar Osmanlı Devleti'ne bırakılmıştı. Ancak iki hafta geçmiş, İngiltere bir oldubittiyle buraları işgal edivermişti !..



Lozan Konferansı'nda İngilizlerin tüm stratejisi petrol üzerineydi.. Daha konferans başlamadan İngiliz, Fransız ve Amerikan petrol şirketleri, Londra'da Mezopotamya petrollerini müzakere etmişlerdi. Bu toplantının başkanlığını ise Irak Hükümeti adına Osmanlı Mebusan Meclisi eski üyesi Sason Haskail Efendi yapmıştı !..
Lozan Konferansı bu havada başladı.. 
Türk heyeti başkanı Dışişleri Bakanı İsmet (İnönü) Paşa, önce duygusal konuşmalarla İngilizleri iknaya çalıştı :
"Türkiye yoksul bir ülkedir, petrole ihtiyacı vardır.."
Bu sözler, bir petrol şirketine ortak olan İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon'u nasıl etkileyebilirdi ki ? Zaten, Bonar Law Hükümeti, İngiltere heyetine kesin talimat vermişti ; Musul-Kerkük konusunda tartışmaya bile girmeyeceksiniz !
Türk heyeti toplantılarda, "Bu topraklar 11. yüzyıldan beri bizimdir," gibi tarihi gerçekleri anlatarak İngilizleri iknaya çalıştı. Bölgenin nüfus sayımı sonuçlarını sundu : 263.000 Kürt, 146.000 Türk, 43.000 Arap, 18.000 Yezidi, 13.000 gayrimüslim...
İngilizleri, kendi belgeleriyle, kaynaklarıyla vurmaya çalıştı. Öyle ya, onların "Britannica Ansiklopedisi" bile, Türkler ile Kürtlerin Turani iki kardeş kavim olduğunu yazmıyor muydu ?..
Türk heyeti iyi niyetini hep korudu, her iki halkın bir arada yaşamak istediklerini, inanmıyorlarsa referandum yapılabileceğini ileri sürdü.
Türkiye ne kadar tarihten, kardeşlikten, istatistiklerden bahsetse de İngilizlerin kafasında sadece tek bir düşünce vardı ; petrol !.. Bu nedenle, konuyla hiç ilgisi olmamasına rağmen, bir gün birden bire Türklerin Ermenilere çok eziyetler yaptıklarını gündeme getiriverdiler !..



Lozan'da toplam sekiz ay süren görüşmeler sonucunda, Türkiye ve İngiltere uzlaşamadı. Konferans, sınır meselesini iki ülkenin kendi arasında halletmesine karar verdi. Eğer her iki ülke, öngörülen dokuz aylık sürede, anlaşma yoluna gitmezse, mesela Milletler Cemiyeti Meclisi'ne (bugünkü BM) götürülecekti..
Lozan Konferansı'ndan sonra Türkiye ve İngiltere arasında ikili görüşmeler İstanbul'da başladı. İngiliz heyetinin başında bu kez, Irak Yüksek Komiseri Sir Percy Cox vardı.
İngilizler bu konferansta da, çözümsüzlüğü derinleştirmek için yeni bir diplomasi taktiği uyguladı : Türkiye'den, -Musul'un komşusu- Hakkâri'yi istediler !..
Ve... Hay aksi, tam o günlerde Hakkâri'de Nasturi Ayaklanması (12-28 Eylül 1924) (altta) başlamasın mı ? Bakın şu kör talihe !..
Şaka bir yana, bırakın kışkırtmayı, İngilizler isyanı havadan bile destekledi...

hakkari nasturi isyanı ile ilgili görsel sonucu

İngilizlerin oyunu hep benzerdi : Böl ve yönet !.. Petrol için önce Arapları ayaklandırmışlardı. Şimdi sırada Kürtler vardı..
İngiliz istihbaratçıları, Albay T.E. Lawrence Arapları, Binbaşı E.W.C. Noel ise Kürtleri kışkırtıyordu..
Bu arada İngilizlerin, Araplar ile Kürtleri de birbirlerine düşürdüklerini de ekleyelim..
İstanbul'daki Türkiye-İngiltere ikili görüşmelerinden de sonuç çıkmadı. Dolayısıyla, Irak sınırı meselesi Milletler Cemiyeti Meclisi'ne gitti.. İşin garip yanı, bu Meclis'te İngilizlerin büyük ağırlığı vardı ve aksiliğe bakın ki, Türkiye Cemiyet'e üye bile değildi..
Meclis İngilizlerin isteği doğrultusunda üç kişilik bir komisyon kurma kararı aldı. İsveçli T. Wirsen, Macar Kontu Teleki, Belçikalı Albay Poulis'ten oluşan bu heyet, her türlü yazışma ve soruşturma yapma yetkisine sahipti..
Bu komisyonun yaptığı ilk çalışma, Musul ile Hakkâri arasına geçici bir çizgi çekmek oldu. Daha Türkiye'yi dinlememişlerdi bile.
Batı'nın bu kibirli, Türkiye'yi hor gören anlayışı Ankara Hükümeti'ni çileden çıkardı. İngiliz istihbarat raporlarına göre, Mustafa Kemal asker çizmelerini tekrar ayağına geçiriyordu.. Gerçekten de Atatürk, Irak'a müdahale etmeye kararlıydı.. Ve yine bir aksilik çıktı ; ne oldu dersiniz ?..
Bu kez on dört ili kapsayan Şeyh Said  İsyanı başladı !..

şeyh said isyanı ile ilgili görsel sonucu

Türkiye, Kuzey Irak'a askeri operasyon yapamadı ; içe döndü ; binlerce asker ayaklanmayı bastırmakla görevlendirildi..
Ankara'nın, Türkler ile Kürtlerin kader birliği içinde bulunduğunu söylediği bir dönemde, bu ayaklanma İngilizlerin elini güçlendirdi. "Hani siz kardeştiniz, bakın şu anda bile savaştasınız," dediler..
Ve Milletler Cemiyeti Meclisi Musul, Kerkük ve Süleymaniye'yi İngilizlere verdi..
İngilizler askeri işgalle birlikte bölgeye hızla petrol boru hattı döşediler. Bunun sadece Musul'daki uzunluğu 300 kilometreyi bulmuştu. Türkler, Kürtler, Araplar, ortak tarihten, kardeşlikten, din birliğinden ne kadar bahsederse bahsetsin, o petrol Mezopotamya'da olduğu sürece "böl-yönet" politikaları hep olacaktır !..
The End (Son)...  
Çünkü yukarıdaki tarihi film bir İngiliz yapımıdır...

şeyh said isyanı sonrası ingiliz petrol boru hattı ile ilgili görsel sonucu

SONER YALÇIN'IN 2008 YILINDA YAYIMLANAN "SİZ KİMİ KANDIRIYORSUNUZ !" ADLI KİTABINDAN ALINMIŞTIR..

853 ) CEPHELERİN KAHRAMANI AŞÇIBAŞI !..

    

George A. Sala, "Görebileceğiniz en yumuşak kalpli Hristiyanlardan biri, takdire şayan bir aşçı, yaratıcı bir insan, Kırım Savaşı'nda ikinci ülkesi olan İngiltere'ye birçoklarından daha fazla hizmette bulunmuş, cesur, kendini adamış ve bencil olmayan bir insandı. Şarlatan gibi davranmasına hiç gerek yoktu aslında ; gazeteleri sürekli şişindiği haberlerle istila etmesine, dayanılmaz çirkinlikte pantolonlar, verev kesimli dore kumaştan garip ceketler giymesine de.. Muazzam bir kapasitesi vardı ; istediğini tasarlar, sonra hayata geçirebilirdi. Buna rağmen öyle gariplikler yaptı ki birçok insan onu sığ bir üçkağıtçı olarak gördü, hatta bazıları yemek pişirebildiği konusunda bile şüpheye düştü. Oysa o, bu güç sanatın gerçek ustasıydı," diye yazmış Alexis Soyer'nin (üstte, iki resim) ölümünün ardından..
Fransız Devrimi'nden sonra saray aşçıları ortada kaldı. Etiketten bihaber burjuvazinin yükselişi onlara yeni iş olanakları yarattı ama, eskinin gösterişli sofralarını sürdürmek her açıdan zorlaşmıştı. Aşçılık mesleği ve Fransız mutfağı bu dönemde büyük bir dönüşüm geçirdi. Yazdıkları kitapların önünde veya basında yer alan resimlerine bakınca, dönemin ünlü şefi Careme'den Escoffier'ye uzanan zaman dilimi içinde, şeflerin meslek becerilerinden çok edebî yeteneklerini vurgulayan pozlarda yansıtılmış olmaları ilginçtir. Malzemeler ve tariflerle birlikte felsefî anlamda yemek kültürü ve mutfaklar toptan değişirken, mesleklerinin saygınlığını artırmak için bu değişimin düşünsel tarafındaki rollerini abartıp "amele"lik tarafını gözardı etmeyi seçmiş olmalılar..
Bu ortamda kırmızı kadifeden yan yatmış bereleri, çizgili pantolonları, garip ceketleri, eşkenar dörtgen kartvizitleri ve "a la zoug zoug" diye adlandırdığı kendi özgü stili ile her yerde insanların karşısına çıkan Alexis Soyer'nin başardıklarına bakınca, yaşamla ve insanlarla dalga geçtiğini, bir güzel eğlenmeden bu dünyadan gitmediğini düşünüyor insan..

   

Alexis Soyer 1810'da Paris'in doğusunda kanal işçisi bir babanın üç oğlundan biri olarak dünyaya gelmiş. Annesi rahip olmasını istemiş ama çocuk korosundayken bir gece şaka olsun diye tüm çanları çalıp korodan kovulunca, Versailles yakınlarında kardeşi Phillippe'in çalıştığı lokantaya verilmiş. 16 yaşına kadar burada çalışmış, ardından Café d'Ouix'de aşçı yamağı olmak üzere Paris'e taşınmış. Üç yıl içinde aşçı yardımcısı ve sonra başaşçı olmuş. 
20 yaşında, Polignac Prensi'nin sarayında şef yardımcısı iken, mutfağı basan öfkeli bir grup Soyer'nin ekibinden iki kişiyi öldürmüş. Soyer bu arbedede avazı çıktığı kadar "Marseillaise" söyleyerek tezahüratlar eşliğinde öfkeli grubun omuzları üzerinde sokağa kadar kendini taşıtmayı becermiş. Bu olaydan sonra Fransa'yı terk edip ölene dek "ikinci vatanı" olarak hizmet edeceği İngiltere'ye yollanmış. Bir soylunun şefi olan ağabeyinin yanına gidip yardımcı şef olarak işe başlamış. Bundan sonraki kariyerinde de birçok İngiliz soylusuna hizmet etmiş.
Soyer'ye esas ününü kazandıran 1837-1850 arası çalıştığı Reform Club'ın şefi olması ve 1841'de açılan yeni kulüp binası için yaptığı mutfak tasarımıdır. En son teknolojiyi kullanan, mutfak çalışanlarının rahatlığını da gözeten bu tasarım, ona Avrupalı şefler arasında büyük ün kazandırdı. Havagazını mutfağa ilk defa Soyer sokmuş, fırınların derecesinin ayarlanmasını sağlayan bir mekanizma yaptırmıştı. Tasarladığı yalıtımlı fırınlar ölümünden sonra bile uzun yıllar kullanılmıştı.

 


Alexis Soyer, Reform Club'ın şefi olduğu sıralarda o kadar ünlü olmuştu ki, yılda 1.000 pound kazanıyor, yemek kitapları, sosları ve "Sihirli Ocak" (üstte) adını verdiği her yerde yemek pişirmeyi olanaklı kılan buluşundan da ayrıca para geliyordu. Ünlü yemekleri "Keklik Salatası" ve "Kuzu Kotlet" kulüpte hâlâ servis edilmektedir..
Ancak bunların ötesinde, Soyer'nin, büyük gruplara yemek dağıtımı sağlayacak sistemleri ve çoğunu kendi cebinden organize ettiği insani yardım etkinlikleri ile de anımsanması gerekir. 1847'de İrlanda'daki "Büyük Kıtlık / Patates Buhranı" sırasında İrlanda'ya gitmiş, kışlanın yanına inşa ettirdiği aşhane ile günde 9000 kişiyi doyurmuştu. Bu sırada tasarladığı iki at ile çekilen gezici mutfak ise uzun süre ordu tarafından kullanılmıştı (altta). 
İrlanda'da iken gelirini fakirlere ayırdığı "A Shilling Cookery for the People / Hayırsever Aşhane" (üstte, sağda)  isimli kitabı 250 bin adet sattı. İşler yoluna girmeye başladığında Londra'ya geri dönen Soyer, 1850'den sonra kendini soslarına, kitaplarına, arada organize ettiği yemekli davetlere verdi. Ünlü aşçı, bu yemeklerde artan yiyeceklerin fakirlere gitmesi koşulunu dayatırdı..



1855'de Kırım Savaşı sırasında askerlerin daha cepheye bile varamadan gıda zehirlenmesinden öldüklerini duyunca, hemen kolları sıvayıp Florence Nightgale ile birlikte Selimiye Kışlası'nda bir mutfak organize etti ve askerlerin düzenli, taze yemek yemesini sağladı (altta). En önemli buluşlarından birine, yine bu sıralarda imza attı : Etler büyük kazanlarda asker için pişiriliyor, sonrasında kazanlardaki su dökülüyordu. Soyer bu suyun zengin besleyici değerini keşfetti ve bunu diğer yemeklerin içinde kullanmaya başladı. Etsuyunun günlük mutfaklara girmesi de bu şekilde başladı..



Alexis Soyer 1858'de 48 yaşında öldüğünde, ardında kitaplar, buluşlar, yemek tarifleri, modern mutfak tasarımına ilişkin tasarımlarla dolu renkli bir yaşam ve hayırsever kişiliği ile hoş bir seda bıraktı..



PETEK ÇIRPILI'NIN, #TARİH DERGİ'NİN TEMMUZ-2017 SAYISINDA YER ALAN, AYNI BAŞLIKLI YAZISINDAN ALINTIDIR..  

852 ) GİDİŞ DÖNÜŞ YOLCULUĞU YAPMIŞ ŞARAP !

madeira in 1700's ile ilgili görsel sonucu    İlgili resim

18. yüzyılda Portekiz'den getirilen iki tür takviyeli şarap ("brendi" veya damıtılmış üzüm suyu katılarak alkol oranı yükseltilmiş şarap) Amerikan ve İngiliz üst sınıflarında popüler olmuştu. Bunlardan biri adını Atlantik Okyanusu'nda Portekiz'e ait bir adadan ve yapıldığı yerden alan "Madeira" idi. Günümüzde genellikle şeri tarzında üretilen tatlı bir şarap olan Madeira aslında 18. yüzyılda bulunmuştu. 1700'lerin başlarında alelade ve pahalı olmayan bir sofra şarabı iken yüz yıl içerisinde sadece zenginlerin alabildiği, pahalı bir takviyeli şarap halini almıştı.. 
Madeira şarabının başlangıçtaki cazibesi duyumsal olmaktan çok stratejikti. Madeira Adası Avrupa'dan Afrika'ya, Hindistan'a, Karayipler'e ve Kuzey Amerika'ya seyahat etmekte olan gemilerin uğrak noktası olan çok popüler bir limandı. 1500'lerde bu gemilerin çoğu, genellikle kargo olarak ama bazen de seyir sırasında mürettebatın içmesi için fıçılarca şarap alıyorlardı. 1700'lerin başlarına dek Madeira şarabı yapılırken beyaz üzüm kullanılıp içerisine siyah üzüm suyu eklenerek pembe ve kırmızı tonlar alması sağlanıyordu. Ama yaz sıcağı ve zor deniz koşullarına maruz kalınca çoğunlukla bozulduğu için, 18. yüzyıl ortalarında Madeiralı şarap üreticilerinden bazıları daha dayanıklı olması için şaraba damıtılmış üzüm suyu takviye etmeye başlamışlardı. Bir seferinde, bu şekilde takviye edilmiş birkaç fıçı dolu olarak Madeira'ya geri geldiğinde, üreticiler şarabın zorlu deniz yolculuğuna dayanmakla kalmayıp, daha da güzelleştiğini fark etmişlerdi. 
Yüzyılın ortasından itibaren bazı üreticiler şaraplarını satmadan önce Atlantik Okyanusu boyunca hatta bazen Hindistan'a kadar gönderip geri getiriyorlardı ve "vinha da roda" (gidiş dönüş yolculuğu yapmış şarap) etiketli bu şaraplar yüksek fiyatlara satılıyordu. Sonunda, üreticiler Madeira şaraplarını sıcakta yıllandırmak için fabrikalarının çatı katlarında ya da özel seralarda depolar yapmaya başladılar. Fıçılar dalga etkisi yaratmak için ileri geri sallanıyordu ve bu amaçla daha sonraları buhar güçlü makineler de kullanılmaya başlanmıştı.   

madeira in 1700's ile ilgili görsel sonucu    İlgili resim

Bir sonraki yüzyılda pazara girecek olan şampanya gibi, Madeira da piyasanın taleplerine göre değişkenlik arz eden çok çeşitli tarzlarda üretildi. Karayipler'deki büyük çiftlik sahiplerine ihraç edilen Madeira bazen takviye edilmeden ama yanında kırmızı üzüm şırası (mayalanmamış üzüm suyu) ve brendi ile birlikte yollanarak, müşterilerin kendi zevklerine göre renk ve tadını ayarlayarak takviye etmelerine imkan veriliyordu.  Güney Carolina ve Virginia'daki müşteriler sek, beyaz ve epeyce takviye edilmiş Madeira tercih ediyordu ; Philadelphia'lılar daha az brendi ile tatlı, altın renginde Madeira isterlerken, New York'lular daha kırmızı renkli, çok daha az brendi katılmış ve daha tatlı Madeira seviyorlardı..

madeira in 1700's ile ilgili görsel sonucu

Madeira popüler olmaya başladıkça, zenginlerin içeceği olarak pazarlanmaya başlamış ve fıçıda yıllanmış Madeira 18. yüzyılın lüks ürünleri arasında yer almıştı. 1780'lerden itibaren bir tarihçinin "şarap ne kadar yıllanmışsa, içen kişi de o kadar seçkindir," diye yorumladığı gibi "akıllı" müşterilerine yıllandırılmış (on yaşından fazla) şaraplar satıyorlardı. Lüks statüsüne paralel olarak, Madeira'nın fiyatı da devamlı bir artış göstermişti. 18. yüzyılın ilk on yılında bir fıçı dolusu (yaklaşık 435 litre) Madeira'nın adadan ihraç fiyatı 5 sterlin iken 1720'lerde bu fiyat 8 sterlin, 1740'larda 22 sterlin ve 1800'lerde 43 sterline yükselmişti. Enflasyon da göz önüne alındığında Madeira'nın fiyatının Kingston (Jamaika), Boston ve Londra pazarlarında en ucuzdan en pahalıya çıkmasına şahitlik edilen yüz yıl içinde üç kat arttığı söylenebilir. Çok fazla taklidinin üretilip, piyasanın Madeira'ya benzetilmeye çalışılarak üretilmiş şaraplarla dolu olması, ürünün lüks statüsünün bir göstergesidir.

İlgili resim

Britanya ve imparatorluk topraklarında çok popüler bir içki olmakla beraber Madeira'nın asıl başarısı, zengin sömürgecilerin alkol tercihi olduğu, Kuzey Amerika ve Karayip pazarlarındaydı. Barbadoslu bir şeker kamışı tarlası sahibinin 18. yüzyıl sonlarına ait olduğu düşünülen bir kahvaltı menüsünün içeceklere ilişkin bölümü "bir kupa çay, bir o kadar kahve, ağzına kadar dolu bir kadeh kırmızı Bordeaux şarabı, biraz daha büyükçe bir kadeh Ren şarabı ; sonrasında Madeira, baharatlı şerbet" içeriyordu..
Madeira'nın saygınlığı o kadar yüksekti ki, 1775 yılında ilk kez toplanan Birinci Kıta Kongresi'nin sonunda ve 1797'de Amerikan Donanması'nın ilk firkateynlerinden "Constitution"un suya indirilmesinde kadeh kaldırılırken Madeira içilmişti..

madeira in 1700's ile ilgili görsel sonucu

ROD PHILLIPS'İN "ALKOL TARİHİ" ADLI KİTABINDAN ALINTIDIR..

madeira in 1700's ile ilgili görsel sonucu

851 ) BİR CUMA SELAMLIĞI..

    

Yalnız temsilcilerin değil, İstanbul'daki diğer yabancıların, hatta kent sakinlerinin bile öncelikle yapmak istediği en hoş gezintilerden biri, Cuma günleri padişahın namaz kıldığı camiin civarına gitmek. Payitahtta bulunduğum sürenin (1885-87) büyük bölümünde, padişah ibadetini Beşiktaş camiinde yapma alışkanlığında idi. Fakat Yıldız'a daha yakın, neredeyse tamamlanmakta olan bir başka cami inşaatı sürüyor. Bu cami Boğaziçi'nin üstündeki tepelerin doruğunda. "Hamidiye Camii" adını taşıyor. Bu camiye sık sık gidiyor..
Bu, camiye gidiş merasimi, padişah hayatta olduğu sürece, asla atlanmıyor. Yağmur, dolu yağsa,deprem, veba veya başka bir salgın olsa, hatta padişahın kendisi hasta dahi olsa -Cuma selamlığı, aynı anda dinin mutlak halifesi olan padişahın en önemli vazifelerinden birini oluşturuyor. Yaptığı ibadeti onun adına başka birinin yapması olanaksız. Bu, şahsen yerine getirmesi gereken dinsel bir ödev. Görevlerinin en onurlusu ve imtiyazlarının en büyüğü olarak kabul ediliyor. O gün camiye gitmeyi ihmal etmek neredeyse bir isyan başlatabilir..
Bu âdet ilk olarak İ.S. 1361 yılında başlamış. Dönemin hükümdarı Sultan Birinci Murad, gözdelerinden biriyle ilgili bir davada müftüye kanıt göstermek istediğinde, camide toplu ibadete katılmamış hiç kimsenin dinsel bir mahkemede tanık olarak kabul edilemeyeceği şerî kural gereği, tanıklığı reddedilmiş. Bu kararın adaletini kabul eden Murad, ertesi Cuma büyük bir debdebeyle camiye gitmiş. Diğer müminlerle birlikte, onlardan biri olarak, ibadetini icra etmiş. Âdet o gün bugündür en katı ve düzenli biçimde uygulanmakta. Sultan Birinci Mahmud, çok hasta olmasına karşın gitmek için ısrar ettiği selamlık merasiminden dönüşte, sarayın girişinde atından inerken düşüp ölmüş. Aynı kader, hekimlerinin tavsiyesine aldırış etmeyerek, alışılmış olan Cuma selamlığına gitmek üzere hasta yatağından çıkan Sultan Üçüncü Osman'ın da sonunu getirmiş. Saraya sağ salim dönmüş ama ertesi gece son nefesini vermiş.



Merasime artık, sultanın kullarının kadife ve sırmalar içinde giyindiği ve Aya Sofya Camii'nden dönüşünde yolu üzerinde avuçlar dolusu altın ve gümüş saçıldığı eski günlerde olduğu gibi ihtişam ve debdebe eşlik etmiyor.
Padişahın camideki ibadeti, değişmez bir biçimde alaturka saatle 7'de gerçekleşiyor. Bu, alafranga saate göre öğleden sonra 2 anlamına geliyor. Genel olarak büyük ve şık bir açık arabayla geliyor. Kendisine güvenilir bir dostu, bir nezaket abidesi olan yaşlı Namık Paşa ile Plevne kahramanı Osman Paşa eşlik ediyor. Genellikle bu merasimlerde yolu beş ila yedi bin askerden oluşan birlikler koruyor. Üzerine Kur'an'dan ayetler yazılı kutsal yeşil sancaklar ve kendi alay sancaklarını taşıyarak bando eşliğinde kentin dört bir yanından geliyorlar. Padişah arabasıyla görünmeden evvel yerlerini alıyorlar. Bazı tabur veya alayların askerleri, Arnavutlar gibi, tuhaf üniformalar giyiyorlar. Afrikalı Nübyeliler veya Tunuslulardan oluşan bir alay gördüm. Deri önlüklü ve kocaman baltalar taşıyan iri kıyım istihkâmcı veya madencilerden oluşan bir birlikleri vardı. Osmanlı hakimiyeti altındaki ülkelerin her birinin temsilcileri bulunuyor. Bunlar çok iyi eğitimli, disiplinli askeri birlikler. Çeşit çeşit üniformalar giyiyorlar. Askeri bando ve refakatçilerin "birlik ruhu", olaya dinsel bir törenden öte bir nitelik katıyor..



"Selamlık" alayını veya camiden içeri girer veya çıkarken padişahı görmek isteyenlerin, ister nizamiye binası ister yeni kışlada, daha 12'de yerini alması gerekiyordu. "Kralın yüceliği halkının çokluğuna bağlıdır." Halk bu merasimler vesilesiyle "topluca" ortaya çıkar. Siyah püsküllü, canlı kırmızı fesler sahneye damgasını basar. Gelgelelim, üniformaların genel tonu kızıl pantolonları dize kadar inen Zühafların üniformasıdır. Askerler zeytin renginde formaları içinde, çoğu güneş altında bronzlaşmış durumda ve muhteşem yapıdadırlar. Padişah, camiye girerken, üniformaları çokça altın sırmalar ve nişanlarla ışıldayan düzinelerce zabiti ile kuşatılır. Kapıda camiin imamı tarafından karşılanır. Kalabalığın, askerlerce iyi kötü kontrol altında tutulmak dışında, uyması gereken özel bir düzen yoktur. Arabalar, atlar ve halk karmakarışık bir halde iç içedir. Bu tören sırasında ne sarhoş bir adam ne de aşikâr bir düzensizlik gördüm. Birçok arabada padişahın eşleri, kızları, kuzenleri ve yeğenleri ile annesi ve teyzesi bulunur. Elmaslar, örtülü güzelliklerin üzerinde fazlasıyla parlar. Kuşkusuz, Türk olmayan ve bu nedenle, okuyucunun çok geçmeden aşina olacağı şekilde giyinmemiş kadınlar da vardır..
Padişah camiye girer. O ibadetini tamamlayıncaya değin herkes sessiz durur. Ardından bir borazan sesi duyulur ; bir halı serilir ve yaveran subaylar, nazırlar ve diğerleri at biner. Hareket için hazırdırlar. Askerler "silah omza" vaziyeti alır, demir kapı açılır ve haykırışlar başlar : "Padişahım çok yaşa !" 
Kimi zaman padişah, bu merasim için süslenmiş beyaz bir küheylana biner ; ama genellikle, pek çok tezahürat arasında, dizginlerini kendisi tutarak bizzat sürdüğü arabasıyla gelir ve döner. Halkı onun için yol açar ve seyir sona erer..



Resmetmeye çalıştığım Selamlık merasiminin, yerli bir sanatçı olan Hamdi Bey tarafından güzel bir resmi yapılmış. Bu resim, New York sakinlerinden gerek sanat gerek din üzerine çalışmalar yapan Bay Eliot F. Shephard için yapılmıştı. Bu resimde, Padişah hazretlerinin, ona uzun süre saygın hizmette bulunmuş muhterem Namık Paşa'nın ve Plevne kahramanı Osman Paşa'nın eşliğinde, açık bir arabayı sürmesi temsil edilir ; fakat bu resim, ibadetinin bitiminde gördüğü coşkulu tezahüratı veya halkının iyi niyetinin öteki kanıtlarını gösteremez, göstermesi de mümkün değildir..

            

850 ) İKİ DÖNEM, İKİ RUSYA !..

Kariyerinin ilk yirmi yılını diplomatlıkla geçiren Şefik Onat'ın "Bir de Bizden Dinleyin / Türkiye'nin Sefireleri Anlatıyor" adlı kitabında Emekli Büyükelçi Halil Akıncı'nın eşi Oya Akıncı çeşitli dönemlerde üç kez gittiği Rusya ile anılarını paylaşmış.. Bu anılardan 1975 ve 1990'a ait olanları aktarıyorum..

    

1975 yılında biz henüz otuzlarımıza gelmemişiz bile. Can arkadaşlarımız ile kapalı evlerimizde, bol sohbetli geceler geçiriyoruz. Bize anlatılan, daha doğrusu dayatılan bu "korkunç" ülkenin hoş taraflarını bulup çıkarıyoruz. Bazımız hararetle takip edilme, dinlenme ve casusluk senaryoları yazıyor. Hep biz bizeyiz. Kırk yılın biri, bir Rus aileyi resmi yollardan davet edip ümitlensek de son anda bir bahane uydurup gelmezler.
Çarlık antikaları komisyonla devlet mağazalarında satılıyor. Mağazaların açılış saatlerinden önce kapılarda pusular kuruluyor. Kuznetsov, Herend fincanlar kapışılıyor. Tek izinle gidebildiğimiz Zagorsk Ortodoks kasabasına "Militziya" (milis kuvvetler) eşliğinde Pazar gezmeleri yapıyor, alı al moru mor motosikletli takipçi polisle hınzırca saklambaç oynuyoruz. Zavidova sayfiyelerinde Fransız ahbaplarla piknik yapıyor, şehrin çok yakınında tahta daça "Ruskaya İzba" adlı restoranda çömlekte gulaş yiyor, votkalar içiyor, akşamları Amerikan Büyükelçiliğinin bodrum katında Amerikan filmleri seyrediyoruz.. Bolşoy'a istediğimiz zaman giriyor, en nefis eserleri izliyor, başarılı balerinlerin çetelesini tutuyoruz. Sırayla davet edildiğimiz Büyükelçilik konutunda rahatsız saray koltuklarına eğri, edepli oturuyor, bizden çok yaşlı büyüklerle cesur tartışmalar yapıyoruz. Sonra görevle Bakü'ye, konserlere, Taşkent'e, film festivallerine, Simenon polisiye romanlarından fırlama Batum'a yollanıyoruz. Emel Sayın, önce Allah dedirtiyor, sonra Erivan'da yaşlı bir Türkiye aşığı Ermeni'nin evinde sabaha kadar şarkılarla hasret gideriyoruz. Evimizde Aziz Nesin'i, Arif Melikof'u, Onat Kutlar'ı, Meriç Sümen'i, Müjdat Gezen'i ağırlıyoruz..
Sovyet ruhu, Nâzım'ın her yerdeki varlığı, Babayef'in sansürlenmiş anıları ile yoğuruluyor. Yeni içinden geldiğimiz '68 gençlik doğruları, neredeyse pek ters düşmemecesine gönlümüze işliyor olabilir miydi o tarihlerde ? Moskova'da olan herkes gizemli büyüsünü anlatır durur Brejnev (altta) Rusya'sının..



Bütün ülke tereyağlı çay (bayılırlardı bu "sağlıklı" karışıma) ve çürük elma kokardı. Caddelerdeki kalabalık hoyrattı. Zamanla itilip kakılmaya direnç geliştirmiştik. Erkekler Stalin'in güzelim leylak ağaçlı kaldırımlarına acımaksızın ve ayaklarımızın hemen dibine, aldırmaksızın, votkalı ve sarımsaklı tükürüklerini roket hızıyla göndermeyi bir ego gösterisi addederlerdi. Mis gibi espresso ve sauna diyarı komşu Finlandiya'ya çocuklara muz ve "nefes" almaya giderdik arada. Trenlerde semaverlerle çaylar ikram edilirdi. Vagonlar gittikçe ısınır, çizmelerimizi pencereden sarkıtırdık bazen. Sabaha karşı sınıra yaklaştığımızda belki de yeni uykuya dalmışken, Sovyet askeri Kalaşnikof'larıyla kompartımana dalar, tam anlamıyla didik didik ararlardı çizmelerimizin içine kadar.. Hep bir Rus'u sandık içinde özgür dünyaya kaçırdığımıza kaniydiler. Pasaportlarımızı kapıp birkaç saat yok olur, sabrımızı sınava tabi tutarlar, biz ise görevlerini yapan bu genç askerlere aklımızca gülümser, şirinlikler yapardık..
İşte öyle, banyo perdesi alma bahanesiyle dört arkadaş gittiğimiz Helsinki'de, 6,5 aylık, 930 gram ikinci oğlumu doğuruverdim...Altı ay hastanede kalacaktı ! O, 37 santimlik varlığı, can kardeşim Doktor Martin Renlund'a ve Fin analarının bağışladıkları sütlerine emanet edip Moskova'ya geri döndüm.
Çok, çok zor günler başladı. Moskova'da olma, Helsinki'de doğma oğlum hayata tutundu, biz de oğlumuza. Bütün Moskovalılar bizi konuşur olmuşlardı.. Onu hastaneden alıp eve getirdiğimizde üç kilogramcıktı. Ama omuzumda koca siyah gözlerini açıp bana öyle bir bakmıştı ki.. O hastanedeyken her gün telefonla arardım. "Zakas" denen bir sistemle santralden yazdırırsınız numaranızı. Bazen günlerce beklersiniz. Ama oğlumun hikayesini artık bilen santral memuru kızlar, o anaç, sevgi dolu yürekler, Dr. Renlund'a hemen bağlarlardı telefonlarımı.. Birlikte gözyaşı dökmüşlüğümüz bile oldu. Onlara hep teşekkür ettim, nerelerde iseler, hep teşekkür ediyorum bugün de.. Küçük oğlumuzun eve dönüşünden az sonra iki oğlumuzu da kucaklayıp, bir 1978 Mart günü, Türkiye'ye geri döndük..
Geride aylar boyu yağan diz boyu karları, sönük sokaklarda pencerelerden sızan sarı ışıklı, hiç içine giremediğimiz evleri, çok iri harflerle binalara yazılmış dev Komünist sloganları, orak çekiçleri, hiç ses çıkarmadan koşuşan Rus kadınları, Nâzım'ı, onun can dostu, bizim can dostumuz Ekber Babayef'i, karlı kayın ormanlarını, Nataşa'yı, Vala Ana'yı, Lenin'i ve siyah ekmeğimi bırakıp...

    

Mayıs 1990'da, ikinci kez, Moskova'ya gelir gelmez dostlar yeni "Özel" bir restorana götürdüler : Visotsky Bar !.. Yerin altında, sonradan defalarca resmi heyetlerle bile gideceğimiz bu restoran tiyatro sanatçısı ve şarkıcı Visotsky'nin (üstte) oyun sonu uğrak yeriydi. Balalaykalar çalar, onun şiirleri okunurdu. Buna benzer birkaç tane daha özel restoran açılmıştı. Yan masalarda deri ceketli, büyük altın kol saatli adamlar dünya güzeli ve mini etekli genç kadınlarla halvet oluyorlardı. Cüzdanlarından eskiden günah sayılan dolarlar dökülüyordu. Biz masamızda havyara kuvvet hep birlikte "Oçi Çornaya"yı avaz avaz söylüyorduk. İlk yabancı Fin mağazası "Stockman" açılmıştı. Sadece restoran değil sokaklar da daha neşeliydi. Rus kadını yine arı gibi koşuşurken, kocaları yavaş yavaş votkaya, Efes Pilsen birasına boğulmaya başlamışlardı çoktan. Patlarcasına..
Rus mağazaları hızla boşalıyordu. O kızgın Rus satıcılar peynir mağazalarında el altında Laleli'nin rüküş tişörtlerini satmaya başlamışlardı, boyunları bükük. Kitapçıda naylon çorap, zücaciyecide deri ceket bölümleri yer almıştı ve özel kiosklar açılmaya başlamış, içlerinde bütün bir Sovyet dönemi hasretle beklenen çikletler, tükenmez kalemler ve yabancı dergiler.. Bu kiosklar yavaş yavaş bütün semtlere, kaldırımlara yayıldılar. Her gece beşer onar doğuyorlardı. Yurtdışına gitmeler rahatlamıştı. İlk hedef Türk pazarları seçilmişti. Sonradan bu küçük kiosklardan süpermarketler doğacaktı... Devletin üretimi fabrika müdürlerinin eline geçivermişti bir gecede. Memur yoldaş İgor, olmuştu iş adamı Gospodin İgor.. Sosisler, peynirler, her şey karaborsaya düştü. İkinci Dünya Savaşından sonraki en büyük kıtlık başlamıştı..



Devlet, insancıklara maaşlarını ödeyemez oldu. Bedavaya oturdukları evler özelleşti. Aç gözlü uyanıklar canım apartmanları, garibanların ellerinden ucuza kapattılar. Sokakta kaldı Babuşkalar.. Göz açıp kapayıncaya kadar petrolden bale ayakkabısına kadar her şeye el konup, elde edilen milyonlar özel yandaş ceplere doldu. Ruble her gün zavallılaşıyordu. Eski, tüyü dökülmüş paltolu yaşlıca bir kadın, restoranın arka kapısında çöpe atılmış tavuk kemiklerini kemiriyordu gizli gizli. Kendisini yemeğe, içeri davet ettim. Kabul etmedi, sessizce uzaklaştı. Sanki o gün, birkaç yaş daha büyümüştüm..
Ele geçirdiği her şeyi sattı çilekeş Rus kadını.. Balerinler teker teker ülkeyi terk etti. Tiyatrolar kapandı. Mc Donald's'ın kuyruğu (üstte) Guinness'e girdi. Ülkede alışılmadık şeyler oluyordu. Portakal kuyruğunda bir kadın diğerini bıçakladı. Blucinli gençler Pizza Hut'a girebilmek için her şeylerini feda ettiler. Genç kızlar da iffetlerini..
Sovyet bayrağının inip Rus bayrağının göndere çekildiği sabah ben orada, Kızıl Meydan'daydım. Lenin heykelinin Oktyabrskaya Meydanında devrildiği gün de.. Haydi bakalım.. Bu gözler daha neler görecekti !..
Güneşli bir Pazar sabahı evimizin altında toplanan ateşli bir grup gittikçe kalabalıklaştı. Beyaz Ev denen Parlamento binasına doğru bağıra çağıra yürüdüler ve cayır cayır yakıverdiler ! Akşam 32 ölü olduğu haberi verildi radyolarda. Gorbaçov'un usul usul demokrasi hamleleri, Yeltsin'in elinde tank tepelerinde haykırmaya dönüşmüştü. Bütün diğer Cumhuriyetler teker teker, sancılı bir şekilde koptular, bağımsızlıklarını ilan ettiler..   

        

Hürriyet

KAYNAK OLARAK KULLANDIĞIM KİTAPLAR..
-------------------------------------------------------
1.DEVLET-İ ALİYYE.I...HALİL İNALCIK 2.OSMANLILAR..HALİL İNALCIK
3.İMP.'UN EN UZUN YÜZYILI..İLBER ORTAYLI
4.SON İMP. OSMANLI..İLBER ORTAYLI
5.TARİHİN IŞIĞINDA..İLBER ORTAYLI
6.OSM. TOPLUMUNDA AİLE..İLBER ORTAYLI
7.OSM.'YI YENİDEN KEŞFETMEK..İ.ORTAYLI
8.BATILILAŞMA YOLUNDA..İLBER ORTAYLI
9.OSMANLI TARİHİ..A.DE LAMARTINE
10.OSMANLI..CAROLİNE FİNKEL
11.OSM.İMP.TARİHİ..NICOLEA JORGA
12,BÜYÜK TÜRK..NICOLEA JORGA
13.YENİLMEZ TÜRK...NICOLEA JORGA
14.TÜRKİYE TARİHİ..ED.SİNA AKŞİN
15.OSM.DÜNYASI VE İNSANLARI..GÜLGÜN ÜÇEL
16.OSMANLI ORDUSU..GÜLGÜN ÜÇEL-AYBET
17,BU MÜLKÜN SULTANLARI..NECDET SAKAOĞLU 18.YENİÇERİLER..REŞAT EKREM KOÇU
19.SON PADİŞAH..YILMAZ ÇETİNER
20.SORULARLA OSM. ..ERHAN AFYONCU
21. SOKOLLU ...RADOVAN SAMARCIC
22. OSM.İMP.TARİHİ...A.CEVDET PAŞA
23. OSM.GERÇEĞİ..ERDOĞAN AYDIN
24. FATİH VE FETİH..ERDOĞAN AYDIN
25.KADINLAR SALTANATI..A.REFİK ALTINAY
26.DOĞU'YA BAKIŞ..GERALD MACLEAN
27.AT SIRTINDA ANADOLU..FREDERIC BURNABY
28.ABDÜLMECİD..HIFZI TOPUZ
29.ŞAH SULTAN ..İSKENDER PALA
30.FLORANSA BÜYÜCÜSÜ..S.RUSHDIE
31.TARİHİMİZLE YÜZLEŞMEK..EMRE KONGAR
32.PARİS'TE BİR OSM.SEFİRİ..ŞEVKET RADO
33.TARİHİN SAKLANAN YÜZÜ..ÇETİN ALTAN
34.OSM.İMP.'DA SON 300 YIL..ALAIN PALMER
35.KONSTANTİNİYYE..PHİLİP MANSELL
36.TÜRKİYE'NİN SİYASİ İNTİHARI..CENGİZ ÖZAKINCI
37.BU VATAN BÖYLE KURTULDU..EROL MÜTERCİMLER
38.16.YÜZYILDA İSTANBUL..METİN AND
39. ERKEN MODERN OSMANLILAR.. VIRGINIA H. AKSAN-DANIEL GOFFMAN
40."POPÜLER TARİH" VE "NTV TARİH " DERGİLERİ
41.İKİNCİ ADAM..Ş.SÜREYYA AYDEMİR
42.HAYAT..AYŞE KULİN
43.DEVRİM VE DEMOKRASİ..NUMAN ESİN
44.BİR NUMARALI TANIK..KURTUL ALTUĞ
45.İHTİLALİN MANTIĞI..Ş.S.AYDEMİR
46.KUTSAL İSYAN...HASAN İZZETTİN DİNAMO
47.KUTSAL BARIŞ...HASAN İZZETTİN DİNAMO
48.ÇÖL KRALİÇESİ...JANET WALLACH
49.YÖNETMENLER,FİLMLER,ÜLKELER..A.DORSAY
50.AY HIRSIZI...SUNAY AKIN
51.ONLAR HEP ORADAYDI...SUNAY AKIN
52.KULE CANBAZI...SUNAY AKIN
53.LÜZUMSUZ BİLGİLER ANSİKLOPEDİSİ..TAMER KORUGAN
54.PRENS..NİCCOLO MACHİAVELLİ
55.İSTANBUL'DA BİR ZÜRAFA..SUNAY AKIN
56.KIZ KULESİNDEKİ KIZILDERİLİ..S.AKIN
57.AH BEYOĞLU,VAH BEYOĞLU..SALAH BİRSEL
58.İSTANBUL-PARİS..SALAH BİRSEL
59.YAVUZ'UN KÜPESİ..ERHAN AFYONCU
60.OSMANLI PADİŞAHLARININ HAYAT HİKAYELERİ...YILMAZ ÖZTUNA
61.BİZİM DİPLOMATLAR..BİLAL N.ŞİMŞİR
62.KİM VAR İMİŞ BİZ BURADA YOĞ İKEN..CEMAL KAFADAR
63.RÜZGARIN GÖLGESİ..CARLOS RUIZ ZAFON
64.MELEĞİN OYUNU..CARLOS RUIZ ZAFON
65.ORTA DOĞU..TAYYAR ARI
66.ABD-ORTA DOĞU-TÜRKİYE..HALUK GERGER
67.ORTA DOĞU.. BERNARD LEWIS
68.ON BİR CUMHURBAŞKANI ON BİR ÖYKÜ.. CÜNEYT ARCAYÜREK
69.ÖFKELİ YILLAR...ALTAN ÖYMEN
70.ATATÜRK'TEN SONRA BUGÜNLERE NASIL GELDİK ?..CÜNEYT ARCAYÜREK
71.ÇANKAYA...CÜNEYT ARCAYÜREK
72.DEMOKRASİNİN İLK YILLARI..C.ARCAYÜREK
73.YENİ İKTİDAR,YENİ DÖNEM..C.ARCAYÜREK
74.BİR İKTİDAR,BİR İHTİLAL..C.ARCAYÜREK
75.NEREDEYSE BİR BALİNA..STEVE JONES
76.MOSSAD GİZLİ TARİHİ...GORDON THOMAS
77.BARIŞA SON VEREN BARIŞ...DAVID FROMKIN
78.SULARIN GETİRDİĞİ PADİŞAH..CAHİT ÜLKÜ
79.TANK SESİYLE UYANMAK..HASAN CEMAL
80.BİR MANİNİZ YOKSA.. ...AYFER TUNÇ
81.ALATURKAFRANKA..ERCAN ÇİTLİOĞLU
82.SUÇUMUZ MÜKEMMEL OLMAK..S.DUMAN
83.DARBE...STEPHEN KINZER
84.ÖZAL HİKAYESİ..HASAN CEMAL
85.TURGUT NEREDEN KOŞUYOR ? ..E.ÇÖLAŞAN
86.YEDİ TEPE ANADOLU...ALİ CANİP OLGUNLU
87."K", "DERBEDER BİR KAHİN"...CANSU YILMAZÇELİK
88.LATİFE HANIM...İPEK ÇALIŞLAR
89."K",YIKIK BİR SARAYDIR DÜNYA..PERİHAN ÖZCAN
90.BEYAZ PERDEDE KIRMIZI FİLMLER.. ATİLLA DORSAY
91.TEK ADAM..Ş.SÜREYYA AYDEMİR
92.DAHİLER VE AŞKLARI...ÖZCAN ERDOĞAN
93.HAYATIM KİTAP..YAŞAR AKSOY
94.BOĞAZİÇİ ŞINGIR MINGIR..SALAH BİRSEL
95.BİR EKONOMİK TETİKÇİNİN İTİRAFLARI...JOHN PERKİNS
96.CUMHURİYET TARİHİ YALANLARI 1. VE 2. CİLT...SİNAN MEYDAN
97. KOMPLO TEORİLERİ..EROL MÜTERCİMLER
98.ÖNCE KADINLAR VE ÇOCUKLAR..SUNAY AKIN
99.BİR ÇİFT AYAKKABI..SUNAY AKIN
100. BENİM CUMHURİYET'İM..EMİNE UŞAKLIGİL
101.DARAĞACINDA ÜÇ FİDAN..NİHAT BEHRAM
102.NEREYE..CAN DÜNDAR
103.İSTANBUL'DAN SAYFALAR..İLBER ORTAYLI
104.BİZİM İZMİRİMİZ..MELİH GÜRSOY
105.GİZLENEN TARİH..BRİAN HAUGHTON
106.BERGAMA DÜŞLERİMİN ŞEHRİ,İZMİR SEVDAM..SELAHATTİN TURAL
107.GÖLGEDEKİLER..CAN DÜNDAR
108.KIRMIZI BİSİKLET..CAN DÜNDAR
109.YAKAMDAKİ YÜZLER..CAN DÜNDAR
110.GEÇMİŞ AYRINTIDA SAKLIDIR..CEMİL KOÇAK