Sayfalar

419 ) MONDROS'A BEŞ KALA !..

   
Rauf Orbay                  Townshend

   İstanbul'da, Bütükada'da yıllardır esir düşmüş bir İngiliz generali vardı : Charles Townshend.. Suriye cephesinde esir edilen bu general, rütbesine yakışır bir şekilde davranış görüyordu.. Bu arada pek çok dost edinmişti.. Hele Rauf Bey ile arası pek iyiydi..
  Yeni kabine, onun aracılığıyla İngilizlerle barış masasına oturmanın ilk adımını atmak istedi. Rauf Bey gitti Townshend ile görüştü. İngiltere'nin Akdeniz Filosu Kumandanı Amiral Calthorpe'a, Osmanlı hükumetinin barış isteğini iletmesini söyledi..
  Sadrazam, ayrıca İstanbul'da Hahambaşı Nahum Efendi'yi Köstence üzerinden Amerika'ya gönderdi. Yine paşanın eski bir bankacı dostu Fransızlarla temas kurmak üzere görevlendirildi ve daha birçok koldan barış olanakları aranmaya başlandı..
  Fakat, en etkili ve sonuç getiren girişim, Townshend'in Amiral Calthorpe ile görüşmesi oldu.. Bütün bu temaslar olağanüstü gizlilik içinde yapılıyordu.
  Yalnız bu arada bir önemli sorun da, mütareke müzakerelerine Osmanlı tarafından kimlerin katılacağı idi. İngilizlerin, Rauf Bey'in başmurahhas olmasını istedikleri biliniyordu.. Halbuki padişah, bu görevin eniştesi Damat Ferid Paşa'ya verilmesini arzu ediyordu. Vahdeddin herhalde güvensizliğinden olacak, her zaman yakınlarını kilit görevlere getirme çabasındaydı. Nitekim, dünürü Tevfik Paşa'ya bu nedenle daima iltifat ediyor, yanından hiçbir zaman ayırmıyordu..
  Vahdeddin bir gün sadrazamla bu konuyu konuşup eniştesi Damat Ferid'in başmurahhas yapılmasını ileriye sürerken, İzzet Paşa direndi :
"- Bu adam mecnundur efendimiz !.. Böyle önemli bir görev kendisine verilemez," dedi. 
  Hünkar ısrar etti :
"- Biz onu idare ederiz !.."
  Padişah barış masasına oturacak heyetin başında, mutlaka kendisine çok yakın bir kişinin bulunmasını arzu ediyor, başkalarına güvenemiyordu..
  İzzet Paşa'nın direnmesine rağmen Sultan Vahdeddin ikna olmayınca Damat Ferid Paşa ile Ayan Meclisi'nde görüşmeyi kabul etti. Kısa bir süre sonra mütareke konusunda neler yapılabileceğini karşı karşıya oturup konuştular.. 
  Damat Ferid anlattıkça, İzzet Paşa renkten renge giriyor, bir megalomanla karşı karşıya bulunduğunu daha iyi anlıyordu. Üstelik kafasızdı bu adam !.. Ne devletlerarası politikadan, ne de siyasetten haberi vardı !. Damat Paşa şunları söylüyordu Sadrazam'a :
"- İngiliz Amirali Calthorpe ile görüşeceğim. Eğer devletin kesin ülke bütünlüğünü esas alan bir mütarekeye yanaşmazlarsa derhal bir savaş gemisi, kruvazör isteyip Londra'ya gideceğim. İngiltere kralına, 'Ben senin baban olan kralın kadim dostuydum ! Arzularımın kabulünü senden beklerim' diyerek barış için tekliflerimizi kabul ettireceğim !.."
  Sadrazam İzzet Paşa bu sözler üzerine donmuş kalmıştı. Bu mevkiye gelmiş bir adam nasıl olurdu da, hala devletlerin yüce menfaatlerinde böyle dostlukların sökmeyeceğini bilemezdi ?.. Üstelik İngiltere kralının babasıyla hiçbir dostluğu filan yokken !..

   
Damat Ferid              İzzet Paşa

   Damat Ferit Paşa, İkinci Abdülhamid'in sevgili kız kardeşi, Veliaht Vahdeddin Efendi'nin ise ablası Mediha Sultan ile evlenmişti. Mediha Sultan'ın ikinci kocası olan Ferid, gençliğinde Londra sefaretinde başkatip olarak görev yapmıştı. O zamanlar henüz prens ve veliaht olan İngiltere Kralı VII.Edward'ın eski bir dostu olduğunu söylemesi, megalomaniden, gülünç olmaktan başka bir şey değildi. Herhalde, Damat Ferid bir davet sırasında prense takdim edilmiş, bu arada bir süre onunla görüşmüş olabilirdi. Üstelik İngiltere'de kralın devlet işlerinde, hele dış siyasette hiçbir etkinliğinin olmadığı da ayrı bir gerçekti. Ne çare ki, Ferid Paşa farkında bile değildi bütün bunların, idrakten acizdi..
  Sadrazam İzzet Paşa'nın saraydan ani olarak çağırdığı Ali Fuad Bey, Babıali'ye gittiği sırada bakanlar toplantı halindeydi. Sadrazam ayağa kalkmış, konuşmasını yapıyordu :
"- Zatışahanenin yanında, mütareke görüşmelerine Damad Ferid Paşa'nın memur edilmeleri buyurulmuşsa da, arkadaşlarımızla yaptığımız toplantı sonucu icra kuvvetlerine ait bir konuyu, sorumsuz bir kişinin yönetemeyeceğine ve bunun uygun olmadığına karar verdik.. Biz başmurahhas olarak Bahriye Nazırı Rauf Bey'i uygun gördük.."
  Başkatip Ali Fuad Bey bu sözleri dinledikten sonra salondan çıkarken, Sadrazam İzzet Paşa geldi yanına ve onu alıp kendi odasına götürdü. Orada "hanedanı Osman"a bağlılığını, sadakatini tekrarladı ve dedi ki : 
"- Şayet zatışahanenin bu olay nedeniyle bana güvenleri kalmadıysa, bir işaretleri ile çekilmeye hazırım.. Ferid Paşa'nın başmurahhas olmaları mümkün değildir.."
  Başkatip süratle Yıldız Sarayı'na döndü.. Padişaha bunları aynen nakletmek üzere huzura çıktığı zaman gördü ki, Babıali'de, sadrazamdan hayli süre cevap beklemiş olan Ferid Paşa çoktan gelmiş, padişahın yanına çıkmıştır..
  O da, arkadan giderek, olan biteni aynen anlattı. Gözleri yarı kapalı dinleyen Vahideddin,
 "- Bu herhalde, bir anlamda istifa etmek midir ?" dedi. 
 "- Evet Efendimiz, istifa etmektir.."
  Padişah bir an durdu, düşündü ve konuştu :
 "- Ferid Paşa'nın gönderilmesini isteyişim, yararlı olur düşüncesiyle idi. Yoksa ben işi bozmak amacıyla değil, hallini kolaylaştırmak için ısrar ettim. Fakat madem bu kadar büyütülüyor, ben de onun gönderilmesinden vazgeçerek, az önce tatlılıkla savdım.."
  Eniştesi paşayı bir anda kenara bırakan Vahdeddin sonra hemen mütareke heyetinden neler istediğini sıralamaya başladı :
  "- 1. Ulu halifeliğin, yüce saltanatın ve Osmanlı hanedanı hukukunun devamı ve korunmasının sağlanması.
     2. Bazı eyaletlere verilecek muhtariyeti idarenin şekil ve mahiyeti sağlanarak, muhtariyetin yalnız idari olup siyasi olmaması.. Şayet hiçbir çare ve imkan bulunamayıp da siyasi olacaksa istiklaliyetin daha ehven olacağı ve eğer siyasi muhtariyeti kabul edecek olursak, İslam alemine ihanet etmiş olacağımız fikrindeyim.."
  Bunlar Sultan Vahdeddin'in Osmanlı heyetine verdiği talimattı.. Padişah görüldüğü gibi, hilafetin, saltanatın ve hanedan haklarının korunmasını istiyordu.. Ama Ferid Paşa'yı başmurahhas gönderebilseydi belki de kendisinin padişah kalması bile mütareke şartları içine girebilirdi.. 



      


   

418 ) DÖNÜŞÜM !...



   Biz de doğup büyümüştük. Okullarda hayli dirsek çürütmüştük. Fakat hala ticarettir, fabrikacılık veya bankacılıktır, yani hocalarımızın "ilm-i servet" diye öğrettiklerinin hepsini Hristiyan ve yabancı imtiyazı sanırdık. "Bezirgan", Osmanlı Türkçesinde "müstehcen" sayılan sözler arasındaydı !..
   Çocukken padişah ve şehzade yüzü görmemiştik. Akşama doğru ilkokulun bahçesinde toplanıp hep bir ağızdan,"Padişahım çok yaşa !" diye bağırırdık. Cülus günleri de Sultan Hamid'in marşını söylerdik :
"Ey veliyyun-nimet-i alem-ü şehenşah-ı cihan.."
   Padişahımızın gerçekte Beyoğlu Caddesindeki bir Yunan uyruklu bakkala hükmü geçmezdi, fakat marşta yine de, "cihan şehenşahı" idi !..
   Edebiyat yasak olduğu için şiiri ve düz yazıyı ancak cülus günleri padişah övgülerinde görürdük. Yahya Kemal'in ilk şiiri uzun bir "cülusiye" idi ; sonradan bıraktığı "Agah" takma adıyla yazmıştır..
   Tanınmış yazar ve şairlerin ellinci yıl kutlamaları töreninde yanılmamak için, rahmetli Hakkı Tarık Us bütün eski gazete ve dergi koleksiyonlarını arayıp taradığında bu kasideyi de ele geçirmişti. Yahya Kemal, bu cülusiyeyi Cumhuriyet döneminde açığa vurduğu için Hakkı Tarık Us'u affetmemişti. Aslında biraz düşünse, kızmaması gerektiğini anlardı. Çünkü Sultan Hamid okullarında, herkes gibi, Mustafa Kemal de kim bilir kaç defa "Padişahım çok yaşa !" diye bağırmış ve marş söylemişti..

   Peki biz dervişçe bir ömür mü sürmek istedik ? Hayır !.. Hepimiz zengin olma hırsı ile yanardık, fakat, "Ah bir sermaye bulsam da dükkan ya da fabrika açsam" yerine ; "Ah, iyi bir saatinde padişahın gözüne ilişsem de vezir olsam" ya da, "Ah bir vezirin hoşuna gitsem de vali olsam" gibi özlemlere kapılırdık !..
   Bizim yapmadığımız işlerle yani tarım ve ticaretle kazanan reaya da haraç kaynağımızdı ! "Be adam, suçlu suçsuz rastgele Hristiyan kesiyormuşsun, her öldürdüğün Hristiyan ile devlete 'cizye' kaybettirdiğinin farkında mısın ?" buyruğunu tarih kitaplarında okumuşsunuzdur. 
   Hristiyan'ın Müslüman olmasını bile, cizye ödemekten kurtulacağı için istemezdik !..

   Derken Tanzimat geldi. Reayadan "cizye" alamaz olduk. Çarşı, pazar, mağaza ve banka hep onların eline geçti. Vezir ve paşalardan zenginlerin sayıları giderek azaldı. Yaşayışta biz eski efendiler reaya, eski reaya da efendi olmuşlardı !. Bu duruma diş biliyorduk, ama ne sanatlarını edinebiliyorduk, ne de kafalarını kesip mallarını mülklerini yağma edinebiliyorduk. Geçmişten yalnızca gururumuzu, kibrimizi sürüklüyorduk : Kızımızı 20 kuruş "mülazemet" (stajyer) maaşlı Babıali katibine yahut 180 kuruş maaşı üç ayda bir çıkan mülazıma (teğmen) verirdik.. Müslüman'dan esnafa değil kız, selam bile verilmezdi !..

   Meşrutiyet'te baktık ki bu böyle gitmez.. Banka, çarşı, pazar Hristiyan'ın, Türkler ise yalnız "barem proletaryası" ve jandarma ; kan, can bizden, keyfini sürmek ise onlarda !.. "Nasıl olur bu ?" dedik, fakat o kapitülasyonlar düzeni içinde kaderimizi değiştirmenin yolunu bulamıyorduk. Nazım Hikmet'in babası Tepebaşı'nda "Şir-i Ter" adında, sütlü şeyler satmak üzere bir dükkan açtı. Türk için pahalı, Rum içmez, Ermeni yemez, yabancı uğramaz olduğu için, ortağıyla birlikte battı ve Babıali kalemlerinden birine sığındı !..
   Sirkeci'de Türklere ait birkaç ahçı dükkanımız vardı, ama hiçbirini lokanta düzeyine çıkarmayı beceremedik !.. Sadaret, Dahiliye ve Hariciye'de çalışanlar ve biz birkaç gazeteci, çarşı içindeki küfürbaz Ermeni Karabet'de yemek yerdik. Türklüğün değil de Müslümanlığın yüzünü ağartanlar muhallebici, dondurmacı ve bozacı Arnavut vatandaşlarımızdı !.. 
   Araya bir anekdot sıkıştıralım.. 
   Eskiden mezgit balığının müşterileri yalnız Yahudilermiş. Aralarından birkaçı tattığı için Müslümanlar da bu balığa dadanmış. Balık az, müşteri çok olunca, doğal olarak, fiyatı da artmış.. Yahudiler hahamlarına gidip buna bir çare bulmasını istemişler. Haham gülmüş ve "yarından tezi yok adını Yahudi balığı koyun" demiş. Balık pazarında mezgit, "Yahudi balığı" adını alınca, Müslümanlar da "mekruhtur" diye almaktan vazgeçmişler. Böylece Yahudiler de ağızlarının tadıyla ve hem de ucuza, bol bol yemişler..

   Derken Birinci Dünya Savaşı geldi. Kapitülasyonları kaldırmıştık. Gazeteci Hüseyin Cahid'i "Men-i İhtikar" (vurgunculuğu önleme) komisyonu reisliğine, Cavid Bey'i "Düyun-u Umumiye"nin başına geçirmiştik. Tütün rejisi de İzzet Melih'in elindeydi. Nihayet arabalarda ekonomi ve finansta yetkili Türkleri görüyorduk. "Artık İktisad-ı Milli devri geldi" dedik. 
   Türkleri zengin etme görevini, bütün ordular için alışveriş yapan "Levazımat-ı Umumiye" Reisi İsmail Hakkı Paşa ile, İttihat ve Terakki'nin esnaf işleri ile uğraşan İstanbul Sorumlu Katibi Kara Kemal'e havale ettik !.. Burada, Kara Kemal'in, mirasçılarına nargilesinden başka bir şey bırakmadığını da belirtmek gerekir.. İsmail Hakkı Paşa da parasız ölmüştür. Bunlar kimseyle ortaklık etmediler. Fakat, Partiye bağlı fedailerden, tarih hocalarından, paralı kimseler görmeye başlamıştık !..
   Orduya malzeme getirmek işi Başkumandanın eniştesinin elindeydi. Orta Avrupa ve Almanya'dan getirtilen malzeme işinin Türklere ait olduğunu bilmek bile bize huzur veriyordu. "Artık biz Türklerin de kazanma sırası geldi" diye seviniyorduk. Yat Kulüp masalarında meydan okuyanlar artık Türkler idi. Hatta Dördüncü Ordu Kumandanı (Cemal Paşa) bile, Suriye'ye gelen Süleyman Nazif ve Cenab Şahabettin üstatlarımıza, biraz para kazanmaları için ipek kumaş kolaylığı göstermişti !..
   Anadolu'nun her yerinden bir yük vagonu için izin almak, zengine yakın bir şey olmak demekti. Eh, bunu da Simon ya da Hamparsun'a verecek değildik ya !..

   Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı-İslam milliyetçisi Enver Paşa için bir "Cihad-ı Mukaddes" idi, bir Haç-Hilal savaşı idi.. Protestanların Protestanlar ile, Katoliklerin Katolikler ile, Ortodoksların Ortodokslar ile boğuştukları bir Yeni Çağ emperyalizmi savaşının içine girdiğimizi düşünmüyorduk bile. Durmadan fetva çıkarıyorduk. Afrika'dan getirdiğimiz Sunusi Şeyhini el üstünde tutuyorduk. Cephelerde Türkleri öldürürken esir aldığımız Hint Müslümanlarını misafir gibi ağırlıyorduk. Medine'de Peygamber'in türbesini, İngilizler ile birleşerek saldıran Peygamber torunlarına karşı savunuyorduk !..
   Bozgun haberleri geldikçe şeriatçılık baskısını artırıyorduk. Kadın etekleri topuğa kadar inmeli mi ; bir heyet bununla uğraşıp duruyordu. Adada araba ile gezen karı kocadan evlilik belgesi soruluyordu. Bir otelde kalmaya giden karı koca, "Müslüman kadının otelde ne işi var ?" diye, gecenin bir yarısı polis müdürü tarafından sokağa atılmıştı !.. Bıyıklarını kenardan kırpan subaylar merkez komutanlığında dövülmüştü..

   Sonra battık !.. Anadolu'da yeniden Türk Kurtuluş Savaşına atıldık. Kuvayı Milliye Meclisi de koyu gerici idi. İçki Yasağı Kanunu bir şeriat kanunu olarak bu meclis tarafından çıkartılmış, dört yüze yakın yeni medrese açılmıştı..
   Bu dönemde Mustafa Kemal, bir sabır heykeli gibi beklemiştir. Çünkü zaferi kazanmaktan başka bir kaygısı yoktu..
   Birinci Dünya Savaşı'nda ordumuz için, "Muzaffer olmasın ya Rab !" redifli bir gazel yazan hoca İstanbul'a dönmüş, Halifenin Şeyhülislamı olmuştu !. Başka bir sarıklı hoca, Said Molla, İngiliz karargah kapılarında jurnal vermek için nöbetteydi. Medrese, Mustafa Kemal'in ve onunla birlikte çarpışanların "Katli vaciptir" diye fetva vermişti. Bu fetvalar ile Anadolu'da altmışa yakın isyan çıkartılmıştı..

   Kurtuluş Savaşı İstanbul sınırları dışındaki bütün çarşı pazar ve yüksek ticaret Hristiyanlığı ile imtiyazlı yabancılığı tasfiye etti. Türkleri, adeta kendi yurtları içine hapsederek, kapalı olan çarşılarını açmak, ölen sanatlarını diriltmek, ithal-ihraç tüccarlığını yapmak, bankalarını ve fabrikalarını kurmak zorunda bıraktı..
   Kütahya'da, "Gazi Paşa'ya söyleyin, çarşımız kapalı.. Bize zanaat ve ticaret yapan Hristiyanları geri gönderin !.." diye dilekte bulunanlar hala hatırımda.. 
   Bütün Anadolu ve Trakya, 1923'de tarım, ticaret, esnaflık, kredi yani hemen her şeyde sıfırdan ibaretti. Yalnız bilgisiz değil, geleneksizdik. Gene devlet nüfuzu ile havadan kazanmaya çalışıyorduk. Milletvekilliğimizi, gazeteciliğimizi, Atatürk ile yakınlığımızı, şunun bununla akrabalığımızı kullanarak "İktisad-ı Milli" devrini diriltmeye çalışıyorduk.. Şüphesiz bu dönemde bir hayli oyunlar oynanmıştır. Fakat yine de, 1923-1950 dönemi politikacıları arasında nüfuz sömürücüleri çok azdır..


  

FALİH RIFKI ATAY yazılarından derlenmiştir..

417 ) ÇERKESLER ÜZERİNE !...

   

   Eski devirlerde "Çerkesler", kabileleri belirlemeye yarayan adlar olarak bilinmezdi ; Abazalar, Şapsığlar, Natuhaylar, Bjeduğlar veya Kabartaylar ve "Adige" dilini konuşanların hepsine "ADİGELER" denirdi.
   Çerkesler, etnograflar tarafından iki gruba ayrılırlar :
1. Kafkasya Savaşının sonuna kadar sıradağların kuzey eteklerinde, Terek'in doğusunda oturan güçlü bir kabile olan Kabartaylar ; 
2. Hepsi aynı adı konuşan birçok kabilenin oluşturduğu Adigeler..
   Türkçesi "Çerkes" olan "adige" terimi, bazı yazarlara göre, Tatarca'da "yol kesenler" demek olan iki sözcükten geliyordu. Ama bu sözcüğün, Çerkeslerin Abhazlar ile birlikte Karadeniz kıyısında oturan en eski halklar arasında bulunan atalarına verilen Yunanca "Kerketay" adından gelmesi daha olasıdır..
   Çerkes kökenli tarihçi Nogmov'a göre Adigeler, Hazar Denizine dökülen Kuma nehrine uzanan ovalarda, Karadeniz kıyılarında, Azak Denizi kıyılarında yaşayan bir halktı ve güçlü bir Yunan etkisi altında kalmışlardı.
   Bazı Çerkes ailelerinin Sarmatlardan geldiğini, bazılarının 3. Yüzyılda İskandinavya'dan inen Gotlar tarafından etkilendiğini, bazılarının da Hunlarla karışmış olduğunu iddia eden Nogmov'a göre ; bazı Çerkes aileleri de Mısırlıların soyundan gelmektedir. Gerçekten de bir zamanlar Karadeniz'in doğu kıyısında Arap ve Kopt kolonilerinin kurulduğunu ve bunların bölgedeki Çerkesler ile karıştığını öne süren bir tez de vardır..
   İlk kez 6. Yüzyılda, Justinyen döneminde Hristiyanlaştırıldıkları söylenen halklar, 11. ve 12. Yüzyılda ise Gürcistan Kraliçesi Tamara'nın etki alanı altında kalırlar. Bizans yıkılıp, bu topraklara piskopos gönderilmesi kesilince inançları zayıflayan bu topluluk tekrar eski inançlarına geri döndü..
   16. Yüzyılda Kırım hanları Bizans döneminden kalan kiliseleri yıktı, egemenliklerini kabul ettirdi ve böylece Şapsığ kabilesi, İslamiyet'i benimseyen ilk Çerkes kabilesi oldu. Diğer kabileler daha uzun süre dayandılar..
   1717'de Sultan Dördüncü Murad, tüm Kafkas kabilelerine "İslamiyet'i demir ve ateşle yayacağına" yemin etti. Kırım hanları, Şapsığların da yardımıyla bu dini Çerkeslere benimsetmeye giriştiler ama hiçbir zaman tamamen boyun eğdirmeyi başaramadılar..

   

   Çerkes dili batı ve doğu dillerinden çok değişiktir. Ne Avrupa, ne Sami ne de Turan dillerinden değildir. Ancak ender de olsa Yunanca, Slavca, Latince ya da Tatarca kelimelere rastlanır. Hem gırtlaktan çıkan, hem keskin hem de hışırtılı özellikle şarkı söylenirken hüzünlü seslere sahiptir. 
   Türkiye ile Çerkes ilişkilerine ait yıllıklardan çıkarılan bir anekdot vardır : 
   Sultanlardan biri elçilerinden birini bu dili öğrenmesi için Çerkeslerin yanına gönderir. Bu temsilci birkaç zaman sonra görevini başaramamış olarak geri dönüp efendisinin huzuruna çıktığında, elindeki çakıl taşı dolu torbayı sallar ve bu halkın konuştuğu dilin bu torbanın çıkardığı sesten daha iyi taklit edilemeyeceğini söyler !...

  

   Bir Çerkesin lüksü sahip olduğu silahların sayısı ve güzelliğiyle ölçülürdü. Kalkar kalkmaz onları temizler, sonra da evinin en önemli odasının duvarına, simetrik olarak asarlardı. 
   Çerkeslerde en pahalı silah Kincal / Kancar idi. Bu, yanlarından hiç ayırmadıkları, adeta kutsal bir silahtı. İki tarafı keskin ve çeliğine çok iyi su verilmiş 4 cm. genişliğinde, 45 cm. uzunluğunda, kurbanın kanının akmasını sağlamak için her iki tarafında birer oluk bulunan bir hançerdi.. Dar kabzası işlenmiş gümüşten çiviler veya şeritlerle süslü olurdu. Şefler onu siyah kakmaları olan savatlanmış gümüş bir kına koyarlardı. Kıncal, gümüşle süslü deri bir kemerin ortasına takılırdı. Büyük bir beceriyle kullandıkları bu hançere su verirken, ölümcül yaralar açması için, zehirli bir madde kattıkları da söylenir..
   Çerkesler kemerlerinde "kıncal" dışında, işlenmiş kabzalı ve kırmızı maroken bir kılıfa yerleştirilmiş "şaşka" adı verilen bir kılıç taşırlardı. Bu donanım bir çift tabanca, bir kamçı ve uzun iple tamamlanırdı. Bu iple hayvanları veya baskınlarda kaçırdıkları kişileri bağlarlardı..
   Giysilerinden biri koyun, kurt veya tilki kürkünden, göz hizasına kadar inen ve papak denilen bir kalpaktı. Gümüş şeritle süslü siyah kumaştan bir pantolon, gri veya siyah ince kumaştan dik yakalı, düz, dizlere kadar inen bir tunik giyerlerdi. Bu tuniğin üstünde, göğsün her iki tarafında, çifte fişeklik bulunurdu. Ayaklarına sivri uçlu, pençesiz, eldiven kadar yumuşak çizmeler giyerlerdi. Şefler yüksek topuklu, gümüş tellerle nakışlı, kırmızı veya siyah maroken potinler giyerlerdi..



   "Köyümüzde sayısız güzel genç kız vardır. Geceleri gözlerinde yıldızlar parlar. Onları sevmek tatlıdır, çünkü aşk bizim yangımızın bir parçasıdır. Altının varsa dört kadın alabilirsin ama ateşli bir savaş atına değer biçilemez. Steplerde fırtınadan hızlı gider, her zaman sadıktır ve asla seni terk etmez.."
   Çoğu zaman kadınlardan üstün tutulan atların güzelliği ve değeri Kafkasya şiirlerinde ve anılarında önemli bir yer tutar. Çerkesler mükemmel binicilerdi va başlıca tutkuları hem güzel, hem dik başlı, hem hızlı, hem de dayanıklı bir ata sahip olmaktı. Çok güzel at cinsleri ürettikleri birçok haraları vardı. Hemen hemen her prens ailesi özel bir cins yetiştirmekle övünürdü ve bir atın soyluluğu kalçasında bulunan gerçek bir arma biçimindeki özel dövmeden anlaşılırdı. Çerkesler bu işarete büyk bir güven duyarlardı ve üzerinde yapılacak her türlü hile ölümle cezalandırılırdı..
   Çerkes atları çok tutulurdu. 1830'da yapılan tahminlere göre, Tiflis pazarında her yıl 20 bin adedi satılıyordu..

   Çerkesler saklıya adı verilen küçük evlerde otururlardı. Evler bir duvarları dağa ya da başka bir "saklıya"nın duvarına dayanmak üzere, fazla sıkışık olmayan bir biçimde, kapak taşlarından inşa edilirdi..

   Kafkas kabilelerinde bilinmeyen bir tarihten beri egemen olan adat yani geleneksel hukuk üç ilkeye dayanırdı :
1. Konukseverlik uygulaması,
2. Yaşlılara saygı,
3. İntikam hakkı..

   Rus, İranlı, Türk veya Gürcü yöneticilerin çabalarına karşın "Kanlı" yasası yani, "Kana kan" veya "kısas" yasası hiçbir zaman kaldırılamayan bir töre olarak kaldı..
   Akan kan, kan akıtılarak geri alınmayı gerektirir. Ana babalar kendi ana babalarının, ev sahibi ise konuğunun intikamını almak zorundadır. Bunu yapmamanın cezası ise korkaklıkla suçlanmaktır. Bu "görevini" yerine getirmeyen kişi eskiden kabileden kovulurdu.. 
   Bu, intikam alma zorunluluğu kuşaktan kuşağa aktarılarak bir ailenin tüm bireylerinin ortak malı haline gelirdi. Suçlu bir başka nedenden ölse bile kan borcu ortadan kalkmazdı.Bu durumda kan borcunu ödemek ölenin en yakın akrabasına düşerdi..
   İntikam, bu konuda acımasız olan prenslerin ve soyluların uzlaşmayı asla kabul etmeyecekleri asli bir görevdi. Kanı ancak kan geri alabilirdi.  Bununla birlikte ve çok seyrek görülen istisnai durumlarda kan davası çok tuhaf bir gelenekle engellenebiliyordu : Örneğin katilin, öldürülenin ailesinden bir kızla evlenmesi bunu sağlayabilirdi. Aynı şekilde katil,kurbanın ailesinden genç bir erkek çocuğunu eğitmek üzere gizlice kaçırıp onun atalığı yani bir nevi üvey babası olursa, bu da onu düşmanın takibinden ve intikamından ömür boyu kurtarırdı. Çocuk büyüyünce kaçıran kişi ona bir at, güzel giysiler ve silahlar verir, belli bir törenden sonra ailesine teslim ederdi. O andan itibaren iki aile arasında sonsuza kadar barış yapılmış olurdu..
   Savaş dönemlerinde tüm kan davaları geçici olarak durdurulurdu. Savaş sırasında bu kuralı çiğneyip öcünü almaya kalkışan kim olursa olsun, şefin onu öldürme yetkisi vardı..





ALEXANDRE GRIGORIANTZ' ın "Kafkasya Halkları" adlı kitabından derlenmiştir..

416 ) KASADA SAKLANAN CUMHURİYET TARİHİ !..

   Latife Hanım öldükten sonra, önemli bir gerçeğin farkına varıldı. O, Mustafa Kemal'li yıllarına ilişkin tek söz söylemeden bu dünyadan ayrılmıştı. Bu durum Latife'ye düşmanlıkla yaklaşanları şaşırtmış ve onu yeniden "hanımefendi" konumuna oturtmuştu. Artık söze şöyle başlanıyordu :"Saygıdeğer bir tutum aldı ve hiç konuşmadı.." Nedense herkes onun Mustafa Kemal Paşa aleyhine konuşacağına inanıyor ve bu yüzden korkuyordu. Halbuki Latife, Mustafa Kemal'in düşmanı değil, eski karısıydı. Onu düşman kılığına sokanlar sonunda kendi yarattıkları düşmandan korkmak zorunda kalmışlardı..
                                                                                    
   Latife Hanım anlaşılmadan öldü. Anlaşılamadığı için de çok üzgündü. Ama onu anlamamıza imkan verecek pek çok belgeyi özenle sakladı ve İstanbul'da iki ayrı banka kasasında muhafaza etti. Vefatından sonra ondan kalan mektuplar başta basın olmak üzere bütün Türkiye'nin ilgisini çekti. Anı defterlerinin İsviçre'de bir bankada durduğuna dair yayınlar yapıldı.
 Ailesi, Latife Hanım'dan kalan belgelerin aile içinde paylaşılmasının yanlış olacağını düşündü. Cumhuriyet'in tarihine ait bu belgelerin aile fertleri arasında paylaşılması bütünlüğünü bozacak, belgelerin dağılması tehlikesine yol açacaktı.
 Tam da böyle bir sıkıntı yaşanırken, Türk Tarih Kurumu'nun (TTK) o günlerdeki başkanı Ord Profesör Enver Ziya Karal, 17 Mart 1976'da aileye başvurdu. "Bize vermeyi düşünür müsünüz ?" diye bir teklifle gelince, belgelerin TTK'ya verilmesi kararlaştırıldı..
   Enver Ziya Karal'ın TTK adına yaptığı 17 Mart 1976 tarihli başvuru aileye, Latife Hanım'ın mirasının paylaşılması için açılan davanın görüldüğü İstanbul 13. Sulh Hukuk Hakimliği üzerinden gönderildi..
"Rahmetli Latife Uşşaki'nin terekesinde meydana çıkan ve anıları ile ilgili olduğu anlaşılan kapalı zarfların tarihsel değeri olabilir. Varislerin ileri sürecekleri koşullara uyulmak kaydıyla bunların Kurumumuz arşivine verilmesi imkanı bulunursa çok memnun kalacağımızı bildirir, saygılar sunarım."
   Aileden dört kişiye hitaben ilgili mahkemeye gönderilen mektuba şu not düşülmüştü :
"Yirmi gün içinde kasadaki vesikaların tetkikine muvafakat edip etmediğinizi bildirmeniz, cevap verilmediği taktirde muvafakat edilmemiş sayılacağınız tebliğ olunur."
   Ziraat Bankası'ndaki kasa, 1977 yılında ; Osmanlı Bankası'ndaki kasa ise 1979 yılında açıldı. Çıkan belge, mektup, telgraf, anı defterleri ve notlar zabıt katipleri tarafından Latife Hanım'ın ailesinden temsilcilerin ve bilirkişinin önünde 219 başlık altında sıralanıp okundu.
   Cumhuriyet tarihine ait belgelerin TTK'na teslim edilmesini uygun gören aile, bu belgeler üzerinde bir hak iddia etmedi ve yeddiemin olarak vermeyi düşünmedi. Bilindiğinin aksine Latife Hanım'ın belgelerine el konmamış, ailenin isteği üzerine ; İstanbul 13.Sulh Hukuk Hakimliği, 26 Kasım 1979 günü miras davasını sonuçlandırırken, belgelerin TTK'na gönderilmek üzere teslim alındığını karara bağlamıştı. Belgeler TTK'nun malı olmuştu..  
   Türk Tarih Kurumu, Türk Ocakları olarak faaliyete geçmiş, daha sonra Türk Tarihi Tetkik Kurulu adıyla Afet İnan'ın as başkanlığında varlığını sürdürmüş, yıllar sonra Türk Tarih Kurumu olarak anılmaya başlanmıştı. Latife'nin Çankaya'dan ayrılmadan önceki son görevi, 1925 yılında seçildiği Türk Ocağı fahri başkanlığıydı. 
   O, bu görevini kendi kendine sürdürmüş ve tanık olduğu Cumhuriyet tarihini kayıtlara geçmiş, belgeleri biriktirmiş, ayrıca günlük tutmuştu. Yıllardır açılmasından korkulan belgeler yalnız onun özel tarihi değil, hepimizin ortak tarihiydi. Latife Hanım, kendi başına bir tarih kurumu gibi çalışıp günlükleri dahil pek çok şeyi saklamıştı..


    2005 yılı başında TTK adına konuşan Başkan Yusuf Hallaçoğlu'nun Latife Hanım'ın evraklarının açılacağını söylemesi büyük bir tartışma başlattı. Vesikaların açıklanmasını Atatürk'ün yaşamına saygısızlık olarak gören bazı isimlerin yarattıkları gergin ortam içinde Latife Hanım'ın ailesi, belgelerin açıklanmaması için TTK'na başvuruda bulundu. Sonunda belgeler yeniden kaderine terk edildi. Bu torbadan Atatürk'ü yerecek bir şeyler çıkacak korkusu yersizdi. 


Evrakların açılmasına karşı çıkanlardan, Kılıç Ali'nin oğlu Altemur Kılıç da benzer bir şey söylüyor,  "Ben eminim ki bu belgelerde asla Mustafa Kemal'i küçük düşürebilecek hatta Latife Hanımefendi'ye karşı tutumunda eleştirilebilecek bir husus yoktur.." diyordu.
Latife Hanım'ın Mustafa Kemal'e hiç öfkelenmediğini söyleyemeyiz. Çok sevmeye devam etse de kabusa dönüşen yaşamında O'nun rolü büyüktü. Bu yüzden acılarını kalemiyle paylaşmıştı..
Ord. Prof. Reşat Kaynar, belgeleri okuyup inceledikten sonra, 10 Nisan 1979'da kanaatini şöyle yazmıştı :
"Bu belgeler gerek devrim tarihimizin gerek Cumhuriyet tarihinin gerçek belgelere dayanması yolunda başlıca vazife görecek niteliktedir. Bu belgeleri incelemeksizin devrim tarihinin daha doğrusu Cumhuriyet tarihinin yazılması mümkün olamaz. Belgeler her ne kadar Latife Hanımefendi'nin kimi zaman hissi ifadelerini belirtmekte ise de bütün bunların tarihimize çok kuvvetli kaynak olma rolünü asla değiştiremez.."
  Reşat Kaynar, yirmi beş yıl sonra, 2004'de, aynı belgeler için şunları söyleyecekti :
"Latife Hanım'ın bütün evrakı metrukesi bana teslim edildi. Ben de günlerce okudum ve tasnif ettim. İçlerinde Atatürk'le ve yakın tarihimizle ilgili çarpıcı bilgiler vardı. 
Bir tarihçi olarak bunların o günün şartlarında kamuoyunun bilgisine sunulmasını uygun bulmadım. (...)
Hatırlayabildiğim kadarıyla günlükleri tam beş cilt defterden oluşuyordu. Asıl önemli bilgiler de burada zaten. Evlilik hayatına ilişkin itiraf ve sıkıntıları bu günlüklerde yer alıyor. Ayrıca derin bir pişmanlık mevcut. Latife Hanım'ın sağlığında hiçbir gazeteciyle konuşmadığını hatırlarsanız, Atatürk ile olan evliliği, hem de yakın tarih açısından ne kadar önemli olduğunu kavrayabilirsiniz. Bunun için bu önemli belgelerin bir bilim kurulu tarafından incelenmesi çok daha sağlıklı olacaktır.."

  

   Latife Hanım'ın sakladığı belgeler arasında neler var ? Boşanmanın ardından Fethi Okyar'ın eşi Galibe'nin ona Paris'ten yazdığı mektup ; Halit Ziya ve Yakup Kadri'nin mektupları ; Latife Hanım'ın Zübeyde Hanım'a yazdığı mektup ; Halide Edip ile Münih'ten yazışmaları ; "Bozkurt" kitabının çıkışıyla ilgili olarak tuttuğu notlar ve İsmet Paşa'ya mektubu ; kadınlık durumuna ilişkin yazıları ; doğum günü olan bir 17 Haziran gecesi tuttuğu notlar ; Atatürk'ün ona, onun Atatürk'e yazdığı gün ışığına çıkmamış mektuplar..

219 kayıtlı belge arşivde açıklanacakları günü bekliyor..
  
   İpek Çalışlar, Latife Hanım'ın kasalarından çıkan malzemelerin listesini "Latife Hanım" adlı kitabına almış. Osmanlı Bankası'nın kasasından çıkanlara yer yer tarih konmuşken, Ziraat Bankası'nın kasasından çıkanlara ne yazık ki tarih verilmeden düzenlenmiş. Basında sadece bir bölümü yayımlanan bu liste, her türlü savrukluğa rağmen torbalarda tutulan gerçek bir tarihe işaret ediyor. 

  

   Latife Hanım, varlıklı bir kadın olarak ölmüştü. Mücevherleri dışında, İstanbul Pangaltı'da bir dairesi, İzmir'de bir evi, bir hanı, iki arsası ile bir de hisseli binası vardı..
   Latife'nin özel eşyaları tasnif edilirken bir nikah yüzüğü çıktı. İçinde Eski Türkçe "Latife 1339 (1923)" yazılıydı. Latife'nin kasasından çıkan bu yüzük, Mustafa Kemal'in ona nikah sırasında mihri muaccel olarak verdiği 10 gümüş parayla birlikteydi. Latife, değer verdiği bu hatıraları pembe kağıda sarıp bir mücevher kutusuna koymuş, kutuyu da tülbent muhafazada saklamıştı. Bu kutunun içinde bir de altın mühür vardı. Bir yanında Latife, diğer yanında da Mustafa Kemal yazılıydı. (Mühür, Mustafa Kemal Paşa ile çıktığı bir gezide kendisine armağan edilmiştir)
   Mücevher kutusundaki anılar, "tarihi eşya" olarak tutanağa geçirildi, sonra da yüzük, gümüş paralar ve mühür yeniden mücevher kutusuna konulup pembe kağıdına sarılarak tülbent muhafazasına yerleştirildi ; 10 Nisan 1979 günü Osmanlı Bankası Beyoğlu Şubesinde açılan tülbent torbanın ağzı mahkeme mührüyle mühürlendi..



   Atatürk'ün ölümünden sonra açılan kasadan çıkanlar arasında da ince bir parmak için yapıldığı belli olan bir nişan yüzüğü vardı. Yüzükte "1339 Gazi M.Kemal" yazılıydı. 
   Yüzükleri ayrıldıktan sonra birbirlerine iade etmişlerdi.
   Latife de, Atatürk de, Lozan'dan İsmet Paşa'nın armağan olarak getirdiği nikah yüzüklerini ömürlerinin sonuna kadar saklamışlardı. Mustafa Kemal paşa ile Latife'nin yarıda kesilen evliliklerinden bir hatıraydı bu yüzükler...



  

415 ) MANİSA TARZANI !...



   İşgal orduları geri çekilirken, pek çok yer gibi Manisa'yı da yakar, yıkarlar. Kenti özgürlüğüne kavuşturan Türk ordusunda bulunan Ahmet Bedevi adlı asker öylesine tutkundur ki doğaya, savaş bitiminde Manisa'da kalır ve ağaç dikmeyi, yeşili korumayı uğraş edinir kendisine. Manisa onun diktiği ağaçlar sayesinde rüzgara ve gölgeliğe kavuşur. Halk, üstünde sadece siyah bir şort olan bu uzun sakallı adamı çok sever ve "Hacı" diye seslenirler kendisine..
   Spil Dağında bulunan kulübesinin yanındaki topu her gün, saat 12'de ateşlemeye başlamasıyla da Hacı'nın adı, "Topçu Hacı" olur.. Ve günlerden bir gün başrolünü Johnny Weismüller'in oynadığı "Tarzan" filmi gelir Manisa'ya. O günden sonra da Ahmet Bedevi "Manisa Tarzanı" diye anılmaya başlanır..

   Kerkük Türklerinden olan Ahmet Bedevi'nin Manisa'ya gelişinden önceki yaşantısı da oldukça renklidir. Evlenmek üzereyken, Birinci Dünya Savaşı çıkar ve cephede alır soluğu. Savaş kaybedilince Hindistan'a gitmeye karar verir. Bir süre oralarda yaşadıktan sonra İran'ın Gver yaylalarında gezinir. Bir gazetede Mustafa Kemal Paşa'nın özgürlük ateşini yaktığını okuyunca da, Kurtuluş Savaşına katılmak üzere, sevdiği kadın Meral ile birlikte, Anadolu'ya gelir. Ama sarp bir kayalıktan geçerlerken, Meral'in ayağı kayar ve uçuruma yuvarlanır...

   

   Manisa Tarzanı'nın İstiklal madalyasına sahip olduğunu pek çok insan bilmez. Siyah bir şortun dışında üstüne bir şey giymediğinden, madalyasını takacak ne bir ceketi, ne de bir gömleği vardır zaten. Neden çıplak gezdiğini soranlara ise şu öyküyü anlatır :
"Selahattin Eyyubi, Haçlı Ordusu ile savaşmadan önce, Haçlıları ilk gören gözcüler yanına gitmişler ve telaşlı bir şekilde durumu anlatmışlar. Selahattin Eyyubi de, 'telaşınız bundan mı ?' diye sorunca başlamışlar anlatmaya : 'Nasıl savaşırız ? Onların hepsi ayak tırnaklarına kadar zırha bürünmüşler. Onlara ne kılıç ne de ok işler. Onlarla nasıl savaşacağız ? Nasıl galip geleceğiz ?' Selahattin Eyyubi gülümseyerek şu yanıtı verir : 'Sizler yalın kılıçla savaşacaksınız. Derhal soyunun. Onlar ne kadar giyinikse siz de o kadar soyunacaksınız."
   Ahmet Bedevi bu öyküyü kendi çıplaklığına örnek göstererek şöyle tamamlar sözünü : "Selahattin Eyyubi zaferini böyle kazanmış. Ben, Arabistan'dan Manisa'ya geldiğimde çok üşüdüm. Üşüdükçe soyundum. En sonunda soğuğa karşı galip geldim.."

     

   Ahmet Bedevi'ye uygun görülen "Tarzan" adı bir yanılgıdır aslında. Çünkü, Tarzan'ın ağaç diktiği hiç görülmezken, gerçek bir doğa aşığı olan Ahmet Bedevi, elinin değdiği her yeri ağaçlandırmıştır. Beyazperdenin Tarzan'ı ağaçları yol olarak kullanırken, Bedevi ise yol yapımı için ağaç kesimine karşıdır. Tarzan avazı çıktığı kadar bağırırken, bizimki sessiz sedasız biri olarak tanınır. Üstelik Bedevi'nin çıplaklığı Diyojen'de olduğu gibi felsefi bir temele dayanır. Tarzan ise bir uçak kazası sonrasında ormanda büyüdüğü için, uygar dünyayı tanımadığından dolayı çıplaktır. Yani doğa, Tarzan'ın yaşantısına bir zorunluluk, Ahmet Bedevi'ninkine ise bir tercih olarak girer. Bunun gibi daha birçok nedenden dolayı, Ahmet Bedevi "Manisa Tarzanı" değil, olsa olsa "Manisa Apaçisi"dir !..Onun gibi doğa aşığı bir insanı, Holywood'un uydurduğu bir kahramanla özdeşleştirmek yerine, Beyaz Adam'ın doğayı katletmesine karşı direnen Kızılderililerden biri olarak görmek daha doğru olacaktır. Üstüne üstlük, Kızılderililerin de çıplak gezdikleri unutulmasın !..

       

   8 Eylül 1956 tarihinde, Niğde'de bulunan Akdağ'ın Demirkazık Zirvesine tırmanış yapan Manisa Dağcılık Kulübü öğrencilerinden Engin Kongar bir kayalıktan düşerek can verir. İTÜ Mimarlık Bölümü son sınıf öğrencisi olan 21 yaşındaki Kongar, bir tırmanış sırasında ölen ilk dağcımızdır..
   Kazadan üç yıl sonra, Kongar'ın anısına yapılan anıtın açılışına katılan kalabalık arasında, genç dağcının annesi ve Ahmet Bedevi de vardır. Bedevi o gün, genç dağcı gibi uçuruma yuvarlanan sevgilisini anımsamıştır mutlaka. Bu duygular içinde, gözü yaşlı anneye şunları söyler : "Anneciğim sen hiç merak etme, ben anıtın çiçeklerine bakar, onları hiç soldurmam.."
   Engin Kongar'ın "Emre" adlı kardeşi de anıtın açılışında oradadır !..



   MİT'in, bir ajan olduğu şüphesiyle yıllarca takip ettiği Ahmet Bedevi gözlerini dünyaya 1963 yılının 31 Mayıs gecesi yumar.. Ve ondan geriye binlerce ağaç ve hepsinde de gözünü objektiften kaçırdığı fotoğraflar kalır... Bir de açılışına katıldığı bir anıt !..

 



SUNAY AKIN'ın "Onlar Hep Oradaydı" adlı kitabından alıntıdır..

414 ) MUSTAFA KEMAL PAŞA İLE İTTİHAT VE TERAKKİ ÇEKİŞMESİ..

  

    Hilafetin kaldırılmasıyla birlikte Anadolu'da yeni bir devir, İttihat ve Terakki açısından da yeni bir dönem başladı.. Bu yeni döneme, Mustafa Kemal'in koyduğu ilkeler egemen oldu.. 
   Mustafa Kemal'in oluşturmaya başladığı "özgür" yapının amacı ; "Anadolu'nun
tarafsızlaştırılması" ve "karadan ve denizden ticaret yollarının" güvence altına alınması idi.. 
   Nasıl ki Ahi Babası Edebali, Selçukluların dinsel ve ekonomik baskısına karşı Türk uç beylerini ayaklandırıp da başarılı olamayınca Osman Gazi'ye "din dışı" Osmanlı Devletini kurdurduysa ; Mustafa Kemal de (Ortodoks) Rus, Yunan ve Bulgar, (İngiltere destekli) Sünni Arap ve yine Şii İran yayılmacılığına karşı ; çağdaş hukuk, eğitim, maliye ve askeri güce dayalı Laik ve dolayısıyla "din dışı" Türkiye Cumhuriyeti Devletini kurdurdu.. 
   Kıyafet ve Harf Devrimi Anadolu'yu kültürel bakımdan Arap yayılmacılığına karşı korumayı amaçlıyordu. Özellikle Arap harflerinin kullanılması, Türk insanının farkında olmadan Arap kültürünün etkisi altında kalarak Arap gibi düşünmesine ve yaşamasına yol açıyordu. Bu açıdan Arap harflerinin kullanılması, Anadolu'yu Ortadoğu'ya bağlıyordu. Zaten bütün dinsel ibadetler Arapça ile yapılıyor, dinsel kitaplar da Arapça yayımlanıyordu..
   Oysa Latin harflerinin kullanılmaya başlanmasıyla yazı ve dolayısıyla bir düşünce aracı olarak, Arapça'dan kopuldu. Buna paralel olarak dinsel yayın ve ibadette de Arapça'dan kopma başladı, Latin harfleriyle birlikte bir Türkçeleştirme rüzgarı esti. Çünkü Mustafa Kemal'in ilkeleri arasında Türkçeleştirme ve uluslaştırma önemli bir yer tutuyordu..
   Osmanlı toplum artığı üzerinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nin dayanağını oluşturabilecek standart bir ulus yoktu. Türk, Kürt, Arap, Çerkes, Laz, Gürcü, Rum, Ermeni, Musevi ve diğer unsurların meydana getirdiği bu karma topluluk, devletin insan dayanağını teşkil ediyordu. Bu nedenle bir dil ve din birliğinden bahsetmek de olası değildi. En "bütün" gibi gözüken Müslümanlar bile mezhep ve tarikat farklılıkları içindeydiler..
   Dindeki farklılıklar, Cumhuriyet'in temel ilkelerinden birini oluşturan müeyyideli (yaptırımcı) Laiklik ilkesiyle giderildi. Hem devlet din dışı bırakıldı, hem de bireylerin inanç özgürlüğü güvence altına alındı. Laiklik ilkesinin batıdakilerden farkı, yaptırım ile uygulanmasıydı. Çünkü bu, İslamiyet'in "müeyyideli bir din" olmasından kaynaklanıyordu. Bir başkasının da istediği gibi yaşamasına müdahale ederek izin vermeyen İslamiyet'in bu müdahaleci tavrına karşı Mustafa Kemal ve kadrosu "müeyyide" uygulayarak "Laiklik" ilkesine uyulmasını öngörüyordu. 
   Dil ve kültür farkını gidermek amacıyla "devletin resmi dilinin Türkçe" olarak kabul edilmesi, aynı zamanda Türkiye Cumhuriyetini oluşturan kozmopolit topluma da "Türk ulusu" denmesiyle koşut bir görünüm aldı..
   Bu andan itibaren devleti kuranların önündeki en önemli sorun ; dil birliğine dayalı, ulusal devleti sahiplenecek bir uluslaşma hareketini başlatmaktı. 
   Mustafa Kemal'in amacı Türkiye Cumhuriyeti Devletinin, Ortadoğu ve Asya kimliğinden sıyrılarak, tam anlamıyla kendi ayakları üzerinde duran, siyasal ve ekonomik bakımdan bağımsız, ulusal bir Avrupa devleti olmasıydı.. 
   Bu nedenle, diğer tüm ilkelerinde Yeni Osmanlı/Jön Türk çizgisiyle çakışan Mustafa Kemal, "Ulusal Devlet" kavramında bu çizgiye kısmen ters düştü. Çünkü ulusal devletin güvenliğini ulusal ordu garanti edecekti. Ulusal ordu, ulusal ekonomi ve vergi sistemini gerektirecekti. Ulusal ekonomi ve vergi ise bürokratik devlet kavramını gündeme getiriyordu. "Merkezi, ulusal ve bürokratik" devlet anlayışı ise Anglosakson Liberal devlet anlayışı ile bir kez daha karşı karşıya geliyordu..
   Genel merkezini Cavid Bey'in oluşturduğu, bu liberal görüşle özdeşleşen İttihat ve Terakki, muhalefete geçerek 1924'lerden itibaren adeta yer altına indi. Ama faaliyetleri devam ediyor ve yapay siyasal dalgalanmalar oluşturarak, gölgesini siyasal yaşamın üzerinden eksik etmedi..
   Mustafa Kemal Cumhuriyet'in ilk yıllarında dışarıda ve içeride iki odağa karşı uyanık davranıyordu. Dışarıda İngiltere, içeride ise İttihat ve Terakki.. O'nun set çekmeye çalıştığı bu iki odak git gide özdeşleşiyordu. 
   Örneğin İngiltere, 1924 yılında, daha Cumhuriyet'in kurulup Hilafet'in yeni kaldırıldığı bu dönemde, Musul meselesi nedeniyle Ankara ile karşı karşıya gelen ve "kerhen imzaladığı Lozan Anlaşmasında" kabul etmek zorunda kaldığı Ulusal Devleti bir türlü içine sindiremeyen İngiltere, çeşitli kanallardan etki ederek Kürt unsurunu, merkezi otoriteye karşı kışkırtıyordu.. 1925 yılı Şubat ayı başında başlayan ve "Şeyh Said İsyanı" diye adlandırılan olay, aslında dinsel kökenli bir Kürt ayaklanmasıydı. Sözde Hilafeti ve Kur'an düzenini yeniden tesis etmek amacı ile merkezi otoriteye karşı bir başkaldırı idi..

    

   Bu sıralarda, İttihat ve Terakki Genel Merkezinin kendisini kamufle ederek, yasal düzeyde desteklediği Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nı, Hilafetin kaldırılmasına muhalif olan ekipten Rauf Orbay, Kazım Karabekir ve Refet Bele gibi muhalif askerler kurmuş bulunuyorlardı. Bu parti aslında, İttihat ve Terakki'nin yasal uzantısından başka bir şey değildi. 
   Dıştan bakıldığında Terakkiperver Cumhuriyet Partisi son derece masum, Cumhuriyetçi ve Ulusal devletçi bir görünüm yansıtıyordu. Ancak bu oluşumun iç yüzü o kadar masum değildi. Her şeyden önce bu siyasal hareketi yönlendiren askerler, üzerlerinde üniforma olduğu halde Mustafa Kemal'e karşı muhalefet hareketine girişmişlerdi. Örneğin Kazım Karabekir bir yandan muhalefet yapıyor, bir yandan da kumandanlık görevini yürütüyordu. Asker kökenli ve fiilen asker muhaliflere Hüseyin Cahid ve Adnan Adıvar gibi İttihatçılar katılıyor, İstanbul ticaret kolonisinin sermayesini yanlarına çekerek Ankara'ya gözdağı veriyorlardı..
   Mustafa Kemal bu duruma göz yummadı.. Siyasetle uğraşan askerlerin üniformalarını çıkarmalarını istedi. O'na göre bu muhalefet hareketinde yer alan bazı komutanlar, Şeyh Said İsyanından önce doğudaki kuvvetler arasında darbe düzenlemeye yönelik bazı siyasal temaslarda bulunmuşlardı. Bu arada cereyan eden yazışmalardan anlaşıldığına göre Şeyh Said ile Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası yöneticileri arasında (ki bu partiye "Kazım Karabekir'in Partisi" deniyordu) siyasal dayanışmaya dönük bir münasebet de tesis edilmişti. 
   İşte bu nedenlerle, Hükumet tarafından çıkarılan Takriri Sükun Kanunu'na dayanılarak Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın kapatılmasıyla İttihat ve Terakki'nin legal faaliyetleri ortadan tamamen kalktı. İttihatçılar iyice çaresizliğe, yasadışılığa ve saldırganlığa itildi..
   Dıştan bakıldığında adeta bir "sen-ben" kavgası diye nitelenen çatışmanın su yüzündeki gerçek görünümü gerçekten de böyleydi. Kaba bir yaklaşımla, Kazım Karabekir ve arkadaşlarının (Refet Bele, Rauf Orbay gibi) Milli Mücadele sürecinde hareketin önder kadrosunda yer almalarına karşın, Cumhuriyet'in ilanından itibaren çağdaş devletin yaratılması yönünde atılan adımlara ayak uyduramamaları, onların "yönetici kadro" dışında kalmalarına yol açmıştı. Bu nedenle Mustafa Kemal'i diktatörlüğe yönelmekle itham ediyorlar, kendilerini ise "Liberal" olarak niteliyorlardı. Böylece, "sen-ben" kavgası olarak başlayan kavga, siyasal bir "iktidar-muhalefet" çatışmasına dönüştü.. 
   Aslında, Mustafa Kemal'in Ulus Devlet modeli öncelikle spekülatif finans çevrelerini rahatsız etmişti. Bu finans ise İstanbul ve İzmir gibi önde gelen ticaret kolonileri içinde yer alıyordu. Bu ticaret kolonileri, Osmanlı son döneminde İttihat ve Terakki destekçileri arasındaydılar.. Gerçi bir dönem, ticaret kolonilerinin Liberal ekonomik görüşü ile yönetimi elinde bulunduran Enver Paşa ve arkadaşlarının ulusal ekonomik görüşleri çelişiyordu ama, yine bu dönemde, siyasal görüşler özdeşleşiyordu. 
   Kazım Karabekir, İttihat ve Terakki Genel Merkez kararlarına uymak zorundaydı. O, Manastır İttihat ve Terakki Cemiyetine girerken Genel Merkezin kararlarına uyacağı konusunda yemin etmişti. Bu yemin, yaptırımlı bir yemindi. Nitekim bütün İttihatçılar gibi, Kazım Karabekir de ölene kadar bu yemine sadık kalacak ve örgüt kararları çerçevesinde hareket edecekti..
(İsmet Paşa da bir İttihatçı idi. Bu nedenle onun cumhurbaşkanlığı döneminde, Kazım Karabekir Meclis Başkanlığı yapacaktı.. Yine bir İttihatçı olan Celal Bayar, 27 Mayıs İhtilali ile darağacına gidecekken, İsmet Paşa tarafından "kuyudan adam çıkarma" operasyonuyla siyasal haklarına kavuşuyordu. Bunlar hep İttihatçı dayanışmaları idi.. Celal Bayar ise, yine yeminine sadık kalarak, Cavid Bey'in siyasal ve ekonomik misyonunu yüklenecek, ekonomiyi liberalleştirerek sermayeyi, ulusal sermaye ile bütünleştirecek ve siyasal bağımsızlığı sessiz sedasız rafa kaldıracaktı..)

   Mustafa Kemal'in "Ulusal Devletçi" tavrının temel nedenlerinden biri de, önce Anglosaksonların sonra da Angloamerikanların benimsediği "eyaletleştirme" siyasetinin Misak-ı Milli hudutları çerçevesinde yolunu kesmek amacına yönelmesiydi. İngiltere 19.Yüzyılın ikinci yarısından itibaren Balkanlar, Anadolu, Kafkasya ve Ortadoğu bölgelerinde kesinlikle ulusal devlet kurulmasına izin vermemek eğilimine girmişti. Amaç "Dörtlü Federasyonu" Hilafetin dinsel çatısı altında "konfedere" etmekti..
   Mustafa Kemal bu planı Hilafeti kaldırarak bozdu. Türkiye Cumhuriyetini dinsel yapı yerine ulusal yapıya oturtarak İslamiyet'i siyasal yapının dışına itti. Liberaller ise ısrarla, müstakbel "konfederasyonu" dayandırmayı amaçladıkları teokratik zemini oluşturma yönünde, siyasal mücadeleyi sürdürdüler. Bu federasyondaki önemli eyaletlerden biri olacağını varsaydıkları Kürt eyaletini tesis etmek için "ayrılıkçı" harekete destek veren iç ve dış Liberaller, diğer taraftan da "İslami sistemi", fikir özgürlüğü alanında yasalaştırmaya çalıştılar..
   İşte Mustafa Kemal ile İttihat ve Terakki ya da Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası arasındaki temel ayrılık buradan kaynaklanıyordu.. Bu zıtlaşmanın ilk kanlı hesaplaşması İzmir Suikastı sırasında cereyan etti.. 
   Mustafa Kemal, İzmir Suikastı vesilesiyle İttihat ve Terakki'ye en ağır darbeyi indirmiş, geniş çapta tasfiye etmişti.. Ama İttihat ve Terakki farklı bir strateji uygulayarak dimdik ayakta kaldı.. Zamanını bekliyordu.. Bu kez baş aktör, İttihat ve Terakki'nin İzmir Valisi Rahmi Bey idi. İzmir suikastı nedeniyle yargılanıp beraat eden Rahmi Bey'in koruduğu Saruhan Mebusu Celal (Bayar) Bey oldu.. 
   Celal Bayar'ın beklediği tarih ise 1946 idi.. Alman kolektivizminin Angloamerikan Liberalizmi tarafından silah zoruyla çökertilip baş eğdirildiği yıllar..
          
       

413 ) ANKARA'NIN TAŞINA BAK !...

  

   13 Ekim 1923 günü bir tasarı, TBMM'de oy çokluğuyla, 27 sayılı karar olarak kabul edildi. Kararın sadeleştirilmiş metni şu şekildeydi :

"KARAR NO.27 : Ankara şehrinin Türkiye Devleti'nin başkenti olmasına ilişkin Malatya Milletvekili İsmet Paşa Hazretlerinin 2/188 sayılı yasa önerisi üzerine, Anayasa Komisyonunca düzenlenen 10 Ekim 1923 tarihli mazbata 13 Ekim 1923 tarihli 35. Birleşimin 2. oturumunda okunarak olduğu gibi kabul edilmiş ve Ankara şehrinin Türkiye Devleti'nin başkenti olması büyük çoğunlukla kararlaştırılmıştır."

   İşte bu kararla Ankara resmen başkent olmuştu. Karar, beş ay kadar sonra, 1924 Anayasasının 2. Maddesinde şu şekilde yer aldı :

"Türkiye Devleti'nin dini din-i İslam'dır ; resmi dili Türkçe'dir ; makarrı (başkenti) Ankara şehridir."

   Ankara'nın başkent oluşu, yabancı elçilikler konusunu gündeme getirdi. Cumhuriyet'in ilan edildiği sırada, Ekim 1923'de, Ankara'da yalnız Afganistan ve Sovyet Büyükelçilikleri vardı. Bir de Mougin adlı bir Fransız Albayı, bir tür temsilci sıfatıyla Ankara'da oturuyordu. Öteki yabancı diplomatik temsilcilerin hemen hepsi İstanbul'daydı. Şimdi bunların hepsinin, Devletler hukukuna göre, başkente taşınmaları gerekiyordu. İstanbul artık sadece bir il merkeziydi..

   

   İngiltere, aylar öncesinden işe koyulmuş, başkent Ankara'ya karşı cephe almaya hazırlanmıştı. Ayrıca, bir de ortak cephe oluşturmaya çalışıyordu. İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon (üstte solda), 24 Ekim 1923 günü Paris, Roma, Washington ve Tokyo Büyükelçiliklerine gizli bir şifre ile talimat gönderdi ve Müttefiklerin Ankara'ya karşı anlaşıp birlikte hareket etmelerini istedi : 
"Ankara'nın Türkiye'nin başkenti olarak seçilmesi kesinleşmiş olduğundan, Türkiye'de diplomatik temsilcilik sorununun Müttefiklerce yeniden gözden geçirilmesi gerekmektedir.."
"Majesteleri Hükumeti, antlaşmanın (Lozan) onaylanmasından sonra İstanbul'a bir büyükelçi göndermeye hazırdır ; yeter ki, büyükelçiye, Türk Hükumetinin İstanbul'daki bir temsilcisi ya da büyükelçinin Ankara'daki bir temsilcisi aracılığıyla, Türk Hükumetiyle iş görme kolaylığı sağlansın. Majesteleri Hükumeti, her halükarda Ankara'ya bir büyükelçi göndermemeye kararlıdır.." 
"Nezdinde bulunduğunuz hükumetin, Majesteleri Hükumetinin bu görüşlerini paylaşıp paylaşmadığının ... bildirilmesini rica ederim."
  3 Kasım 1923 günü, Dışişleri Bakanlığının İstanbul'daki temsilcisi Dr. Adnan (Adıvar) Bey'e, İstanbul'daki İngiliz Yüksek Komiser Vekili Mr. Nevile Henderson (yukarıda sağda), "Majesteleri Hükumeti, Ankara'da en küçük bir ev bile yapmak niyetinde değildir" diyordu..
  Henderson'a göre, bugünkü BMM'nin iki yıllık ömrü vardı ve dolayısıyla  Ankara'nın başkentliğinin de iki yıl süreceğini ileri sürüyordu ! Dışişlerine gönderdiği mesajın sonu şöyle idi : "Majesteleri temsilciliğinin Ankara'ya taşınması, Türk Hükumetini ve Mustafa Kemal'i elbette çok memnun edecekti. Ama bu taşınma, Majesteleri Hükumetinin tatsız ve aşağılayıcı bir taviz vermesi anlamına gelir, kanısındayım.."

   

   Nevile Henderson tarafından Londra'da hazırlanan, 30 Mart 1924 tarihli raporda da, Ankara'ya, büyükelçi gönderilmemesi gerektiği yazıyordu. Bu rapor, Dışişleri Bakanından ve başbakandan geçerek Kral V.George'a kadar çıktı. Kral George, 5 Nisan 1924 günü, "Windsor Castle" başlıklı kağıda buyruğunu şöyle not ettirdi ve altına parafını koydu :
"Bu önerileri şartlı olarak onaylıyorum :
1- İyice bilinsin ki, ikametgahı İstanbul'dan Ankara'ya taşınırsa, Türkiye'deki İngiliz misyonu elçilik derecesine indirilecektir. 
2- Ankara'da yalnız diplomatik sekreterlik ve personeli için değil, aynı zamanda, oraya periyodik ziyaretlerde bulunacak olan büyükelçi ve maiyeti için de elverişli ve yeterli olacak bir bina yapılsın."

   1 Mart 1925 günü, İngiltere ve İtalya Büyükelçileri, İstanbul'daki Türkiye Dışişleri Delegesi Nusret Bey'e, aynı mealde birer nota verdiler. Fransa Büyükelçisi de aynı doğrultuda sözlü bir bildirimde bulundu. Her üçü de, büyükelçilerin Ankara'da değil, İstanbul'da oturacaklarını resmen Türkiye'ye bildirdiler. 
   İngiltere Büyükelçisi Lindsay (yukarıda sağda), İstanbul'da bu notayı verdikten sonra, 15 Mart 1925'de Ankara'ya geldi ve ertesi gün Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa'ya güven mektubunu sundu. Ankara'da dört gün kaldıktan sonra İstanbul'a dönerken, 19 Mart günü, Türk Hükumetinin cevabi notası (DBA-Müt 8/17) kendisine elden verildi :
"Ekselans,
Britanya Kralının ve Hükumetinin Türkiye'deki diplomatik temsilciliğini bir büyükelçiye tevdi etmek niyetleriyle ilgili olarak Ekselanslarının Nusret Bey'e vermiş oldukları 1 Mart tarihli notaya karşılık, aşağıdaki düşünceleri bilginize sunmakla onurlanırım.
Önce, Türkiye'de bir büyükelçi tarafından temsil edilmek kararlarından dolayı Britanya Majesteleri Hükumetine teşekkür ederim. 
Devletler hukuku ilkelerine ve uluslararası teamüle göre, krallarını ve hükumetlerini Türkiye Cumhurbaşkanı katında doğrudan temsil edebilmeleri için Büyükelçilerin ancak Türkiye'nin başkenti olan Ankara'da resmi ikametgahları olabilir.
Bundan başka, yabancı misyon şeflerinin hükumetlerini ilgilendiren konularda doğrudan Dışişleri Bakanı ile iş görmeleri arzu edilir ve bu her iki ülkenin yararına olur.
Bu genel kuralın Türkiye için değiştirilmesine hiçbir neden ve olanak yoktur. 
(....)                                    (İMZA) DR. RÜŞTÜ "  

   Bu nota üzerine Büyükelçi Lindsay, Londra'ya şunu önerdi :
"Büyük devletlerin yapacakları tek şey direnmek.. Eğer üç büyük devlet direnişlerini gevşetmezlerse, öteki devletler de yan çizemezler kanısındayım. Şu halde en önemli nokta cephe birliğidir.."
  Lindsay, bu direniş sonunda Mustafa Kemal rejiminin devrilebileceğini bile ima etti : 
"Bu ortak direnişle ne elde edilecektir, sorusu akla geliyor.. Direnmekle herhalde zaman kazanmış oluruz ve bu tek adam rejiminin ne kadar ömrü olduğunu kimse söyleyemez.." (FO 424/262, s.129-130, No.129 : Lindsay'den Chamberlain'e rapor. 24.5.1925, No.224)

   Karşılıklı notalaşmalar biraz daha devam etti ve sonunda durdu.. Taşınma işi zamana bırakıldı. "Ortak cephe" zamanla gevşemeye yüz tuttu. Yabancı devletler arka arkaya, Ankara'da elçilik, büyükelçilik binaları yaptırmaya, birer ikişer Ankara'ya taşınmaya başladılar. Sert tavırlarıyla tanınan Lindsay bile giderek ağız değiştirmeye başlamıştı. Kasım 1925'de Ankara'ya gelince şu raporu hazırladı :
"Önemli bir konuda eski görüşümü değiştirmem gerek. Başkent olarak Ankara'nın kaderi, bugünkü rejimin kaderine sıkı sıkıya bağlı. Son raporlarımda da belirttiğim gibi, rejim gittikçe güçlendiğine ve yerine oturduğuna göre, Ankara şehri, haklı olarak yarı sürekli başkentlikten daha fazlasını ümit edebilir.." (FO 424/263/E.7370, s.60-61, No.22 : Lindsay'den Chamberlain'e rapor, 23.11.1925, No.865)

   Lindsay'in yerine atanan yeni Büyükelçi Sir George Clerk, 22 Kasım 1926'da güven mektubunu sundu. O, başkent Ankara konusunda selefi gibi önyargılı davranmadı. Daha tarafsız, daha gerçekçi bir tutum izledi. Onun zamanında İngilizler, Ankara'nın gerçekten başkent olduğuna ve başkent kalacağına inanmaya başladılar..
   1925'de İstanbul'da 18, Ankara'da ise 4 diplomatik temsilcilik vardı. Ertesi yıl Ankara'daki temsilcilik sayısı 8 olmuştu.. "Direniş Cephesi" 1927'de tamamen çözüldü..
   İngiliz Büyükelçi Clerk'in 1928 yılındaki yeni raporu şu şekildeydi :
"...Ankara'da elçilik ve büyükelçilik binaları yapımında sürekli bir ilerleme var. Almanya Büyükelçiliği için irili ufaklı yedi bina hızla yükseliyor, 1928 sonbaharında faaliyete geçecek.
Polonya elçilik binası tamamlanmak üzere. Fransa ve ABD, bina yapmak üzere arsa almaya uğraşıyorlar. Romanya, Avusturya elçilikleri ve daha birçok elçilik, Ankara'da yer kiraladılar..
Genel olarak başkente taşınma eğilimi gittikçe artıyor.." 
(FO 424/268/E.709, s.36-37, No.17, 15.2.1928 tarihli 102 No'lu yazı)

   1928 yılında İtalya, İngiltere'nin itirazlarına aldırmayarak, Ankara'da büyükelçilik binası yaptırmaya başladı. Fransa, büyükelçilik binası yaptırmak için Yakup Kadri Bey'in bağını seçti. Türkiye Maliye Bakanlığı tarafından sahibinden satın alınan bağ, Fransa'ya hibe edildi.
   Ankara'ya taşınmayan yalnız İngiltere kalmıştı. Büyükelçi Clerk, ilk defa 1929 yılında, Kralın doğum yıldönümü resepsiyonunu resmen Ankara'da düzenleyince Ankara'yı başkent olarak tanımış oldu..
   İngiltere, Clerk'in büyükelçilik dönemi olan 1926-1933 yılları arasında Ankara'da büyükelçilik binası yaptırdı..

   Ankara'da, Genelkurmay Başkanlığı karşısında, mermer üstüne kazınmış bir yazı vardır. Atatürk'ün sözleridir bunlar ..
"ANKARA MERKEZ-İ HÜKUMETTİR VE EBEDİYEN MERKEZ-İ HÜKUMET OLARAK KALACAKTIR !"


  

412 ) OSMANLI 20. YÜZYILA GİRERKEN !...

   
    

   1900'lü yılların başında çocuklar, yaş sınırı olmadığı için, sıbyan mektebi denilen "medrese yavrucuklarında" pek küçükken okumaya başlarlardı. Kuran, tecvid (Kuran okuma kuralları) ve ilmihalden başka bir şey bilmeyen sarıklı hocalar ve onların kalfalarının bütün marifetleri, çocukları falaka altında hıfız (Kuran ezberleme) işine koşmak, medreseye hazırlamaktı. O yaştaki çocukların çoğuna göre, bu iş bir işkenceye dönüşebiliyordu..
   1894 doğumlu Falih Rıfkı Atay, "Batış Yılları" adlı kitabında ; Bana Yasin'i ezberlettikleri zaman o kadar ufaktım ki, Kuran'dan bu sayfaları yırtarsam, benim kitabımda olmadığını söyleyerek hocayı aldatacağımı sanıyordum ! Öyle yaptım ve uzunca bir falakaya çekildim !.." diye anlatır..
   Falih Rıfkı'nın 19 Ağustos 1320 (1905) tarihli Rehber-i Tahsil Rüştiyesi diplomasında bulunan dersler ve aldığı notlar şöyledir :
Kuran-ı Kerim : 9 / Tecvid : 10 / Ulum-u Diniyye : 9 / Ahlak : 9 / İmla : 10 / Sarf-ı Osmani : 10 / Kıraat : 10 / Hesap : 7 / Coğrafya-i Osmani : 5 / Tarih-i Osmani : 10 / Fransızca : 9 / Sülüs : 5 / Rıka : 5...
   Rüştiye'den sonra sıra, Hüseyin Cahid'in müdürlüğünü yaptığı, Mercan İdadisi 'ne gelir. Sakallı ve sarıklı bir de mubassırları (öğrenci gözetmeni) vardır ve onun "hafiye" olduğu herkesçe bilinmektedir !.. Devamlı olarak konuşmalara kulak kabartan adam, ezan okunduğunda tüm öğrencileri okuldaki camiye "sürer". Falih Rıfkı, cuma tatilinde izinsiz kalma korkusu altında zorla camiye sürüklenen öğrencilerin çoğunun abdest almadığını söyler. Bu baskı, onları din görevlerine karşı saygısızlığa sürüklemiştir..
   Baskı, sadece okulda değil, her yerde hissedilmektedir. Örneğin Haliç'te karaya çekilmiş bir denizaltı vardır. Sultan Hamid'in, deniz içine dalıp gitmesinden ürktüğü için onu karaya çektirtmiş olduğu söylenmektedir !. Elektrik yasak, telefon yasak !. En küçük haberleri bile, Yıldız Sarayı'ndan Babıali'ye, atlı çavuşlar getirmektedir..



   Frenklerin "Büyük köy" dedikleri İstanbul'u ikiye ayırmak gerekirdi : Tanzimat'tan itibaren Batılı gelişmelerin gözlendiği Hristiyan-Frenk semtleri ile bu gelişmelerin sadece Saray ve Babıali alafrangalarında görülebildiği Müslüman semtleri..
   Tanzimat çarşıları yüzde yüz Hristiyanların elinde.. 1912 tarihli bir Yunan belgesi, bütün Osmanlı İmparatorluğu'nda bir tek Türk bakkal olmadığını yazmaktaydı. Birinci Dünya Savaşı sonrası, Rumlar ve Ermeniler çekildiklerinde, Anadolu çarşıları birer birer kapanmıştı..
   İstanbul'da Müslümanların elindeki esnaflık, Tanzimat öncesi çarşılarında idi. Müslüman terzisi şalvar diker ; Müslüman kunduracı mes, yemeni, takunya, nalın, terlik yapardı. Batı kılığındaki Müslümanların hepsi Hristiyan dükkanlarının müşterisiydi. "Zengin" dendiği zaman Saray ve Babıali büyükleri, rüşvetçiler ya da Hristiyan ve Frenkler akla gelirdi. Birkaç Arap müteahhit ve Karadenizli zahireci de vardı. Türklerden ise, bata çıka, hile veya zulümle mal edinen bir sınıf ta "aşar iltizamcıları" idi..
   Yerleşme durumuna gelecek olursak ; örneğin eski Bizans surları içinde bir Müslüman semtine göz atıldığında ; bu semtin mahallelere bölündüğü görülür. Hristiyanlar sur dışında oturur, Müslüman mahallesinde ev tutmaya cesaret edemezlerdi. Fakat bakkal, kasap, manav hep onlardandı. Tütüncü, aktar ve gazete satışı, "Acem" denilen Azerbaycan Türklerinde..
   Mahalle kahvesi yalnızca "efendi" takımının çıktıkları, kulüp havasında bir yer. Yaşlılar ortalık karardıktan sonra gecelik hırka ve entarileriyle gelirlerdi.. Hafiye korkusu olduğu için, bir yabancı uğrayınca herkes susar ve konuyu havadan sudan konuşmaya dökerlerdi !.. 
   Mahallenin ırzı, namusu, ortaklaşa "kefalet" altındaydı !. Eve gizlice kadın alındığında o evi basmak adetten idi. Uygunsuz bir davranışı görülen kadının evi de taşlanarak mahalleden ayrılıncaya kadar rahat bırakılmazdı !..
   Halkın geçim düzeyi düştükçe eski konaklar yıkılarak yerlerini ufak tefek, derme çatma ahşap evlere bırakmıştı. Evlerin yarısından çoğu adeta gecekondu gibiydi. Gaz lambası kullanan, suyunu mahalle çeşmesinden alan, pek çokları için karyolanın bile lüks sayıldığı haneler.. Göç olduğu zaman iki at arabası, ailenin bütün varını yoğunu yüklemeye yeterdi !..
   Yaşam çok basitti : Ezandan iki saat önce, saat alaturka 10'a doğru herkes evine döner ; 12'de sofraya oturulur, yatsıda ise lambaların pek çoğu sönmüş olurdu !..
   Okuldan çıktığında bir "kalem" e kapılanmak, İstanbul'da, okumuş bir gencin başlıca ideali idi. İlk başlarda parasız staj, sonra 20 kuruş aylığa geçer, yükselmeler için sıra beklemeye koyulurdu. Eğer ailelerinin bir geliri yoksa, bu memurluk sayesinde ikinci bir "kapılanma" sağlarlardı : varlıklı bir evde iç güveyliği şansı !..
   Biraz paralı aile gençleri Beyoğlu'na eğlenmeye giderlerdi. Bu eğlenceye kendini kaptıranlar için "karşıya dadandı" denirdi.. "Karşı", yarı Avrupa demekti. Vakanüvis Silahtar Ağa'nın İstanbul'u anlatırken, "...Ve dahi bir metelik verilmekle Frenkistan'a gidilmek olur," dediği şey, Yemiş İskelesi ile Galata arasıydı !..
   Bir İstanbullu Türk, Beyoğlu'nda "yerli"liğini kolayca hissederdi. Dükkanlardan çoğu, Türkçe'den başka dil konuşmayana, cevap vermeye ancak tenezzül ederdi. Yan sokaklardan bazılarının adları Fransızca idi ve Fransızca yazılmıştı..
   "Karşı"da oturan Türklerin de Türkçe konuştuğu pek duyulmazdı. Türklüğünden utanan, Türklüğünü saklayan, Tanzimat ürünü, "alafranga" aydın tipleri !.. 
   Okullarda Arap için "Arap", Rum için "Rum", Arnavut için "Arnavut" kelimeleri kullanılırdı ama Türkler kendilerine "Türk" demez, "Osmanlı" derdi.. Padişahın nöbetçileri, koruyucuları Arnavut, ağaları zenci, Haremi Çerkez idi.. Kürdün bile itibarı Türk'ün üstündeydi..
   Falih Rıfkı bir gün bir Mısır paşasının konağının bahçe duvarı kenarındaki kaldırımda yürürken bir "fellahın" çıkageldiğini ve "yasak" diye haykırarak onu karşı kaldırıma itelediğini anlatır...

   Polisler ve komiserler pek az aylık aldıkları için karakollar rüşvetçi ve jurnalci yatağı idi. Birçoklarının hırsız ve haraççı semt kabadayıları ile ortak olduğu bilinirdi. Erken işe gidenler soyulmamak için yola parasız çıktıklarından, bir aralık hırsızlar, üstlerinde en az 20 kuruş bulundurmayanların bıçaklanacağını bildiren duvar yaftaları asmışlardı !..   
   Semtler sayılı kabadayıların korkusu altındaydı. Esnafı haraca kesen bu kabadayılar, birtakım konakların da "besleme"leri idiler. Efendileri adına korkutur, döver ya da vururlardı..
   İstanbul'u akşam karartısı ile beraber iki korku sarardı : Yangın ya da soyulma !..  



   Pera Palas Oteli'nin geniş salon penceresi camı önünde koltuğuna gömülüp pipo veya sigarını tüttüren ve gelip geçenlere yan gözle bile bakmayan, kırmızı yüzlü seyyah : En üstün o idi !..
   Akşamüstü Lebon Pastanesi'nin ön masasında bir dostuyla şampanyasını içtikten sonra Atlas faytonuna binerek Köprü'ye inen ve çatanası ile Bostancı'daki köşküne giden Anadolu Demiryolları Müdürü Hügnen : İkinci lüks o..
   Arkasında kagir evlerinin açık kapılarından neşeli kadınlarının göründüğü, hepsi iyi giyimli, rahat ve ferah Hristiyanlara gıpta edilirdi. Müslüman semtlerinde lambalar sönerken, Hristiyan semtlerinde kaynaşma geç vakitlere kadar sürerdi. Müslümanlar kararırken onlar ışıklanırdı.. Hristiyanlar Müslüman semtlerine yerleşmez ise de, Müslümanların şeriatçı baskısı da Hristiyanların semtine uğrayamazdı. Yalnız yabancılar değil, çoğu bir yabancı uyruklu yahut "himaye" belgesi taşıyan Hristiyanlar da imtiyazlıydılar..
   Kapitülasyonlar henüz bilinmiyordu. Fakat Osmanlı polisinin ve hafiyelerinin ne Pera Palas ne de Anadolu Demiryolları İdaresi kapısından içeri giremeyeceği herkesçe bilinirdi. Yabancıların zabıtası ve adliyesi konsolosluklar idi..
   "Ahirette bizim cennete, onların cehenneme gideceklerini ilmihal hocalarından öğreniyorduk, ama neden bütün dünya nimetleri hep Müslüman olmayanlardaydı ?!.."   

     
       

Hürriyet

KAYNAK OLARAK KULLANDIĞIM KİTAPLAR..
-------------------------------------------------------
1.DEVLET-İ ALİYYE.I...HALİL İNALCIK 2.OSMANLILAR..HALİL İNALCIK
3.İMP.'UN EN UZUN YÜZYILI..İLBER ORTAYLI
4.SON İMP. OSMANLI..İLBER ORTAYLI
5.TARİHİN IŞIĞINDA..İLBER ORTAYLI
6.OSM. TOPLUMUNDA AİLE..İLBER ORTAYLI
7.OSM.'YI YENİDEN KEŞFETMEK..İ.ORTAYLI
8.BATILILAŞMA YOLUNDA..İLBER ORTAYLI
9.OSMANLI TARİHİ..A.DE LAMARTINE
10.OSMANLI..CAROLİNE FİNKEL
11.OSM.İMP.TARİHİ..NICOLEA JORGA
12,BÜYÜK TÜRK..NICOLEA JORGA
13.YENİLMEZ TÜRK...NICOLEA JORGA
14.TÜRKİYE TARİHİ..ED.SİNA AKŞİN
15.OSM.DÜNYASI VE İNSANLARI..GÜLGÜN ÜÇEL
16.OSMANLI ORDUSU..GÜLGÜN ÜÇEL-AYBET
17,BU MÜLKÜN SULTANLARI..NECDET SAKAOĞLU 18.YENİÇERİLER..REŞAT EKREM KOÇU
19.SON PADİŞAH..YILMAZ ÇETİNER
20.SORULARLA OSM. ..ERHAN AFYONCU
21. SOKOLLU ...RADOVAN SAMARCIC
22. OSM.İMP.TARİHİ...A.CEVDET PAŞA
23. OSM.GERÇEĞİ..ERDOĞAN AYDIN
24. FATİH VE FETİH..ERDOĞAN AYDIN
25.KADINLAR SALTANATI..A.REFİK ALTINAY
26.DOĞU'YA BAKIŞ..GERALD MACLEAN
27.AT SIRTINDA ANADOLU..FREDERIC BURNABY
28.ABDÜLMECİD..HIFZI TOPUZ
29.ŞAH SULTAN ..İSKENDER PALA
30.FLORANSA BÜYÜCÜSÜ..S.RUSHDIE
31.TARİHİMİZLE YÜZLEŞMEK..EMRE KONGAR
32.PARİS'TE BİR OSM.SEFİRİ..ŞEVKET RADO
33.TARİHİN SAKLANAN YÜZÜ..ÇETİN ALTAN
34.OSM.İMP.'DA SON 300 YIL..ALAIN PALMER
35.KONSTANTİNİYYE..PHİLİP MANSELL
36.TÜRKİYE'NİN SİYASİ İNTİHARI..CENGİZ ÖZAKINCI
37.BU VATAN BÖYLE KURTULDU..EROL MÜTERCİMLER
38.16.YÜZYILDA İSTANBUL..METİN AND
39. ERKEN MODERN OSMANLILAR.. VIRGINIA H. AKSAN-DANIEL GOFFMAN
40."POPÜLER TARİH" VE "NTV TARİH " DERGİLERİ
41.İKİNCİ ADAM..Ş.SÜREYYA AYDEMİR
42.HAYAT..AYŞE KULİN
43.DEVRİM VE DEMOKRASİ..NUMAN ESİN
44.BİR NUMARALI TANIK..KURTUL ALTUĞ
45.İHTİLALİN MANTIĞI..Ş.S.AYDEMİR
46.KUTSAL İSYAN...HASAN İZZETTİN DİNAMO
47.KUTSAL BARIŞ...HASAN İZZETTİN DİNAMO
48.ÇÖL KRALİÇESİ...JANET WALLACH
49.YÖNETMENLER,FİLMLER,ÜLKELER..A.DORSAY
50.AY HIRSIZI...SUNAY AKIN
51.ONLAR HEP ORADAYDI...SUNAY AKIN
52.KULE CANBAZI...SUNAY AKIN
53.LÜZUMSUZ BİLGİLER ANSİKLOPEDİSİ..TAMER KORUGAN
54.PRENS..NİCCOLO MACHİAVELLİ
55.İSTANBUL'DA BİR ZÜRAFA..SUNAY AKIN
56.KIZ KULESİNDEKİ KIZILDERİLİ..S.AKIN
57.AH BEYOĞLU,VAH BEYOĞLU..SALAH BİRSEL
58.İSTANBUL-PARİS..SALAH BİRSEL
59.YAVUZ'UN KÜPESİ..ERHAN AFYONCU
60.OSMANLI PADİŞAHLARININ HAYAT HİKAYELERİ...YILMAZ ÖZTUNA
61.BİZİM DİPLOMATLAR..BİLAL N.ŞİMŞİR
62.KİM VAR İMİŞ BİZ BURADA YOĞ İKEN..CEMAL KAFADAR
63.RÜZGARIN GÖLGESİ..CARLOS RUIZ ZAFON
64.MELEĞİN OYUNU..CARLOS RUIZ ZAFON
65.ORTA DOĞU..TAYYAR ARI
66.ABD-ORTA DOĞU-TÜRKİYE..HALUK GERGER
67.ORTA DOĞU.. BERNARD LEWIS
68.ON BİR CUMHURBAŞKANI ON BİR ÖYKÜ.. CÜNEYT ARCAYÜREK
69.ÖFKELİ YILLAR...ALTAN ÖYMEN
70.ATATÜRK'TEN SONRA BUGÜNLERE NASIL GELDİK ?..CÜNEYT ARCAYÜREK
71.ÇANKAYA...CÜNEYT ARCAYÜREK
72.DEMOKRASİNİN İLK YILLARI..C.ARCAYÜREK
73.YENİ İKTİDAR,YENİ DÖNEM..C.ARCAYÜREK
74.BİR İKTİDAR,BİR İHTİLAL..C.ARCAYÜREK
75.NEREDEYSE BİR BALİNA..STEVE JONES
76.MOSSAD GİZLİ TARİHİ...GORDON THOMAS
77.BARIŞA SON VEREN BARIŞ...DAVID FROMKIN
78.SULARIN GETİRDİĞİ PADİŞAH..CAHİT ÜLKÜ
79.TANK SESİYLE UYANMAK..HASAN CEMAL
80.BİR MANİNİZ YOKSA.. ...AYFER TUNÇ
81.ALATURKAFRANKA..ERCAN ÇİTLİOĞLU
82.SUÇUMUZ MÜKEMMEL OLMAK..S.DUMAN
83.DARBE...STEPHEN KINZER
84.ÖZAL HİKAYESİ..HASAN CEMAL
85.TURGUT NEREDEN KOŞUYOR ? ..E.ÇÖLAŞAN
86.YEDİ TEPE ANADOLU...ALİ CANİP OLGUNLU
87."K", "DERBEDER BİR KAHİN"...CANSU YILMAZÇELİK
88.LATİFE HANIM...İPEK ÇALIŞLAR
89."K",YIKIK BİR SARAYDIR DÜNYA..PERİHAN ÖZCAN
90.BEYAZ PERDEDE KIRMIZI FİLMLER.. ATİLLA DORSAY
91.TEK ADAM..Ş.SÜREYYA AYDEMİR
92.DAHİLER VE AŞKLARI...ÖZCAN ERDOĞAN
93.HAYATIM KİTAP..YAŞAR AKSOY
94.BOĞAZİÇİ ŞINGIR MINGIR..SALAH BİRSEL
95.BİR EKONOMİK TETİKÇİNİN İTİRAFLARI...JOHN PERKİNS
96.CUMHURİYET TARİHİ YALANLARI 1. VE 2. CİLT...SİNAN MEYDAN
97. KOMPLO TEORİLERİ..EROL MÜTERCİMLER
98.ÖNCE KADINLAR VE ÇOCUKLAR..SUNAY AKIN
99.BİR ÇİFT AYAKKABI..SUNAY AKIN
100. BENİM CUMHURİYET'İM..EMİNE UŞAKLIGİL
101.DARAĞACINDA ÜÇ FİDAN..NİHAT BEHRAM
102.NEREYE..CAN DÜNDAR
103.İSTANBUL'DAN SAYFALAR..İLBER ORTAYLI
104.BİZİM İZMİRİMİZ..MELİH GÜRSOY
105.GİZLENEN TARİH..BRİAN HAUGHTON
106.BERGAMA DÜŞLERİMİN ŞEHRİ,İZMİR SEVDAM..SELAHATTİN TURAL
107.GÖLGEDEKİLER..CAN DÜNDAR
108.KIRMIZI BİSİKLET..CAN DÜNDAR
109.YAKAMDAKİ YÜZLER..CAN DÜNDAR
110.GEÇMİŞ AYRINTIDA SAKLIDIR..CEMİL KOÇAK