

Schopenhauer şöyle diyor : "Sırtını kaşıdığınızda kedi şaşmaz bir şekilde nasıl zevkten mırlamaya başlarsa, övülen bir insan da keyiften kendinden geçer, hele övgü, açıktan açığa yalan olsa bile, övülen kişinin iddialı olduğu konularla ilgiliyse.."
Ezop, karga ve tilkiyle ilgili hikayesini bunun için anlatmıştı. La Fontaine'in ondan esinlenerek yazdığı şiirde, tilkinin kargaya nasıl yağ çektiğine bakın :
"Oooo ! Karga cenapları, merhaba !
Ne kadar güzelsiniz, ne kadar şirinsiniz !
Gözüm kör olsun yalanım varsa.
Tüyleriniz gibiyse sesiniz,
Sultanı sayılırsınız bütün bu ormanın.."
Keyfinden aklı başından giden karga, "güzel sesini" göstermeye kalktığı anda, ağzındaki peyniri düşürür, tilki de kapar !..
Masalın o satırlarını, Sabahattin Eyüboğlu'nun aslına daha sadık çevirisinden verelim :
"Her dalkavuk çıkarı için över,
Yüzüne güler, peynirini yer."
Unutulmaması gereken bir başka nokta da, bunları kaleme alan La Fontaine'in, Maliye Bakanı Fouquet'nin "maaşlı şairi" olarak patronunun yeni yaptırdığı şatosunu övmek üzere bir şiir ("Le Songe de Vaux") yazmış olmasıdır !..
Dalkavuk, her zaman nefret uyandıran bir tiptir. Örneğin Dante'nin "İlahi Komedya"sında, dalkavuklar cehennemin sekizinci çemberine atılmış, kendi dışkılarının içinde yüzmeye mahkum edilmiş, en iğrenç günahkarlar arasında yer alırlar..
En değerli yazar ve şairlerin, tarihte iz bırakmış devlet adamlarının arasında dalkavukluğu çok iyi becerenlerin de bulunduğunu görürüz. Örneğin ilk Roma imparatoru Augustus'un yakın çevresini ele alalım.. Önce Brutus, sonra Marcus Antonius ile mücadele ederek iktidara gelmeyi başaran Augustus, imparator olduktan sonra imajını yüceltmek için çaba harcar ve başarır. İç savaşlar sırasında Brutus'un tarafını tuttuğu için toprakları elinden alınan büyük şair Vergilius, bu topraklar kendisine geri verildiğinde, birden Augustus taraftarı kesilmekte hiçbir beis görmez. En büyük eseri olan "Aeneis" destanı bile, Augustus'a göz kırpar !.. Destan, Augustus'un atası sayılan Aeneas'ın Truva'dan kurtularak gelip Roma'yı nasıl kurduğunu anlatır..
Dolaylı övme yöntemini benimseyen bir başka şair de İngiliz Edmund Spenser'dir. Yazdığı "The Faerie Queen" (1590) adlı destan, alegorik bir yöntemle, dönemin hükümdarı olan Kraliçe I.Elizabeth'in ailesini, şanını, büyüklüğünü, temsil ettiği değerleri göklere çıkartmak üzere kaleme alınmıştır. Şairin kraliçe için uydurduğu "Gloriana" (Şanlı) ifadesi, bugün de İngilizler arasında sık sık I. Elizabeth'i tanımlamak için yaygın olarak kullanılmaktadır. İngiliz şiirinin önemli eserlerinden sayılan bu destan, kraliçenin Spenser'a ölümüne dek yıllık 50 sterlin gelir bağlamasını sağlamıştır. O dönemde 50 sterlin bir insanı rahat rahat geçindirebiliyordu..
Bu kraliçenin dalkavuklara ne kadar prim verdiği, çok iyi bilinen, sayısız resmi yapılan şu hikayeden de anlaşılabilir : I. Elizabeth bir gün saltanat kayığına binmek üzere rıhtıma adımını attığında, ünlü denizci (ve saray dalkavuğu) Sir Walter Raleigh, şık pelerinini çamurların üzerine atarak kraliçenin haşmetli ayağını kirlenmekten korumuştur. Gerçi bu yalakalık, Raleigh'in kraliçenin nedimelerinden biriyle gizlice evlendiği için hapse atılmasına engel olamayacaktır, orası başka !..
Fransız şairi Racine'in de yazdığı neredeyse her oyun, Fransa Kralı XVI. Louis düşünülerek kaleme alınmıştır. Kral yeni bir aşk macerasına atıldığında, Racine hemen son trajedisine buna atıfta bulunan mısralar sokuşturur. Hatta işi öyle ileri götürür ki, kral çapkınlığı bırakıp kendini dine adadığında, Racine de birden dindar kesilir ; bu nedenle son iki trajedisi ("Athalie" ve "Esther") Tevrat'dan alınmış birer hikayedir. Şair, daima kralın o anki gözdesiyle çok iyi geçinmeye dikkat eder. Bunun ödülünü de almış, kralın gözdesi Madame de Montespan'ın desteği sayesinde 1677'de "kralın resmi tarihçisi" unvanını elde etmiştir. Bu, onun için tiyatro yazarlığından çok daha "asil" bir görevdir, üstelik parası da çok iyidir ama, yeni işinde başarı kazanamaz. Onun kariyer seçiminde yaptığı hatayı fark eden dönemin yazarlarından Madame de La Fayette şöyle der :
"Zamanın en büyük şairini, kimsenin taklit edemeyeceği şiirinden kopardılar, herkesin taklit edebileceği bir tarihçiye çevirdiler.."

Bir başka büyük şaire geçelim.. İnsan, Goethe gibi büyük bir Alman şairinin Weimar Dükü gibi küçük bir Alman prensi karşısındaki tutumunu düşündükçe irkilmekten kendini alamaz. Goethe, 1775'de Weimar'a davet edildiğinde "Genç Werner'in Acıları"nı yazmış, uluslararası şöhrete kavuşmuş bir yazar ve şair, Weimar Dükalığı ise Almanya'nın en küçük devletlerinden biridir. Dük Karl August'un sarayında tam bir saray dalkavuğu olur Goethe.. Ölene kadar oradan ayrılmaz. Bakanlık bile yapar. Weimar'ı varlığıyla şöhrete kavuşturur. Yaşlandığında, Avrupa'nın her yerinden insanlar sırf onu görmek için koşarlar bu küçük kente.. Ama o Dük'e "Sie" (Siz) derken, Karl August ona "Du" (Sen) diye seslenmekte sakınca görmez.
1820 yılında yaşlı Goethe Avrupa'nın en tanınmış entelektüeli iken, Dük ona armut ağacı tohumları toplayıp bizzat getirmesini emreder (çünkü her ikisi de botaniğe meraklıdır) ; şair içerlemesine rağmen itaat eder.. Goethe'nin en büyük endişesi, dükü kızdırıp saraydan atılmaktır. 80 yaşına yaklaşırken, bu defa Dükün ölmesinden korkmaya başlar, çünkü veliahdın kendisinden hoşlanmadığını düşünmektedir. Bütün Avrupa tarafından neredeyse tanrı yerine konulduğu bir dönemde büyük şairin neden bu kadar korktuğunu anlamak zordur..
Neyse ki bu şairlerin hükümdarlara yaptıkları göndermelerin izleri, aradan yüzyıllar geçtikten sonra silinmiş, geriye saf halde şaheserler kalmıştır..
Fakat unutmayalım ki her dönemde başını dik tutmasını bilenler de vardır. Örneğin hümanist yazar La Boétie bunlardan biridir. Montaigne'in sevgili dostu La Boétie'in "Discours sur la servitude volontaire" adlı risalesi, sadece yazarı 18 yaşındayken kaleme alınmış olmasıyla değil, 16. yüzyıl ortasında attığı özgürlük çığlığı nedeniyle de olağanüstüdür. Burada dalkavuğun nasıl tahammül edilmez bir hayat sürdürdüğünü şu sözlerle anlatır :
"Köylü veya zanaatkar, hizmet etmeye mecburdur ama boyun eğmekle yetinebilir. Oysa tiranın çevresindeki dalkavuklar itaat etmekle paçalarını kurtaramaz. Tiranın hoşuna gitmek, onun işlerini yürütebilmek için kendilerini paralamak, kendi zevklerini onun zevkleri uğruna feda etmek, kendi huylarından, doğalarından vazgeçmek zorundadırlar. Mutlu yaşamak bu mudur ? Hatta buna yaşamak denebilir mi ?.."

(#tarih dergisinin Kasım / 2015 sayısında, AYŞEN GÜR'ün "Ödülü Menfaat, Bedeli Nefret" başlıklı yazısından derlenmiştir.. )
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder