

Osmanlı Devleti'nin eski düzeni olan Mutlakıyet, Mutlak iradeyi kullanabilecek, güçlü kararlı, saygı ve korku yaratan, her bakımdan mükemmel kişiliğe sahip hükümdarlar gerektiriyordu. Osman, Orhan, I. ve IV. Murad'lar, Fatih, Yavuz, Kanuni ve sair, Mutlakıyet rejiminin gerektirdiği güçlü hükümdarlardı. Buna karşılık III. Ahmed, III. Selim, II. Osman gibi, Mutlakıyet rejiminin gereklerini yapmaya çalışan fakat kişilik bakımından rejimin gerektirdiği güce ve iktidara sahip bulunmayan padişahlar, girişimlerini başarılı bir sonuca ulaştıramıyorlardı. Bunun neticesinde de Mutlakıyet rejiminin bir baskı rejimi olduğunu düşünen ekonomik odaklar etkili oldukları askeri güçleri harekete geçirerek Mutlak irade kurmaya çalışan padişahları, yönetim çarklarının dışına itiyorlardı.
Sultan Abdülmecid, kişilik bakımından zaten Mutlakıyet rejimine uygun bir padişah değildi. Zayıf, sağlıksız, gösterişsiz, ince bir fizik ve karakter yapısına sahipti. Osmanlı eski düzeninin kendisine tanıdığı mutlak hak ve yetkileri kullanmak bir yana, bu yasal gücün altında adeta ezilecek kadar güçsüz ve silik kalıyordu..
İnkılapçı olduğu ısrarla ileri sürülen Sultan II. Mahmud aslında, Mutlakıyetçi bir padişahtı. Bu nedenle Mutlakıyet rejimini güçlendiren bir dizi adım atmış, Meşruti Monarşi kurulması amacıyla yapılan telkinleri ya savsaklamış, ya da elinin tersi ile bir kenara itmişti. Bu telkinlerde bulunanların başında ise önce Londra Büyükelçisi, sonra da Hariciye Nazırı yaptığı Mustafa Reşit Paşa geliyordu.

Mustafa Reşit Paşa tam bir İngiliz Liberali idi. Korumacılığa ve toplumculuğa tamamen karşıydı. Bunun bir ürünü olarak (Fransa'ya karşı Osmanlıları destekledikleri gerekçesiyle) İngiltere ile son derece önemli bir anlaşma imzalamıştı. 17 Ağustos 1838'de yapılan Baltalimanı Anlaşması uyarınca, bütün ülkede Yeddivahit (1826'dan itibaren hem ham maddenin dışarı çıkışını engellemek hem de işsiz esnafı korumak amacıyla uygulanan tekel politikası) usulü kalkıyor, ticaret tamamıyla serbest bırakılıyor, İngiltere geniş ayrıcalıklar kazanıyordu..
Mustafa Reşit Paşa dünyanın merkezi olarak İngiltere'yi görüyor, İngiltere'nin tüm siyasal oluşumlarda rol oynadığını düşünüyor, bu nedenle de İngiltere ile her konuda mutabakat içinde bulunulması gerektiğine inanıyordu. Bu amaç ancak Osmanlı Devleti'nde de köklü bir "düzen değişikliği" yapılıp, idari yapıyı Meşruti Monarşiye, toplumsal yapıyı bireyciliğe oturtarak gerçekleşebilirdi. Meşruti Monarşinin dayanağını ise üstün kitap olarak Anayasa'nın Padişah'a kabul ettirilmesi oluşturacaktı. Anayasa'nın üstün kitap olarak kabul edilmesinden sonra, anayasal kurumlar tesis edilecekti. Bu anayasal kurumların başında da Meclis-i Mebusan gelecekti. Böylece dinsel/siyasal tekeli elinde bulunduran padişahın mutlak iradesi çatlayacak, yasama, yürütme ve icra, kademeli olarak padişahın tekelinden çıkacaktı. Siyasal yaptırım gücünden yoksun kalan padişah sadece dinsel lider, yani Halife konumunda kalacaktı..
Nitekim Mustafa Reşit Paşa, II. Mahmud zamanında ziraat, ticaret ve sanayi gibi konularda gelişme kaydetmek amacıyla ilk kez bir Meclis kuruyordu. Kararlar bu Mecliste alınıyor ve Mustafa Reşit Paşa tarafından Padişah'a sunuluyordu.
Mustafa Reşit Paşa'nın planlarından rahatsız olan Sultan II. Mahmud, kendisini İstanbul'dan uzaklaştırmak amacıyla, ikinci kez, 1838 yılının Ağustos ayında Londra Büyükelçiliğine atanıyordu. Bununla birlikte Hariciye Nazırlığı da Paşa'nın uhdesinde kalıyordu..
Bu aşamada Avrupa'da hala dinsel/siyasal iktidarı (tekeli) elinde bulunduran ender hükümdarlardan biri de Osmanlı Padişahı idi. Padişahın bu durumundan ise en çok Londra ve Paris rahatsızlık duyuyordu. Zira İngiltere ve Fransa geniş çapta kuvvetler ayrımına dayalı Liberal sistemi benimsemiş durumdaydı. Bu nedenle de Osmanlı İmparatorluğu'nun bir an önce Mutlakıyet rejiminden Meşrutiyet Monarşiye geçmesini istiyor, ellerindeki siyasal kozları kullanarak İstanbul'a karşı baskı kuruyorlardı. Bu da, bir anlamda, Mustafa Reşit Paşa aracılığıyla gerçekleştiriliyordu. Osmanlı'nın Mutlakıyet rejimini muhafaza etmesi, Osmanlı sermaye odaklarıyla, Viyana, Paris, Londra, Amsterdam, New York, Washington gibi uluslararası sermaye odaklarının birleşmelerini engelliyordu.
İşte tam da bu aşamada, Sultan II. Mahmud ölüyor ve yerine Sultan Abdülmecid geçiyordu...
Mustafa Reşit Paşa Abdülmecid'in cülusunu kutlamak üzere İstanbul'a geliyor ve durumun gereği olarak başkentte kalıyordu. Böylece, Sadrazam Hüsrev Paşa'nın altında, Hariciye Nazırı olarak göreve devam ediyor, fakat Padişah'tan da özel bir ilgi ve teveccüh görüyordu. Bunun nedeni ise İstanbul'daki sermaye çevrelerinin Mustafa Reşit Paşa'ya özel bir önem vermesi ve Paşa'yı desteklemesiydi. Ancak bu durum diğer devlet adamlarının Paşa'yı kıskanmalarına ve aleyhine çalışmalarına neden oluyordu. Buna rağmen Mustafa Reşit Paşa, Ali Bey ve Sadık Rıfat Bey gibiyakın adamlarının da desteğini alarak Osmanlı'ya yeni bir düzen kurulması ile ilgili fikirlerini Sultan Abdülmecid'e aktarıyor, onu etkilemeye çalışıyordu. Genç Padişah ise, II. Mahmud'un aksine, Mustafa Reşit Paşa'ya karşı Mutlak iradesini korumakta kararlı davranamıyor, giderek Meşrutiyetçi fikirleri benimsemeye başlıyordu..
Mustafa Reşit Paşa'nın İstanbul'a gelişinden sonra geçen dört aylık süre, bir hazırlık niteliği taşıyordu. Nitekim Abdülmecid sonunda, önerilen ıslahat ile ilgili esasları içeren bir ferman yayınlıyor ve bu ferman Mustafa Reşit Paşa tarafından 3 Kasım 1839 günü Gülhane'de okunarak ilan ediliyordu..
Gülhane Hattı Hümayunu aslında İnsan Hakları Beyannamesi'nin adeta bir özü, daha doğrusu eksik bir özeti niteliğini taşıyordu. Böylece Osmanlı İmparatorluğu'nda Sultan/Halife'nin "kayıtsız şartsız" Mutlak iradesi sona eriyor, bir dönem için "kayıtlı şartlı" iradesi başlıyordu.
Gülhane Hattı Hümayunu'nun okunmasından 1876 Anayasası'nın yayınlanmasına ve Meclis-i Mebusan'ın açılmasına kadar devam edecek süreç Mutlakıyetten, Meşruti Monarşiye geçiş niteliği taşıyan bir süreç olacak ve bu sürece Tanzimat denecekti...


MURAT ÇULCU'nun "Marjinal Tarih Tezleri" adlı kitabından alıntıdır..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder