Sayfalar

84) 27 MAYIS AĞASI : CEMAL AGA !.. (2. BÖLÜM)

   Cemal Gürsel, İsmet İnönü'ye saygılıydı ama ona başbakanlık görevi verdiğinde, "Paşa gerdeğe girecek damat gibi heyecanlıydı" diyecekti..
   Süleyman Demirel'e karşı ılımlı ve sevecen olması, onun AP'nin başına geçmesini istediği için (o tarihte Ragıp Gümüşpala başkandı) İnönü ile arası bozuldu..
   Sonra, tekrar darbe söylentileri başladı 1963 yılında.. Sık sık söylenen isim Albay Talat Aydemir ve arkadaşlarıydı. Aydemir popüler bir isimdi. Parlak bir kurmay, orduda sevilen bir isimdi. Sık sık basında görülürdü. Falih Rıfkı Atay gibi usta ve güngörmüş bir kalem bile ; ziyaretine gelen Aydemir'i, "Gözlerinde Mustafa Kemal'in ışıklarını gördüm" diye övüyordu...



   Tarih 21 Şubat 1963. Bir haftaya yakın süredir orduda "anormal" dalgalanmalar olduğu yaygındı. Bir süre önce İnönü, Aydemir'in komutanı olduğu Harp Okuluna gitmiş, şeref kıt'ası tarafından karşılanmıştı. Şeref kıt'asındaki Malatyalı bir genç harbiyeli, İsmet Paşa tam önlerinden geçerken bayılıp yere düşmüştü. O zamanlar, bayılmanın hangi nedenden kaynaklandığı anlaşılamamıştı. Oysa, Aydemir'i çok seven öğrenciler yakında başlayacak "yeni ihtilal hareketi"nin heyecanı içinde yaşıyorlardı. İsmet Paşa'nın bu ziyareti, okulu denetlemekten çok, Talat Aydemir olayına ciddi bir teşhis koymaktı. Aydemir, İsmet Paşa'nın öğrencilerle ilişki kurmasını özenle önlemiş, ancak subaylarla birlikte yemek yemesini sağlamıştı. İsmet Paşa okuldan yaman bir teşhis koyarak ayrılıyordu. Öğrencilerden soyutlanmasına çok sinirlenmişti..

   

   22 Şubat 1963'de Aydemir güçleri radyoyu ele geçirmiş, Genel Kurmay Başkanı Cevdet Sunay'ın evini kuşatıp içeri girmişlerdi. Sunay gizlenmişti. İkinci başkan Memduh Tağmaç ise ateş altında Genel Kurmay binasına kendini zor atmıştı. Aydemir'in sadık ve yakın arkadaşı Fethi Gürcan "Ne yapacağız bunları ?" diye sorduğunda ; cumhurbaşkanı, başbakan ve diğer büyükleri kastediyordu.. Aydemir, yaşamının bu en önemli anında büyük bir hata yaptı ve "bırakın, gitsinler.." dedi.
   İsmet Paşa ise, bir engellemeyle karşılaşmadıklarını ve kurtulduklarını anladığında, "işte şimdi kaybettiler" dedi...
   İsmet Paşa'nın şansı, üst komuta kurulunun ve hava kuvvetlerinin Aydemir'e karşı kesin durum almasıydı..
Hava Kuvvetleri Komutanı İrfan Tansel uçakta, havadaydı. Ankara-Eskişehir arasında gidip geldiği, jetleri kaldırmak için sabahın erken saatlerini beklediği söyleniyordu. Sabahın ilk saatlerinde, teslim olmazlarsa, Harp Okulunu vuracaklardı...


  

   Talat Aydemir ile hükumet arasındaki dolaylı görüşmeleri, Aydemir gibi Çerkez kökenli olan, YTP önderi Ekrem Alican yönetiyordu. İsyancılar teslim olursa sadece emekli edileceklerdi. Bu arada Cemal Gürsel, bir NATO üssü olan Mürtet'e doğru gidiyordu. İsyancılar yönetimi ele geçirirse Batılı devletlere sığınacaktı !..  Ama giderken otomobilinin lastiği patladı ve gidemedi !..
   Sonra jetler uçmaya başladı ve birkaç yeri de bombaladı. Aydemir, öğrencilerine bir şey olmaması için ve durum da aleyhine döndüğünden, teslim oldu. Rejim kıl payı kurtulmuştu... İnönü sözünde durdu. Ordudan emekli edildiler, haklarında dava açılmadı..
   Beş ay sonra, 21 Mayıs'da, Aydemir ve arkadaşları bir kez daha bazı birlikleri peşlerine takarak ikinci kez ayaklandılar. Bu, bir isyan bile değildi. İlkel bir karşı çıkış, kaderin kısır döngüsü içinde bir çırpınış idi.. Bu defa çabuk tükendi ve tutuklandılar. Mahkeme idam kararı verdi. Genel Kurmay Başkanı Cevdet Sunay, Ankara Sıkı Yönetim Komutanı Cemal Tural, hiçbiri, infazın yapılmasını buyuramıyorlardı. Bu arada İsmet Paşa dış geziden döndü. Havaalanında, Aydemir'i asıp asmayacaklarını sordular. İnönü, "Asın !" dedi. İdam ,ertesi sabah gerçekleşti.
   15 Kasım 1960'daki On Dörtler Olayı sırasında kısmi felç geçiren Gürsel, ancak bastonla yürüyebiliyordu. 1966'da iyice artan rahatsızlığı nedeniyle ABD'nin gönderdiği özel bir uçakla Walter Reed Hastanesine götürüldü. İki gün iyi gitti ama üçüncü gün komaya girdi.
   Başbakan Demirel ABD'de ölmemesi için Bakanlar Kurulu ile görüştü ve sonra da ABD Büyükelçisiyle görüşerek, özel bir ABD uçağıyla Gürsel'i yurda getirtti. Gülhane Hastanesinde özel bir bölüme yerleştirdiler..
   Koma hali uzun sürünce, Gürsel'in artık cumhurbaşkanlığı görevini yapmasına olanak olmadığına dair bir heyet raporu alında hastaneden. Başbakanlık bu raporu TBMM Başkanlığına gönderdi ve yeni başkan için seçim yapılması önerisinde bulundu..
   Demirel ilginç bir değerlendirme yapmıştı.. Hastanenin verdiği raporda 38 doktorun imzası vardı. 27 Mayıs'ı da 38 kişi yapmıştı. "Çok trajik bir durum" diyordu. "38 kişi Çankaya'daki cumhurbaşkanını indirmiş ve 38 kişiyle Çankaya'ya çıkmıştı Gürsel. Dönemini tamamlayamadan, 38 kişinin imzasıyla Çankaya'dan indiriliyordu..."



 
    

83) 27 MAYIS AĞASI : CEMAL AGA !... (1. BÖLÜM)

  Cemal Gürsel, 27 Mayıs 1960 müdahalesinin önderi.. Asker doğmuş, asker olarak yaşamış bir insan olmasına karşın son derece mütevazı, sevecen  ve insancıl bir yapıdaydı.. MBK'de idam kararlarına karşı oy kullandı.. Cumhurbaşkanıydı ama yaz aylarında hemen her gece, başbakanlık konutunun karşısındaki küçük parka çıkardı. O geldikten sonra park dolar, her sınıftan insan toplanırdı. Simitçisi, arabacısı, memuru, işçisi... Kim olursa olsun, sorduğu soruyu yanıtlardı. Kimi zaman siyasetle ya da bir ülke sorunuyla ilgili açıklamalar yapardı. Kimi zaman da gündüzleri yaverini yanına alır, Gölbaşı'ndaki küçük, sade kahvehanelerden birine girer, gölü seyreder, peşindeki gazetecilerle sohbet ederdi....
   Bir gece bir arabacı Gürsel'e, atını koşacak bir arabası olmadığını söylemiş. Ertesi gün emir vermiş, arabacıya bir araba almıştı. Sonradan, kendi cebinden ödediği de öğrenilmişti..
   27 Mayıs öncesi Kara Kuvvetleri Komutanı iken, 3 Mayıs 1960'da Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın istifasını isteyen bir mektup yazdı. Mektubunda Menderes'in halk tarafından çok sevildiğini yazdı ve Bayar'ın yerine cumhurbaşkanlığına getirilmesini önerdi. Gürsel emekliye sevk edildi ve mektubu alan Milli Savunma Bakanı Ethem Menderes ; ne Bayar'a ne de Menderes'e iletmedi. Kimilerine göre tarihi bir fırsattı. Savunma Bakanı ise, mektubu başbakana okuduğunu, kimseye sözünü etme dediğini söylüyordu. Bayar, Gürsel'in mektubunu Yassıada'da öğrendi !...






   27 Mayıs müdahalesinden sonra kurulan CHP ağırlıklı Danışma Meclisinde kabul edilen yeni anayasanın özünde önemli farklılıklar vardı. İlk kez sosyal devlet ilkesi anayasaya giriyordu. Kapatılan DP'nin devamı olduğunu her fırsatta vurgulayan AP, referanduma sunulan yeni anayasayı halkın onaylamaması için geniş bir kampanya yürüttü. Hatta "Mr. Referandum" adındaki bir Amerikalının, "evet" oyu verilmesinin Amerika'ya evet demek anlamına geleceğini söylediği halk arasında yayıldı !...
   Referandum 9 Temmuz 1961'de yapıldı ve halk % 61,7 oyla onayladı. Fakat % 40'a yakın Hayır oyunun da bir anlamı vardı. Bu, DP'nin seçmende varlığını sürdürdüğünün kanıtıydı.

  

   Nitekim 15 Ekim 1961'deki genel seçimler bu kanıyı doğrular yönde sonuçlar verdi. DP'nin mirasçısı olan AP (Adalet Partisi), CKP (Cumhuriyetçi Köylü Parti), MP ( Millet Partisi) ve YTP (Yeni Türkiye Partisi) oyların % 62 'sini alarak 277 milletvekili çıkardı. Buna karşın favori gösterilen CHP ancak 177 milletvekili kazanabildi...
   Böylece çalkantılı günler başladı...Genel Kurmay Başkanı Cevdet Sunay' ın da içinde bulunduğu TSK' nin seçim sonuçlarına olumlu bakmadığı ve yeni bir müdahalenin kapıda olduğu söyleniyordu. TSK' nin etkin bir bölümü, özellikle Albay Talat Aydemir'e bağlı oldukları söylenen "albaylar cuntası", eski DP'ye bağlı "güçlerin" yeniden Türk siyasal yaşamına egemen olacağını ve 27 Mayıs devriminin dokunulmazlığını ortadan kaldıracaklarını öne sürüyordu..
   24 Ekim'de, askerlerin darbe yapmamaları için öne sürdükleri koşullar liderlere bildirilmişti. Koşulların başında MBK Başkanı Cemal Gürsel'in cumhurbaşkanı seçilmesi geliyordu. Yassıada hükümlüleri affedilmeyecekti. MBK'nin Ordudan tasfiye ettiği "Eminsu" diye anılan yüzlerce subayın yeniden TSK'ne dönmeleri sağlanmayacaktı. MBK'nin üniversitelerden tasfiye ettiği 147'ler geri dönemeyecekti... Söylentilere göre diğer bir önemli dayatma, İsmet İnönü'nün başbakanlığa getirilmesiydi...
   İsmet Paşa, Gürsel konusunda partileri ikna etmeye çalışırken Bölükbaşı'na, "sen kabul edersen grubuma, Bölükbaşı kabul ettiği için bu şartı kabul ettiğimi açıklayacağım" diyordu. Böylece partiler anlaştılar ve 24 Ekim'de Cemal Gürsel'i cumhurbaşkanı seçeceklerini içeren bir protokolü imzaladılar.
   Genelde AP grubunda egemen olan hava, Gürsel yerine Prof. Ali Fuat Başgil'i desteklemekti. TBMM' nin açıldığı gün hemen herkes Gürsel'e karşı aday olacak Başgil'i arıyordu. Fakat ünlü anayasa profesörü Mecliste yoktu ve nerede olduğunu bilen de yoktu... Sonradan öğrenildi ki, Başgil akşam yemeğini yakın arkadaşı, AP yönetim Kurulu üyesi Tahsin Demiray'la yedikten sonra Barıkan Oteli'ndeki odasına çekilir. Sabah erkenden otele gelen Demiray onu otelde bulamaz. Eşyalarıyla beraber ortadan kaybolmuştur !..Acaba gece ile sabah arasında ne olmuştur da Başgil oteli terk etmiştir ?..
   Sonra olayın iç yüzü ortaya çıkar. Gecenin bir saatinde MGK üyesi, eski Harp Okulu Komutanı Sıtkı Ulay ile bir arkadaşı onu "ziyaret" etmişler ve "uygun" bir dille cumhurbaşkanlığı adaylığından vazgeçmesini istemişlerdir. Hatta, kimi bilgilere göre, adaylıktan vazgeçmezse başka yöntemler uygulanacağını bildirmişlerdir.
   Başgil, sorun yaratacak insanlardan değildir. Gece geç saatlerde yakın arkadaşı Demiray'a bile haber vermeden başkenti terk eder. Böylece tek aday kalan Cemal Gürsel, Meclisteki 125 AP'linin oy kullanmamalarına rağmen cumhurbaşkanı seçilir...

(BİRİNCİ BÖLÜM SONU)

82)HEM SUÇLU,HEM GÜÇLÜ !..(BÖLÜM 2)

   Birinci bölümde bahsettiğim gibi, Vanunu on sekiz yıl hapis yattıktan sonra çıkmıştı ama, aynı suçtan yani casusluktan hüküm giyen Jonathan Pollard ise 21 Kasım 1985 tarihinden bu yana ABD'de, Kuzey Carolina'da Bulmer Hapishanesinde yatmakta ; çünkü cezası müebbet hapis..
 
   1954 doğumlu Pollard, ABD Deniz Kuvvetleri Soruşturma Servisi Anti Terör Uyarı Merkezi' de (NIS), istihbarat analisti idi... Karıştığı casusluk operasyonu, Başbakan Ariel Sharon'un istihbarat danışmanı Rafael Eitan'ın emirleriyle yürütüldü.
   Pollard, 1980'lerin ortalarından itibaren çalıştığı bölümden, Pentagon'dan bir milyonu aşkın belge çaldı ve bunları Albay Avrem Sella aracılığıyla İsrail'e ulaştırdı. Bir ara Paris'e giderek Eitan ve Sella ile görüştü..
   ABD'de İsrail konsolosluğundan Joseph Yagur tarafından maddi açıdan besleniyordu. Geri gitmesi gerekli evrakların fotokopileri, İsrail konsolosluğu sekreteri Irit Erbin'in apartman dairesinde çekiliyordu..
   21 Kasım 1985'de Washington'daki İsrail Büyükelçiliği'ne sığınmaya çalışırken yakalandı.. Dönemin ABD Başkanı Reagan, haberi duyduğunda hükumet sekreterine dönüp, "Neden bunu yapıyorlar ?" diye sormuştu..
   Gerçekten, neden böyle yapıyordu İsrail ? Daha resmi devlet oluşundan başlayarak büyük maddi ve manevi desteğini gördüğü bir ülkeye, adeta tek hamisine, istediği hemen her şeyi alabildiği halde neden böyle davranışlar sergiliyordu ?
   Yanıtı aslında çok basitti : Bu, kendi müttefiklerine bile yaptığı bir güç gösterisi alışkanlığıydı... Daha önce de çok üst düzey bazı yöneticilerin dinlenmesi olaylarına da karışmıştı ... Küçük bir ülkenin, büyük bir ülkeye kendini ispat çabası, yeni bir David  ve Goliath oyunu !...
   Çalınan belgeler öylesine değerliydi ki, sanki ABD'nin güvenlik giysisi üzerinden çekilip çıkartılmış gibi olmuştu !..Bu da doğal olarak en çok CIA, FBI ve diğer ulusal güvenlik unsurlarını çok rahatsız etmişti ...
   Bilgiler arasında en önemlisi Washington'daki Inslaw bilgisayar şirketindeki uzmanlar tarafından geliştirilmiş Promis yazılımının, nükleer denizaltılardaki yapay zekaya nasıl uyarlandığı ile ayrıntılardı. Promis yazılımı, çok uzun mesafelerden doğrudan vuruş yapabilmek için gerektiği gibi ileri fizik ve matematik hesaplamalarıyla bir hedefin etrafındaki savunma sistemlerini de işin içine katabiliyordu. Nükleer bir denizaltı Rusya ya da Çin kadar uzak bir hedefi bile vurabiliyordu..
   Kıbrıs ve Orta Doğu'da bulunan İngiliz-Amerikan ortak dinleme istasyonlarıyla ilgili ayrıntılar ; CIA ve MI6' nın, Berlin duvarı yıkılmadan önce, Sovyetler Birliğive Doğu Almanya'da yürüttükleri operasyonlar ...
  Orta Doğu, Sovyetler Birliği, Güney Afrika, İngiltere, Fransa ve Almanya'daki onlarca ajanını geri çekmek zorunda kalan CIA Başkanı George Tenet, Pollard'a ve dolayısıyla İsrail'e ateş püskürüyordu. Bu hiddet 1998 yılında da devam etmiş, yoğun kampanyalar sonucunda Pollard serbest bırakılacak olursa istifa edeceğini ilan etmiştir..
   ABD içindeki gücünü hiç kimsenin inkar edemeyeceği Yahudi lobisi, Yahudilerin elinde olan medya kuruluşları, hahambaşı, etkili hahamlar, yazarlar, görev başında olan veya emekli siyasiler.. Bu saydıklarım ve daha fazlası, Pollard hüküm giydiğinden beri, bıkmadan usanmadan ve dört koldan kampanya üzerine kampanya düzenliyorlar...
  
   Hapiste iken, kendisiyle birlikte yakalanıp beş yıl hapis yatan, ilk karısından boşanıp Toronto'lu bir öğretmen olan Elaine Zeits ile 1994'de evlendi..O günden beri Esther Pollard adını alan kadın, Pollard için düzenlenen kampanyaların başını çekiyor..1996 yılında Pollard'a İsrail vatandaşlığı da verildi ama nafile..
 
 
  Netanyahu 1998'de, Filistin ile yapılacak barış anlaşmasını bile Pollard olayıyla birleştirmeye çalıştığında Clinton'ın ödün vermemesi karşısında geri adım atmak zorunda kalmıştı !..
 
   İsrail ve Mossad gerçeği tabii ki iki bölüme sığmayacak kadar büyük.. Elimdeki ibret verici (yayımlanmış kitaplardan tabii, bir de Echelor'u üzerimize çekmeyelim !) olayları ara sıra sizlerle paylaşmaya devam edeceğim. Anladığım ve gördüğüm kadarıyla sizin ilginizi de çekti..
   Bu arada bir şeye daha dikkatinizi çekmek istiyorum ; ben kesinlikle aşırı milliyetçi veya ırkçı biri değilim. Benim 1960'larda mahalle ve sınıf arkadaşlarım oldu Musevilerden.. Aklımda kalan birkaçını sayayım : Haim Nahmias, David Franco, Sabi Nahum.. Evlerine Bar Misvah törenine bile gitmiştim Haim'in... Musevi ırkına değil benim kızgınlığım, yönetici sınıfına.. Yunanlılara değil, politikacılarına... Kürtlere değil, PKK'ya... Ortalığı karıştırıcı tipler, politikacılar, bağnaz görüşlü yöneticiler olmasa bu dünya çok daha güzel olurdu..

   

81) HEM SUÇLU, HEM GÜÇLÜ !.. (1.BÖLÜM)

   Irak'taki "kitle imha silahları"nı bulmakla görevli Amerikan birlikleri, aradıklarını bulamamış olarak bugünlerde ülkelerine kesin dönüşe hazırlanıyorlar..Aslında o tür silahların nerede olduğunu ABD çok iyi biliyordur mutlaka. Ama dünya bunu 1986 yılında öğrenmişti...

     
   Babası haham olan ve İsrail'e sekiz yaşındayken göç eden Mordechai Vanunu (veya diğer adıyla John Crossman) Gençliğinde İsrail Komünist Partisine de girmiş, daha sonra da İsrail'in, Negev Çölündeki Dimona nükleer santralında teknisyen olarak çalışmaya başlamıştı.
   1986 yılında İngiliz basınına İsrail'in gizli nükleer programını açıklamış ve böylece İsrail'in, dünyanın dördüncü büyük nükleer gücü olduğu, iki yüzden fazla nükleer silaha sahip olduğu ortaya çıkmıştı.. Sonra, Roma'da, Mossad tarafından "Cindy" kod adlı bir kadın ajanla kurulan seks tuzağına düşürülerek İsrail'e götürülmüştü.
 
   Bu olaydan dolayı aldığı on sekiz yıllık cezayı bitirerek 22 Nisan 2004 yılında özgürlüğüne kavuşan Vanunu, aslında çok da özgür sayılmazdı ; çünkü, İsrail'den ayrılamayacak, yabancılarla ilişki kuramayacak, evindeki İnternet ve telefon görüşmeleri izlenecek, herhangi bir sınıra ya da yabancı bir elçilik binasına 500 metreden fazla yaklaşamayacak ve 24 saat izlenecekti !..
   "Seks tuzağı" Cindy ise, ABD'de Orlando'ya 25 dakika uzaklıkta, bir golf sahasının yanındaki lüks bir evde televizyondan izliyordu, Vanunu'nun hapisten çıkışını.. Cheryl Hanin Bentov adıyla emlakçılık yapıyordu. Kocası, annesi ve artık boyuna gelmiş, seçkin bir okulda okuyan iki kızıyla birlikte yaşıyordu. Vanunu ya da bir taraftarının gelip kendisine bir kötülük yapacağından korkmuyordu. Zaten Vanunu da böyle bir niyeti olmadığını söylemişti. Cindy için şunları söylüyordu : "Benim için sıradan biriydi. Çok yalnızdım, karşımda da o vardı ve ona güvendim.."
  Yalnız, bu olayda bazı kafa karıştırıcı noktalar var. Ben bu olayı Gordon Thomas'ın "Mossad'ın Gizli Tarihi" adlı kitabından okudum ve kafamı kurcalayan bu soruları kendi çapımda bir araştırma yaparak yanıtlamaya çalıştım....
   1. Komünist Partide çalıştığı bilindiği halde, böyle konularda ne kadar hassas olduğu bilinen İsrail İç Güvenlik Servisi "Shin Bet" esaslı bir güvenlik araştırması yapmadan, onu nasıl bu santrala almışlardı ?
   2. Hadi santrale aldılar ; en hassas yer olan, radyoaktif ayrıştırmaların yapıldığı, bombaların hazırlandığı Machon II'de çalıştırılmaya başlandı ?
   3. Onca plan yapıp fotoğrafları kaçıran biri için, öyküsünü bastırmak amacıyla yaptıkları çok acemiceydi..
   4. Vanunu'nun Sunday Times'a verdiği fotoğrafların, çabuk çekildiği de düşünülürse, kalitesi biraz fazla iyiydi. Her gün çekilen değişik askeri tesisat resimlerini andırıyordu..
   5. Shin Bet'in bu olayı hiç anlamaması biraz zordu..
   6. Hapishanede çok çektiğini, çok yıpratıldığını, işkence gördüğünü söyleyen Vanunu, hapistan çıktığında hiç hapse girmemişçesine sağlıklıydı..
   O halde İsrail neden böyle bir şeye gerek duydu ? ..
   Dünyaca ünlü Espionage dergisinin bile bir Mossad ajanı olduğunu iddia ettiği Vanunu'nun baş rolünü oynadığı bu olay, amaçlı bir sızıntı mıydı ?..
   İki sebebi olabilir bu olayın ; birincisi İsrail'in İran-Irak savaşındaki insan gücü kullanımını gördükten sonra, bu konudaki potansiyel eksikliğinin farkına varması..İkincisi de ; bu olayın ortaya çıkmasından az önce, Suriye' nin İsrail'e karşı askeri bir saldırı hazırlığında olduğunun öğrenilmesi..
   Böyle bir haber Orta Doğu'daki saldırgan politikalara karşı uyarıcı olacaktı ve herkes saldırmadan önce düşünecekti, çekinecekti..
   Eğer gerçekten böyleyse, amaçlanan hedefe ulaşmış demektirler ...

(BİRİNCİ BÖLÜMÜN SONU)

80) KÖPEKLER ÜZERİNE BİR DENEME YAZISI !..

   Bugünlerde, yaşadığım İzmir Güzelyalı'da, bir huzursuzluk havası var. Bunun nedeni ; 4 Ağustos'ta Güzelyalı Parkında bir genci ısıran köpeğin birkaç gün sonra ölmesi ve yapılan tetkiklerde kuduz olduğunun açıklanması, bölgenin sağlıkçılar tarafından karantina bölgesi ilan edilmesi...
   Benim o ıslak ıslak ve duygu dolu bakışları olan dostlarımın hepsi şimdi "olağan şüpheli" ... Park merkez olmak üzere on kilometrekarelik bir bölgede bütün kedi ve köpeklere aşı yapılıyor. Doğal olarak bütün hayvansever dernek ve kişiler teyakkuzda !. Birer ikişerli, çoğunluğunu ev kadınlarının oluşturduğu "devriyeler", bu aşılama olayının bir katliama dönüşmemesi için dolaşmakta...
   Apartmanda yaşamamız ve karımın da benim kadar sevmemesi nedeniyle bir türlü besleyemediğim ama fırsat bulduğum her yerde sevdiğim bu muhteşem yaratıklar hakkında bazı ilginç notlarımı sizlerle paylaşmak istiyorum..

 
   ABD'de yaklaşık elli milyon köpek yaşamaktadır. Buna karşılık yabani soydaşları olan kurtlar sadece on bin civarında..
   Köpekler, buldukları rahat yaşamın bedelini fazlasıyla ödediler. Evcilleşmek duyular dünyasını köreltir. Kurtların doğası sert, korkutucu ve gerilim doludur. Köpekler ise sakin, uysal ve çoğu zaman kaygısızdırlar. Evde beslenen hayvanların doğası, yabanıl olanların parodisi gibidir. Kurdu simgeleyen dehşet, köpeklerde fazlasıyla sulanmıştır...
   Hayvan üretiminde uysallaştırmayı hedeflemek, değişimin başlangıcı olmuştu , diğer özellikler bunu izlemişti.. Hayvanlar evcilleştikçe, gerçek olanla yapay olan arasında belirsiz bir alana girmiş olurlar. İnsanların dünyasına kabul edilir, yiyecek olmaktan çıkıp, ailenin bir üyesi olmaya terfi ederler..
   Benim de çok sevdiğim Labrador cinsi bir köpek kurt boyutlarındadır ama beyni, kurdun beyninden beşte bir oranında küçüktür. Beyin hacmi, üç aylık bir kurdun beyin hacmi kadardır.


   Ev hayvanları, atalarının yavru versiyonu versiyonu gibidir. Evde beslenen köpekler, yiyecek vermeleri umuduyla sahiplerinin yakınlarında oturur ; yediği eti kusmasını sağlamak için annelerinin yüzünü yalayan kurt yavruları gibi, sahiplerinin ellerini yalarlar..



   Çok az sayıda hayvanın evcilleştirilebilmiş olmasının ; köpeklerin, atların ve sığırların ise birden çok evcilleştirilebilmiş olmasının nedeni, tutsaklık koşullarında üreyebilmeleri olabilir...
  

   Canarıa, Latince'de "köpek" demektir. İspanya'ya bağlı olan ve Kanarya Adaları olarak bildiğimiz bu adaların en büyüğünde eskiden, çok fazla sayıda hem vahşi hem de evcil köpek bulunduğu için Romalılar buraya "Köpek Adası" anlamında "Insula Canarıa" demişler.. Bu bilgiyi de yukarıda fotoğrafını gördüğünüz buldog yavrusu gibi araya sıkıştıralım !...
   Kayıtlara geçmiş en küçük köpek, İngiltere Blackburn'den Arthur Marples'a ait Yorkshire teriyeridir. Bu köpek omuzdan 6,5 cm. boyunda, burun ucundan kuyruk ucuna kadar 9,5 cm. uzunluğundaydı  ve 113 gram ağırlığındaydı !. 1945 yılında öldü..


   Yukarıda gördüğünüz Yorkshire teriyerinden başka dört yüzden fazla köpek türü vardır. Herhangi bir tür köpek, herhangi bir türle çiftleştirilebilir. Dünyadaki başka hiçbir yaratık şekil ve boyut olarak bu kadar geniş bir çeşitlilik göstermez. Kimse de bunun nedenini bilmiyor...
   Örneğin Doberman pinscherları ; Alman pinscherı, Rottweiler, Manchester teriyeri ve muhtemelen av köpeği (pointer) karması olarak sadece otuz beş yıl içinde yetiştirilmiştir..



   Bu da evrim sürecinin binlerce hatta bazen milyonlarca yıl süreceğini söyleyen Darwin' in Evrim Teorisine tezat oluşturur...
   Bilinmeyen bir nedenle, köpekler melez bir tür meydana getirmek için çiftleştirildiklerinde, çiftleşen iki tür arasında ortalama bir sonuç almak yerine çoğu zaman hiç beklenmedik bir sonuçla karşılaşılır. Bu yeni "tür" yine başka türlerle çiftleşerek üreme yetisini sürdürür....
   Bir küçük ayrıntı daha ; Köpekler arka arkaya çiftleşir, "doggy style" (köpek stili) ile değil !.. Bir köpeğin üzerinde gidip gelen bir köpek gördüğünüz zaman bilin ki bu aslında bir üstünlük hareketidir. Boşalma pek nadir gerçekleşir...

   Hepinize mutlu hafta sonları diliyorum...



  

79) "DALYA" DİYEN TEK CUMHURBAŞKANI !..

   1950 yılının 22 Mayıs günü, Meclis genel kurulunda herkes ayaktaydı. Gazeteci Vedat Refioğlu Demokrat Partili milletvekilleri arasında geziyor, kimileriyle kucaklaşıp öpüşüyordu. Basın locasından seyreden gazeteciler şaşkına döndü. Refioğlu milletvekili değildi. Ne arıyordu iktidara gelen DP milletvekilleri arasında ?..
   Oturum açılmadan önce Vedat Refioğlu gazeteciler locasına geldi. "Yahu" dedi, "bu milletvekilleri birbirlerini tanımıyor. Beni de milletvekili sandılar. Önüme çıkan beni kucakladı, öptü ve tebrik etti !"..
   Öyle bir seçimdi ki bu, DP'liler kazandıklarına bile inanamadılar önce.. Doğu Anadolu illerinde listeye koyacak adam bulamamış, örneğin Van'da, ayaküstü resim çeken bir fotoğrafçıyı listeye koymak zorunda kalmışlardı !..

      

   Celal Bayar, genel kurul salonuna girdiğinde DP milletvekilleri ayağa kalkmadan, oturdukları yerden alkışladılar cumhurbaşkanını.. CHP ise Bayar'ı ayakta karşıladı ama alkışlamadı..
   14 Mayıs 1950'de DP, 27 yıllık CHP iktidarını devirerek tek başına iktidara geldi. 22 Mayıs 1950'de Celal Bayar cumhurbaşkanı seçildi. İnanılır gibi değildi sonuç. Yabancılar bu sonuç için "beyaz ihtilal" diyorlardı..



   14 Mayıs gece yarısı illerden hala telefonlar geliyordu. "Zaferi" kutlayan veya sonucu bir kez daha duyurmaya çalışan telefonlar... Bir ara Kırşehir aradı. Orada sayım işleri uzun sürmüştü. Basri Aktaş, il başkanını yan odadaki Fuat Köprülü'ye bağladı. Kısa bir süre geçti geçmedi, yan odadan büyük bir gürültü koptu. Basri Aktaş koştu gitti ve gülerek döndü : "Köprülü Hoca" dedi, "Kırşehir'de Osman Bölükbaşı'nın tek başına seçimi kazandığı haberini alınca telefonu kaldırmış vurmuş !.. Paramparça.."
   DP, Osman Bölükbaşı'nın tek başına muhalefetine tahammül edemedi. Bu zafer Kırşehir'e pahalıya mal oldu. DP, bir yasayla Bölükbaşı'nı seçen Kırşehir ilini ilçeye dönüştürdü !..
   Celal Bayar cumhurbaşkanı seçildikten hemen sonra parti kulislerinden yansıtılan haberlere göre ; yeni cumhurbaşkanı o güne kadar izlenen kimi kuralları uygulamayacaktı. Örneğin parti genel başkanı iken kullandığı, "Uğur" adını verdiği cipini makam arabası olarak kullanacaktı. Bir söylentiye göre, eşi Reşide Hanım' ın dayatması üzerine, Çankaya Köşkü'ne de taşınmayacaktı. Her sabah cipiyle Meşrutiyet Caddesi' ndeki evinden çıkacak, Köşk'e gidecek, cumhurbaşkanlığı görevini Köşk'te yürütecek ve çalışmalarını bitirdikten sonra yine Uğur'la evine dönecekti..
   Kulaklara hoş gelen, İsviçre devlet başkanlarının, başbakanların bisikletle işlerine gittiklerini anlatan öykülerle süslenen bu söylentilerin hiçbiri gerçekleşmedi.. Bayar Köşk'e çıktı ve Uğur cipi yerine İsmet Paşa'nın makam arabasını kullandı..
   Bayar'ın duyarlı olduğu konu, Atatürk idi. DP iktidara geldikten bir süre sonra Ticani tarikatının Atatürk heykellerine saldırıları başladı. Gericilik ayaklanmıştı.Hükumet Atatürk'ü saldırılardan korumak ve savunmak amacıyla bir yasa çıkarmak istiyor, ancak DP grubunda kimileri böyle bir yasaya karşı çıkıyordu. Bayar milletvekilleriyle görüştü, ağırlığını koydu ve tasarının yasallaşmasını sağladı. .
   Bayar Köşk'e geldiğinde, adet olmayan kimi uygulamalar başlattı. Cumartesi, Pazar günleri Köşk bahçeleriyle Atatürk'ün eski köşkünün halka kapalı olan bahçeleri halka açıldı.. Dikkati çeken diğer bir olay : Bayar'ın yılbaşını Köşk Muhafız Alayı'nda askerlerle birlikte kutlamasıydı. Fakat kader ağlarını ördü ve 27 Mayıs günü Bayar'ı Köşk'ten indiren, Muhafız Alayı oldu !..


   Götürüldükleri Harp Okulu'nda, ikinci gün, Bayar tuvalete gittiğinde, kapıda askerler beklerken, içeride lavaboda ellerini yıkayan Adnan Menderes'i görmüş. "Olan oldu" demiş Menderes'e. "Şimdi artık metin ve sakin olmak lazım Adnan Bey.." Menderes, şöyle bir bakmış ve sadece," öyle efendim" demiş. O çıkmış, Bayar içerde kalmış. Menderes ile son konuşmaları işte bu kadar olmuş..
   Halbuki darbenin "geliyorum !" diyen ayak sesleri önceden duyulmuştu. 1957 seçimlerinden hemen sonra başkentte tanklar dolaşmakta, Gaziantep'de jetler uçmaktaydı..
   1958'de Samet Kuşçu adlı bir Binbaşı ihbarda bulunuyordu."Hazırlanıyorlar, darbe yapacaklar" diyor. Bayar bu olayı şöyle anlatıyor : " 1958'de dokuz subayın darbe için birleştikleri bildirildi. Gerçekten de birleştikleri ve bu amaçla harekete geçtikleri anlaşıldı. Gerek mahkeme ve gerekse daha yüksek makamlar olaya gerekli önemi vermediler, beraat ettirdiler. Gerçekte olay olmuştur. Ben, bu olay üzerinde görüşmek üzere hükumeti çağırdım, kendilerini uyardım. Dedim ki, bu olayın üzerinde durmak gereklidir ve denildiği gibi basit bir olay değildir. Adnan Bey'le konuştum, Bakanlar Kurulunu çağırdım, onlarla konuştum. Ama Türk Ordusundan böyle subayların çıkmayacağını söylediler. Mahkemeye verip gerekeni yaptılar fakat gereken önemi vermediler. Milli Savunma Bakanı Şemi Ergin, kendisine gelen bir ihbar mektubuna rağmen, önem vermeyenlerdendi. Sonradan, Şemi Ergin'in, General Faruk Güventürk'ten, ihtilal liderliği teklifi aldığını öğrendik.. Dokuz subay olayı iyi değerlendirilmiş olsaydı, 27 Mayıs olmazdı. İhtilalden sonra, bizim bakan arkadaşlardan bazıları, bu dokuz subay olayını yaratanların bazılarıyla konuşmuşlar. 'Bayar içinizde doğruyu gören tek insandı' demişler.."

    Aşağıdaki filmin anlatımına aldırmayın, sadece tarihi görüntüleri için kullanmak zorunda kaldım...

    
 


 

78) İKİNCİ ADAM !...

   Mustafa Kemal ayrıntılarla uğraşmayı pek sevmezdi. Yalnızca dış politikaya devamlı bir ilgi göstermiştir. Bunun dışında hükumet İsmet Paşa'ya, Ordu Fevzi Paşa'ya emanet idi...



   1923 yılında İsmet Paşa'yı seçmesinin nedenleri şunlardır : Mustafa Kemal'e karşı özel bir rakiplik duygusu taşımaması, onun otoritesine kesin gereksinimi olması, son derece çalışkan ve ciddi bir hükumet adamı olması ve onun devrim davasına en az onun kadar inanmış olması..
   Arkasında desteğini hiçbir zaman esirgemeyen Atatürk gibi bir irade olmasaydı, zorlu görevleri başarabilmesi mümkün olmayabilirdi..
   Atatürk'ün cumhurbaşkanı olarak aldığı maaşların miktarlarıyla aylık gelirini nerelerde kullandığına göz atmak İnönü ile yakın ilişkilerine ışık tutuyor : Atatürk düzenli maaşından daha fazlasını İş Bankası'ndaki hisse senetlerinin temettülerinden kazanıyordu. Ayrıca satın alıp işletmesini üstlendiği çiftliklerin geliri vardı. Bunlardan iyi bir gelir elde ettiği için, maaşının bir kısmını geçinmekte zorluk çeken yakınlarına dağıtıyordu.
   Banka hesaplarına göre kız kardeşi Makbule'den Bülent Nejat'a, Yaşar Bey'den Hüsnü Yüzbaşı'ya kadar pek çok isim, Atatürk'ten maaş şeklinde aylık alıyordu. Yardımdan en büyük payı ise İsmet İnönü alıyordu.  Hesap cüzdanına göre bu yardım 1925' te ayda 1.000 lira idi ; ki o dönemde bu para, İş Bankası kurucu Genel Müdürü Celal Bey'in (Bayar) aylık maaşı kadardı ve 122 Reşat altını değerindeydi. Atatürk, İnönü'ye küstüğü 1937 yılında, ona yaptığı yardımı 3.000 liraya çıkartmıştı !...
   Kılıç Ali anılarında şöyle diyor : "Atatürk'ün öldüğü an sarayı terk edenler, açılacak olan yeni döneme göre durumlarını sağlamlaştırmaya koşuyor ve bununla uğraşıyorlardı." Ankara'da Atatürk sonrası Türkiye değil, ondan sonra kimin devlet başkanı olacağı tartışılıyordu !.. İki grup oluşmuştu : Atatürk'ün yakın çevresi olarak bilinenler ve devlet başkanlığına İnönü'nün gelmesini isteyenler...

  
   Vatan gazetesinde, 8 Ocak 2007'de yayımlanan röportajda, Devrim Sevinay, İnönü'nün kızı Özden Toker'e soruyor : "Babanız, Atatürk ölüm döşeğindeyken Dolmabahçe'ye ziyaretine gitmedi, çünkü suikast tehdidi var dendi. Peki gitse, sizce gerçekten İnönü'ye suikast yapılacak mıydı ? "  Özden Toker," Onu ben bilemem ama aslında babamın Ankara'da kalmasını Atatürk istedi. Çünkü ölümünden sonra ne olacağı belli değildi. Evet, o cumhurbaşkanı, ama ya ondan sonra ? İstanbul yine başkent yapılır mı ? Saltanat yine geri gelir mi ? Kaos olur mu ? Devrimler yaşar mı ? ... Bunların yanıtı yoktu ve babam Ankara'da kalıp duruma hakim olmak zorundaydı."
   Türkiye Cumhuriyeti' nin ikinci cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve ailesi Ankara'nın soğuk, berrak bir kış sabahında, 26 Ocak 1939'da, Müdafaai Hukuk Caddesi, 8 No'lu evden ayrılıp bir Cadıllac konvoyu ile Çankaya'daki Cumhurbaşkanlığı Köşkü'ne çıktı ve hem İnönü hem de ülke için değişik, ama zaman zaman çalkantılı, 12 yıl süren bir tarihsel bir dönem başladı. İkinci Dünya Savaşı, Varlık Vergisi, Köy Enstitüleri, 1946 seçimleri gibi belli başlı ama çok önemli, bu yüzden de ayrı yazılarda ayrıntılı anlatılabilecek olaylarla örülü bir düzine yıl..
   Bu dönem 14 Mayıs 1950'deki genel seçimlerle sona erdi. O ve ailesi 14 Mayıs'ı izleyen günlerde, on iki yıl önce ayrıldıkları pembe köşke döndüler....

   Aşağıda sırasıyla ; 27 Mayıs hareketinin başkanı, 4. Cumhurbaşkanı  Cemal Gürsel, Süleyman Demirel, CHP' yi teslim ettiği (!) Bülent Ecevit ve tüm o hareketli yaşamın üstüne "adam sende" dercesine güldüğü fotoğrafta eşi Mevhibe İnönü ile...



                                   


       

77) ATATÜRK'ÜN "SOFRA"SI !....

   Atatürk'ün sofrasına habersiz gelinmezdi. Sadece "mutat zevat" denilen her zamanki arkadaşları Nuri Conker, Salih Bozok, Kılıç Ali ve Recep Zühtü, habersiz  gelebilirlerdi. Bu kimseler aynı zamanda birer keskin nişancı idiler ve Ata'nın hem eski arkadaşları hem de bir çeşit koruyucusu idiler. Habersiz olarak, bu dörtlünün dışında, Başbakan İsmet İnönü, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras ve Celal Bayar gelebilirdi.. Bunların dışındakiler, Atatürk'e gelmek istiyorlarsa, yaverliğe telefon ederler, Atatürk de bunları kabul ederdi. Ya da Atatürk, sabahleyin yavere kimlerin o akşam yemeğe çağrılacağını yazdırırdı.
   Sofrada genellikle devlet işleri konuşulur,yorumlar yapılırdı. Sofranın karşısında daima bir karatahta bulunurdu. Zaman zaman sofradakiler bu karatahtanın başına geçerler ve düşüncelerini orada yazı ya da rakamla açıklarlardı.
   Sofrada eksik olmayan tek adam Nuri Conker'di. Atatürk'le şakalaşmak hakkı yalnız ona aitti..


   Atatürk, sofra ne kadar kalabalık olursa olsun, bütün konuklar ile tek tek ilgilenir, onların eksiklerini görür, isteklerini hemen fark ederdi. İçki içerken, mezelere el sürmez, sadece leblebi yemekle yetinirdi. Leblebiyi, derin bir çanaktan sağ elinin üç parmağıyla alır, teker teker ağzına atar, sofrada yabancı yoksa leblebiyi havaya atarak dudaklarıyla yakalardı. Güzel bir fikir söyleyen, ya da güzel bir espri yapan oldu mu, elindeki birkaç leblebinin bir ya da ikisini bu arkadaşının avucuna koyarak beğenisini açıklardı.
   Sevdiği yemekler : Etsiz kuru fasulye (Atatürk buna "yağlı fasulye" derdi), pilav, omlet, karnıyarık ve enginardı. Karnıyarıkla pilavı karıştırarak yemekten hoşlanırdı. İçki ne kadar uzarsa uzasın yemek yemez, içki bittikten sonra yemeğe otururdu. Şayet balık varsa sofra şefi İbrahim, özenle kılçıklarını ayıklar ve temizlenmiş olarak servis ederdi.
   Misafirler gittikten sonra, aşçıbaşı Mehmet Usta'nın hazırladığı o nefis kuru fasulye ile tereyağlı pilavını ufak bir kase yoğurt ile yerdi. Tatlı, meyve düşkünlüğü yoktu. Hele çilek ve incirin çekirdekleri dişlerinin arasına kaçtığı için onları pek sevmezdi.
   Sofra bir sınav meclisi idi aynı zamanda !.. Hiç söylemeksizin, hissettirmeksizin, bir görevde kullanacağı adamları, içki aleminin pek uygun olduğu türlü yönlerden yoklardı. Hükmünü kolay verir, çok defa aldanmazdı.
      

   Bir gün Salih Bozok'a bazı tanıdıkları : "Tarih sizi sorumlu tutacak ; çünkü Atatürk'e içiriyorsunuz, geceleri uykusuz geçiyor, sefahat yaptırıyorsunuz ve ömrünü kısaltıyorsunuz" der. O da şöyle yanıtlar : "Tarih ne diye bizi sorumlu tutacakmış ? Madem ki iş dediğiniz gibidir, bizim heykellerimizi dikecek !.. Atatürk'ü biz idare ediyorsak, yalnızca içirip sefahat yaptırmıyoruz ya, İzmir'i de biz alıverdik !.."
   Atatürk'ün bazı kelimeleri kendine özgü, tatlı bir Rumeli şivesiyle söyleyişi vardı : Örneğin tabanca'ya "tapanca", kırbaç'a "kirpaç", henüz'e "henus", muhakkak'a "muhakkaka", yoğurt'a "yuğurt", sarhoş'a "sarfoş" derdi. "Yani" kelimesini çok kullanırdı. Çok uzun açıklamalarda bulunanların sözü uzatmaması için "yani" diyerek onu sadede davet ederdi... En ağır kelimesi "ebleh" yerine geçen "hebenneka" idi !...
   Dil kurultaylarından birinde, özel bir komisyon toplantısında tartışma yapılıyordu. Toplantıda konuşanlardan birine Atatürk takıldı : "Çok renneli ( 're' leri yutarak) konuşuyorsunuz.." Takıldığı kişi de güzel bir karşılık verdi : "Evet Paşam ! Ama siz de çok ağdalı konuşuyorsunuz !.." Atatürk bu yanıta kahkahalarla gülmüştü. Bu kişi, eski Giresun milletvekili gazeteci Hakkı Tarık (Us) Bey idi...

   Sevgili Ata'm seni seviyor ve özlüyoruz .....






76) ORTA DOĞU'DA ORTA OYUNU !..( 3. BÖLÜM)

   1950 yılından itibaren kuvvetlenen Baas Partisi 1960'larda Suriye'de iktidarı ele geçirdi. Suriye, Irak, Filistin ve Ürdün'ü birleştirmeyi hedefleyen Pan-Arabizm'i savunuyordu.. 1954'de beş yüz üyesi varken, 1958'de bin beş yüz, 1980 sonlarına doğru ise elli bin tam üye ve iki yüz bin aday üyeye ulaşmıştı..
   Nasır'ın BAC'nin tüm kontrolünü ele geçirmesiyle Suriye'nin bir Mısır vilayeti konumuna düşmesi ülkede huzursuzluklara yol açtı ve 1961 yılındaki bir darbeyle Suriye BAC'den ayrıldı.. Mısır'dan ayrıldıkları 1961 yılı ile 1967 arası Suriye'de tam bir kaos ortamı oldu. Arka arkaya, kısa süreler içinde, askeri darbeler yapıldı...
   1967 Savaşındaki yenilgi, Suriye Baasçılarını milliyetçiler ve ilericiler olarak ikiye böldü. 16 Kasım 1970'de Savunma Bakanı Hafız Esad'ın önderliğindeki milliyetçilerin düzenlediği bir darbeyle Ahmed Habib devlet başkanı, Esad da başbakan ve parti başkanı oldu..


   12 Mart 1971'de yapılan halk oylamasıyla Suriye'de, 1943'deki bağımsızlıktan beri, ilk defa devlet başkanlığına bir Alevi geliyordu. Böylece nüfusun % 10-12'sini oluşturan Alevi toplumu iktidarı, bir daha bırakmamak üzere, ele geçirdi. Bundan sonra Suriye'de, hem parti içinde hem de Ordu, bürokrasi ve istihbarat gibi kilit konumlara, bazı istisnalar dışında, hep Aleviler getirildi..
   Irak'ta Tıkritlilere mensup Saddam Hüseyin, petrol gelirine dayanarak ve İran'ı bahane ederek silahlanırken ; Suriye'de Matavira kabilesi mensubu Hafız Esad, Sovyetler'e dayanarak ve İsrail'i bahane ederek silahlandı..
   1973'de Esad'ın otoritesini daha da güçlendiren Daimi Anayasa yürürlüğe girdi. Devlet başkanının Müslüman olması koşulunun anayasadan çıkartılması halkın büyük tepkisini alınca, Esad geri adım atarak bu maddeyi tekrar anayasaya koydurttu ama ufak bir değişiklikle... Alevilerin de Müslüman olduğu ibaresini ekleyerek...
   Büyük çoğunluğa sahip Sünnilerle iktidara sahip Aleviler arasında birçok çatışma çıktı, gösteriler yapıldı. 1973 Şubat ayında Hama ve Humus kentlerinde çok sayıda insan hayatını kaybetti.
   Esad ; tüm yönetim kademelerine güvendiği kimseleri, yakın çevresini ve akrabalarını yerleştirerek iktidarını devam ettirdi. Askeri bürokrasi ve istihbarat da Aleviler ve Lazkiyelilerle dolduruldu. Alt yönetim kademelerinde ise ; eski, kentli siyasal seçkinler dışında, Sünniler görev alabiliyordu...
   Suriye 1970'lerde sadece pamuk ihraç eden bir ülke olmaktan çıktı ; hizmet, ticaret ve sanayi sektörünün yanı sıra petrolün de önemli bir gelir kaynağı olduğu bir ülke haline geldi.
   Suriye'de eğitim sistemi tamamen, toplumu, Baas ideolojisi doğrultusunda biçimlendirmek ve kitlelerin rejime olan sadakatini ve itaatini sağlamanın bir aracı olarak görüldü. Üniversiteye kabul edilecek öğrenciler ve öğretim görevlileri, parti ve istihbarat birimlerince sıkı bir denetimden geçirildi.
   Gayrisafi milli hasılanın % 20'sini savunma harcamalarına ayıran Suriye, ekonomik gelişmesini hiçbir zaman sağlayamadı.
   1980-1988 İran-Irak Savaşında İran'ı destekledi ve çevresindeki Arap ülkeleri arasında adeta izole edildi.
   Bu arada iktidar karşıtı ayaklanmalar 1976'dan itibaren ciddi boyutlara erişti ve 1980'de rejimi tehdit edecek kadar yayıldı.. 1982'de Müslüman Kardeşler önderliğinde başlayan ve "Hama Ayaklanması" diye tarihe geçen olaylar, İslami Cephe'nin Hama'nın bir kısmını kontrolüne geçirmesiyle büyüdü. Ama Rıfad Esad komutasındaki hükumet güçleri bu hareketi şiddetle bastırdı. Kuşatılan şehirlerde ayrım gözetilmeksizin yapılan kitlesel kıyım sonucu, değişik kaynaklara göre 25.000, Suriyelilere göre çok daha fazla insan yaşamını kaybetti. Tüm Arap ülkeleri bu katliama tepki gösterirken, İran sessiz kaldı !... Bu arada Hama, Suriye güçlerinin yoğun saldırıları sonucu, bugün de değişmeyen, bir ölü şehir görünümünü aldı.
   1984'e gelindiğinde ülkede 13.000 Sovyet danışmanı ve uzmanı vardı. 1980'lerin sonunda ise Suriye, Moskova'nın askeri yardımlarından artık tatmin olmuyordu. 1987'de aldığı bir kararla Sovyetler'e artık yeni üs verilmeyeceği ilan edildi. Bu arada Rus danışman sayısı da 3.000'e düşmüştü..
   10 Haziran 2000'de ölen Hafız Esad'ın yerine oğlu Beşar Esad başkan oldu ve belki de ben bu satırları yazarken koltuğunu kaybetmiştir, kim bilebilir ? Burası Orta Doğu. Buradan (diktatörler için) kaçış var !...  



  

74) ORTA DOĞU'DA ORTA OYUNU !...( 1. BÖLÜM )

   Suriye ile ilişkilerimizdeki gel-git hareketlerinin iyice hızlandığı bugünlerde, onlarca yıldır uyguladığımız kötü dış politikanın da meyvelerini yemekte ve yemek üzereyiz.. 1516'da Yavuz Selim'in Mercidabık Savaşı'nda Memluk ordusunu yenerek fethettiği ve 402 yıl egemenliğimiz altında kalan Suriye- Filistin bölgesindeki yangın yüz yıldır bir türlü sönmek bilmedi..
   Osmanlı bu bölgeyi dört eyalete ayırmıştı : Şam, Halep, Trablus ve Sayda.. Buradaki Müslüman uluslar Osmanlı bürokrasisi içinde yükselme olanağına sahiplerdi. Eyaletleri valiler ve paşalar yönetiyordu. 1535'de Fransa'ya verilen ticari ayrıcalıkların sonradan diğer ülkelere de yaygınlaştırılması sonucu bu bölgedeki Batı etkisi giderek arttı. Bu uzun sürecin sonunda Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa bölgeye hakim oldu. Oğlu İbrahim Paşa,  2. Mahmud'un ordusunu Nizip'te yendikten sonra devreye giren ve 1840'da onun bölgeden çekilmesini sağlayan İngilizler ise uzun bir süre kaldılar veya söz sahibi oldular bu topraklarda..
   Lübnan'da 1860 yılında çıkan ayaklanmalar sonucu Lübnan Nizamnamesini kabul eden Osmanlı, Lübnan politikasına Batılıların karışmasını da onayladığını resmileştiriyordu. Osmanlı ilk defa bir eyaletinde söz konusu olan iç sorunu, Batılıları da sürece dahil ederek çözme yoluna gitmekteydi..
   19. yüzyılın sonlarında Avrupa'da ortaya çıkan milliyetçilik akımından etkilenen Lübnan Hıristiyanlarının Arap milliyetçiliği düşüncesini 2. Abdülhamid Pan-İslamizm düşüncesi ile karşıladı ve bölgedeki Müslüman topluma sağladığı haklarla destek bulmasını engelledi.. Ama 20. yüzyıl başlarındaki Jön Türk hareketi sonucu Arap milliyetçiliği de iyice güçlendi. Hareketin giderek bir Müslüman milliyetçiliğine dönüşmesinden ötürü bu defa Hıristiyan toplum soğuk bir tavır aldı bu akıma..
   1914'de, 1. Dünya Savaşı'nın başlamasıyla beraber Mısır-Suriye-Hicaz cephesi komutanı olarak bölgeye gelen Bahriye Nazırı Cemal Paşa (gazeteci Hasan Cemal'in dedesi), uyguladığı çok katı yönetimle milliyetçilik akımlarının iyice kuvvetlenmesine yol açtı.. 6 Mayıs 1915'de gizli bir örgüt olan El-Fatat'ın çok sayıdaki üyesi ve taraftarını Şam ve Beyrut'ta idam ettirdi..
   Mekke Şerifi Hüseyin 1916 Haziranında Mekke'de başlayan ayaklanmayla güçlerini İngiliz güçleriyle birleştirmesi sonucu, 5 Kasımda kendisini Arap Ülkeleri Kralı ilan etti. Ama 16 Mayıs 1916'da İngiltere ve Fransa arasında imzalanan ünlü Sykes-Picot Antlaşması yürürlüğe girmişti bile !.. Halep, Hama, Humus ve Şam'ı da kapsayacak şekilde bütün Suriye artık Fransa' nındı.. Osmanlılara karşı savaşta yaptığı yardımların karşılığını İngilizlerden alacağını uman Emir Faysal, İngiliz mandasında kurulan Irak'ta kukla bir krallıkla yetinmek zorunda kalacaktı.
   402 yıl sonra Müslüman bir toplumun egemenliğinden kurtulan (!) Araplar ; İngilizlerin gergef işlercesine ince uyguladıkları politik oyunlar sonucu Hıristiyan egemenliğine yatay geçiş yapmışlardı !.. Masada cetvelle çizilen, milimetrik şeytani hesaplarla ayarlanan yeni ülkeler : Irak, Suriye, Ürdün, Kuveyt... 1917 Kasım ayında İngiliz Yahudi patronlarından Rotschild sayesinde çıkan Balfour Deklarasyonuyla da nur topu gibi bir kardeşleri de olmuştu : İsrail !.. (O zaman Yahudi Yurdu diye anılıyordu).. Araplar kandırıldıklarını anladılar ama çok geç kalmışlardı.. Osmanlı'ya ihanetlerinin bedelini oldukça ağır bir bedelle ödemiş oluyorlardı..
   Böylece İngiltere Filistin, Bağdat, Basra ve Musul'u da mandası yaparak Hindistan yolunun güvenliğini sağlarken, bir taraftan da petrol bölgelerini denetimine almaktaydı..
 
Sykes-Picot-1916.gif

   1920 Nisan ayında San Remo'da, Müttefikler Yüksek Konseyi toplantısında yapılan petrol paylaşımı şu şekilde olmuştu : Fransa %25 ; Anglo Persian Oil Company % 47,5 ; Royal Dutsch Shell % 22,5 ; Gulbenkıan % 5 ...
   Lozan Konferansı sırasında ABD'nin, Musul'da Amerikan şirketlerine ayrıcalık verilmesi için Türkiye nezdinde girişimde bulunması İngiltere cephesinde etkisini gösterir ve 31.07.1928'de Kırmızı Çizgi Antlaşması ile ABD, yedi şirketiyle % 23,75 hisseye sahip olur !..
 
   Fransızlar, yerli halkın bürokrasiye karışmasını engellediler ve "böl yönet" taktiğiyle, Suriye ve Lübnan'daki ulusal birliği sağlamak yerine etnik, dini ve mezhepsel farklılıkları olabildiğince derinleştirdiler..!925'de Şam ve Halep'i tek bir Suriye Devleti olarak birleştirdiler.Hama ve Humus da dahil edilmişti ve Sünni Müslümanlar çoğunluktaydı. 1946 yılında sınır bölgelerine yerleştirilen Dürzi ve Aleviler Suriye'yi istikrarsızlıklar içinde bir ülkeye çevirdi..
   Fransa, Suriye ve Lübnan'ı, merkezi Beyrut olan bir Yüksek Komiser aracılığıyla yönetiyordu. Tüm üst düzey yönetim kademelerine Fransızlar yerleştirilmişti. Daha küçük yerleşim birimlerinde ise son sözü Fransız danışmanlar söylemekteydi. Sünni Müslümanlar askeri kademelerde yer almıyordu. 1946'da bağımsızlığın kazanılmasıyla beraber askeri yapıyı ellerinde bulunduran azınlık gruplar, bunu ülkede nüfusun çoğunluğunu oluşturan Sünni Müslümanların egemenliğini kırmak için kullandıklarından,Ordunun siyasal yaşamın içine çekilmesine ve ülkede sürekli bir istikrarsızlığın egemen kılınmasına yol açıldı..

(BİRİNCİ BÖLÜMÜN SONU)  
             

73)HENÜZ OKUMAYANLAR İÇİN,CARLOS RUIZ ZAFON...

   Son on gün içinde okuduğum kitaplardan biri Carlos Ruız Zafon adlı bir İspanyol yazarın "Meleğin Oyunu" adlı kitabıydı. Bu yazarla ilk olarak 2005 Şubat ayında çıkan "Rüzgarın Gölgesi" adlı  kitabıyla tanışmış ve çok etkilenmiştim.






   1964 Barcelona doğumlu yazar, ilk romanı "The Prince of the Mist" 'in yayımlandığı 1993 yılından bu yana Los Angeles'ta yaşamakta.. Çok fazla sayıda kitap okumuş olduğu, yazdığı kitapların neredeyse her satırında belli oluyor..
   "Rüzgarın Gölgesi"nin 2. sayfasındaki şu bölüm beni hemen esir almıştı :
   "O Haziran sabahı günün ilk ışıklarıyla çığlık atarak uyandım. Kalbim göğüs kafesimde gümbür gümbür atıyor, ruhum kafesinden kaçmaya çalışan bir kuş gibi çırpınıyordu. Babam telaşla odama geldi, beni kollarıyla sararak sakinleştirmeye çalıştı. 'Yüzünü anımsayamıyorum. Annemin yüzünü anımsayamıyorum,' diye mırıldandım, nefesim kesilmişti.
   Babam bana sıkıca sarıldı. 'Üzülme Daniel. Ben ikimizin yerine anımsarım.'
   Söylenmemiş sözler arayarak loş ışıkta birbirimize baktık. Babamın yaşlanmaya başladığını ilk o zaman fark ettim. Ayağa kalktı, şafağın solgun pırıltıları içeri girsin diye perdeleri açtı.(...) Yüzünde parlayıp sönen gizemli gülümseyişi büyük olasılıkla kitaplığındaki yıpranmış Alexandre Dumas romanlarından birinin sayfalarından ödünç almıştı.."
   1945 yılında, İç Savaş'ın yaralarını hala sarmakta olan Barcelona'da, henüz çok genç olan Daniel Sempere bir kitapçı olan babasıyla birlikte Unutulmuş Kitaplar Mezarlığı'nı ziyaret eder. Babası, oğluna bir kitap seçmesini, ona çok iyi bakmasını ve evlat edinmesini ister.
   "Geleneğe göre, burayı ilk kez ziyaret eden kişinin istediği herhangi bir kitabı seçip sahiplenmesi, yok olmasına asla izin vermemesi gerekiyor ; böylelikle o kitap her zaman yaşayacak. Bu çok önemli bir sorumluluk. Bir ömür boyu," diye açıkladı babam. "Bugün sıra sende." 
   Genç Daniel, Julian Carax adlı bir yazarın "Rüzgarın Gölgesi" adlı eserini seçer.
   "Yüzlerce, binlerce ciltle dolu koridorlarda gezindim. (..) İster bu düşüncelerin etkisi, ister yalnızca şans ya da onun daha süslü biçimiyle yazgı deyin, tam da o an sahipleneceğim ya da beni sahiplenecek olan kitabı seçmiş olduğumun farkına vardım. Bir rafın köşesinden ürkekçe dışarıya sarkmıştı, üzeri şarap rengi deri bir ciltle kaplıydı. İsminin altın rengindeki yaldızlı harfleri üstümüzdeki kubbeden  sızan ışıkta parlıyordu. Yanına yaklaştım, onları parmak uçlarımla okşayıp mırıldanarak okudum."
   Bu seçim adeta onun için uzun, gizemli ve sonu belli olmayan bir yolculuğun başlangıcı gibidir.
   Okuduğu kitaptan çok etkilenen genç adam bu esrarengiz yazarın yaşamını ve ölümündeki gerçeği araştırmaya başlar. Böylece roman içinde yeni bir roman doğar...

   Bu kitaptan beş yıl sonra, 2010 Haziran ayında, "Meleğin Oyunu" çıktı. Doğal olarak, bir önceki kitabını aşmasını bekliyordum ama hayal kırıklığına uğradım. Kötü kitap olduğunu söylemiyorum, yanlış anlaşılmasın ; hatta önce bu kitabı okumalarını öğütlerim herkese..
   "Rüzgarın Gölgesi"ni anımsatan epey bölüm var bu kitabında..Yazarın küçüklüğünün mürekkep ve kağıt kokuları içinde geçtiğine eminim !.. O, bence tam bir kitap kurdu.. Bir de annesiyle bir sorun yaşadığı belli oluyor. İlk okuduğum kitabında koleradan ölmüş göstermişti, bu kitabında evini terk etmiş olarak göstermiş. İlk yazdığı kitabı, içine bir ithaf yazısı yazarak annesine ulaştırdığında ; kadını takip eder ve onun, kitabı bir çöp tenekesine attığını acıyla seyreder..
   Unutulmuş Kitaplar Mezarlığı yine bu kitapta da var. Önceki kitabındaki küçük kitapçı dükkanı babasınındı ; bu kitapta ise sevimli bir ihtiyar ve genç oğluna ait. Gizemli bir villa her iki kitapta da var. Umutsuz aşk da öyle.
   Kitap şu paragrafla açılıyor :
   "Bir yazar yazdığı hikaye karşılığında aldığı ilk birkaç kuruşu veya övgü dolu sözleri hiçbir zaman unutmaz, kendisini beğenmenin tatlı zehrini unutmayacağı gibi. Aslında yeteneksiz olduğunu kimseye belli etmezse, hayalindeki edebiyatın ona başını sokabileceği bir çatı ve sıcak bir yemek sağlayacağını da aklından çıkarmaz, ama hepsinden önemlisi bir şeye, adının kesinlikle kendi ömründen daha uzun sürecek sefil bir kağıt parçası üzerinde basılı kalacağına inanır. Bir yazar o anı hatırlamaya mahkumdur, çünkü artık kaderi çizilmiştir ve ruhunun bir fiyatı vardır.."
   Bir başka  bölüm ;
   "Bizi hiçbir şey korkudan ve kesin bir tehditten daha çok inandıramaz. Kendimizi kurban gibi hissettiğimiz zaman, ne kadar kuşkulu da olsa, bütün inançlarımız yasallaşır. Hasımlarımız veya sadece komşularımız bile, bizimle aynı ortak zemini paylaşmadıkları zaman, düşmanımız olurlar. Saldırganlığımız biter, savunmacı oluruz. Kendimizi korumaya çalıştığımız için bizi kamçılayan kıskançlığımız, açgözlülüğümüz ve nefretimiz kutsallaşmış olur. Kötülük, tehdit, bunlar hep diğerlerinin özelliğidir. Bir şeye tutkuyla inanmak için ilk adım korkudur. Kimliğimizi, hayatımızı, statümüzü ya da inançlarımızı kaybetme korkusu.. Korku barut, nefret ise fünyedir.. Karışımın son elemanı olan dogma ise sadece çakılmış bir kibrittir.. 
(...)  Yaşlılık dini parlatan ciladır. Ölüm kapıyı çaldığı zaman, kuşkuculuk pencereden uçar gider. Ciddi bir kalp spazmı Kırmızı Başlıklı Kız'a bile inanacak hale getirir... "








   Ben şahsen bu yazardan ileride çok daha iyi kitaplar bekliyorum...   

72) RÜYA GİBİ HER HATIRA ...

   On günlük bir dinlenmeden sonra tekrar merhaba !.. Sessiz, sakin, İda Dağlarının o muhteşem esintisinin eksik olmadığı, hatta bazen fırtına gibi estiği Çandarlı'daydım.."Rüzgar Vahası" adını taktım ben oraya !.. Çünkü sıcak yaz günlerinde orası, tam anlamıyla çöl ortasındaki bir vaha gibi.. Muhteşem bir tembellik. TV'yi hemen hiç izlemeden, her gün gazete okumadan, ramazanın da etkisiyle daha da sakinleşen sitede ve kumsalda geçen, büyük şehrin insanın beynini oyan gürültüsünden sonra, rüya gibi on gün...

  


   Bir yerde okumuştum ; "Vahiy peygamberlere, keşif de ermişlere nasip olur, ama rüya nispeten eşitlikçidir, herkes tarafından görülebilir" diyordu.. Yine de tam anlamıyla "demokratik" olduğu söylenemez. İbn Arabi'ye ait bir tabirname, "Daima nafakasını ve günlük yiyeceğini düşünen ve aklı fikri onunla meşgul olan" yoksulların rüyalarına fazla kulak asmamak gerektiğini yazar !..
   Ama en dikkat çekici olan rüya seçkinciliği "Mesnevi" de çıkar karşımıza. Akli melekeleri göreli olarak düşük olduğu için, kadınların düşlerinin erkeklerinki kadar gerçek olmadığını ima eder Mevlana.. (Beyit 6 : 4330)
   İslami kaynaklarda sık sık karşımıza çıkan bir sınıflandırmaya göre, rüyalar ya Allah'tan gelirler ya da Şeytan'dan.. Hıristiyanlığa dayalı kültür geleneklerinde şeytani düşler çok daha ciddiye alınır. Zira Hıristiyan geleneklerinde genellikle Şeytan daha çok ciddiye alınır..
   Öte yandan özellikle Hazreti Muhammed'in görüldüğü rüyaların en çok üzerinde durulan ve yazılan rüyalar olması şaşırtıcı değildir..
   Düşünüşe göre insanın rüyası çok değerlidir ; olur olmaz kişiye aktarmamak gerekir. Çünkü rüya yorumlanmadığı sürece bir şey söylemiş sayılmaz, dolayısıyla insanın davranışına yön vermez, kaderini çizmez. Ancak yorumlandığı anda, yorumlayan ister bilgili ister cahil olsun, ister hayra ister şerre yorsun, "tabir edilmesiyle birlikte gerçekleşir".. Artık rüyanın mantığı yorumlandığı haliyle işlerlik kazanır ve bütün idealist düşünce sistemlerinde olduğu gibi, ancak bir özne tarafından algılandığında ve anlamlandırıldığında gerçeklik kazanır. Dolayısıyla aynı rüya değişik kişiler tarafından görüldüğünde değişik anlamlar taşıyabilir..



   Osmanlı hanedanında rüyaya hürmet, kuruluş efsanelerinden, bazı kaynaklarda Osman Gazi'ye, bazılarında babası Ertuğrul Gazi'ye yakıştırılan devlet kurma rüyasından ; 2. Abdülhamid'in emriyle El-Nabulsi tabirnamesinin çevrilmesine kadar çeşitli örneklerle karşımıza çıkar.. Bunların belki de en ilginci 3. Murad'dır. Şehzadeyken Manisa'da gördüğü bir rüyasını tabir ederek cülusunu haber veren Şüca Dede'ye, tahta çıktıktan sonra büyük iltifatlarda bulunması bir yana, rüyalarıyla olan yakın ilişkisini ömür boyu sürdürmüş, gördüklerini Şeyh Şüca'ya yazılı olarak iletmiş ve bunlar geleceğin araştırmacılarını düşünürcesine, bir kitapta derlenmiştir. Aynı sultan daha sonra rüyalarını, yıldızı yeni yeni parlamaya başlayan Şeyh Mahmud Hüdai'ye gönderme
yolunu seçmiştir...
..

   Açık olan şu ki, rüya anlatıları bağlamında siyasal bir söylem geliştirilir ve güç ilişkileri ağında kimin nereye oturacağı konusunda taraflar arasında bir tartma, bir gözden geçirme, bir "pazarlık" sürdürülür. Bu yüzden rüyanın gerçekliği konusunda şüpheciliğe fazla prim vermeyen toplumlarda bile düşler ve yorumları siyasal açıdan her zaman tekin olmamıştır. Tabir yoluyla elde edinilen "bilgiler", siyasal rejimleri ve sosyal yapıların içerdiği baskı unsurlarını tehdit edebilir. Buradan, görüldüğü anlatılan rüyaların başka amaçlarla uydurulduğu sonucu çıkmaz : İnsanlar gerçekten fetih, zafer, kargaşalık, isyan ya da kurtuluş rüyaları görebilir elbette. Hatta rüyaların, hiç olmazsa bir yanlarıyla, kişilerin kaygılarını ve üzerlerinde hissettikleri baskı unsurlarını "gözden geçirmeye" yaradıklarını söylemek için, Freudcu olmaya gerek yoktur herhalde !.. Hükümdarın zaferi rüyası görülebileceği gibi, zulümden kurtuluşun rüyası da görülebilir. Babanın mesleğine girme rüyası görülebileceği gibi, evden uzaklaşma rüyası da görülebilir.. Bu yüzden kimi zaman, görülmüş de uydurulmuş da olsalar, düşler ve yorumlar kovuşturmaya uğrayabilir. Bizans İmparatoru Justinianus (521-565) çeşitli fal yöntemleriyle tabirciliği yasaklamıştır mesela...  Ama  2. Konstans (641-668) kendine özel bir rüya tabircisi tutar.. Birkaç yüzyıl sonra 7. Konstantin' in (913-957) sefere götürdüğü kitapların arasında bir de tabirnameye rastlanır..

   Düş anlatıları siyaset dünyasının dışındaki kişisel ilişkilerde de karşılıklı bir gözden geçirme, bir pazarlık aracı olabilir. Bunu kağıda dökenler, yazdıklarıyla, konumunu değiştirmeyi, bir yerlere varmayı umarlar. Bu uğurda yerleşik gelenek ve kurumların kendisine verdiği olanaklardan yararlanmak konusunda azimlidirler, ama ölçüyü kaçırmış olabileceklerinden de sürekli şüphe duyarlar...
   Görülen rüyaların ya da görüldüğü iddia edilen rüyalar ekseninde geliştirilen söylemin, insanların dünya kaygılarını dile getirmekte ve çözmeye yönelmekte bir rol oynamasını mümkün kılan sosyal protokol, İslami gelenekte "İstihare" kavramında daha da billurlaşır.. Yani insanların, kafalarını kurcalayan bir konuda cevap almak ümidiyle daldıkları uykularda o konuyu aydınlatacak bir şeyler görmeyi isteyebilecekleri, bir çeşit bilinçli düş çağırma tekniğinin geçerliği, kabul edilmiştir..
   Kimse rüyasını "olduğu gibi" bir başkasına gösteremez, ancak anlatır. Dolayısıyla elimizde rüyaların, sözlü ya da yazılı anlatıları, yani kurgulanmış metinler olabilir ancak..Bu nedenle tarihi rüyalar edebiyat tarihinin de ilgi alanına girerler..
   İyi olanlarının gerçekleşmesi dileğiyle güzel rüyalar !...            

Hürriyet

KAYNAK OLARAK KULLANDIĞIM KİTAPLAR..
-------------------------------------------------------
1.DEVLET-İ ALİYYE.I...HALİL İNALCIK 2.OSMANLILAR..HALİL İNALCIK
3.İMP.'UN EN UZUN YÜZYILI..İLBER ORTAYLI
4.SON İMP. OSMANLI..İLBER ORTAYLI
5.TARİHİN IŞIĞINDA..İLBER ORTAYLI
6.OSM. TOPLUMUNDA AİLE..İLBER ORTAYLI
7.OSM.'YI YENİDEN KEŞFETMEK..İ.ORTAYLI
8.BATILILAŞMA YOLUNDA..İLBER ORTAYLI
9.OSMANLI TARİHİ..A.DE LAMARTINE
10.OSMANLI..CAROLİNE FİNKEL
11.OSM.İMP.TARİHİ..NICOLEA JORGA
12,BÜYÜK TÜRK..NICOLEA JORGA
13.YENİLMEZ TÜRK...NICOLEA JORGA
14.TÜRKİYE TARİHİ..ED.SİNA AKŞİN
15.OSM.DÜNYASI VE İNSANLARI..GÜLGÜN ÜÇEL
16.OSMANLI ORDUSU..GÜLGÜN ÜÇEL-AYBET
17,BU MÜLKÜN SULTANLARI..NECDET SAKAOĞLU 18.YENİÇERİLER..REŞAT EKREM KOÇU
19.SON PADİŞAH..YILMAZ ÇETİNER
20.SORULARLA OSM. ..ERHAN AFYONCU
21. SOKOLLU ...RADOVAN SAMARCIC
22. OSM.İMP.TARİHİ...A.CEVDET PAŞA
23. OSM.GERÇEĞİ..ERDOĞAN AYDIN
24. FATİH VE FETİH..ERDOĞAN AYDIN
25.KADINLAR SALTANATI..A.REFİK ALTINAY
26.DOĞU'YA BAKIŞ..GERALD MACLEAN
27.AT SIRTINDA ANADOLU..FREDERIC BURNABY
28.ABDÜLMECİD..HIFZI TOPUZ
29.ŞAH SULTAN ..İSKENDER PALA
30.FLORANSA BÜYÜCÜSÜ..S.RUSHDIE
31.TARİHİMİZLE YÜZLEŞMEK..EMRE KONGAR
32.PARİS'TE BİR OSM.SEFİRİ..ŞEVKET RADO
33.TARİHİN SAKLANAN YÜZÜ..ÇETİN ALTAN
34.OSM.İMP.'DA SON 300 YIL..ALAIN PALMER
35.KONSTANTİNİYYE..PHİLİP MANSELL
36.TÜRKİYE'NİN SİYASİ İNTİHARI..CENGİZ ÖZAKINCI
37.BU VATAN BÖYLE KURTULDU..EROL MÜTERCİMLER
38.16.YÜZYILDA İSTANBUL..METİN AND
39. ERKEN MODERN OSMANLILAR.. VIRGINIA H. AKSAN-DANIEL GOFFMAN
40."POPÜLER TARİH" VE "NTV TARİH " DERGİLERİ
41.İKİNCİ ADAM..Ş.SÜREYYA AYDEMİR
42.HAYAT..AYŞE KULİN
43.DEVRİM VE DEMOKRASİ..NUMAN ESİN
44.BİR NUMARALI TANIK..KURTUL ALTUĞ
45.İHTİLALİN MANTIĞI..Ş.S.AYDEMİR
46.KUTSAL İSYAN...HASAN İZZETTİN DİNAMO
47.KUTSAL BARIŞ...HASAN İZZETTİN DİNAMO
48.ÇÖL KRALİÇESİ...JANET WALLACH
49.YÖNETMENLER,FİLMLER,ÜLKELER..A.DORSAY
50.AY HIRSIZI...SUNAY AKIN
51.ONLAR HEP ORADAYDI...SUNAY AKIN
52.KULE CANBAZI...SUNAY AKIN
53.LÜZUMSUZ BİLGİLER ANSİKLOPEDİSİ..TAMER KORUGAN
54.PRENS..NİCCOLO MACHİAVELLİ
55.İSTANBUL'DA BİR ZÜRAFA..SUNAY AKIN
56.KIZ KULESİNDEKİ KIZILDERİLİ..S.AKIN
57.AH BEYOĞLU,VAH BEYOĞLU..SALAH BİRSEL
58.İSTANBUL-PARİS..SALAH BİRSEL
59.YAVUZ'UN KÜPESİ..ERHAN AFYONCU
60.OSMANLI PADİŞAHLARININ HAYAT HİKAYELERİ...YILMAZ ÖZTUNA
61.BİZİM DİPLOMATLAR..BİLAL N.ŞİMŞİR
62.KİM VAR İMİŞ BİZ BURADA YOĞ İKEN..CEMAL KAFADAR
63.RÜZGARIN GÖLGESİ..CARLOS RUIZ ZAFON
64.MELEĞİN OYUNU..CARLOS RUIZ ZAFON
65.ORTA DOĞU..TAYYAR ARI
66.ABD-ORTA DOĞU-TÜRKİYE..HALUK GERGER
67.ORTA DOĞU.. BERNARD LEWIS
68.ON BİR CUMHURBAŞKANI ON BİR ÖYKÜ.. CÜNEYT ARCAYÜREK
69.ÖFKELİ YILLAR...ALTAN ÖYMEN
70.ATATÜRK'TEN SONRA BUGÜNLERE NASIL GELDİK ?..CÜNEYT ARCAYÜREK
71.ÇANKAYA...CÜNEYT ARCAYÜREK
72.DEMOKRASİNİN İLK YILLARI..C.ARCAYÜREK
73.YENİ İKTİDAR,YENİ DÖNEM..C.ARCAYÜREK
74.BİR İKTİDAR,BİR İHTİLAL..C.ARCAYÜREK
75.NEREDEYSE BİR BALİNA..STEVE JONES
76.MOSSAD GİZLİ TARİHİ...GORDON THOMAS
77.BARIŞA SON VEREN BARIŞ...DAVID FROMKIN
78.SULARIN GETİRDİĞİ PADİŞAH..CAHİT ÜLKÜ
79.TANK SESİYLE UYANMAK..HASAN CEMAL
80.BİR MANİNİZ YOKSA.. ...AYFER TUNÇ
81.ALATURKAFRANKA..ERCAN ÇİTLİOĞLU
82.SUÇUMUZ MÜKEMMEL OLMAK..S.DUMAN
83.DARBE...STEPHEN KINZER
84.ÖZAL HİKAYESİ..HASAN CEMAL
85.TURGUT NEREDEN KOŞUYOR ? ..E.ÇÖLAŞAN
86.YEDİ TEPE ANADOLU...ALİ CANİP OLGUNLU
87."K", "DERBEDER BİR KAHİN"...CANSU YILMAZÇELİK
88.LATİFE HANIM...İPEK ÇALIŞLAR
89."K",YIKIK BİR SARAYDIR DÜNYA..PERİHAN ÖZCAN
90.BEYAZ PERDEDE KIRMIZI FİLMLER.. ATİLLA DORSAY
91.TEK ADAM..Ş.SÜREYYA AYDEMİR
92.DAHİLER VE AŞKLARI...ÖZCAN ERDOĞAN
93.HAYATIM KİTAP..YAŞAR AKSOY
94.BOĞAZİÇİ ŞINGIR MINGIR..SALAH BİRSEL
95.BİR EKONOMİK TETİKÇİNİN İTİRAFLARI...JOHN PERKİNS
96.CUMHURİYET TARİHİ YALANLARI 1. VE 2. CİLT...SİNAN MEYDAN
97. KOMPLO TEORİLERİ..EROL MÜTERCİMLER
98.ÖNCE KADINLAR VE ÇOCUKLAR..SUNAY AKIN
99.BİR ÇİFT AYAKKABI..SUNAY AKIN
100. BENİM CUMHURİYET'İM..EMİNE UŞAKLIGİL
101.DARAĞACINDA ÜÇ FİDAN..NİHAT BEHRAM
102.NEREYE..CAN DÜNDAR
103.İSTANBUL'DAN SAYFALAR..İLBER ORTAYLI
104.BİZİM İZMİRİMİZ..MELİH GÜRSOY
105.GİZLENEN TARİH..BRİAN HAUGHTON
106.BERGAMA DÜŞLERİMİN ŞEHRİ,İZMİR SEVDAM..SELAHATTİN TURAL
107.GÖLGEDEKİLER..CAN DÜNDAR
108.KIRMIZI BİSİKLET..CAN DÜNDAR
109.YAKAMDAKİ YÜZLER..CAN DÜNDAR
110.GEÇMİŞ AYRINTIDA SAKLIDIR..CEMİL KOÇAK