Sayfalar

244 ) İNANCI İÇİN YAKILANLAR !..

 
   Geçmiş yıllardan birinde, bir televizyon programında bir tarih profesörü şöyle demişti : "Hıristiyanlar, Engizisyon Mahkemeleri kararıyla çatır çatır insanları yakarken, Osmanlılar kimseyi inançlarından dolayı yakmamıştır."
   Ama ne yazık ki Osmanlılar da inançlarından dolayı Hurufileri, üstelik de din adamlarından fetva alarak yakmışlardı.
   Bu yanlış, tarihe dinci ve milliyetçi gözlüklerle bakan "resmi tarih" anlayışının Müslümanlığı korumak ve yüceltmek kaygısından kaynaklanıyordu. Oysa Müslümanlık da Türklük de, tarihi saptırarak korunmaz ve yüceltilmez.. Tam tersine, bu inançlar ya da ideolojiler adına tarihin saptırılması, o inanç ve ideolojilere zarar verir. Üstelik o çağ, din-tarım imparatorlukları çağıdır ve dinler ile mezhepler siyasal parti işlevi gördükleri için, "inanç alanında" gibi görülen pek çok karar ve eylem, aslında "siyasal"dır, yönetime ilişkindir ve imparatorlukların güvenlikleriyle ilgili olarak alınmış ve yapılmıştır.
   Hurufilerin yakılması da böyle "imparatorluğun selameti" ile ilgili bir karar ve eylemdir. Bu eylemin altında, inanç sorunu değil, Hurufilerin saraya sızması sonunda ortaya çıkan bir siyasal sorun vardır...
 
   "Huruf" Arapça'da "harf" sözcüğünün çoğuludur. Hurufilik, harflerin Allah'ın görüntüsü olduğu inancı üzerine kurulu bir mezheptir.
   Hurufilere göre varlık ses ile oluşur. Ses, asıl yaratıcı alemden, madde alemine gelen ve madde biçimine bürünen her şeyde vardır. Cansızlardaki ses, birbirine vurulduğu zaman açığa çıkar, canlılarda zaten vardır, insanda ise tam olgunluğa erişir...
   Söz, sesin hem olgunlaşmış hali hem de amacıdır. Söz ise harflerden meydana gelir. Bu nedenle Hurufi inancı, harflerin mukaddes niteliğine dayanır.
   Arap alfabesindeki 28 harf ile Fars alfabesindeki 32 harfi Allah'ın yeryüzündeki varlığı, işareti olarak kabul eder. Fars alfabesindeki 32 harfin insanın yüzünde bulunduğuna inanır.
   1339 yılında Horasan'ın Esterabad kasabasında doğan, kendini son peygamber olarak ilan eden Şihabeddin Fazlullah tarafından 1386 yılında kurulan mezhep, genel olarak tasavvuf ve Bektaşilik inancı çerçevesinde incelenmiştir..
   Fazlullah, evrenin özünün ve gerçeğinin kendi kişiliğinde göründüğünü öne sürmüş ve son peygamber olduğu iddiasında bulunmuştur. Hurufi inancına göre, evren sonsuzdur ve sürekli hareket içindedir ; doğal olaylar da bu hareket sonucunda ortaya çıkar. Bu inançları ile Hurufiler diyalektik düşünceye yakın bir yaklaşım sergiler.
   Hurufilere göre madem ki Allah kendini peygamberleri aracılığıyla gösterir, her peygambere gelen harfler zamanla artar : Hz. Adem'e 9, Hz. İbrahim'e 14, Hz. Musa'ya 22, Hz. İsa'ya 24, Hz Muhammed'e 28 ve son peygamber Fazlullah'a 32 harf malum olmuştur.. Bu sayılar, her bir peygambere gönderilen ayetlerin yazılmış olduğu dilin alfabesindeki harflerin sayılarıdır...
   Kendisine en çok simge yollanan son peygamberin, kendinden önce gelenlerin bütün bilgilerini çözmesi ve onların ötesine geçmesi doğaldır. Hurufiler bu inançlarıyla insanın yüzünde de Allah yazıldığını düşünürler. Bu inanca göre ; burun kemiği "elif", burnun iki tarafı "lam", gözler de "ha" harfi olarak, insanın yüzünde iki taraflı simetrik bir biçimde Allah yazar...
   Fazlullah 1394 yılında Şeyh İbrahim adlı bir din adamının fetvasıyla öldürülmüş, cesedi sokaklarda sürüklenmiştir. Ama bu, Hurufiliğin yayılmasını durduramamıştır. 14. yüzyılın ikinci yarısında Irak'ta, Azerbaycan'da ve Anadolu'da hızla yayılan Hurufilik, kurucusunun ölümünden sonra da kurucunun halifeleri tarafından yayılmaya devam etmiştir. Ünlü şair Nesimi de Fazlullah'ın halifelerinden biri olup bu yayılmada üstün sanatıyla önemli bir rol oynamıştır.
  
    Nesimi, Mısır Çerkez Kölemenleri Hükümdarı El Müeyyed Şeyh'in emriyle 1418 yılında Halep'te öldürülmüş ve derisi yüzülerek yedi gün teşhir edilmiştir. O dönemde her yeni mezhep, mevcut iktidarın ideolojisine bir siyasal muhalefet anlamını taşır ve ölümle cezalandırılırdı..
   Hurufiler, Müslümanlarla birlikte Hıristiyanları da etkileyerek geliştiler. Harflere dayalı yorumları, Hıristiyan inancını da kapsayan bir nitelik taşıyordu ve Fazlullah, Hz. İsa'nın yeniden dünyaya döneceğine inananlar tarafından da bu dönüşü simgeleyen peygamber olarak kabul görüyordu.
   Hurufiler, kurdukları inanç sistemiyle iktidarı da ele geçirmek istiyorlardı. Zaten o dönemde her yeni mezhebin mevcut iktidara karşı siyasal bir seçenek oluşturmak için ortaya çıktığı bilinen bir şeydir..
   Fazlullah'ın öldürülmesinden sonra İran'da çeşitli isyanlar çıkar ve bu isyanların kanlı bir biçimde bastırılmasıyla Hurufiler yavaş yavaş Anadolu'ya kaymaya başlarlar.. Yayılmaları ve etkileri gittikçe artar ve sonunda, Fatih Sultan Mehmed zamanında Saray'a da sızarlar. Aile üyelerini etkileyerek padişaha ulaşmaya çalışırlar ve bu çabalarıyla, büyük olasılıkla, Fatih'in de ilgisini çekmiş olabilirler...Fakat Saray'a sızmaları onları iktidara değil, Alevilerin içine taşıyacaktı..
   Durumun ciddiyetini Vezir-i Azam Mahmud Paşa'dan öğrenen, o zamanlar Edirne'de Üçşerefeli Camii'nde müderrislik yapan Müftü Fahreddin-i Acemi derhal harekete geçer.. Hem Hurufilerin yakılmaları için fetva verir, hem de kendisi bizzat diri diri ateşte yakılmalarını gerçekleştirir !..
   Daha sonra gerek 2. Bayezid  gerekse Kanuni Süleyman dönemlerinde de çeşitli baskı ve sürgün cezalarına uğramışlarsa da, Hurufiliğin yayılması engellenememiş, Hurufiler ve Hurufilik, Bektaşi-Alevi kültürü içinde yaşamaya devam etmiştir..
   "Resmi tarih" inkar etse  ya da görmezden gelse de, gerçek olan bir şey vardır : Osmanlı tarihi bir din-tarım imparatorluğu tarihidir ve bu tür imparatorluklarda egemenliğin dine ve geleneğe dayandığı bilindiğinden, bütün mezhep ve inanç kavgalarının kanlı bitmesi kimseyi şaşırtmamalıdır. Tarihe ve bilime aykırı olan bu davranış, artık egemenliğin halka, millete dayalı olarak kullanıldığı günümüzde, hala din ve mezhep duygularını siyasal iktidar için sömürmektir.
   Unutulmamalıdır ki, bu davranış çağımıza göre sadece gericilik değil, aynı zamanda Kahramanmaraş, Çorum ve Sivas olaylarında görüldüğü gibi sonucu kanla gelen bir inanç tahrikçiliğidir de...

   Hurufilerden söz edince Karmatiler de anılmazsa olmaz.. İslam tarihinin ne denli çapraşık, ne denli kanlı ve çatışmalı olduğunu vurgulayan, İsmailiye mezheplerinden biridir Karmatiler..
   Karmatiler, 9. yüzyılda ortaya çıkmış olan ilk İslam komüncüleridir. Yani Anadolu'da Fetret Devrinde önem kazanan Şeyh Bedreddin hareketinin, Hurufilik gibi mezhep mensuplarının ataları..
   Karmatilik, gizli bir örgüt : Tarihteki ve günümüzdeki bütün gizli örgütlerin anası ; Hasan Sabbah'ın Haşşaşinler'ine de kaynaklık ediyorlar.. Ahilik de bunlardan geliyor.. Arap Yarımadası'nın güneyinde korsanlık yapıyorlar. Zenginden alıp yoksula vermek, genel uygulamaları.. Bu açıdan Robin Hood'un da ataları !..
   930 yılında Mekke'yi fethedip Hacer-i Esved'i kaçırıyorlar. Karmatilerle başa çıkamayan Abbasiler, Selçuklu Sultanı Melikşah'dan yardım istemek zorunda kalıyorlar.
   İçki haram değil, şarap içiyorlar, güneş doğmadan iki rekat, güneş battıktan sonra da iki rekat namaz kılmanın, yılda iki kez oruç tutmanın yeterli olduğuna inanıyorlar. Kıbleleri Mekke değil, Kudüs..
   İslam tarihinde daha nice garip ve anlaşılması zor mezhep var. Devletin mezhebi tabii bütün bunlara kuşkuyla bakıyor ve eline fırsat geçer geçmez, derhal ortadan kaldırıyor, çünkü mezhep farkı o zaman için siyasal muhalefet anlamını taşıyor.
   Osmanlı'nın Hurufileri yakmış olması, dönemin siyasal gerçekleri çerçevesinde son derece doğal bir eylemdir, asla imparatorluğun suçlanmasına yol açamaz..
   Bu konularda en güvenilir kaynak "İslam Ansiklopedisi"dir.  Ayrıca İsmet Zeki Eyüboğlu'nun "Tasavvuf, Tarikatlar, Mezhepler Tarihi" adlı kitabına, Abdülbakıy Gölpınarlı'nın "Şiilik" adlı eserine ve Faik Bulut'un kitaplarına bakılabilir...

( "Tarihimizle Yüzleşmek" EMRE KONGAR )

243 ) İSTANBUL'DA İLK DENİZALTILAR !..

 E 11      


                                                                                                                                       

   Her ne kadar "Çanakkale geçilmez" diyorsak da, işgal güçleri Boğaz'ı geçmeyi başarmışlardır !. Üstelik, İstanbul, Birinci Dünya Savaşı sırasında saldırıya uğrayan, bombalanan bir kenttir. Bunu başaran da, uçak ile birlikte İkinci Dünya Savaşı'nın en güçlü silahı olacağını o günlerde tüm dünyaya kanıtlayan denizaltılardır..
   Daha savaşın ilk günlerinde, N. Holbrook komutasındaki  E 11 denizaltısı, 13 Aralık 1914'de, Çanakkale Boğazının mayın sahalarını geçer .. Bataryaları yenilenmiş olan denizaltının asıl amacı, Yavuz ve Midilli zırhlılarını aşırtma atışlar ile batırmaktır. Bu iki gemi yoktur ama, Mesudiye zırhlısı vardır !.. E 11 denizaltısı saat 12'de yenilecek öğle yemeği için mürettebatı toplu olarak geminin alt kısmında bulunan zırhlıyı, saat 11:58'de, yaklaşık 800 metreden torpiller.. Bu atışla isabet alan geminin yemek salonunda bulunan makine subayları feci şekilde hayatlarını kaybederler. Denizaltıdan gönderilen ikinci torpido ile Mesudiye sulara gömülür.. 10 subay ve 15 er şehit olur.. Bir denizaltının, bir düşman savaş gemisini batırmasının ilk örneğidir bu !.. Osmanlı Donanması da savaştaki ilk kaybını verir böylece..
  
Holbrook E 11'de ; aldığı Victoria Nişanı


   Holbrook'un, bu başarısı nedeniyle aldığı Victoria Nişanı, hem donanmanın hem de denizaltı filosunun aldığı ilk nişandır.. Mesudiye zırhlısı ise şu anda Sarısığılar mevkiinde, 9-12 metre derinliktedir..

 Mesudiye


   Denizaltı tacizleri daha sonraki yıllarda da devam eder. Binbaşı Martin Nasmith komutasındaki İngiliz E 11 denizaltısı, Çanakkale'yi geçerek Kız Kulesi yakınlarında pusuya yatar. O sırada, Karaköy rıhtımında bir nakliye gemisine Çanakkale'ye götürmek üzere asker ve cephane yüklenmektedir. Sudan çıkan E 11'den iki torpil atılır İstanbul'a.. Torpillerden biri rıhtıma çarparken, öteki, gemiyi havaya uçurur. Bu saldırı, büyük bir haber olarak yer alır İngiliz gazetelerinde ; cephane yüklü geminin infilak ettiği ve İstanbul'un bundan büyük zarar gördüğü yazılır. Oysa ki, Nasmith'in torpidosu nakliye gemisine değil, ona bağlı olan bir mavnaya isabet etmiş ve onu batırmıştır !.. İngiliz binbaşı kaçmak isterken, denizaltısının Salacak kıyılarında karaya oturmasına engel olamaz. Bu zor durumdan kurtulmayı başaran E 11, Marmara Denizi'ne açılarak orada gizlenir. Ertesi gün İstanbul'a geri dönen Nasmith, saldırının kentte yarattığı korkuyu gözlemler : Gemi seferleri iptal edilmiş, Haliç zincirle kapatılmıştır. E 11 kaptanına yapacak bir tek şey kalmıştır : Denizaltının periskobundan fotoğraf çekmek !. O da öyle yapar ve böylelikle İstanbul'un tarih boyunca çekilen en ilginç fotoğrafları çıkar ortaya..( Aşağıdaki fotoğraf )





  E 14


   Henry Stoker komutasındaki AE-2'nin, mayınlarla döşeli zorlu Çanakkale Boğazı'nı geçtiği 25 Nisan 1915 tarihinden sonra, iki İngiliz denizaltısı E 11 ve E 14 de aynı yolu izleyerek Marmara Denizi'ne ulaşır. Savaş boyunca, Çanakkale'yi 9 İngiliz ve 1 Fransız denizaltısı geçmeyi başaracaktır..
   Stoker, Marmara'da E-14 ile karşılaşınca çok sevinir, çünkü elinde kalan tek torpido ile İstanbul'a saldıramayacağını çok iyi bilmektedir. Ne var ki İngiliz Kaptan Boyle, Stoker'a torpil vermeyi reddederek, ertesi gün tekrar buluşmayı teklif eder. Bu karşılaşma, AE-2'nin de, İstanbul'un da kaderini değiştirecektir !.
Sultanhisar
  
   İstanbul'a saldırmakta kararlı olan Stoker, Boyle ile buluşma yerine geldiğinde "Sultanhisar" adındaki torpido botuyla karşılaşır. Bundan sonrasını, denizaltıya burnuyla çarpan geminin kaptanı Ali Rıza Bey'in 1947'de yayımlanan "AE-2 Denizaltı Gemisini Marmara'da Nasıl Batırdım ?" adlı kitabından okuyalım :
"Bütün askerler, birer birer denize atlıyorlardı. Geminin üzerinde yalnızca süvarisi olduğunu öğrendiğim bir subay kalmıştı. Bu kahraman subay, sulara karışmakta olan gemisini terk etmiyor ve Marmara'nın mavi sularına gömülmek üzere olan selam resmini yerine getiriyordu. Vatan sevgisinin bu güzel tecellisi, hepimizi duygulandırmıştı. Hepimiz yenik düşmanın karşısında aynı saygıyı duyarak namağlup armadanın sulara karışan bayrağını selamlıyorduk.."
 AE-2


   Batışının ertesi günü olan 1 Nisan'da, AE-2'de görevli Avustralyalı denizciler kendilerini esir alan Sultanhisar gemisiyle İstanbul'a getirilirler. Henry Stoker ve arkadaşları, esnafın kapı önüne çıktığı ve çocukların boğaz kesme işareti yaptıkları bir yol boyunca yürütülerek, Fred ve Elizabeth Bernchley adlı iki gazetecinin yazdığı "Stoker'ın Denizaltısı" adlı kitapta tarif edilen şu binaya konulurlar :
"İki tane saati olan -biri Türkiye, diğeri İngiliz zamanını gösteriyordu- kışlanın büyük kemeraltı yolundan geçtikten sonra, mürettebata kışla hapishanesi olduğu anlaşılan büyük bir odaya girmeleri söylendi. Nöbetçiler, sigara ve çay getirdi."
Giriş kapısında iki saat bulunan bu yapı, şimdiki İstanbul Üniversitesi'nin Birinci Dünya Savaşı yıllarında Harbiye Nezareti olarak kullanılan binasıydı !.. Esirler, üniversitenin Beyazıt Meydanına açılan tarihi kapısının altından geçirilerek hücreye konulmuşlardır..
   Birinci Dünya Savaşı sırasında yalnızca düşman denizaltıları gelmez İstanbul'a. Müttefiğimiz olan Almanlar da Kaptan Hersink komutasındaki U-21 denizaltısını Çanakkale'ye gönderirler. 24 Mayıs 1915 tarihinde
U-21'in saldırıları sonucunda "HMS Triumph" ve "HMS Majestic" adlı İngiliz savaş gemileri denizin dibini boylar. Bu durum karşısında İngilizler, aralarında kraliçelerinin adını taşıyan "HMS Queen Elizabeth"in de bulunduğu donanmayı geri çekmeye karar verirler. İngiliz deniz istihbaratında görevli olan Compton Mackenzie, alınan bu kararı, "İngiliz Kraliyet Donanması tarihindeki en utanç verici manevra" olarak yorumlar...

242 ) BİR BÜYÜKELÇİNİN RUSYA MACERASI !..



   Ankara Hükumetinin ilk Moskova Büyükelçisi Ali Fuat (Cebesoy) Paşa heyeti ile, Sovyet Rusya'da antlaşma imzalayacak olan Yusuf Kemal heyetini götüren tren, Bakü'den Moskova'ya on bir günde gidebilmiş. Zaten uzun olan yolun bu son bölümü, pek güvenli değilmiş. Büyükelçimizin yanına, Yüzbaşı İdris Çora komutasında, sekiz Türk neferi verilmiş. Rostov'dan geçerken, Sovyet Hükumeti de trene bir makineli tüfek takımı yerleştirmiş. Ayrıca Kuzey Kafkasya'dan sonra katarın önüne zırhlı bir kılavuz treni konmuş. Bu önlemlere rağmen, Türk Büyükelçisi ve Bakanlar ciddi bir tehlike atlatmışlar..
   Sovyet Hükumeti, Rusya içinde güvenliği henüz tam olarak sağlayamıyor. Rejime karşı, silahlı direnişler yer yer devam ediyormuş. Çoğu köylülerden oluşan büyük çeteler kol geziyor ; köyleri, kasabaları basıyor, yolcu trenlerini vuruyormuş. Bizimkilerin yolu üzerinde de böyle çeteler varmış. Zeloni adı verilen bu çetelerden biri, bin mevcutlu Mahno çetesiymiş. Voronoj havalisinde de bir öğretmenin komutasında bir başka çete dolaşıyormuş. Marusia adlı yaman bir kadının çetesi de Rezan yöresini kasıp kavuruyormuş..
   Kursak'tan sonra bir istasyonda, öndeki zırhlı tren bizimkilerden ayrılmış, yalnız başına ilerideki istasyona gitmiş. Bizimkiler neden sonra hareket etmişler. Ama biraz sonra heyetlerimizi götüren katar birdenbire durmuş. Katar şefi : "İleride, mevcudu kalabalık bir çetenin yolu tahrip ettiğini sanıyoruz. Bizden ayrılan lokomotif yolu muayene edecektir. Eğer tahrip olunmuş ise geri döneceğiz" demiş.
   Şefin bu açıklaması üzerine, trendekiler de hemen savunma önlemleri almışlar. Vagonun pencerelerini eşyalar ile kapatıp sipere yatmışlar. Rus makineli tüfek takımı ile bizim ufak mangamız da trenden inmiş ve etrafı kolaçan edip mevzilenmişler. Bir süre böyle tetikte beklemişler. Sonra lokomotif tekrar gelip trene bağlanmış ve yola devam edilmiş. Sonradan öğrenilmiş ki, o büyük çetelerden biri bizimkilerin yolunu kesmek istemiş, ama zırhlı treni görünce çarpışmayı göze alamamış..
   Yusuf Kemal Bey ile birlikte, ikinci delege olarak, aynı trenle Moskova'ya gitmekte olan Dr. Rıza Nur, trenin Rostov'da üç gün durduğunu anlatır. Bunun sebebi, istasyon şefinin Ermeni olması, Türklere olan düşmanlığı nedeniyle de engellemeye, geciktirmeye çalışmasıdır !.. Sonunda bizimkiler Moskova'ya telgraf çekerler. Moskova özür diler.. Tren, özel bir tren olarak yola çıkarılır. Bu defa silahlı çetelerin saldırısıyla burun buruna gelirler. Bizimkilere musallat olmaya kalkışan da Marusia adlı korkunç dişinin başında olduğu çeteymiş !.. Rıza Nur, aynen şöyle anlatır :
"Gidiyoruz. Bir ara yolun ortasından geri geri gitmeye başladık. Sebebini anlayamadık. Herhalde mühim bir sebep olacak. Arkadaki istasyona gelip başka bir hatta geçerek Moskova'ya doğru yollandık. Onun da sebebini öğrendik : Bir süredir, Harkov çevresinde bir Rus kadın türemiş, başına adamlar toplamış. Öteyi, beriyi, trenleri basarmış. Erkeklerin tenasül uzuvlarını kontrol eder, sünnetli bulduğunu Yahudi diye kesermiş. Bizden evvel hareket eden bir treni basmış, bizim trene haber yetişmiş ve trenimiz geri kaçmış. Maazallah büyük bir beladan kurtulmuşuz. Karı bizi de kontrol edecek, sünnetli bulacak, kıtır kıtır kesecek !.. Müslümanız desek dinlemeyecek. İkisi de aynı şekildir. Bize belalar varmış ! Ne felaketli bir işe girmişiz ! Vatan yolunda bir tehlikeden öbürüne koşup duruyoruz. Aslında Yahudiler 'Lecan' denilen haşefenin altındaki deriyi keserler, Müslümanlar ise kesmez. Bunu herkes bilmez, hatta hekimler bile. Ben iyi bilirim, uzmanım ve burada olmam bir nimet. Ama o anda çetebaşı karıya bunları anlatmanın ve gösterip bizimki başka diyerek kandırmanın imkanı var mı ? Ne ise, verilmiş sadakamız varmış.."


   Bu belayı da sağ salim atlattıktan sonra, büyükelçimiz ve yanındakiler, nihayet 19 Şubat akşamı Moskova'ya varırlar. Ali Fuat Paşa, Ankara'dan yola çıktığı 1 Aralık 1920 gününden tam seksen gün sonra, Moskova'ya varmıştır.Oysa, Jules Verne'in kitabındaki kahramanlar,  bu kadar gün içinde dünyayı dolaşır !..
   Sovyet başkentine ayak bastıkları gün hava sıcaklığı sıfırın altında 27 imiş !..  O dondurucu soğuğa rağmen büyükelçimizi büyük bir kalabalık istasyonda karşılar..
   Sovyet Hükumeti bu kez iddialıdır, altı ay önce Bekir Sami Bey heyetine karşı gösterdiği soğuk davranışını affettirecek, unutturacaktır.. Belki bu nedenle ölçüyü kaçırırlar. Büyükelçi Ali Fuat Paşa'ya olağanüstü bir itibar gösteriyor. İstasyonda, bir tören kıtası hazırlanmıştır. Büyükelçimiz kıtayı selamlar. Heyetlerimizi götürmek üzere otomobiller dizilmiştir. Bunlardan birine Ali Fuat Paşa, Yusuf Kemal Bey, Dr. Rıza Nur binerler. Öteki otomobillere, heyetlerdeki öteki görevlilerimiz binerler ve yola çıkarlar. Bundan sonrasını Ali Fuat Paşa şöyle anlatır :
"Kalmamız için ayrılmış olan binaya kadar, yol boyunca, Moskova askeri garnizonu merasime çıkarılmıştı. Otomobilimiz yavaş yavaş ilerliyordu. Bazen yere inerek kumandanların selamlarına karşılık veriyorduk. Bandolar devamlı olarak marşlar çalıyorlardı. Törene katılan kıtaların bir tümenden daha fazla olduğu anlaşılıyordu... Her tür protokol ve uluslararası kuralların üstünde, örneği az görülen bir tören yapıldığı muhakkaktı. Çok duygulanmıştık.."
 
  ÇEKA arması     Dzerzhinskiy (1917-1926) ÇEKA Başkanı 

   Bir aya kalmadan Türk-Sovyet Dostluk Antlaşması imzalanır.. İkili ilişkiler pek güzel gitmektedir.. Ama bir sonraki yıl, büyükelçilik personeli, ÇEKA'nın (Sovyetler Olağanüstü Polis Örgütü) kaba bir saldırısına uğrar. Ali Fuat Paşa, saldırıyı protesto ederek Moskova'yı terk etmek zorunda kalır.
   ÇEKA, o yıllarda ülkede bir terör havası estirmektedir. Herkesten kuşkulanmakta, her tarafı kasıp kavurmaktadır. Rıza Nur hatıralarında, orada gördüklerini anlatırken der ki :
"Halkta kara sefalet var. Hükumette aksine büyük bir şiddet var. ÇEKA diye bir şey var. Birini yakalıyor, sorguluyor, hüküm veriyor, sonra da tabancasını çekip öldürüyor. Yani bu adam hem polis ve jandarma, hem sorgu hakimi, hem hakim, hem de cellat. Hepsi birden. Böyle adalet, hiçbir yüzyılda, hiçbir yerde görülmemiştir. Hükümleri de genellikle de idamdır.. Moskova'da bulunduğum süre içinde, diplomatik dokunulmazlığıma rağmen, kendimi kurulmuş bir cehennem, patlayacak bir bomba üstünde oturuyorum zannettim. Bu, memleket değil, cehennem.."
   İşte bu ÇEKA, 21 Nisan 1922 akşamı, askeri ataşelerimizin oturdukları apartmanı basıyor. Apartmanda dört askeri ataşemiz vardır : Binbaşı Ziya (Ekinci), Yüzbaşı Saim (Önhon) ve eşi Münire Hanım, Yüzbaşı İdris Çora ve Yüzbaşı Emin Beyler. Apartmanda ayrıca Orşevski adlı bir Rus subayı da ziyaretçi olarak bulunmaktadır. Saat 18:30'da, dokuz ÇEKA polisi, ellerinde silahlar, kapıyı tekmeleyip hışımla apartmana dalıyorlar. Başlarında ÇEKA Komiser Yardımcısı Smirnov vardır. "Davranmayın, haydutları arayacağız" diyorlar. Evin telefonu da önceden kestirilmiştir. Ne evden dışarıya, ne de dışarıdan eve telefon edilemiyor. Eşkıya gibi dokuz adam, evin altını üstüne getiriyor, her tarafı didik didik ediyorlar. Resmi ve özel evrakı, subaylarımızın tabancalarını, bazı değerli ufak tefek şeyleri bir çantaya tıkıyorlar ve çantayı mühürlüyorlar. Sabaha karşı saat 02'de evden çıkıp gidiyorlar. Yüzbaşı Emin Bey'i de birlikte götürüyorlar.
   Büyükelçi Ali Fuat Paşa, olayı öğrenir öğrenmez, hemen o gece, Başkatip Aziz Bey'i Rus Dışişleri Bakanlığına koşturuyor. Başkatip, kimseyle görüşemiyor, ancak Dışişleri Müsteşarı Karahan'la telefonda bir görüşme yapabiliyor. Karahan, ertesi gün saat 11:00'e kadar bu olayı çözeceği sözünü verir. Ama ertesi gün ses seda çıkmaz. Bunun üzerine büyükelçimiz, 22 Nisan günü Dışişlerine ilk notayı verir. Yüzbaşı Emin Bey ve çantanın iadesini, çantanın içindeki evrakın incelenmesi için bir Sovyet görevlinin gönderilmesini ve bu tür olayların bir daha tekrarlanmaması için güvence istemektedir. Bu durum devam ederse görevini yapamayacağını ve Türkiye'ye geri dönmek zorunda kalacağını da ilave eder..
   Rus polisi, yumuşayıp özür dileyeceği yerde, daha da sertleşir. Polis merkezinde altı yedi kişi Emin Bey'in üzerine çullanır, sille tokat elindeki çantayı alır, kendisini de kapı dışarı ederler !.. Ali Fuat Paşa, bu defa daha sert bir nota verir. Dokunulmazlığımıza saygı gösterilmediğini, Devletler Hukuku kurallarının ayaklar altına alındığını, bir askeri ataşemizin polislerce dövüldüğünü ve yaralandığını anlatır ve bunu "en şiddetli biçimde protesto" ederek suçluların cezalandırılmasını ister. Sonra da bazı çalışma arkadaşlarıyla birlikte memlekete döneceğini de bildirir.
   Bu arada Ruslar, büyükelçiliğimizin Ankara ile telgraf haberleşmesini on gün boyunca engellerler. 22 Nisan tarihinden 2 Mayıs'a kadar büyükelçinin çektiği bütün telgrafları durdururlar. Buna karşılık Rus Dışişleri, olayı kendilerine göre çarpıtarak Ankara'ya duyurur. Ali Fuat Paşa'nın ilk telgrafı ise ta 3 Mayıs günü Ankara'ya ulaşır ve Türk Hükumeti ancak o zaman işin aslını öğrenir. Aynı gün Dışişleri Bakanlığımız, Rus elçiliğine bir nota verir ve özetle şunları bildirir :
"Rus memurlarının davranışı, her türlü Devletler Hukuku kuralına aykırıdır. Çantanın iade edilmeyerek zorla alınması ve memurumuzun dövülmesi ise saldırıyı daha da şiddetlendirmiştir. Bu durumda Türk Büyükelçisi, Moskova'da bırakılamaz. Özür dilenmez ise büyükelçimiz geri dönecektir. Türkiye, suçluların şiddetle cezalandırılması için ısrar etmektedir. Yoksa bu, Rus Hükumetinin Türkiye ile dostluk politikasına son vereceğine delalet edecektir. Türk Dışişleri Bakanlığı bu vehim olayı şiddetle protesto etmektedir" ..
   Ali Fuat Paşa, 10 Mayıs 1922 günü dört ataşe ve on kadar erle, Moskova'dan ayrılır, 2 Haziran'da geldiği Ankara'da, aynı akşam Gazi'nin konuğu olur. Mustafa Kemal Paşa şunları söyler :
"Batılılar, gaflet edecek olurlarsa, eskisinden daha kuvvetli emperyalist bir Rusya meydana çıkabilir.. Sovyet Rusya ile daima iyi komşu olmaya gayret etmeliyiz.. Fakat ne haklarımızdan en küçük bir şey feda etmeliyiz ve ne de oyunlarına kapılmalıyız.."

  
( "Bizim Diplomatlar", Bilal N. Şimşir )

241 ) BİR PADİŞAH ZİYARETİ !..













İzmir'i 1849 yılında ziyaret eden Abdülmecid'den sonra Sultan Abdülaziz de, 20 Nisan 1865 günü İzmir'e gelmiştir. Bu ziyaretin İzmir'le Bornova arasında gelişen bölümünü L. Gardey, "Voyage du Sultan Abd- ul- aziz, de Stamboul au Caire" adlı kitabında şöyle anlatıyor :
  "Hafif eğimli güzel bir sırta dayanmış ve daha güzel bir düzlüğü gören, sık ağaçların gizlemiş olduğu Bornova, nihayet kendisini gösterdi. Bornova'ya her yanımız toz içinde ulaştık. Bizi konuk edebilmek için çekişen çok zarif villalar içinden, İzmir'in en eski İngiliz tacirlerinden biri olan M. Whittall'a ait olanını seçtik. Villanın giriş kapısı, iki sıra halinde oraya yığılmış bir karşılayıcı kalabalığıyla kendisini belli etmişti. Her yerde olduğu gibi orada da, Türk ve Hıristiyan çocukları, imamlar ve papazlar, Padişahın sağlığına dua etmekteydiler..   
   Güzel hanımlardan oluşan bir grup, bahçe duvarıyla giriş kulübesinin üstünde toplanmıştı. Yaşa sesleri ve bahçenin orasında burasında gizlenmiş müzisyenlerin çaldığı havalar arasında, Sultan, arabasının içinde sağını solunu selamlayarak bahçe kapısından geçti. İndiğinde yörenin güzel kızlarından biri Sultanın geçtiği yere bahar çiçekleri, bir diğeri de günlükler serpmekteydi... Sultan, kendisine ikram edilen dondurmayı yiyerek dinlenirken, salonun masaları üzerinde gelişigüzel duran değerli bibloları ve eserleri dikkatle incelemeye koyuldu... Doğrusu, biraz da Türkçe bilse ev sahibinin mutluluğuna sınır olmayacaktı ve kendisine nasıl olup da tek kelime Türkçe konuşamadığı sorulduğunda, yanıtı, 'ancak elli yıldan beri İzmir'deyim, Türkçe öğrenmeye hiç vakit bulamadım' oldu !..
   Sultan akşam yemeğindeyken kendisine eşlik eden Fuat ve Mahmut Paşalar, yanlarında Komiser Reşat Bey olduğu halde, İzmir ve çevresinin en güzel ağaçlandırılmış, en konforlu evlerinden biri olan Yusuf Efendi'nin villasına gittiler. Yusuf Efendi, kentin ileri gelen Ermenilerinden biri ve bu soylu misafirleri konuk etme şerefine nail oldu..
   Daha sonra konukseverliği nedeniyle M. Whittall'a teşekkür ederek oradan ayrılıyoruz.. Aslında, o sırada hayli güzel olan Bornova yolu, Kahire'de olduğu gibi, iki yanına dikilecek sıra sıra ağaçlarla ve bunların gölgeleriyle çok daha güzelleşebilecekti. Sultan'ın bu düşüncesi, ileride gerçekleşecekti..



   Daha sonra, Bahriye Nazırı Mahmut Paşa, Sultan adına ve Sultanın emriyle, Peykizafer zırhlısında ( Sultaniye yatı olması gerek), yabancı konsoloslar ve yabancı savaş gemilerinin komutanları ve kentin diğer ileri gelenleri onuruna bir şölen düzenledi.. Şölen son derece şaşaalı ve samimi geçti. Havai fişek gösterileri limanı ve sahili gündüz gibi aydınlatırken, Sultanın, Peykizafer'e getirtme inceliğini gösterdiği İmparatorluk Orkestrası, günün marşlarını ve 'Norma'dan, 'Sevil Berberi'nden güzel parçalar çalmaktaydı..  
   Ertesi gün, Konak'ta, İzmir kentinin gereksinimlerini saptamak üzere oluşturulan özel bir büro, dünden beri çalışmalarını sürdürmekte ; Sultan bunları, elden geldiğince karşılamak istiyor..
Gerçekleştirilmesi planlanan şeyler yalnızca demiryollarının ya da inşa edilmekte olan katedralin tamamlanması ya da Bornova yolunun güzelleştirilmesi gibi konularla sınırlı kalmayıp daha pek çok şeyi de kapsayacak.. Sultanın ele aldığı bağışların dökümü şöyle açıklanmakta : 
Müslümanlara : Okul ve camilerin tamiri, askeri okul, tekkeler, hastaneler, zaptiyeler, askerler, fakirler ve Konak çalışanları için 345.000 kuruş... Katoliklere : Katedral, Propaganda Koleji, Saint Maria Okulu, St. Antoine, St. Rock, Latinlerin ve Mechitaristlerin hastaneleri, Hıristiyan Doktrini rahipleri ve İyiliksever Hemşire- rahibeleri için : 120.000 kuruş... Rumlara : 80.000 kuruş...Ermenilere : 65.000 kuruş... Musevilere : 40.000 kuruş... Protestanlara : 15.000 kuruş..
   Bunların dışında ; demiryolu personeline : 100.000 kuruş, Bornova yolu ve yeşillendirilip ağaçlandırılması için : 10.000 kuruş, Jokey Kulübüne : 25.000 kuruş ve çeşitli giderleri için Vali Kayserili Ahmet Paşanın emrine : 180.000 kuruş bağışlanıyordu... 
   Daha sonra, cuma günü, Sultan, maiyeti ile birlikte Hisar Camii'ne gidip namazını kıldı. Bunu duyan büyük bir kalabalık, bu nedenle, caminin çevresini ve Sultanın geçeceği yolları erkenden doldurmuştu. Camiden çıkıldıktan sonra, Türk ve Ermeni mahallelerinden ve Kervan Köprüsünden geçilerek, İyonya'nın parlak güneşi altında, zevklerimizi taçlandırmaya layık bir yere gidildi. Burası, 'Büyük Cennet- Le Grand Paradis- Paradiso' diye bilinen bir yerdi..  (Bugünkü Şirinyer )
   Burada, Jokey Kulübünü destekleyen büyük bir kalabalık, en candan gösterileriyle bu gibi yararlı kuruluşlara önderlik etmek isteyen Sultanı alkışlarla karşıladı.. Daha sonra, çeşitli atlı gösteriler büyük bir ilgiyle izlendi ve büyük bir başarıyla tamamlandı. Yarışı kazananlar arasında Whittall' lardan birinin adı da ilan edilmişti. Şeref ödülü ise, İzmir'in gurur duyduğu bu ünlü konuğu ağırlamak için elinden gelen her çabayı göstererek bunu hak etmiş olan, Jokey Kulübü Başkanı ve Fransız Konsolosu Kont Bentivoglio d'Aragon'a verildi.. 
   Sultan bu arada, kontu çadırına davet ederek duyduğu memnuniyeti iletti ve kendi Arap atlarından birini Konta hediye etti. Yarışlardan sonra, Padişah Buca'ya giderek orada M. Baltazzi' nin (Baltacı) villasında bir süre dinlendi..
  Abdülaziz'in Whittall Köşküne yaptığı ziyaret "Scarp- book 1899-1922, A Village Near Smyrna" adlı kitapta da şöyle aktarılıyor :

  "Sultanın ziyareti öncesinde ; hizmetçi, uşak, aşçı ve benzeri kişilerden oluşan kalabalık bir grup köşke geldi. Yine Sultanın eşya ve yiyeceklerini taşıyan bir deve kervanı da Dışişleri Bakanı Fuad Bey ve kurmaylarının eşliğinde buraya gelmişti. 
   Sultanı, ev sahibi adına, Whittall'ların iki gelini bahçe kapısında karşıladı. Kendisine gümüş bir tepside evin anahtarını sundular. Hanımlardan birinin üstünde, üzerinde altın yaldızlarla Osmanlıca yazılar işlenmiş bir ceket vardı. Bu yazılar herhalde Osmanlı'ya ya da İslam'a methiyeler içeriyordu, çünkü Sultan bu jestten çok memnun kalmıştı... 
   Abdülaziz köşkte bütün gün kaldıktan sonra, akşam güneşin batışında Sultaniye yatına döndü. Sultan köşkte yemeğini yalnız yerken, kendisine eşlik edenler ve davetli olan seçkin kişiler evin dışındaki bir kameriyede ağırlanmışlardı. Daha sonra Abdülaziz, köşkün geniş bahçesini dolaştı ve birkaç yıl önce inşa edilmiş olan kiliseyi görmek istedi..
   Abdülaziz İstanbul'a döndükten sonra Fuad Paşa eliyle, kendisini karşılamış olan hanımlara güzel birer elmas gerdanlık ( Whittall ailesi üyelerinin söylediklerine bakılırsa, değerli incilerden birer broş ) hediye etmiş, ayrıca ev sahibini de 4. dereceden Osmanlı Mecidiye nişanı ile ödüllendirmişti...


 
    Abdülaziz ve Abdülhamid, çocuklarıyla...


   





















240 ) BABALAR GÜNÜ !..





   "Hayat, çağlayarak akan bir nehir gibi.. O azgın suların içindeyizdir bazen ve ne kadar yol katettiğimizi anlayamayız bile.. Sonra, sakinleşir sular, biz de kıyıya çıkar ve akıp durmaya devam eden nehri kıyıdan izlemeye başlarız. çaresiz... Gün gelir, kuruyunca görünür nehrin yatağı.. Taşları, tümsekleri, inişleri çıkışları, kederleri sevinçleri hep sular çekildiğinde fark ederiz.." diyor özetle, bir yazısında Ali Kırca
   Düşünüyorum da, babasız büyümenin rantını ömrüm boyunca yemişim !.. Birçok başarısızlığımın kalkanı olarak en başta kendime karşı kullanmışım.. Oğullarıma karşı, yapabildiklerimin dışında, yapamadığım onca şeyin bahanesi olarak öne sürmüşüm..
   Bunun altında, model olarak faydalanabileceğim bir kişinin olmaması mı yatıyor ?.. Çünkü kötü bir baba bile insana en azından nasıl olunmaması gerektiğini öğretir ..
   Her şeye rağmen, gerçekten de kolay değil.. Babamın kokusunu hiç koklayamadım, kucağına hiç çıkamadım, yanağından hiç öpemedim.. Elimden tutup beni  hiç sinemaya, maça götürmedi, gururla arkadaşlarına "benim oğlum" diye göstermedi, en kritik kararlarımda bana ortak olmadı.. Bu yüzden de arkadaşlarımın "babalı" hatıralarını, bir şeyler öğrenebilmek ve baba hasretimi dindirebilmek için, onlara fazla fark ettirmeden büyük bir merakla dinledim hep..
   Bazen de düşünürüm.. Hiç tanıyamadan kaybetmek mi daha iyi, yoksa tanıyıp da bazı şeyleri tattıktan sonra mı kaybetmek daha iyi ?.. Bence ikincisi tabii ki !..

   "BABADAN OĞULA
Eve dönmez bir akşam ; 
ve gün yüzlü çocuğu,
sorar : Nerede babam ?


Bakarlar, oldu bitti ; 
gelir derler çocuğa,
baban attaya gitti.


Uzar gider bu atta ;
ve neler neler olmaz
ve kim bilir ve hatta .


Bir mahşer gerisinde ; 
babası döner bir gün,
oğlunun derisinde.." NECİP FAZIL KISAKÜREK



   "BABALAR GÜNÜ !...Her özel günün altında yatan ticari kaygıdan nasibini almış bir gün.. "Sevmek, saymak" ana fikrinin ille de hediye almakla bağdaştırıldığı gün.. Belirli bir yaşa kadar ; bir babaya, babanın parasıyla anne tarafından seçilen hediyelerin çocuklar tarafından verildiği gün !.. Anneler Günü olur da, Babalar Günü olmaz mı mantığıyla icat edilmiş bir gün..Babalar üzülmesin, onları da unutmadık dercesine.."
İnternette dolaşan bazı görüşler böyle !..

  Hiç Babalar Günü hediyesi alacak bir babam olmadı diye mi paylaştım bu görüşleri ?!..Ama ne yapayım ?.. Anneler Günü için yazılanlar, Babalar Günü'nde yazılamaz zaten.. Doğuran, emziren ve büyüten annelik ne kadar evrensel ve genelse ; dünyaya getirme sürecinin başlangıç anı dışında ortada görünmemesi bile mümkün olabilen babalık, o kadar tekil ve özeldir.. Oysa herkes babasını kendi beyninde ve yüreğinde yaratır ve yaşatır.. Anne sevgisini paralel sokaklarda süren bir yolculuk gibi düşünürsek ; baba sevgisini , sokakları zikzaklarda kesişen ya da uzaklaşan bir şekil olarak kabul edebiliriz..



   Çok sevdiğim bir CAN DÜNDAR yazısını izninizle tekrar paylaşıyorum..
TÜM BABALARIN ve BABA ADAYLARININ "BABALAR GÜNÜ" KUTLU OLSUN...

   BABALAR VE ÇOCUKLAR
   Evlatlar açısından babalık üç döneme ayrılır : İlki  "Benim babam gibisi yok" dönemdir. Babamızın her şeyi bildiğini, herkesi yenebildiğini, her engeli aşabildiğini düşünür, buna yürekten inanırız. İkinci dönem biraz daha büyüyüp, başkalarının babalarıyla tanıştığımız ve kendimizinkiyle kıyasladığımız dönemdir : "Falancanın babası oğluna şunu almış", "filanca kızına şöyle davranmış" diye yakınır çocuklar... Üçüncü dönem "Eksiği, fazlası vardı, ama çok iyi adamdı" dönemidir. Bu cümleyi genellikle bir pişmanlık ifadesi izler : "Keşke hayatta olsaydı da boynuna sarılabilseydim, akıl danışabilseydim." 
   Babalar açısından evlatla ilişkiler de üç döneme ayrılabilir : İlki "Yavruma canım feda" dönemidir. Her baba, bebeğini ilk kucağına aldığında avucunu dolduran sıcaklığı başka hiçbir sevginin yaratamayacağına inanır. Artık çocuğu için yaşayacaktır. İkinci dönem "hiç vaktim yok ki" dönemidir. Bebeklik devrinin tatlı neşesi, yerini uykusuz gecelere, dur durak bilmez bir ilgi talebine bırakır ve baba yeniden işlerine gömülür. Ömrünü adamaya söz verdiği evlatla akşam sofrada ya da televizyon karşısında birlikte olabilir ancak.. Ve son dönem : Artık evladını sevmeye vakti vardır, lakin seveceği evlat çoktan yuvadan uçmuştur. Bir zamanlar cıvıl cıvıl şakıyan çocuk odasının derli toplu sessizliğine bakıp "keşke ona daha çok vakit ayırabilseydim" diye iç geçirir..
   İkinci dönemi yaşayan babalar ve çocuklara tavsiyem, üçüncüyü yaşamamak için birinciye dönmeleridir... "Keşke" leri aşmanın yolu, baba-çocuk ilişkilerinde balayı yıllarının heyecanını diriltmekten geçiyor.
   Son zamanlarda hangi eve gitsem çocuk odasında yığınla oyuncak görüyorum. Oyuncaklar... Çocuklarımıza ayıramadığımız vakitlere karşılık verdiğimiz rüşvetler.. Oysa oyuncaktan çok, onları birlikte oynayacağı bir babaya ihtiyacı var çocukların.. Tıpkı babaların  hediyeden çok, ziyaretine gelip onlarla dertleşecek çocuklara ihtiyacı olduğu gibi..
   Hayatın akışı böyle..
   Yeter ki, "keşke" ler olmasın finalde..
   Bütün babalara sevgilerle..."



239 ) ENDÜLÜS'TE SON RAKS !..



   Endülüs çok güçlü bir devletti ancak iç çatışmalar ülkeyi zayıflattı. Etnik olarak Berberi-Arap, tarihi olarak Emevi-Abbasi çatışmalarının sonu gelmedi. Mezhep çatışmaları da had safhaya ulaştı. Tüm İslam coğrafyasının aksine Maliki mezhebi Endülüs'te en çok taraftarı olan mezhepti. Bunun nedeni, Abbasi hilafetine duyulan düşmanlıktır. Endülüs'te önceleri Evzai mezhebi üstündü, fakat Hicri 200'lerden sonra Maliki mezhebi hakim olmaya başladı. Malikiliği Endülüs'e ilk getiren kimse, İmam Malik'in seçkin öğrencilerinden biri olan, Ziyad bin Abdurrahman olmuştur. Endülüs Emevi Devleti'nin Abbasilerle kötü ilişkileri, onların, Maliki mezhebini devletlerine hakim kılmalarına neden olmuştur..
   1009'da ülke iyice karışmıştı. İhtiraslı iktidar mücadelelerine konu olan Endülüs Emevileri Halifeliği 1031'de sona ermiş, yerine Tavaif-i Müluk denilen on dört küçük sultanlığa bırakmıştır. Sevilla ( İşbiliyye ), Cordoba
( Kurtuba ), Toledo ( Tuleytule ), Badajoz ( Batalyavs ), Zaragoza ( Sarakusta ) tek tek Haçlı koalisyonu tarafından yok edilir.. En son Granada (Gırnata) kalmıştır ve hala çok güçlü bir devlettir..
   Bu devirde Fatımiler de Septe civarını ellerine geçirmişler ve bağımsız özerk bir bölge kurmuşlardır. Kuzey Afrika'da da Fatımiler, Sanhacalar, İdrisiler çok güçlüdürler ve Endülüs'e baskı yapmaktadırlar. Abdülmümin reisliğindeki Muvahhidler ( Kuzey Afrika kökenli Berberi Müslümanlar ), Tunus ve Fas'ı ele geçirip, 1161 yılında İspanya'ya geçerler. İşbiliyye'yi ( Sevilla ) başkent yaparlar. Endülüs'teki Sünni Müslümanların tepkisini, Şii Fatımiler ve Hıristiyanlarla ittifak kurarak bastırırlar.
   Museviler bu dönemde Endülüs'te çok rahattırlar. İlim ve sanat alanlarında büyük ilerlemeler kaydetmişlerdir. Ayrıca Endülüs ordusunda paralık askerlik de yapmaktadırlar.. ( Mehmet Özdemir, "Endülüs'ün Yıkılış Süreci Üzerine Mülahazalar". A.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, 1997 , Sayı : 36, s.236-240 ) 
 
   İstanbul'un fethiyle gelişen Türk yayılışı karşısında Gırnata'nın kendileri için tehlikeli bir durum arzedeceğini hisseden Katolik krallar, bölgenin Müslümanlardan arındırılmasına büyük bir önem verirler. 1469 yılında IV: Henry'nin kız kardeşi, Kastilla Kraliçesi Isabella ile Aragon Kralı Ferdinand evlenirler ve ülkelerini birleştirirler..Bu evlilik Museviler ve ülkede Hıristiyan kimliği ile yaşayan Musevi dönmeleri tarafından da desteklenir. Ferdinand ve Isabella iki ayrı krallık olarak birleşirler. Ayrı kraliyet konsülleri vardır ve konsüllüklerdeki en önemli görevler yine Musevi dönmelerin elinde bulunmaktadır. ( Mayer Kayserling, "Christopher Columbus and the Participation",  s.25-28 )
   Bu ittifak on sene ( 1481-1492) gibi kısa bir sürede Gırnata'nın hakimiyetini tümüyle ele geçirir. Endülüs 1492 yılında tamamen yok olur.. İslam'ın hükmü geçmez olur.. Böylece Müslümanlar Katolik kralların insafına terk edilirler. İşkence ve sürgün dönemi başlar..
   Endülüs'ten Müslümanların haricinde Museviler de sürgün edilir. Bu sürgün olayının altında başka nedenlerin ( özellikle Türk Musevileri Başhahamı İshak Saffeti'nin mektubu ) olduğuna dair kuvvetli kanıtlar vardır.. Tarihi kaynaklar incelendiğinde Musevilerin İspanya'dan sürülmelerinin ardındaki birinci derecedeki gücün, yine bu ülkedeki üst makamları ele geçirmiş olan Museviler olduğu görülmektedir. İspanya'da, başpiskoposluk başta olmak üzere devletin yüksek makamlarını ele geçiren Museviler kendi dinlerine gizliden gizliye bağlı kalmakta, İspanya Kilisesini Hıristiyan görünerek ellerine geçirirken de bu bağlılıktan bir şey kaybetmezler..
( Frederic David Mocatta, "The Jews of Spain and Portugal and the Inquisition" , s.70 )
   Sadece dini mevkiler de değil, ülkedeki birçok makamın Musevilerin elinde olduğu görülmektedir. Örneğin Hazine Bakanı Aragon, Saragossa'da sinagogu olan bir Musevi dönmesidir. ( Kayserling, a.g.e., s.36 ) Hatta vergi memurlarının pek çoğu yine dönme Musevilerdir. ( Jean Plaidy, "The Rise of Spanish Inquisition", 1975 , s.107 ) 
   İspanya sürgünlerinin baş sorumlusu Engizisyon'un başkanı Rahip Torquemada'nın da Musevi dönmesi olması ve kraliçeyi Musevilerin ülkeden çıkartılmaları için ısrarla zorlaması, en dikkat çekici konulardan biridir...( Plaidy, a.g.e., s.125 ) 
   Zorla Hıristiyanlaştırılmış Müslüman bir ailenin torunu olan İspanyol tarih profesörü Rodrigo de Zayas, Kilisenin zorla din değiştirme olayında yekvücut olmadığını örneklerle açıklar. Özellikle Gırnata Başpiskoposu zorla din değiştirtmeye karşı çıkar : "Çok doğru, Katolik kralların günah çıkaran papazı Hernando de Talavera iyi ve hoşgörülü bir adamdır. Heyhat !. Çok geçmeden yerini Jimenez de Cisneros alır. Bu adam Gırnata'ya 1499 yılında gelir. Yaptığı ilk iş, on bir bin Müslüman'ı Katolikliğe döndürmektir.." ( Rodrigo de Zayas, "Endülüs'ten İspanya'ya", s.14 ) 
  

   Kraliçe Isabella'ya Engizisyon kurması ve Musevileri göç ettirmesi konusunda destek veren Museviler yalnızca Torquemada ile kalmamaktadır : "Alonso de Spina 1460'da, dönmelerin ikiyüzlülüğüne dikkat çeken oldukça sert bir doküman yayınladı. Ama ilginç olan, kendisinin de bir dönme olmasıydı.. Alonso de Spina, dışta Hıristiyan görünüp, gizlice Museviliği uygulayan dönmelerle ilgilenmesi için Castil'de Engizisyon kurulmasını istedi.." ( Plaidy, a.g.e., s.107 )

   Sürgünün Musevi liderlerce provoke edilmesi olasılığını destekleyen en önemli sebep Osmanlı'ya göçün gerçekleştirilmesidir. O dönemde, Osmanlı Devleti Avrupa'nın en güçlü devletidir. Yunan ve Bizans döneminden kalan az sayıda Musevi, Osmanlı topraklarında son derece iyi şartlar altında yaşamaktadırlar. Musevilerin Kudüs'e ulaşmaları, Osmanlı Devleti'ne yerleşmelerine bağlıdır. Elbette yüz binlerce Musevi'nin kendiliğinden Osmanlı Devleti'ne yerleşmesi olası değildir ; bunun makul bir nedeni olması şarttır.. Bütün bunları göz önünde bulundurunca, İspanya sürgününün perde arkası daha iyi anlaşılır. Endülüs Musevileri evlerini, işlerini, eşyalarını bırakıp, yeni ülkelerde, hiç tanımadıkları topraklarda ev ve iş kurmak, hayata yeniden başlamak zorunda kalırlar. Elbette ki, çok büyük zorluklar, güçlükler yaşarlar. Onların yaşadıkları bu zorlukların sorumlusu, sadece Katolikler değildir ; bizzat kendi ırkdaşları, kendi dindaşları olan Musevilerdir..
   Sonuçta üç yüz bin civarında Musevi çeşitli ülkelere dağılırlar. 1492'de Sefardi ( İbranice'de İspanya ) diasporasının büyük kısmının gittiği yer Osmanlı Devleti olur. Doksan bin kadar Sefarad Musevisi Osmanlı topraklarına yerleşir. Portekiz'e giden diğer bir bölüm ise, Portekiz'in İspanyol egemenliğine girmesinden sonra, 1497'de Osmanlı topraklarına göçerler..
 
   İslam hukukuna göre, Müslümanlar ile barış yapan ve İslam'ın egemenliğini kabul eden gayrimüslimlere "zimmı" adı verilir.Osmanlı Padişahı II. Bayezid, 1492 senesi ilkbaharında İspanya'dan çıkarılan Musevileri zimmet akdinin hükümlerine uymak şartıyla Osmanlı ülkesinin belirli yerlerine ve özellikle de Selanik, Edirne, Ağriboz'a bağlı Livadiye ve Tırhala çevresine yerleştirmiştir.. Bu tarihten sonra Osmanlı Devleti, Sefarad Musevilerinin en yoğun yerleştikleri yer haline gelir. Selanik ise, Avrupa'daki bu en büyük Musevi topluluğunun merkezi olur. Osmanlı topraklarındaki Musevi nüfusu da kısa süre içerisinde yüz binlerle ifade edilen bir sayıya ulaşmıştır..Selanik'teki Musevi nüfusu o kadar artar ki, diğer milletler (Türkler, Bulgarlar, Rumlar vs. ) bu şehirde azınlık durumuna düşerler. Museviler, Osmanlı Devleti bayrağı altında Avrupa, Asya, Afrika hatta Hindistan'a kadar rahatlıkla ticaret yapabilmektedirler. O kadar güçlenirler ki, Papa'nın İtalya'da bulunan Maron Musevilerine yaptığı baskılar dolayısıyla bir keresinde İtalya'ya ambargo uygulayıp ticari açıdan bu devleti zor durumda bırakırlar.. İstanbul, Selanik, Bursa, Edirne, Halep, Kahire, İskenderiye, Ankara, Amasya, Tokat, Trablusgarp, Şam, Sofya, Vidin, Manastır, Üsküp, Gelibolu gibi yerler önemli Musevi ticaret merkezleri haline gelirler.. ( Aryeh Shmuelevitz, "The Jews of the Ottoman Empire in the late 15. - 16. Centuries", 1984 , s. 128-130 ) 
   Türkler ve Museviler tarihleri boyunca hiç savaşmamıştır. Ayrıca Museviler çok zor bir durumdan Türklere sığınarak kurtulmuşlardır. Bu nedenle her iki taraf da birbirlerine dostça yaklaşır. ( Joseph Nehama, "Historie des Israelites de Salonique", c.6, s.427 )

 
   Gelelim Endülüs Müslümanlarına... Geniş çaplı tasfiye sonucu, İspanya'daki üç milyon Müslüman'ın çoğu öldürülür, geri kalanı da ülkeden çıkartılır.
  "Krallığın her yanından toplanan Müslümanlar, yaya olarak limanlara getirilirler. Çoğu yollarda ölür ; açlıktan, susuzluktan ve bitkinlikten. Onları taşıtmak için Napoli'den, Ceneviz'den ve başka yerlerden kadırgalar getirtilir. Çok geçmeden askeri filolar yetersiz kalır. Bunun üzerine şahıslara ait gemiler kiralanır. Kaptanlar, Müslümanları taşımak için kelle başı ücret alırlar. Fakat İspanyol limanlarından gözle görünmez olunca onları denize atmayı ve hemen dönüp yeni bir yükleme yapmayı daha karlı bulurlar.." ( Rodrigo de Zayas, a.g.e., s.23 )
   Endülüs'ten sürülen yüz binlerce Müslümandan bir teki bile Osmanlı topraklarına gelemez !..

238 ) BİR MEKTUBUN ANALİZİ !..

Vahdettin, San Remo'da bulunduğu günlerde ABD Başkanı'na bir mektup yazmıştır. Bu mektup, Halis Reşat Bey tarafından Paris'te bulunan Amerikan elçiliğine teslim edilmiştir. Elçilik de bu mektubun orijinalini ve İngilizce çevirisini 15 Nisan 1924 tarihli yazısıyla Washington'a göndermiştir.
Vahdettin'in bu mektubu ABD Ulusal Arşivi'nde, 86700 / 1788 numarada kayıtlıdır..
İşte o tarihi, aynı zamanda da ibretlik olan mektup :
"Amerika Cemahir-i Müttefikiye Reisi Mösyö Coolidge Cenablarına .
Siyasi olayların ve gelişmelerin tüm iç yüzünü, hangi nedenlerden dolayı Saltanat merkezimi geçici bir süre için terk etmek zorunda kaldığımı biliyorsunuz. Bu konuda ayrıntılı bilgi sunmayı gereksiz buluyorum.
   Bu süresiz uzaklaşmanın, babadan kalma sahip olduğum Saltanat ve hilafet makamından vazgeçtiğim anlamına gelmeyeceği açıktır. Ankara meclisi gibi bir isyancı fitnenin bu konuda alacağı tüm kararların geçersiz olacağını bildiririm. Şöyle ki ; İslam hilafetinin tümüyle kaldırılması dini, kavmiyeti, vatanı belirsiz ve karışık askerlerden ve öteki sınıflardan oluşan küçük bir şer zümresinin kısmen zorla ve kısmen bilgisizlik ve gafletle yönlendirdiği beş-altı milyonluk Türk kavminin yetki alanı içinde değildir. Bu ancak tüm İslam dünyasınca atanan uzman kişilerden oluşan bir meclisin toplanması ve tüm din bilginlerinin ortak kararı ile çözümlenecek büyük bir evrensel sorundur. İslam bilginlerinin bildiği üzere şeriata aykırı kararlar herhangi makamdan olursa olsun sonuçsuz kalmaya mahkumdur. 
   Bundan başka bu durumun, içinde bulunulan koşullarda İslam dünyasında sonuçları pek vahim olabilecek büyük bir heyecana yol açacaktır. Ayrıca gelişmiş ülkelerin iç güvenliklerine de büyük bir etki yapacaktır.
   Hanedanın ileri gelenleri aleyhinde Ankara meclisi kabul edilen sürgün ve kovma, emlakine ve bireysel mallarına el koyma gibi haksız kararları hanedanın bireylerini, insan ve kişilik haklarından soyutlar mahiyettedir. 
   Bu konuda yüce kişiliğiniz ve cumhuriyet hükumetiniz tarafından olanaklar ölçüsünde yapılabilecek yardımları pek değerli sayacağımı açıklamaya gerek yoktur. Bu vesileyle sağlıklı olmanızı yüce haktan niyaz eylerim.
13 Mart 1924. Mehmed Vahideddin "
   


   Vahdettin'in ABD Başkanı'na gönderdiği mektuptan çıkan sonuçlar şunlardır : 
   1. Vahdettin hala Osmanlı İmparatorluğu'nun tarihe karıştığını ve yerine yeni bir devletin kurulduğunu kabul edememektedir. Mevcut durumu geçici görmektedir.
   2. Kendi iradesiyle ülkeyi terk ettiği halde hala saltanat ve hilafet haklarının varlığından söz edebilmektedir. Ankara'da toplanan ve ulusun gerçek temsilcilerinden oluşan TBMM üyelerini fitneci olarak görmekte ve T.C.'ni tanımamaktadır.
   3. Saltanat ile hilafetin ayrılmasını ve kaldırılmasını sağlayan meclis üyelerini "dini,kökeni,vatanı belli olmayan küçük bir şer zümresi" olarak nitelemektedir.
   4. Vahdettin, hilafeti kaldırmanın Türk Ulusu'nun yetkisinde olmadığını, hilafet sorununun tüm İslam ülkelerinin gönderecekleri uzman kişilerden oluşacak bir meclis tarafından çözüme bağlanabileceğini iddia etmektedir. Ulus egemenliğine dayanan bir devletin var olduğunu kabul etmemektedir.
   5. TBMM'nin aldığı bu kararların İslam dünyasında olumsuzluklar yaratacağı gibi "gelişmiş ülkelerin iç güvenliklerinin bozulmasında" da etkili olacağını belirterek adeta "aba altından sopa" göstermektedir.
   6. TBMM'nin çıkardığı hilafetin kaldırılması ve hanedan mallarına el konulmasını öngören 3 Mart 1924 tarihli yasayı "kişisel haklara indirilmiş bir darbe" olarak nitelemekte ve Türkiye Cumhuriyeti'ni "kişi hakları tanımayan bir devlet" olarak göstermeye çalışmaktadır..
   7. Vahdettin, saltanat ve hilafet sorununun çözümlenmesi için diplomatik bir üslup ile ABD Başkanı'ndan yardım istemektedir. Yani ABD yardımıyla Türkiye'de yeniden sultan ve halife olmayı hayal etmektedir..

   Bu belge, Vahdettin'in Kurtuluş Savaşı sırasındaki hıyanetleri bir yana asıl büyük hıyanetini San Remo'daki sürgün günlerinde yaptığını göstermektedir. 




NOT : Sinan Meydan, "Cumhuriyet Tarihi Yalanları" adlı kitabının 1. cildinde Vahdettin'i çok kapsamlı ve titiz bir şekilde incelemiş.. Aldığım diğer notları zaman içinde ve bölüm bölüm sizlerle paylaşacağım.. 





237 ) GERONİMO !...

   Ağırlıklı olarak Osmanlı, yakın tarihimiz, memleketim ve içinde doğup halen yaşadığım sevgili şehrim İzmir hakkında yazılar yayınlıyorum.. Arada bir de, çok sevdiğim ve saygı duyduğum bir ırk olan Kızılderililer ile ilgili konulara yer verdim.
   Çocukluğumda, yani 1950'li yılların sonlarıyla 1960'lı yılların başlarından itibaren hep beyaz adamın iyi, onların da hep vahşi olarak gösterildikleri Holywood filmlerini izledim. İster istemez, geçici olarak da olsa etkilendim.. İtalyan çizerlerin Tom Miks, Kinova, Tex gibi çizgi romanlarında da, aynı şekilde, hep kötü olarak gösteriliyorlardı. Biraz geç de olsa işin aslını sonradan öğrendim. Sadece ben değil, Amerikalı yönetmenler ve prodüktörler de öğrendi ki, sonunda, daha gerçekçi filmler yapmaya başladılar..
   İlk gençliğimde,İngilizce'yi ilerletme amacıyla başlayıp, tiryakisi olduğum, "comics" denen Amerikan çizgi romanlarında( "Archies" ) bir şey dikkatimi çekerdi.. Bazı karakterler korktukları ama yapmak zorunda oldukları bir şeyi yapmadan önce "geronimo !" diye bağırıyorlardı !.. Daha sonra,  aynı adı taşıyan bir filmde bu ismin bir Kızılderili reise ait olduğunu öğrendim.
   İşte bu Geronimo'nun öyküsünü, çoğu bilgileri Sunay Akın'ın çeşitli yazılarından derleyerek, sizlerle paylaşıyorum ; umarım beğenirsiniz..        

  Geronimo
   Gila Irmağı, Arizona'nın sarp kayalıkları arasından doğar. Suyun yeryüzüne çıktığı kaynağın yanı başındaki ağacın gölgesinde doğan bir bebeğe Geronimo adını koyarlar. Yaşlı bir Kızılderili, bebeği ağaca göstererek "Onun büyümesini sağla. Senin birçok kereler meyve verdiğini görsün ! " diye bağırır..
   ABD ile Meksika hükumetleri arasında bir anlaşma yapılır. Buna göre, Apacheleri takip eden her iki devletin askerleri birbirlerinden izin almaksızın sınırı geçmektedirler. Askerlikte sınır "namus" demektir ; ama bir Kızılderili öldürülecekse namusun çiğnenmesinde bir mahzur yoktur !..
   Apacheler buffalo ve geyik derilerine karşılık yiyecek almak üzere, silahsız olarak, Kaskiyeh çarşısındaki pazara giderler. Bunu fırsat bilen Meksikalı askerler Apache köyüne saldırarak atlarına el koyarlar. Baskında ölenlerin arasında Geronimo'nun annesi, karısı ve üç çocuğu da vardır. Kabilesiyle birlikte Kuzey'e doğru yaptığı uzun yürüyüş sırasında hiç konuşmayan Geronimo, topraklarına vardığında kendisinin ve annesinin hayvan derilerinden yapılan evlerini yakar ve bir savaş şarkısı söyleyerek suskunluğunu bozar..
   Kızılderili kadınlar çocukları doğduğunda elleriyle onların ağzını kapatırlar. Nefes alması için ellerini bir süre çekip, bebeğin tekrar ağlamasına fırsat vermeden aynı hareketi tekrarlarlar. Ağlamamak, gözlerini dünyaya açan bir Kızılderilinin aldığı ilk derstir. Beyaz adamdan kaçarken ya da bir av hayvanının izini sürerken, kucaktaki bebeğin ağlaması her şeyin sonu demektir. Dersini iyi alamayan bir bebeğin çıkaracağı ses, ya açlıktan ya da kurşun yağmurundan ölmek demektir..

    Geronimo, eşi ve çocuğu
   Özgürlükleri için savaşmak zorunda kalan Kızılderililerin, ABD ile Meksika arasındaki bu anlaşmadan başka, bir düşmanları daha vardır : Beyaz adamın gazeteleri.. Gazetelerde çıkan haberler gerçek dışı olup, yakılan köylerden, göçe zorlanan,  öldürülen ve işkence yapılan Kızılderililerden söz etmemekte, hep askerlerin kahramanlıklarını anlatmaktadır.. Kısacası hiç değişmeyen kural yinelenmektedir : Tarihi güçlüler yazar !..
   Yalanlar o derece ortalığı sarmıştır ki, bölgede görevli olan General George Crook sonunda dayanamayıp tepki göstermek zorunda kalır : "Sınırda çıkan gazeteler Kızılderililer üstüne abartılmış ve hayali haberler yayıyor ; kaliteli ve yüksek tirajlı gazeteler de bunları ülkenin her yerinde tekrar basıyorlar. Ama sorunun öteki yanına hemen hiç değinilmiyor, böylece halkın çoğu bu konuda yanlış fikirlere kapılıyor. Bir olay patlak verdiğinde, kamuoyu Kızılderililere cephe alıyor, onların yalnızca suçlarına ve kötülüklerine inanıyor. Bu arada adaletsizlikleriyle Kızılderilileri bu yola sürükleyen kimseler de cezasız kalıyor ; suçlamalarda en büyük yaygarayı da onlar koparıyor. Bu gerçeği kimse Kızılderililerden daha iyi bilemez. Bundan dolayı, kendilerine yalnızca ceza, beyazlara da sınırsız yağma hakkı veren bir hükumeti, adaletsiz bir hükumet saymakta haklıdırlar."
   Kızılderililerin "Kurt" adını taktıkları General Crook ile Geronimo arasında yapılan barış anlaşması bir yılını doldurduğunda bölgede ne şiddet ne de yağma olayı görülür. Generalin yalancılıkla suçladığı gazeteler barış ortamını bozmak için ordunun Geronimo'ya teslim olduğunu yazmakta, Geronimo'yu da Şeytanın ta kendisi olarak tanıtmaktadırlar.  Sonunda gazetelerin istediği olur ; General Crook, Geronimo'nun kaçmasına göz yummak ve yetkisi olmadığı halde Kızılderililerin teslim olma koşullarını kabul etmek suçlarından görevden alınır ve yerine yükselme hırsıyla dolu olan Tuğgeneral Nelson Miles atanır. 12 Nisan 1886'da görevi teslim alan General Miles, beş bin askerini Geronimo'nun üstüne gönderir. Askerlere beş yüz kişilik Kızılderili iz sürücü birliği ile bin kişiden oluşan milis kuvvet katılır. Geronimo'nun yanında ise yalnızca yirmi dört savaşçı bulunmaktadır !..
 
George Crook                Grover Cleveland 


   Geronimo teslim olunca, Washington'daki "Büyük Baba", gazete haberlerine inanarak, onun asılmasını ister.  Başkan Grover Cleveland'ı bu kararından Geronimo'yu yakından tanıyanlar vazgeçirirler. Apachelerin son reisi yaşantısı boyunca gördüklerine bir anlam veremez : "Ailemle birlikte barış içinde yaşıyordum. Yiyeceğim boldu, iyi uyuyordum, hayatımdan memnundum. Bu kötü hikayeler nereden çıktı bilmem. (..) Ne at öldürmüştüm, ne insan.. Ne beyaz, ne de Kızılderili. General Crook'un sözünden hiç çıkmadım.. Beni tutuklamanız için kim emir verdi, söyleyin !.. Sık sık gazetelerde asılacağımdan söz eden haberler çıkıyormuş. Bunlardan bıktım artık.."
   Geronimo'nun bu sözleri beyaz adamın gazetelerine nasıl yansımıştı acaba ?..
   Amerika'yı  boydan boya kateden Kuzey Pasifik Demiryolu'nun açılış törenine davet edilen bir başka Kızılderili reis, Oturan Boğa, istek üzerine konuşma yapmak için kürsüye çıkar. Reisin söylediklerini ise kürsünün yanında duran bir subay konuklara şöyle çevirir : "Kızıl ve yumuşak kalbimle size hoş geldiniz diyorum".. Oturan Boğa alkış seslerine bir anlam veremez.. Aslında kendi diliyle şunları söylemiştir çünkü :
"Bütün beyaz insanlardan nefret ediyorum. Yalancı ve hırsızsınız hepiniz.. Topraklarımızı alıp bizi sürgün ettiniz !.."
   Bu güvensizlik duygusu sonraki yıllara da taşınır.. Ay'a insan göndermek üzere kolları sıvayan NASA, 1966 yılında planlanan çalışmalar doğrultusunda, astronotları Navajo Kızılderilileri'ne ayrılan rezervasyon topraklarında eğitmeye başlar. Bu yerin seçilmesinin nedeni, o bölgenin yüzey şekillerinin Ay'a çok benzemesidir.. Eğitimdeki astronotları her gün izleyen bir çift gözlemci vardır : Yaşlı bir Kızılderili ve küçük bir Kızılderili çocuk !.. Birkaç gün sonra çocuk gelir ve, "Beni babam gönderdi. O, sizin dilinizi bilmiyor. Babam, bu garip aletler ve giysilerle burada günlerdir ne yaptığınızı soruyor" der. NASA' lı yetkili ne yaptıklarını anlatır çocuğa.. Çocuk gittikten biraz sonra yaşlı Kızılderili koşa koşa gelir ve nefes nefese bir şeyler söylemeye başlar. Arkadan yetişen oğlu da, onların Ay'a gideceklerini öğrenince babasının çok heyecanlandığını, Ay'a bir mesaj göndermek istediğini, o mesajı da yanlarında götürüp götüremeyeceklerini sorar. Sıcak havada günlerdir çalışmaktan bunalmış biliminsanları bir teyp uzatırlar : "Babana söyle mesajını bu teybe söylesin. Söz, giderken yanımızda götüreceğiz.." Çocuk söylenenleri babasına çevirdikten sonra adam teybe bir şeyler söyler ve kızgın bir şekilde oradan uzaklaşır..  Onları başlarından savarlar ama gece herkesin kafasında bir merak uyanmıştır, yaşlı bir Kızılderili Ay'a ne gibi bir mesaj göndermek isteyebilir ?..
   Ertesi gün ve onu takip eden gün ne adam, ne de çocuk oraya uğramazlar. Kampta merak son haddine varmıştır. Dayanamayıp yakındaki Navajo köyüne giderler ve İngilizce bilen bir başka Kızılderiliden mesajın ne anlama geldiğini öğrenirler : "Bu adamlara dikkat edin !  Topraklarınızı almaya geliyorlar !"..

 
William F. Cody            Oturan Boğa  ve Buffalo Bill (W.F.Cody )
  
    General Custer'in Kızılderililer tarafından 1876'da Little Bighorn savaşında öldürülmesinin intikamını almak isteyen askerlerin saldırısı sonucunda, Kızılderili reisi Sarı El öldürülür. Savaş alanında gezinen Willia F.Cody, reisin yanına çökerek kafa derisini yüzer, sonra da atına atlayıp gözden kaybolur !.. Bu olaydan sonra kovboy romanlarının kapağında görünür Cody, Buffalo Bill adıyla.. Üzerinde süslü bir Meksika kostümü, Winchester tüfeği ve Colt tabancalarıyla bir yıldızdır artık !.. Kurmuş olduğu sirkte, izleyicilere General Custer'ın kanını nasıl yerde bırakmadığını (!) canlandırır ve elindeki Sarı El'in kafa derisini sallayıp zafer naraları atarak alkışları toplar !..
   Baltimore, Washington ve New York gibi birçok kentte gösteri yapan Buffalo Bill, izleyicilerden yalnızca alkış toplamaz, paraları da cebine atar.. Eyfel Kulesi'nin açıldığı 1889 yılında, "Buffalo Bill Wild West Show" Paris'tedir. Evet, Avrupa turnesindedir şimdi de..
   Amerika'da Saint Louis Fuarına gelenler ağzından alev çıkaran, karnına bıçak saplayan ya da dans eden göstericilere değil, Arizona Apacheleri'nin son reisi olan Geronimo'yu görmeye koşmaktadır. ABD'nin savaş tutsağı olan Geronimo, kahkaha sesleri arasında fotoğraf çektirmek isteyenlere poz vermek zorunda bırakılır, elinden geldiğince, hatıra olarak, adını yazmaya zorlanır !..
   1909'da ölen Geronimo'nun kemiklerinin mezarından çıkarılıp dağlara götürüldüğü efsanesi günümüzde de, dilden dile dolaşmaktadır...

   

236 ) NAZIM ÜZERİNE İKİ AYRI YORUM !..


   Falih Rıfkı Atay, 2 Mayıs 1965'de, "Pazar Konuşması" adlı yazısında Nazım Hikmet için şöyle yazar :
"... Anadolu emperyalizmine karşı ayaklandığı vakit, ihtilalimizi yalnız Rusya ve Almanya'daki komünist hareketleri tutmuştu. Tek yardımcımız da Lenin Rusya'sı idi. Dört büyük devleti ve Yunan ordusunu topraklarımızdan çıkararak tam bağımsızlığa erişebileceğimiz inancı Kuvvay-i Milliye Meclisinde bile pek sağlam değildi. Bu sırada Almanya ve Rusya'da bulunup da komünist hareketlere katılmış olanlara hak veriyorduk ve onların Türk Kurtuluş Savaşı kazanıldıktan sonra bize katılmalarını samimi buluyorduk. Atatürk, umutsuzluk günlerinde daha çok şaşırmış olanlara bile, yeni bir yol seçme fırsatı tanımak taraflısı idi. Nitekim Anadolu savaşında hizmet etmeyi reddeden bazı yüksek rütbeli askerlerimizin bile 'Benim iznimle İstanbul'da kalmışlardır' diye Cumhuriyet ordusunda kalmalarını sağlayan Atatürk'tür..
   Polis bu fikirde değildi. Dar kafalı idareciler de polisle beraber fişlilerin peşindeydiler. Benim bildiklerimden yalnız Nazım Hikmet değil, Şevket Süreyya, Vedat Nedim, İsmail Hüsrev ve Burhan Belge de Spartakist Almanya'sında bulundukları için fişli idiler. Polis ve idareci onları kıpkızıl komünist görür, ama Atatürk iktidarı Vedat Nedim'e basını, Şevket Süreyya'ya Ticaret Okulu müdürlüğünü verirdi. Bunlar yine de işsiz veya iş icatçısı sivil polisin yakıştırma curnallerinden kurtulamazlardı. Pek dar görüşlü Fevzi Çakmak için ben de komünisttim. 'Yeni Rusya' kitabımı yasaklar içine almıştı. Ben ise bu kitabı Atatürk'ün gazetesinde tefrika etmiştim ve Atatürk'ün başyazarlığını yapıyordum. Son eseri bir 'Tevhid' olan Hasan Ali Yücel'i bile komünistlikle suçlamak isteyen Fevzi Çakmak değil midir ?..
   Türkiye'de bugün olduğu gibi o zamanlar da komünistler vardı. Gözleri kapalı Moskova'ya bağlı idiler. Ancak şimdi olduğu üzere, sosyalistlik bahanesi altında, açıkça Moskova parolacılığı edemedikleri için 'teşhis' edemiyorduk. Hangisi gerçekti, hangisi sivil polisin işgüzarlığı veya iftirası idi, bilemiyorduk.
   Nazım 'Akşam' gazetesinin yazı kadrosuna girdi. İmzasız yazılarını okuyordum. Nazım'ın bilgi ve kültür iddiaları yoktu. Devamlı peşine düşülmesinden ve kendisinden bir halk kahramanı tehlikesi görülmesinden gurur duyduğunu sanıyorum. 
   Bir gün kulaklarımla Meclis koridorlarında şu sözü duydum : 
' - Vesika yokmuş ha, delil bulunmazmış ha.. Biz onu Divan-ı Harbe mahkum ettirelim de gününü görür.'
   Nazım Hikmet hapiste iken bu sözü hatırlayarak yok yere çile çekmesini içime yediremezdim. Anasının yakınlarından Fuad Cebesoy da affı için çalıştı durdu. İnönü, Cebesoy'un ve bizim söylediklerimizi iyi karşılamıştır. Affedilecek ve Ankara'ya gelip adı 'Ulus' olarak değişen 'Hakimiyet-i Milliye' kadrosu içinde çalışacaktı. Fakat Fevzi Çakmak engelini aşmak güçtü. 
   İnönü bir gündelik gazetede Yahya Kemal'in divan biçimi gazelini göstererek : ' Bunları okudukça Nazım'ın hapiste olmasına canım yanıyor' demişti.  Atatürk'ün sofrasında, bir toplantımızda, Nazım Hikmet'in kendi sesiyle plağa okuduğu 'Salkım Söğüt'ü dinlerken Ata'nın tatlı dalışını hatırlıyorum.. 
   
  Falih Rıfkı Atay
   Yahya Kemal Osmanlı emperyalizmi destancısı idi. Yeni Türkiye'yi doğuşundan bu yana hiçbir tarafı ile benimsememiştir. Ne Türkçü, ne Türkçeci, ne de Cumhuriyetçi idi. Büyük şair olduğuna inananlar, o benimsemediği için Türkçülük, Türkçecilik ve Cumhuriyetçiliklerini mi bırakacaklar ? Yahut fikirlerini ve inançlarını benimsemedikleri için şiirlerini mi okumayacaklar ?..   
   Nazım Hikmet'in yeni kuşağın en büyük şairi olması komünistliğin en doğru ekonomi mezhebi olduğunu mu gösterir ? Yahut o komünist olduğu için şiiri şiirliğini mi kaybeder ?.. 
   Kaldı ki Nazım, Batı ve Amerikan dünyası için bugünkü sol saldırışlarının yüzde biri kadar yerici olmamıştır. Bundan başka son destanının da gösterdiği üzere, bu günkü maskeli ve üstelik şiirsiz ve hünersiz kaba sol gibi inkarcılık da etmemiş, vatanını, ondan uzakta ölmeyi iki kat ölüm sayacak kadar sevmiş ve aramıştır..
   Nazım'ın Türkiye'den kaçışı, ellisinden sonra askerliğinin soruşturulmaya başlamasındandır. Askerliğe bir borcu yoktu. Doğu'ya yollanarak Sabahattin Ali gibi öldürüleceğinden korktu. Yıllarca hapislerde çektiklerinden sonra yeni bir işkenceye uğramak ona her şeyi göze aldırıcı geldi. 
   İkisinde de tuhaf bir benzerliği içime sindirememişimdir. Ben, yere kapanarak Atatürk'ün ayağını öpen tek adam hatırlarım : Yahya Kemal !..
   Bursa'da ilk rastlayışımda öpmüştür. Acaba Anadolu'ya gitmek üzere kendisine yollanan para ile, Eskişehir bozgunu üzerine paniğe kapılarak Bulgaristan'a gitmiş olduğunu unutturmak için miydi ?.. Öyle de olsa, tozlu ayağını öptüğü Atatürk öldükten sonra, eğer bana anlatılan doğru ise, bir Boğaziçi yalısında : ' Mustafa Kemal diye bir kahramanı, o zamanlar lazım olduğu için biz icat ettik ' dememeli idi. 
   O ne kadar aydınlık bakışlı Nazım Hikmet'in de uçaktan iner inmez, eğer Tass Ajansı yalan söylememişse, Moskova toprağını öperek Stalin'e secde etmiş olması pek gücüme gider. Bari Stalin öldükten sonra 'Stalinsizleşme' devri sahnelerinde onu en çok maskara eden piyesi yazmamalı idi.
   Ah insanlık !.. "          
  Vala ve Müzehher Va-nu ile


   Müzehher Va-nu, "Bir Dönemin Tanıklığı" adlı kitabında ; Falih Rıfkı Atay'ın yukarıda paylaştığım yazısı üzerine şunları aktarır :
  "Bence, Nazım Hikmet'in uçaktan indikten sonra Moskova toprağını öpmesi yalandır. Tass Ajansı düpedüz ve de kuyruklu yalan söylemiştir, diyorum. Çünkü bu hareket Nazım Hikmet'in iç yapısına ters düşmektedir. Ayrıca mantığa da ters düşmektedir. Eğer Nazım Hikmet, toprak öpecek yaradılışta olsaydı, hatta el öpebilseydi, 13 yıl cezaevinde yatması gerekmeyecekti. Çünkü, daha hüküm giymeden 'gerekenlerin' ellerini öper, tövbekar olur, cezaevine girmekten kurtulurdu. Kaldı ki, onu cezalandıranların hiç biriinin vicdanı rahat değildi. O cezaevinde yatarken, Şükrü Kaya'nın bile vicdanı rahatsızdı. Kendisi Fenerbahçe'de otururdu, biz de Kalamış'ta. Tramvaylarda, gece vapurlarında sık sık rastlardık. Nazım'dan haber sorardı : 'Kurtaramadık gitti ! ' diye eseflenirdi. Bana öyle gelirdi ki, içten eseflenirdi. Vicdan azabı çektiğinden.. Nazım'ın başına gelenlerden sanki yalnız askerler sorumluydu. Fevzi Çakmak'ı suçladılar. Suçu silkelemek duygusu, vicdan azabıyla ilgilidir bir yönden.
   Nazım Hikmet, toprak öpecek yaradılışta olsaydı, açlık grevine yatmasına gerek yoktu. Ahmed Emin Yalman'ın önerilerine boyun eğer, tövbekarlık kağıdını imzalar, 'Vatan' yazarlarının arasına karışıverirdi. Toprak öpecek yaradılışta olsaydı, aftan sonra : 'Benden bu kadarı. Artık çoluk çocuk sahibi oldum' der, devrin dümen suyuna bırakıverirdi kendini. Böylece 50 yaşına gelmişken 'Yürü Zara'ya !'  diye askerler yakasına yapışmazdı.."
  

Hürriyet

KAYNAK OLARAK KULLANDIĞIM KİTAPLAR..
-------------------------------------------------------
1.DEVLET-İ ALİYYE.I...HALİL İNALCIK 2.OSMANLILAR..HALİL İNALCIK
3.İMP.'UN EN UZUN YÜZYILI..İLBER ORTAYLI
4.SON İMP. OSMANLI..İLBER ORTAYLI
5.TARİHİN IŞIĞINDA..İLBER ORTAYLI
6.OSM. TOPLUMUNDA AİLE..İLBER ORTAYLI
7.OSM.'YI YENİDEN KEŞFETMEK..İ.ORTAYLI
8.BATILILAŞMA YOLUNDA..İLBER ORTAYLI
9.OSMANLI TARİHİ..A.DE LAMARTINE
10.OSMANLI..CAROLİNE FİNKEL
11.OSM.İMP.TARİHİ..NICOLEA JORGA
12,BÜYÜK TÜRK..NICOLEA JORGA
13.YENİLMEZ TÜRK...NICOLEA JORGA
14.TÜRKİYE TARİHİ..ED.SİNA AKŞİN
15.OSM.DÜNYASI VE İNSANLARI..GÜLGÜN ÜÇEL
16.OSMANLI ORDUSU..GÜLGÜN ÜÇEL-AYBET
17,BU MÜLKÜN SULTANLARI..NECDET SAKAOĞLU 18.YENİÇERİLER..REŞAT EKREM KOÇU
19.SON PADİŞAH..YILMAZ ÇETİNER
20.SORULARLA OSM. ..ERHAN AFYONCU
21. SOKOLLU ...RADOVAN SAMARCIC
22. OSM.İMP.TARİHİ...A.CEVDET PAŞA
23. OSM.GERÇEĞİ..ERDOĞAN AYDIN
24. FATİH VE FETİH..ERDOĞAN AYDIN
25.KADINLAR SALTANATI..A.REFİK ALTINAY
26.DOĞU'YA BAKIŞ..GERALD MACLEAN
27.AT SIRTINDA ANADOLU..FREDERIC BURNABY
28.ABDÜLMECİD..HIFZI TOPUZ
29.ŞAH SULTAN ..İSKENDER PALA
30.FLORANSA BÜYÜCÜSÜ..S.RUSHDIE
31.TARİHİMİZLE YÜZLEŞMEK..EMRE KONGAR
32.PARİS'TE BİR OSM.SEFİRİ..ŞEVKET RADO
33.TARİHİN SAKLANAN YÜZÜ..ÇETİN ALTAN
34.OSM.İMP.'DA SON 300 YIL..ALAIN PALMER
35.KONSTANTİNİYYE..PHİLİP MANSELL
36.TÜRKİYE'NİN SİYASİ İNTİHARI..CENGİZ ÖZAKINCI
37.BU VATAN BÖYLE KURTULDU..EROL MÜTERCİMLER
38.16.YÜZYILDA İSTANBUL..METİN AND
39. ERKEN MODERN OSMANLILAR.. VIRGINIA H. AKSAN-DANIEL GOFFMAN
40."POPÜLER TARİH" VE "NTV TARİH " DERGİLERİ
41.İKİNCİ ADAM..Ş.SÜREYYA AYDEMİR
42.HAYAT..AYŞE KULİN
43.DEVRİM VE DEMOKRASİ..NUMAN ESİN
44.BİR NUMARALI TANIK..KURTUL ALTUĞ
45.İHTİLALİN MANTIĞI..Ş.S.AYDEMİR
46.KUTSAL İSYAN...HASAN İZZETTİN DİNAMO
47.KUTSAL BARIŞ...HASAN İZZETTİN DİNAMO
48.ÇÖL KRALİÇESİ...JANET WALLACH
49.YÖNETMENLER,FİLMLER,ÜLKELER..A.DORSAY
50.AY HIRSIZI...SUNAY AKIN
51.ONLAR HEP ORADAYDI...SUNAY AKIN
52.KULE CANBAZI...SUNAY AKIN
53.LÜZUMSUZ BİLGİLER ANSİKLOPEDİSİ..TAMER KORUGAN
54.PRENS..NİCCOLO MACHİAVELLİ
55.İSTANBUL'DA BİR ZÜRAFA..SUNAY AKIN
56.KIZ KULESİNDEKİ KIZILDERİLİ..S.AKIN
57.AH BEYOĞLU,VAH BEYOĞLU..SALAH BİRSEL
58.İSTANBUL-PARİS..SALAH BİRSEL
59.YAVUZ'UN KÜPESİ..ERHAN AFYONCU
60.OSMANLI PADİŞAHLARININ HAYAT HİKAYELERİ...YILMAZ ÖZTUNA
61.BİZİM DİPLOMATLAR..BİLAL N.ŞİMŞİR
62.KİM VAR İMİŞ BİZ BURADA YOĞ İKEN..CEMAL KAFADAR
63.RÜZGARIN GÖLGESİ..CARLOS RUIZ ZAFON
64.MELEĞİN OYUNU..CARLOS RUIZ ZAFON
65.ORTA DOĞU..TAYYAR ARI
66.ABD-ORTA DOĞU-TÜRKİYE..HALUK GERGER
67.ORTA DOĞU.. BERNARD LEWIS
68.ON BİR CUMHURBAŞKANI ON BİR ÖYKÜ.. CÜNEYT ARCAYÜREK
69.ÖFKELİ YILLAR...ALTAN ÖYMEN
70.ATATÜRK'TEN SONRA BUGÜNLERE NASIL GELDİK ?..CÜNEYT ARCAYÜREK
71.ÇANKAYA...CÜNEYT ARCAYÜREK
72.DEMOKRASİNİN İLK YILLARI..C.ARCAYÜREK
73.YENİ İKTİDAR,YENİ DÖNEM..C.ARCAYÜREK
74.BİR İKTİDAR,BİR İHTİLAL..C.ARCAYÜREK
75.NEREDEYSE BİR BALİNA..STEVE JONES
76.MOSSAD GİZLİ TARİHİ...GORDON THOMAS
77.BARIŞA SON VEREN BARIŞ...DAVID FROMKIN
78.SULARIN GETİRDİĞİ PADİŞAH..CAHİT ÜLKÜ
79.TANK SESİYLE UYANMAK..HASAN CEMAL
80.BİR MANİNİZ YOKSA.. ...AYFER TUNÇ
81.ALATURKAFRANKA..ERCAN ÇİTLİOĞLU
82.SUÇUMUZ MÜKEMMEL OLMAK..S.DUMAN
83.DARBE...STEPHEN KINZER
84.ÖZAL HİKAYESİ..HASAN CEMAL
85.TURGUT NEREDEN KOŞUYOR ? ..E.ÇÖLAŞAN
86.YEDİ TEPE ANADOLU...ALİ CANİP OLGUNLU
87."K", "DERBEDER BİR KAHİN"...CANSU YILMAZÇELİK
88.LATİFE HANIM...İPEK ÇALIŞLAR
89."K",YIKIK BİR SARAYDIR DÜNYA..PERİHAN ÖZCAN
90.BEYAZ PERDEDE KIRMIZI FİLMLER.. ATİLLA DORSAY
91.TEK ADAM..Ş.SÜREYYA AYDEMİR
92.DAHİLER VE AŞKLARI...ÖZCAN ERDOĞAN
93.HAYATIM KİTAP..YAŞAR AKSOY
94.BOĞAZİÇİ ŞINGIR MINGIR..SALAH BİRSEL
95.BİR EKONOMİK TETİKÇİNİN İTİRAFLARI...JOHN PERKİNS
96.CUMHURİYET TARİHİ YALANLARI 1. VE 2. CİLT...SİNAN MEYDAN
97. KOMPLO TEORİLERİ..EROL MÜTERCİMLER
98.ÖNCE KADINLAR VE ÇOCUKLAR..SUNAY AKIN
99.BİR ÇİFT AYAKKABI..SUNAY AKIN
100. BENİM CUMHURİYET'İM..EMİNE UŞAKLIGİL
101.DARAĞACINDA ÜÇ FİDAN..NİHAT BEHRAM
102.NEREYE..CAN DÜNDAR
103.İSTANBUL'DAN SAYFALAR..İLBER ORTAYLI
104.BİZİM İZMİRİMİZ..MELİH GÜRSOY
105.GİZLENEN TARİH..BRİAN HAUGHTON
106.BERGAMA DÜŞLERİMİN ŞEHRİ,İZMİR SEVDAM..SELAHATTİN TURAL
107.GÖLGEDEKİLER..CAN DÜNDAR
108.KIRMIZI BİSİKLET..CAN DÜNDAR
109.YAKAMDAKİ YÜZLER..CAN DÜNDAR
110.GEÇMİŞ AYRINTIDA SAKLIDIR..CEMİL KOÇAK