Atatürk, 1938 Şubat'ında, apansızın verdiği bir kararla çevresini toparlayıp Yalova'ya gitti. Banyo mevsimi değildi. Yanındakiler, Paşa'nın gizli bir derdi olduğunu anlamışlarsa da ne olduğunu elbette anlayamadılar.. Ancak, bildikleri, onun gizli, fizyolojik bir acı içinde kıvrandığıydı. Çevresi büyük bir merakla onu kolluyordu. Paşa, bir gün Kaplıcalar Genel Müdürü Dr. Nihat Reşat Belger'i çağırarak, tepeden tırnağa muayeneden geçti. Eski Sağlık İşleri Bakanı olan Doktor, Paşa'nın karaciğerinin büyümüş olduğunu bildirdi..
Atatürk, hemen İstanbul'dan Dr. Neşet Ömer'i çağırttı. O da, yaptığı muayene sonucunda karaciğerin dört parmak büyümüş olduğunu saptadı. Bu durum, Paşa'nın çevresini iyice kaygılandırdıysa da Paşa, derin kaygılarını onlara göstermemeye çalıştı. Yalnız, Paşa'nın çevresindeki görevli doktorlar, gerekli sağlık rejiminin üstüne eğildiler.Hemen, önlemlerini aldılar.Evet, Atatürk rejime konulacaktı !.. Ancak, Paşa, doktorlarla alay edercesine, koydukları rejime ters işler yapıyordu. Neden böyle yaptığına değin hiçbir dost eleştirisine de katlanamıyordu..
Serin bir vapur yolculuğundan sonra, Ali Fuat Paşa'nın eşliğinde İstanbul'a vardığında, Park Otel'e gitmek istedi. Orada sofra, camekana yakın bir yerde kurulmuştu. Şubat gecesinin bütün soğukluğu camlardan içeri sızıyordu. Yemek boyunca Kılıç Ali, Paşa'nın arkasında oturduğundan, sırtı ve omuzları soğuktan tutuldu. Dolmabahçe Sarayı'na dönülüp de yatıldığında, Paşa'nın ateşi yükselmeye başladı. Sabah uykudan uyandığında, derecesi 38 idi..Bütün çevresi, o gece Park Otel'de soğuk aldığını sanıyordu. Bu ateşin, hasta karaciğerinden geldiğini düşünmek, ne Paşa'nın, ne de çevresindekilerin aklından geçiyordu. Yüksek ateş birkaç gün sonra geçmekle beraber, Atatürk, birkaç gün yatakta dinlenmek zorunda kaldı. Kendisini iyi hisseder hissetmez de hemen Ankara'ya dönülmesini istedi. Trende onu uğurlamaya gelenlerin hemen hepsi, derin bir üzüntü içindeydi. Paşa, on gün öncekine göre çok bitkindi. Ayakta zor duruyordu..
Paşa, Ankara'ya vardıktan sonra da iyiliğe doğru hiçbir adım atmadı. Tersine, daha da kötüye gitti. Burnu sık sık kanamaya başladı. Karnında ve bacaklarında da sürekli kaşıntılar başlamıştı. Gerek Dr. Neşet Ömer, gerekse Dr. Asım Arar, Atatürk'ü sıkı kontrol altına almışlardı. Her iki uzman doktor, teşhislerini yabancı doktorların teşhisleriyle de desteklemek üzere, İstanbul'dan Dr. Frank ile, Numune Hastanesi'nden cildiyeci bir Alman doktoru Ankara'ya çağırdılar. Gelen uzman doktorlar da aynı teşhisi koydular.
1938 yılının 27 Şubatında, Balkan İttifakı Devletlerinin dışişleri bakanları onuruna, Çankaya'da, Dışişler Köşkünde bir yemek verilmiş, sonra da bir suare veriliyordu. Paşa'nın doktorlarından Asım Arar da eşiyle birlikte akşam yemeğinden sonra verilecek suarede bulunmak üzere köşke gitmişti. Ancak saat 20.00 olduğu halde, hala akşam yemeğine başlanmamıştı. Sofra kurulmuş bekliyordu. Atatürk ortalarda yoktu.O gelmeyince
yemeğe başlanamıyordu..Oysa Atatürk, bu gibi toplantılara dakikası dakikasına gelmekle ün salmıştı. Doktor bunun nedenini yaverlerden öğrendi : Paşa'nın burnu kanamış, bir türlü dindirilememişti. Dindirildikten sonra, bu defa sararmış bir yüz, yorgun bir ruh, bitkin bir gövdeyle, köşkten çıkabilmişti. Asım Arar bunu işitince birdenbire kafasında bir şimşek çaktı : Aylardan beri süren bu burun kanamaları, karın, bacak kaşıntıları, son günlerdeki aşırı yorgunluklar, bitkinlikler, bu şimşek aydınlığında renk aldı, bir anlam kazandı. Siroz !..
Salona çıkmış olan bakanlar arasında İçişleri Bakanı gözüne ilişti. Hemen, bu eski arkadaşına yaklaşarak şöyle fısıldadı : "Şükrü Beyefendi ; size hem İçişleri Bakanı hem de bu yurdun değerli bir bireyi olarak çok önemli, ağır bir şeyden söz edeceğim !.. Atatürk çok ağır ve tehlikeli bir hastalığın başlangıcındadır. Öyle sanıyorum ki şimdiden önlem almak işini umursamayacak olursak, maddi ve manevi sorumluluğumuz büyük olur". Dağ gibi bir kaygının üstüne geldiğini anlayan Şükrü Kaya, hemen doktora ; "Gel, seni Celal Bey'e götüreyim " dedi..Birlikte başbakanı aradılar. Onu, bir pencerenin önünde Yugoslavya Dışişleri Bakanı Stoyadinoviç ile konuşurken buldular. Şükrü Kaya, doktoru göstererek, Celal Bayar'a : "Bakın : Asım önemli bir şeyden bahsediyor ! Kendisini dinlemenizi rica ederim" dedi. Başbakan, Stoyadinoviç'den özür dileyerek ayrıldı. Biraz ötede ayakta doktorun dediklerini dinlemeye başladı. Dinledikçe, Bayar derin bir üzüntüye kapılıyor, bu, yüzünün çizgilerinden kolayca anlaşılıyordu. "Ne yapalım ?" diye sordu. "İzlenecek bir yol var. O da Atatürk'ü ciddi bir muayeneden geçirmek ; ondan sonra da duruma göre düzgün bir tedavi sayesinde kurtarmaya çalışmak ; özellikle rakı içmesini engellemek ! Bunun için de, düşünceme göre, biricik çözüm, bir yabancı uzman getirterek onun da yardımıyla tedavi işini düzenlemek"..
Bundan birkaç gün sonra, Başbakan telefonla Asım Arar'ı arayarak, işi Atatürk'e açmış olduğunu söyledi. Ancak, Paşa, yabancı uzman getirtilmesini istememiş, yerli uzmanlardan oluşan bir sağlık kurulunca bir konsültasyon yapılmasını istemişti. Bunun üzerine Sağlık Bakanı Dr. Hulusi Alataş'ı bularak bir Danışma Kurulu düzenlediler. Sağlık Kurulunun uzman üyeleri şunlardı : Prof. Neşet Ömer, Prof. Akil Muhtar, Prof. Nihat Reşat Belger, Dr. Hüsamettin Kural, Dr. Naki Ziya Yıldırım ve Dr. Asım Arar..
Atatürk, 6 Mart 1938 günü, Konsültasyon Kurulunu kabul edeceğini bildirdi.Çankaya Köşküne giden Kurul kitaplıkta toplanarak inceleyecekleri konu üzerine konuştular.Sonra, yukarıdaki salonda oturan Atatürk'ün yanına gittiler. Koyu renk bir ropdöşambr giymiş olarak kanepede oturmaktaydı. Eski Başbakan İsmet Paşa da kanepede, yanı başında oturuyordu. Bu kalabalık uzmanlar, profesörler, doktorlar topluluğunu gören Paşa, "Korkunç !" demekten kendini alamadı. Doktorlar hemen muayeneye girişerek , Paşa'nın gövdesini inceden inceye taradılar. Sağ ayağının bileğinde hafif bir ödem buldular. Karaciğerinde daha önce tespit edilen büyüme biraz daha artmıştı ve büyüme devam ediyordu..
Konsültasyondan sonra bir kez daha kitaplığa çekilen Kurul, yarım saat görüşüp konuştular, tartıştılar ve sonunda Ata'nın hastalığına parmak bastılar : Hastalık, karaciğer atrofik sirozu idi. Kısacası amansız bir hastalığın pençesindeydi..
Asım Arar'ın yazdığı rapor, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliğine sunuldu. Bütün Kurul üyelerinin birer birer imzaladıkları raporu, Atatürk'ün katında okuma görevi Asım Arar'a verildi. Kurul hep birlikte Ata'nın katına gitti. Atatürk yine salonda, İnönü ile oturuyordu. Atatürk Asım Arar'a, kulağı az işiten İnönü'yü göstererek, "Yüksek sesle oku da işitsin !" dedi..Asım Arar, bunun üzerine okumaya başladı. Atatürk, ara sıra başını sallıyor, hiçbir şey demeden dinliyordu. Sıra alkollü içkilerin kullanılmasına gelmişti. Atatürk, bu sırada biraz gülümsedi : "Bu içki yasağı ne zamana dek sürecek ? " diye sordu. "Yine böyle bir kurul toplanıp içki kullanmakta sakınca olmadığına karar verinceye dek !" Bunun üzerine Paşa'nın yüzündeki gülümseme silindi. Doktorların hepsine teşekkür ettikten sonra, başıyla, çıkmalarına izin verdi.
Doktorlar çıkıp gittikten sonra, İsmet İnönü'ye şöyle dedi : " Bunların hiçbiri bir şeyden anlamıyor ! Ben rakı içmek için söylemiyorum. Gerekirse yine içmeyeceğim. Ancak, bunlara hastalığımın rakı ile hiçbir ilgisi olmadığını da kanıtlayacağım !.."
Atatürk, bu meydan okumasına karşın, ölünceye dek dokuz ay boyunca hiç içki içmeyecek, sıkı bir kontrol altında tutulacaktı..
Kasım'ın sekizinci günü, Kılıç Ali ile Dr. Abravaya, nöbetçi olarak pembe odada oturuyorlardı. Sabah olmak üzereydi. Bu sırada Paşa'nın berberi koşarak onların yanına geldi. Atatürk'e fenalık geldiğini, kustuğunu söyledi. Çırpınıyordu. Demek ki hasta kusma dönemine girmişti. Tehlikenin çan çaldığını anlayarak yerlerinden fırladılar. Kılıç Ali hemen gidip Hasan Rıza'yı uyandırdı. Dr. Neşet Ömer'e de adam saldı..
Abravaya, Kılıç Ali, Hasan Rıza, hastanın odasına girdiklerinde şöyle bir durumla karşılaştılar : Atatürk yatağının içinde doğrulmuş, iki eliyle yanlara dayanıyor, ağzına tutulan tasa kusabilmek uğruna sonsuz bir çaba harcar görünüyordu. Bu sıkıntının etkisiyle de durmadan, "Hay Allah kahretsin !" diye söyleniyordu. Bu sırada gözlerini Hasan Rıza ve Kılıç Ali'ye çevirdi : "Saat kaç ?" dedi. Hasan Rıza : "Efendimiz !" dedi. Atatürk diline dolamıştı ; durmadan yinelemeye başladı. O soruyor, Hasan Rıza da bıkıp usanmadan "Efendimiz" diye yanıtlıyordu. Paşa, birden kendini sırt üstü yatağa attı. Kendini yatağa bırakmasıyla da korkunç bir titremeye tutuldu.Zangır zangır titriyor, dişleri birbirine vuruyordu.
Hastanın bu durumunu durdurmak üzere, Dr. Neşet Ömer'le Dr. Abravaya, hemen davranıp gerekli tedaviye başladılar. Neşet Ömer, Paşa'ya "dilinizi göreyim Efendim !" dedi. Hasta, dilini yarıya dek dışarı çıkardı. Neşet Ömer, "biraz daha Efendim" deyince, Atatürk, gözlerini ona dikerek baktı ve "Vealeykümüsselam" diyerek komaya girdi. Hastanın harareti 36,5 ; nabzı 100 ; soluması 22 idi. Böylece 8/9 Kasım gecesini çok tedirgin, ancak acısız geçirdi.9 Kasım da sakin geçti ama gece yarısına doğru hastanın yaşamının sonuna geldiği çıplak gözle görülüyordu. Harareti 37,5 ; nabzı 132 ; soluması 33 idi..
10 Kasım Perşembe günü, bütün sevdikleri, hastanın odasını paylaşmışlardı. Hepsinin yüzü, gözyaşlarından ıslaktı. Mendiller sırılsıklamdı. Artık, gözyaşlarını saklamak bir erdem değildi.
Hasan Rıza, bu sırada, sonsuz acı içinde yanı başında dikilen Kılıç Ali'ye : "Kılıç, bak ; koskoca bir tarih göçüyor" dedi. Odadakilerin gözleri, Nuri Conker'in Atatürk'e armağan ettiği, güzel fosforlu, dört köşe masa saatine kaydı : Saat, dokuzu beş geçiyordu !...
1 yorum:
ağlayarak okudum...
Yorum Gönder