Sayfalar

677 ) OSMANLI İMPARATORLUĞUNDA BANKACILIK ...

  

Osmanlı İmparatorluğu bankacılık sektörünün Avrupa'da geçirdiği bütün evrelere yabancı kaldı. Osmanlı ekonomisi de bankacılığın Avrupa'da gösterdiği hızlı değişime yalnızca seyirci kalmakla yetindi. Faiz gelirlerinin İslam dini açısından yasaklanmış olması nedeniyle, Osmanlı Devleti ve tüccarlar bankacılık gibi "Batılı" işlerden mümkün olduğunca uzak durmaya çalışmışlar, Batılı bankalar ve bankerlerle de oldukça mesafeli bulunmaya tarih boyunca büyük özen göstermişlerdir...
Osmanlı İmparatorluğu'nda bankacılık işlevlerini "Galata Bankerleri" adıyla da bilinen Osmanlı sarrafları üstlenmişti. Osmanlı'nın bankacılıkla tanışması 19. yüzyılda, Tanzimat'ın ilanının arifesinde gerçekleşti. Gerçi, tarih boyunca imparatorluk topraklarında faaliyet gösteren yabancı tüccarlar kendi ülkelerindeki bankalar aracılığıyla Osmanlı topraklarında da çeşitli bankacılık hizmetlerinden yararlanmaktaydı. Ama, 19. yüzyılın başına gelindiğinde, yabancı sermayenin büyük baskılarına ve sürekli ısrarlarına rağmen, Osmanlı İmparatorluğu sınırları dahilinde faaliyet gösteren bir banka hala kurulamamıştı..
Osmanlı'da bankacılığın gecikmesinin başlıca nedenleri olarak, yeterli sermaye ve bilgi birikiminin elde bulunmaması, Osmanlı devlet adamlarının özel kişilerin elinde sermaye birikmesine pek sıcak bakmamaları, özellikle Ermeni sarraflara karşı girişilen sistemli müsadere uygulamaları, Avrupa'nın merkantilist ekonomi politikaları uyguladığı bir çağda Osmanlı devlet adamlarının popülist ekonomik politikaları yeğlemesi, Osmanlı ekonomisinin geç parasallaşması ve bir türlü kağıt paraya geçilememesi, devletin Müslüman kesimin elinde olmasına karşın ekonominin gayrimüslimlerin elinde bulunması gibi pek çok neden sayılabilir.. 
Osmanlı İmparatorluğunda ilk banka kurma girişimleri İngiliz sermayedarlarından geldi. 1836 yılında İngiltere Osmanlı toprakları üzerinde ilk kez bir banka kurma girişiminde bulundu. Ancak, bu girişim kağıt üzerinde kaldı. İngiltere Hükumeti ile Osmanlı İmparatorluğu arasında ünlü ticaret antlaşmasının imzalandığı 1838 yılında, Bursa'daki İngiltere Konsolosu Sandison, dönemin önde gelen Osmanlı devlet adamı olan Mustafa Reşid Paşa'ya "Reed, Irwing and Company" adında bir banka kurma teklifi getirdi. Tanzimat'ın ilanından sonra, 1840 yılında "General Bank of Constantinople" adında bir başka banka önerisi de dönemin Ticaret Nazırı Ahmed Fethi Paşa'ya iletilmişti. Aynı yıl, Coste adında bir Fransız sermayedarı bu kez Fransız sermayesi adına bir banka açtırmak için harekete geçmiştir. Kurulması önerilen bu Fransız bankasının ismi, "Le Banque Generale de Constantinople" yani Genel İstanbul Bankası'dır.. Ancak, bütün bu banka kurma girişimleri, birer "girişim" olmaktan öteye gitmeyi pek başaramamışlardır.. 



"Osmanlı'dan Cumhuriyet'e Türk Bankacılık Tarihi"nin yazarı Haydar Kazgan, Osmanlı bankacılığını 1845 yılında Osmanlı Hükumetinin öncülüğünde resmen kurulan "Banque de Constantinople" (İstanbul Bankası) ile başlatmaktadır. Galata'da, Zilvari Sokak 16 numarada açılan ve kurulduğunda 600.000 Sterlin ödenmiş sermayesi bulunan bu banka, Sultan Abdülmecid'in verdiği bir irade-i seniyye ile resmen kurulduğu için, "ilk Osmanlı bankası" kabul edilmektedir..
Oysa, Osmanlı topraklarında faaliyete geçen "ilk" banka, "Banque de Constantinople" değildir. Bu bankanın açılışından üç yıl önce, 1842 yılında İzmir'de İsveç Konsolosu olarak görevli bulunan Mösyö Dankelman'ın himayesi altında bir araya gelen çok sayıda yabancı sermaye sahipleri "Bank of Smyrna" yani "İzmir Bankası" adıyla bir banka kurmuşlardır. Bu bankanın bir yıl içerisinde kapatılmasından sonra, "Commercial Bank of Smyrna" (İzmir Ticaret Bankası) adıyla bir İngiliz bankası kurulmuştur. Merkezi Londra'da bulunan bu banka, 1844 yılında faaliyete geçmiş ve İstanbul Bankası'nın da iflas ettiği 1852 yılına kadar ayakta kalmayı başarmıştır..
Osmanlı İmparatorluğu'nda kurulmuş ilk devlet bankası ise, İngiliz ve Fransız sermayesi ve Babıali'nin gözetimi altında açılan "Bank-ı Osmanı-i Şahane" ya da Fransızca adıyla "La Banque Impériale Ottomane" yani Osmanlı Bankası'dır..  




KAYNAKÇA :

HAYDAR KAZGAN, "Galata Bankerleri" ; ZAFER TOPRAK, "Osmanlı Devleti'nde Para ve Bankacılık" ; TANZİMAT'TAN CUMHURİYET'E TÜRKİYE ANSİKLOPEDİSİ, C.III ; HAYDAR KAZGAN, "Osmanlı'dan Cumhuriyet'e Türk Bankacılık Tarihi" ; ZAFER TOPRAK, "İttihat Terakki ve Devletçilik" ; ZAFER TOPRAK, "Türkiye'de Milli İktisat (1908-1921) " ; ÖZTİN AKGÜÇ, "100 Soruda Türkiye'de Bankacılık" ; REŞAT KASABA, "XIX. Yüzyılın İlk Yarısında İzmir'de Bir İngiliz Bankası : İzmir Ticaret Bankası" ; EDHEM ELDEM, "135 Yıllık Bir Hazine : Osmanlı Bankası Arşivinde Tarihten İzler" ; YAVUZ SELİM KARAKIŞLA, "Eski Hayatlar Eski Hatıralar" 

676 ) KÜLTÜR SARAYINI KİM YAKTI ?!...



27 Kasım 1970.. Beyoğlu İtfaiyesi nöbetçi santral memuru Sabri Kodalak rapor defterine şunları yazıyordu : 
"Saat 22.58... Tel. 45 50 14.. Müdürlük santrali saat 23.00.. Milli Eğitim Müdürlüğü'ne ait bila sayılı, cepheden üç, arkadan yedi katlı kargir, dahili kaplama Kültür Sarayı sol ve arkadan çıkan yangında sahne, salon ve çatı yanmakta.."
Bu, Türkiye'de 12 Mart sonrasındaki siyasal gelişmelerin içinde önemli bir nirengi noktası olacak ünlü "Kültür Sarayı Yangını"nın resmi kayıtlara ilk geçişidir..



27 Kasım 1970 akşamı.. Kültür Sarayı'nda Arthur Miller'in yazdığı "Cadı Kazanı" adlı oyunun üçüncü perdesi başlamıştır. Oyunculardan Kerim Afşar ile Nihat Akçan sahnededir. 7-8 dakika sonra dekorculardan biri sahneye fırlar. Seyirciler, sahnede bu beklenmedik konuğu görünce gülüşürler. Kerim Afşar, sonrasını şöyle anlatır :
"Seyircilerin gülüştüklerini işittim. Şaşırmıştık. O sırada adam, 'Efendim, yangın' dedi. Ona nasıl dönmüşüm, nasıl hışımla bakmışım ki, başka bir söylemeden gitti. Sahnenin üstüne baktım, yanıyorduk ! Panolar alev almış bir halde sahneye düşmeye başlamıştı. Seyirciye dönüp 'Hepiniz kaçın, yanıyoruz' diye bağırdım.."
Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Cüneyt Gökçer, yangından hemen sonra şöyle diyor :
"Yangın 'sofito' diye adlandırılan sahne üstünde çıkmıştır. Bu yüzden yangından korunmak için kurulu çelik perde düzeni elektrikteki kısa devre yüzünden teknisyenler tarafından çalıştırılamamıştır. Aynı nedenle, yangın söndürme cihazları da çalıştırılamamıştır.."



İtfaiye ilgilileri ise çeşitli tarihlerde Kültür Sarayı sorumlularına yangına karşı alınması gerekli önlemleri kapsayan birçok rapor verdiklerini, bu raporlarda öngörülen önlemlerin alınmamış olduğunu belirtiyorlar. Yine ilgililere göre, sahnenin ön ve sol tarafındaki çelik perdeler, yangın başlar başlamaz kapatılması gerekirken, kapatılmamıştır. Bu yüzden alevler, sahneden salona sıçramıştır. Ayrıca sahnenin dört yanından çelik perdeler kapatılması için ısı 100 dereceye yükselememiş, 100 dereceye göre otomatik olarak ayarlanan yağmur sistemi çalışmamıştır. Öte yandan, Kültür Sarayı'nın hidrofor tesisatının kullanılamaması yüzünden su, denizden ve Bakırköy, İstinye, Sarıyer gibi itfaiye gruplarından sağlanmıştır. Ancak, kullanılan sudaki basınç o kadar azdır ki, alevleri çoğaltmaktan başka bir işe yaramamıştır !.. 
Ve ortada, yalnızca yanıp kül olan Kültür Sarayı'nın enkazı kalmıştır. Topkapı Sarayı'ndan "IV.Murat" adlı oyunda kullanılmak üzere alınan ve sergilenen çok değerli tarihi eşyanın bir kısmı da yanıp kül olmuştur. Tek "teselli", yangının can kaybı olmadan atlatılmasıdır..



Yangından sonra olaya savcılık el koyar. Çıkış nedenlerinin bulunması için bilirkişi kurulları oluşturulur..
Türkiye Sanatçılar Birliği yetkilileri bir açıklama yaparlar :
Yangından iki gün önce, "sağcı" grubun yönetimindeki TMTF (Türkiye Milli Talebe Federasyonu) tarafından "Tiyatro Sansür Komitesi" imzalı bir bir bildiri dağıtılmış ve "Milliyetçi, mukaddesatçı olmayan oyunların sahneden indirilmesi" istenmişti. Sanatçılar Birliği, bunun üzerine bir karşı bildiri yayımlamış, ayrıca savcılığa başvurarak (Sayı : 1970/3850) "Birlik üyelerinin, tüm sanatçıların, seyircilerin mal ve can güvenliğinin korunması" isteminde bulunmuştur..  
Çeşitli kuruluşlar bildirilerinde yangının gerçek nedeninin araştırılması için çaba harcanmasını isterler, sorumluları kınarlar.. Ve bir hafta sonra Kültür Sarayı yangını unutulur !.. 



Yangının üzerinden bir buçuk yıl geçer.. 12 Mart 1971 Muhtırasının ilk yıl dönümü yaklaşmaktadır.. 5 Mart 1972 gecesi "Marmara" adlı yolcu gemisi yanar. Bu olayın hemen ardından Kültür Sarayı akıllara gelir, ya da getirilir !..
Adviye Fenik, "Son Havadis" gazetesinde, 7 Mart 1972 günü yayımlanan yazısında, "Nasıl olur da Opera Binası gibi cayır cayır yanar ? Onun içinde de 'Cadı Kazanı' mı oynuyordu ?" diye sorar. Ertesi gün de Orhon Seyfi Orhon aynı gazetede şöyle der : "Marmara yanarken çekilmiş resimlere bakıyorum ; ayrı ayrı kazalarda bu kadar benzerlik olmaz. Şuna inanıyorum ki, Kültür Sarayı ile Marmara'yı yakan ateşten elin kızıl parmaklarından fışkıran alevleri onda da görür gibi oluyorum.."

Sıkıyönetim Komutanı Faik Türün'ün Mart sonunda yayınlanan bildirisinde, "Marmara" gemisi olayıyla ilgili olarak 27 kişinin gözaltına alındığı belirtildikten sonra, "Sıkıyönetim ilanından önce vukubulan 'Ayşe' yüksek fırın infilakı ile Kültür Sarayı yangını olayları da komutanlığımızca her yönden araştırılmaktadır. Adaletin kahredici yumruğu, geç de olsa sabotajcı veya ihmali görülenlerin kafasına inecektir.." denilmektedir.

10 Ağustos 1972'de "bomba" patlar. Ertesi gün gazete manşetleri şöyledir :
"Kültür Sarayı'nı yakanlar açıklandı", "Sabotaj Dosyası dehşet verici tafsilatıyla ikinci sayfamızda", "İhanet bedeli olarak yüz binlerce lira almışlar", vb...
Savcının "iddianame"sinden de anlaşıldığı üzere, kimisi bir aydan fazla gözaltında tutulan, "kontrgerilla" denen işkence merkezinde kendilerine yüklenmek istenen suçları kabul etmeleri için işkence gören kişiler de aralarında olmak üzere, çeşitli tarihlerde tutuklanan 24 kişi için, "Kültür Sarayı, Kastamonu şilebi sabotajı, Marmara gemisi sabotajı, Eminönü araba vapuru sabotajı" ve "İşçi Birliği kurma" suçlarını işledikleri gerekçesiyle dava açılır. Savcı daha sonra sanıklardan 17'si için "idam" ister. Ve bir süre sonra, aralarında idamı istenenler de bulunan bütün sanıklar salıverilecek, ardından da beraat edeceklerdir !.. 
Sanıklardan Yaşar Yılmaz, mahkemeye verdiği savunmasında şöyle der :
"Bazı davalar vardır ki bunlar asıl davanın 'sigorta davası' diyebileceğimiz cinstendir. Örnek olarak bizim 'Devrimci İşçi Birliği Davası' gibi.. Bu dava nasıl ki Sabotaj Davasının sigorta davası tipinde ve gecekondu usulü yamanıp yaratılmışsa, Yassıada'da da bu tür iki dava, 'Bebek ve Köpek Davaları' görüldü. Davanın sonu göz önüne alınıp, hiç değilse kamuoyuna karşı durumu kurtarmak ve ana davanın tertip olduğunu örtmek düşüncesiyle açılmıştır.."

Gerçekten de, sabotaj sanıkları aklanırken bu davaya "yamanan" Devrimci İşçi Birliği davasının sanıkları mahkum edilirler !..



Şimdi de Sabotaj Davası dosyasındaki ifadelerden kimi bölümleri aktaralım :
Şahit Saffet Onur (Kültür Sarayı Daire Müdür Yardımcısı) :
"Kazan dairesi şefi (Ahmet Sayın) çok aşırı sağ eğilimli bir şahıstır. Konuşmalarından ve arkadaşları ile münakaşalarından bunu anlıyordum. Bu şahsın Milli Nizam Partisi'ni tuttuğunu öğrenmiştim. Ayrıca, yangından bir gün önce, Ahmet Sayın'ın yangın pompası üzerinde 'su sarnıcından' ibaresi yazılı vanayı açarken Şemsi Usta'ya 'Sakın bunu kimseye söyleme, üzerinde senin de parmak izlerin var,' şeklinde beyanda bulunduğunu, bir nevi onu tehdit ettiğini, Necati Küçükkurt'tan ve Şemsi Usta'dan duymuştum. Kaldı ki, bilahare kazan dairesinde savcı ve bilirkişilerin yaptığı tespit sırasında Ahmet Sayın aynı konuda ikrarda bulunmuştur. Olaydan önceki ay içerisinde Devlet Tiyatrosu Genel Müdürü'ne MTT Birliği'nden bir mektup gelmişti ; içinde daha çok 'Sol eserleri oynamayın, milliyetçi eserlere yer verin' şeklinde bir hava vardı.. Olaydan sonra bana da bir mektup geldi. Bunda, 'Cadı Kazanı'nın (Yanıyor dünya, yanacak, hepimiz yanacağız) şeklindeki pasajı alınarak, 'Böyle sol eserler oynarsanız, her zaman yakacağız' deniyordu.. Olaydan sonra çıkan, (sanıyorum) 'Milli Mücadele' adlı bir dergide yangın ile ilgili bir yazı vardır. Kültür Sarayı tesislerini, kazan dairesi tesislerini bilmeyen bir şahsın bu yazıyı yazabileceğini zannetmiyorum. Bu yazıyı bu tesisat özellikleri ile çalışma sistemimizi bilen, bünyemizden bir kişinin yazması veya yazdırması mümkündür.."

Devlete 106 milyon liranın üzerinde bir paraya mal olan, temelinin 28 Nisan 1946'da atıldığı, 29 Mayıs 1946'da başlayan yapım çalışmaları ile 5 iktidar, 8 başbakan, 14 bayındırlık bakanı ilgilenmiş olan Kültür Sarayı, 1968 Nisan'ında tamamlanmış, iç düzenlemesi de yapılarak 12 Nisan 1969'da açılmıştı..
1381 kişilik büyük salonu, 750 kişilik konser salonu, 350 kişilik çocuk tiyatrosu, 350 kişilik oda tiyatrosu ve bir sergi salonu vardı. Üç bölümden oluşan büyük sahnesi üç voleybol alanının genişliğine eşitti.. "Saray" tam dolunca 20 bin kişiden fazlasını alabiliyordu..
Evet, kamuoyu hala açıklama bekliyor
"KÜLTÜR SARAYI'NI KİM YAKTI ?!.."   



ALPAY KABACALI'nın "Yakın Tarihimizden Büyük Dönemeçler" adlı kitabından derlenmiştir..

675 ) ÖĞRETMENİM, CANIM BENİM !...

    

Yıl 1931 ; yer, Eskişehir "İnkılap İlkokulu"..
Cumhuriyetimizin en genç kızı unvanına sahip olan Muazzez İlmiye Çığ, "Bursa Kız Öğretmen Okulu"nu bitirmiş ve Eskişehir'de göreve başlamıştır..
Sınıfında iki öğrenci vardır ki, özellikleriyle öne çıkarlar.. Meraklı bakışları, sert hareketleri ve sapsarı saçlarıyla akıllarda yer eden, İlmiye Hanım'ın da kardeşi Turan ve sürekli olarak hocasına "Size altından bir ev alacağım / yaptıracağım" diyen çalışkan öğrencisi Orhan..
Küçük Orhan, yıl boyunca bu sözünü o kadar sıklıkla tekrarlar ki, bu durum ailesinin de dikkatini çeker ve bir akşam ailece İlmiye Hanım'ı ziyarete gelirler.. Bu ziyaretten sonra, Muazzez Hoca o ailenin bir parçası olmuştur artık ; sık sık görüşürler Orhan'ın ailesiyle..
İlmiye Hanım bir gün (1960'lı yılların sonu, 1970'lerin başı olmalı) Topkapı Sarayı'ndan çıkarken kendisine doğru hürmetle ilerleyen bir bey görür.. İşte o kişi, çalışkan öğrencisi Orhan'dır ve sevgili öğretmenine söz verdiği altından evi hala alamadığı için de çok üzgündür !.. 
Ulusunu seven, Atatürkçü bir öğrenci yetiştirmenin haklı gururunu yaşayan ise, Muazzez Hanım'dan başkası değildir elbette..

     

Buraya bir parantez açalım.. 
Orhan Günday, sonraki yıllarda İstanbul Belediyesi'nde avukat olarak hizmet verdi ve hukuk alanında önemli çalışmalar yaptı.. 
İlmiye Hanım'ın aynı sınıftaki kardeşi Turan da, Profesör Doktor Turan İtil olarak, psikiyatri alanında beynimizin o karmaşık yapısı hakkında çok önemli çalışmalarda bulundu.. 

Devam edelim...
Yıllar yılları kovalar ve 2010 yılının ilk günlerinde Muazzez İlmiye Çığ'ın kapısı çalınır... Açılan kapıda, yüzünde sevinçli ve gururlu bir ifadeyle Orhan Günday belirir.. İçeriye buyur edilen Günday, çayını içtikten sonra cebinden minik bir kutu çıkarır ve sevgili öğretmenine, heyecanını gizlemeyerek, takdim eder.. Kutuda, zincire sabitlenmiş ev biçiminde bir kolye vardır ve de bu kolye altındandır !.. 



BİR ÖĞRETMEN OĞLU VE ÖĞRETMEN EŞİ OLARAK TÜM ÖĞRETMENLERİMİZİN ÖĞRETMENLER GÜNÜNÜ KUTLAR, YAŞ FARKI GÖZETMEKSİZİN, ELLERİNDEN ÖPERİM !...





KEMAL KIRAR'ın "Ne Ülen Bu ?!" adlı kitabından alıntıdır..       

674 ) "SVASTİKA", HER YERDE !...

     

Almanlar açısından çok coşkulu bir dönem yaşanıyordu. Yeni Düzen, "can çekişen çağın koruyucularına" karşı üstün gelmişti. Kendilerini, eskisinden çok daha fazla, "tarihi bir dönemde" yaşıyormuş gibi hissediyorlardı. Prag'a girişten sonra Hitler, "Bin yıllık tarihi boyunca Alman Devleti, Orta Avrupa'da düzenin yeniden oluşturulması sorununu çözmenin tek başına kaderi olduğunu kanıtlamıştır" diyor ; Batı seferinden bir gece önce ise, "Şimdi başlayan mücadele, Alman ulusunun gelecek bin yıldaki kaderini tayin edecektir" açıklamasını yapıyordu.. Goebbels, Führer'in "tarihi dehası"nın "yeni bir Avrupa" kurulmasına yardımcı olduğu, "daha önce benzeri yaşanmamış bir dönemi" selamlıyordu. Wehrmacht (Silahlı Kuvvetler) doğuya, Moskova'ya doğru ilerlerken, Führer "Bir otoban aracılığıyla Almanlar tarafından ulaşılabilecek hale getireceğimiz ve bizim Riviera'mız olacak olan Kırım'ın güzellikleri" hakkında büyük hayaller kuruyordu.. "Girit çok sıcak ve kuru. Kıbrıs çok güzel olurdu, ama Kırım'a karayoluyla ulaşabiliriz. O yol üzerinde Kiev var ! Ve bizim için bir turizm cenneti olan Hırvatistan da..Savaştan sonra büyük bir kutlama yaşanacağını sanıyorum.. Yeni Avrupa yolunda ne büyük bir ilerleme !.."
Ekim 1941'de, belki de en büyük heyecan noktasında, İtalya Dışişleri Bakanı Ciano ile sohbet eden Alman Dışişleri Bakanı Ribbentrop, Hitler'in Avrupa'daki Yeni Düzeni'nin "bin yıl boyunca barışı garanti altına alacağı" tahmininde bulunmuştu. Alaycı İtalyan bunun geçiştirilmesine izin veremezdi. Günlüğüne şöyle yazmıştı : "Bin yılın çok uzun bir süre olduğu yorumunda bulundum. Birkaç nesli, dahi olsa bile bir adamın başarısına bağlamak kolay değil. Ribbentrop konuşmanın sonunda şöyle bir ödün verdi : 'Hadi bir yüzyılda anlaşalım' dedi. Ama eski şampanya satıcısı pazarlık etmekten kendini alamadıysa da Führer'in bu tür kuşkuları yoktu. 'Nasyonal Sosyalizm yeteri kadar uzun süre iktidarda kaldığı zaman,' diye açıkladı bir gece yemekten sonra, 'bizimkinden farklı bir yaşam biçimi hayal etmek mümkün olmayacak'.."  

    

O dönemde Berlin'de hiç kimse, Nazi Almanya'sına tarihi bir fırsat verildiğinden kuşku duymuyordu. Ancak, bundan en iyi şekilde nasıl yararlanılacağı konusu hala cevapsızdı. Askerlerin kazandığını politikacıların yönetmesi gerekiyordu. Ama 1941 sonunda Almanların yönetiminde bulunan toprak kitlesi inanılmaz derecede büyüktü. Kuzey Buz Denizi'nden Sahra Çölü'ne, Atlantik ve Pireneler'den Ukrayna'ya uzanıyordu. Ardı ardına gelen "Blitzkrieg" (Yıldırım Savaşı) saldırıları Hitler'i bir anda, fethetmeyi asla düşünmediği büyük bir imparatorluğun sahibi yapmıştı..
"Mein Kampf / Kavgam"dan itibaren, gelecekteki Büyük Alman İmparatorluğu'nun önerilen mekanı belliydi ; Doğu'daydı ve kabaca, Almanya'nın 1918'de Brest-Litovsk Anlaşması'ndan sonra kısa bir süre egemen olduğu bölgeyi kapsıyordu. "Almanların Avrupa'nın güneyine ve batısına sürekli ilerlemesine son veriyoruz," diye yazmıştı Hitler kitabında, "ve yüzümüzü doğudaki topraklara dönüyoruz." Alman kolonileştirmesi sayesinde Ukrayna "dünyanın en güzel bahçelerinden biri" haline dönüştürülecekti. Bir SS broşürüne göre, "kötü kullanılmış, bir cennet haline, Avrupa'nın Kaliforniya'sı haline getirilebilecek bereketli bir kara topraktı.."
Polonya, Doğu'ya bağlantıyı sağlayacak ve işçi kaynağı ; Hitler'in işgalden kısa bir sonra söylediği gibi, "Herrenvolk" (Ana ırk) için bir "Arbeitsreich" (işçi devleti) olacaktı. 1939 Eylül'ünden sonra ülkenin parçalanması ve halka yapılan vahşi muamele, bu amaçla hangi yöntemlerin kullanılacağını gösteriyordu.. 

    

Peki ama ya İskandinavya, Hollanda ve Belçika, Balkanlar ve Fransa ?.. 
Bu bölgeler Hitler'in zihninde daha az önem taşıyordu. Bütün işaretler, 1939'un sonunda daha fazla askeri taahhüt altına girmek istemediğini gösteriyordu. İttifaka ve boyun eğmeye zorlanabilen ülkeleri işgal etme zahmetine neden girilecekti ki ?..Diplomatik baskı, Romanya, Macaristan ve İsveç'teki hayati kaynakların kontrolünün Almanya'ya geçmesini başarıyla sağlamıştı. 1940'ın başında Hitler, Norveç'in işgaline, İskandinavya'daki madenlerin Almanya'ya sevkiyatında İngiliz planlarının tehdit oluşturduğuna ikna oluncaya kadar, elinden geldiğince direnmişti.. Tabii bu arada Fransa'nın savaşın dışına çıkartılması gerekiyordu, ama Yeni Düzen içindeki rolü belirsizdi. Yunanistan muhtemelen tarafsız kalabilirdi ama beceriksiz İtalyan işgali İngilizlerin dahil olmasına neden olmuş ve Almanya'nın tepkisini gerektirmişti. Yugoslavya'yı işgal etme planlarının aceleyle yapılması gerekmişti çünkü Belgrad'dan gelen haberlere göre, Mihver yanlısı hükumet, askeri darbeyle yıkılmıştı..
Almanların yenilen ülkelerin birçoğuna karşı tavrı başlangıçta, kasıtlı olarak iğretiydi : Savaş bitene kadar kaderleri hakkında karar verilmeyecekti. Mayıs 1940'da, Fransa saldırısının arifesinde Goebbels, savaş hedefleri konusunda hiçbir basın toplantısı olmamasında ısrar etti ; savaş sırasında bunlar yalnızca, basit bir şekilde, "Alman halkı için adil ve sürekli bir barış ve Lebensraum / Yaşam Alanı" olarak düzenlenecekti. Bu politika Nazi liderliğinin dileklerini yansıtıyordu. Hitler, savaş hedefleri konusundaki açıklamaların konuyla ilgisi olmadığında ısrar ediyordu : "Gücümüz yettiği kadarıyla, istediğimizi yapabiliriz ve gücümüzün yetmediğini de zaten yapamayız.."  
Barış anlaşmaları sorunu belirsiz bir süreyle gündemden uzaklaştırılmış, Nazi Almanya'sı Yeni Avrupa'yı geçici sayılabilecek işgal rejimleriyle kaplamıştı. Bir uçta, belirli ülkeler parçalanmış ve ulusal kimlikleri tamamen bastırılmıştı. Polonya, Yugoslavya ve Çekoslovakya bu yaklaşıma katlanmıştı ; adları bile haritadan silinmişti. "Gelecekte," diyordu Goebbels 1940 yazında, "artık işgal edilmiş Polonya topraklarının genel valiliğinden bahsetmeyeceğiz, sadece Genel Valilik diyeceğiz.. O topraklardaki nüfusun tek görevi, bizim işimizi kolaylaştırmak."



Lüksemburg da tamamen Alman devletine ilhak edilmişti ve Lüksemburg ile ilgili "Büyük Dükalık" ve "ülke" referansları yasaklanmıştı. Bu tür ülkelerin hukuki statüsü muğlak bırakılmıştı ama nihai gelecekleri konusunda durum öyle değildi. Olağan Alman prosedürü, mevcut yerli kamu görevlileri aracılığıyla yöneten askeri veya sivil komutanlar atamaktı. Savaş içinde bir savaş olan Nazi Almanya'sının bürokratik karmaşasında bu topraklar, farklı bakanlıklardan gelen rakip iddialar nedeniyle birçok nüfuz bölgesine bölünmüş ve değişen derecelerde başarıyla yönetilmişti. Kamu düzenini korumada en başarılı hükumet belki de Danimarka Hükumeti olmuştu çünkü işgalden en az zararı görmüştü. Kralın ve parlamentonun çalışmasına izin verilmişti ve başlangıçta (en azından sözde) önemli ölçüde bağımsızlık yaşamıştı : Çünkü tüm ülkeyi kontrol altında tutan toplam Alman personeli sayısı yüzün altındaydı. Fransa'da, Yunanistan'da, Bohemya-Moravya Protektorası'nda, Sırbistan'da ve Norveç'te kukla hükumetler, fatihlerle kamu hizmeti arasında bir saygı kılıfı oluşturuyordu. Hollanda'da sivil bir Reich Komiseri, bürokrasinin Genel Sekreterleri aracılığıyla idareyi yürütürken, Belçika'da Genel Sekreterler askeri yetkililere karşı sorumluydu. Hırvatistan ve Slovakya'daki sözde bağımsız hükumetler aslında, Alman isteklerine bağlıydı ; Finlandiya, Romanya, Bulgaristan ve Macaristan gibi Mihver ortaklarında, biraz daha fazla manevra alanı vardı..
"Yeni Avrupa Düzeni"nin en önemli özelliği, Alman Düzeni olmasıydı. Her ne kadar çok sayıda Nazi düşünürü Avrupalılık ideolojisi üzerinde durdularsa da, Hitler'in kendisi için önemli olan yalnızca Almanya, daha doğrusu "Deutschtum" idi. 



Sovyetler Birliği'nin işgalinden sonra Berlin propagandası, bunun "Avrupa için bir haçlı seferi" olduğu görüşünü halka yaydı : Yeni bir "Avrupa Şarkısı" radyoda yayınlandı. "Bolşevizm'e Karşı Birleşik Avrupa Cephesi" sloganını taşıyan pullar çıkarıldı ve basın bile Kasım 1941 sonunda "uyumsuzluk, mücadele ve sefaletten doğan Avrupa Birleşik Devletleri sonunda gerçek oldu" iddiasında bulundu. Yine de bu tür sloganlar, sıradan insanların yaşadığı işgal yönetimi gerçeğiyle çakışıyordu ve bu Avrupalılık kavramının, Almanya dışında da Führer'den daha ciddiye alanlar olduğuna dair bir işaret yoktu..
Stalingrad'dan sonra, Almanlar daha ciddi bir şekilde dost ve müttefik aramaya başladığında, zaten çok geç olmuştu. 
Nazi hukuk sistemindeki "Anti-emperyalizm" deklarasyonlarına yol açan U-dönüşü, özellikle de bunların politika üzerinde belirgin bir etkisi olmadığından, kimseyi ikna edememişti. Kızıl Ordu'nun ilerlemesinin, komünizm karşıtlığını bereketli bir politik savaş tarzı haline getirdiği Doğu Avrupa'da, Nazi ırkçılığı, halkı Goebbels'in erişemeyeceği kadar yabancılaştırmıştı. Sovyet etkisinin ötesindeki Batı'da, komünizm karşıtlığı fazla bir önem taşımıyordu. Ortamı iç savaşa neden olacak kadar zehirlemek sadece Yunanistan'da ve daha az miktarda olmak üzere Yugoslavya ve Kuzey İtalya'da mümkün olabilmişti. Alman ordusu geri çekilirken, arkalarında buruk, ülke içinde kanlı çatışmalara yol açan bir miras bırakmıştı. 1944 yılına gelindiğinde "Soğuk Savaş" çoktan Avrupa'yı gölgelemeye başlamıştı ama bu, Hitler'in imparatorluğunu kurtarmaya yetmemişti..



MARK MAZOWER'ın "Karanlık Kıta : Avrupa'nın Yirminci Yüzyılı" adlı kitabından derlenmiş bir yazıdır..  

673 ) TARİHTE ÜNLÜ DALKAVUKLAR !..

    

Schopenhauer şöyle diyor : "Sırtını kaşıdığınızda kedi şaşmaz bir şekilde nasıl zevkten mırlamaya başlarsa, övülen bir insan da keyiften kendinden geçer, hele övgü, açıktan açığa yalan olsa bile, övülen kişinin iddialı olduğu konularla ilgiliyse.."

Ezop, karga ve tilkiyle ilgili hikayesini bunun için anlatmıştı. La Fontaine'in ondan esinlenerek yazdığı şiirde, tilkinin kargaya nasıl yağ çektiğine bakın :

"Oooo ! Karga cenapları, merhaba !
Ne kadar güzelsiniz, ne kadar şirinsiniz !
Gözüm kör olsun yalanım varsa.
Tüyleriniz gibiyse sesiniz,
Sultanı sayılırsınız bütün bu ormanın.."

Keyfinden aklı başından giden karga, "güzel sesini" göstermeye kalktığı anda, ağzındaki peyniri düşürür, tilki de kapar !..
Masalın o satırlarını, Sabahattin Eyüboğlu'nun aslına daha sadık çevirisinden verelim :

"Her dalkavuk çıkarı için över,
Yüzüne güler, peynirini yer."

Unutulmaması gereken bir başka nokta da, bunları kaleme alan La Fontaine'in, Maliye Bakanı Fouquet'nin "maaşlı şairi" olarak patronunun yeni yaptırdığı şatosunu övmek üzere bir şiir ("Le Songe de Vaux") yazmış olmasıdır !..

    

Dalkavuk, her zaman nefret uyandıran bir tiptir. Örneğin Dante'nin "İlahi Komedya"sında, dalkavuklar cehennemin sekizinci çemberine atılmış, kendi dışkılarının içinde yüzmeye mahkum edilmiş, en iğrenç günahkarlar arasında yer alırlar..



En değerli yazar ve şairlerin, tarihte iz bırakmış devlet adamlarının arasında dalkavukluğu çok iyi becerenlerin de bulunduğunu görürüz. Örneğin ilk Roma imparatoru Augustus'un yakın çevresini ele alalım.. Önce Brutus, sonra Marcus Antonius ile mücadele ederek iktidara gelmeyi başaran Augustus, imparator olduktan sonra imajını yüceltmek için çaba harcar ve başarır. İç savaşlar sırasında Brutus'un tarafını tuttuğu için toprakları elinden alınan büyük şair Vergilius, bu topraklar kendisine geri verildiğinde, birden Augustus taraftarı kesilmekte hiçbir beis görmez. En büyük eseri olan  "Aeneis" destanı bile, Augustus'a göz kırpar !.. Destan, Augustus'un atası sayılan Aeneas'ın Truva'dan kurtularak gelip Roma'yı nasıl kurduğunu anlatır..



Dolaylı övme yöntemini benimseyen bir başka şair de İngiliz Edmund Spenser'dir. Yazdığı "The Faerie Queen" (1590) adlı destan, alegorik bir yöntemle, dönemin hükümdarı olan Kraliçe I.Elizabeth'in ailesini, şanını, büyüklüğünü, temsil ettiği değerleri göklere çıkartmak üzere kaleme alınmıştır. Şairin kraliçe için uydurduğu "Gloriana" (Şanlı) ifadesi, bugün de İngilizler arasında sık sık I. Elizabeth'i tanımlamak için yaygın olarak kullanılmaktadır. İngiliz şiirinin önemli eserlerinden sayılan bu destan, kraliçenin Spenser'a ölümüne dek yıllık 50 sterlin gelir bağlamasını sağlamıştır. O dönemde 50 sterlin bir insanı rahat rahat geçindirebiliyordu..
Bu kraliçenin dalkavuklara ne kadar prim verdiği, çok iyi bilinen, sayısız resmi yapılan şu hikayeden de anlaşılabilir : I. Elizabeth bir gün saltanat kayığına binmek üzere rıhtıma adımını attığında, ünlü denizci (ve saray dalkavuğu) Sir Walter Raleigh, şık pelerinini çamurların üzerine atarak kraliçenin haşmetli ayağını kirlenmekten korumuştur. Gerçi bu yalakalık, Raleigh'in kraliçenin nedimelerinden biriyle gizlice evlendiği için hapse atılmasına engel olamayacaktır, orası başka !..



Fransız şairi Racine'in de yazdığı neredeyse her oyun, Fransa Kralı XVI. Louis düşünülerek kaleme alınmıştır. Kral yeni bir aşk macerasına atıldığında, Racine hemen son trajedisine buna atıfta bulunan mısralar sokuşturur. Hatta işi öyle ileri götürür ki, kral çapkınlığı bırakıp kendini dine adadığında, Racine de birden dindar kesilir ; bu nedenle son iki trajedisi ("Athalie" ve "Esther") Tevrat'dan alınmış birer hikayedir. Şair, daima kralın o anki gözdesiyle çok iyi geçinmeye dikkat eder. Bunun ödülünü de almış, kralın gözdesi Madame de Montespan'ın desteği sayesinde 1677'de "kralın resmi tarihçisi" unvanını elde etmiştir. Bu, onun için tiyatro yazarlığından çok daha "asil" bir görevdir, üstelik parası da çok iyidir ama, yeni işinde başarı kazanamaz. Onun kariyer seçiminde yaptığı hatayı fark eden dönemin yazarlarından Madame de La Fayette şöyle der :
"Zamanın en büyük şairini, kimsenin taklit edemeyeceği şiirinden kopardılar, herkesin taklit edebileceği bir tarihçiye çevirdiler.."



Bir başka büyük şaire geçelim.. İnsan, Goethe gibi büyük bir Alman şairinin Weimar Dükü gibi küçük bir Alman prensi karşısındaki tutumunu düşündükçe irkilmekten kendini alamaz. Goethe, 1775'de Weimar'a davet edildiğinde "Genç Werner'in Acıları"nı yazmış, uluslararası şöhrete kavuşmuş bir yazar ve şair, Weimar Dükalığı ise Almanya'nın en küçük devletlerinden biridir. Dük Karl August'un sarayında tam bir saray dalkavuğu olur Goethe.. Ölene kadar oradan ayrılmaz. Bakanlık bile yapar. Weimar'ı varlığıyla şöhrete kavuşturur. Yaşlandığında, Avrupa'nın her yerinden insanlar sırf onu görmek için koşarlar bu küçük kente.. Ama o Dük'e "Sie" (Siz) derken, Karl August ona "Du" (Sen) diye seslenmekte sakınca görmez. 
1820 yılında yaşlı Goethe Avrupa'nın en tanınmış entelektüeli iken, Dük ona armut ağacı tohumları toplayıp bizzat getirmesini emreder (çünkü her ikisi de botaniğe meraklıdır) ; şair içerlemesine rağmen itaat eder.. Goethe'nin en büyük endişesi, dükü kızdırıp saraydan atılmaktır. 80 yaşına yaklaşırken, bu defa Dükün ölmesinden korkmaya başlar, çünkü veliahdın kendisinden hoşlanmadığını düşünmektedir. Bütün Avrupa tarafından neredeyse tanrı yerine konulduğu bir dönemde büyük şairin neden bu kadar korktuğunu anlamak zordur..  
Neyse ki bu şairlerin hükümdarlara yaptıkları göndermelerin izleri, aradan yüzyıllar geçtikten sonra silinmiş, geriye saf halde şaheserler kalmıştır..

    

Fakat unutmayalım ki her dönemde başını dik tutmasını bilenler de vardır. Örneğin hümanist yazar La Boétie bunlardan biridir. Montaigne'in sevgili dostu La Boétie'in "Discours sur la servitude volontaire" adlı risalesi, sadece yazarı 18 yaşındayken kaleme alınmış olmasıyla değil, 16. yüzyıl ortasında attığı özgürlük çığlığı nedeniyle de olağanüstüdür. Burada dalkavuğun nasıl tahammül edilmez bir hayat sürdürdüğünü şu sözlerle anlatır :
"Köylü veya zanaatkar, hizmet etmeye mecburdur ama boyun eğmekle yetinebilir. Oysa tiranın çevresindeki dalkavuklar itaat etmekle paçalarını kurtaramaz. Tiranın hoşuna gitmek, onun işlerini yürütebilmek için kendilerini paralamak, kendi zevklerini onun zevkleri uğruna feda etmek, kendi huylarından, doğalarından vazgeçmek zorundadırlar. Mutlu yaşamak bu mudur ? Hatta buna yaşamak denebilir mi ?.."

     

(#tarih dergisinin Kasım / 2015 sayısında, AYŞEN GÜR'ün "Ödülü Menfaat, Bedeli Nefret" başlıklı yazısından derlenmiştir.. )   

672 ) ESKİ MISIR'A DEĞİŞİK BİR BAKIŞ !..

    

Mısır'ın Mısır olmasından önce güneş gökyüzünü ve onun içinde kuşları yarattı ; sonra Nil Nehri'ni ve içinde yüzen balıkları yarattı ve onun kara kıyılarına bitkiler ve hayvanlardan oluşan yeşil bir hayat verdi..
Ondan sonra, yaşamın mimarı Güneş, oturup eserini seyretmeye koyuldu. Yeni doğmuş dünyanın, tam gözlerinin önünde yayılan derin nefesini hissetti ve onun ilk seslerini dinledi. Böylesine bir güzellik onu hüzünlendirmişti. 
Güneşin gözyaşları toprağa düştü ve orada çamur oluştu.. İnsanlar da bu çamurdan oldu..

Nil, Firavun'a boyun eğiyordu. Mısır'a her yıl şaşkınlık verici bereketi sunan su baskınlarının önünü açan oydu. Bu, öldükten sonra da devam ediyordu : Güneşin ilk ışığı taşların arasındaki bir delikten Firavun'un mezarına kadar süzülüp yüzünü aydınlatınca, toprak üç hasat veriyordu..
O zamanlar böyleydi.. Artık değil !..
Deltanın yedi kolundan bugün sadece ikisi kaldı ve bereketli kutsal döngülerden de geriye ne döngüler kaldı, ne de kutsallıkları ; artık sadece "dünyanın en uzun nehri" için eskiden söylenmiş övgü şarkıları var :

"Sen bütün sürülerin susuzluğunu giderirsin..
Sen bütün gözyaşlarını içersin..
Ayağa kalk, Nil, sesin kükresin !..
Herkes senin sesini dinlesin !.."

        

Napoléon Mısır'ı ele geçirince, askerlerinden biri Nil kıyısında her tarafına işaretler kazınmış büyük siyah bir taş buldu. Ona "Rosetta" adını verdiler..
Kayıp diller araştırmacısı Jean François Champollion gençlik yıllarını bu taşın etrafında dönerek geçirdi !. 
"Rosetta" üç dilde konuşuyordu. Bu dillerden ikisi deşifre edilmiş, çözülemeyen bir tek Mısır hiyeroglifleri kalmıştı. Piramitlerin yaratıcılarının yazısı bir bilmece olarak kalmayı sürdürüyordu. Çok aldatıcı bir yazıydı : Heredot, Strabon, Diodoro ve Horapollo uydurdukları şekilde tercüme ederken, Cizvit rahip Athanasius Kircher saçmalıklarla dolu dört cilt yayımlamıştı.. Bu kişilerin hepsi, hiyerogliflerin bir simgeler sistemini oluşturan resimler olduğundan ve anlamlarının onları tercüme eden kişinin hayal gücüne göre değiştiğinden neredeyse eminlerdi..
İşaretler mi dilsizdi ? Yoksa insanlar mı sağırdı ?.. Champollion bütün gençliğini Rosetta taşını sorgulayarak geçirmesine rağmen inatçı bir sessizlikten başka bir yanıt alamadı. Artık açlık ve bitkinlikten bitap düştüğü bir gün, zavallının aklına daha önce hiç kimsenin düşünmediği bir olasılık geldi : Hiyeroglifler, simge olmalarının dışında, ya bir de "ses" iseler ? Bir alfabenin harfleri gibi bir şey iseler eğer ?!..
İşte o gün mezarlar açıldı ve ölü hükümdar konuştu !..



Champollion'dan yaklaşık 5000 yıl kadar önce Tanrı Thot, Teb şehrine gitti ve Mısır hükümdarı Thamus'a "yazma becerisini" armağan etti. Ona bu hiyeroglifleri açıkladı ve yazının kötü hafızayı ve az bilgeliği tedavi etme konusunda en iyi ilaç olduğunu söyledi... Kral armağanı geri çevirdi ve şöyle dedi :
"Hafıza mı ?.. Bilgelik mi ?.. Bu buluş unutkanlığa yol açacaktır. Bilgelik özde olur, onun görüntüsünde değil.. Başkasının hafızasıyla insan hatırlayamaz. İnsanlar kaybedecek, ama hatırlamayacaklardır. Tekrarlayacak, ama yaşamayacaklardır. Birçok şeyi keşfedecek, ama bunların hiçbirisini gerçekten tanımayacaklardır.."




Mısır yazısı bize Tanrı Osiris ile onun kız kardeşi İsis'in hikayesini de anlatır.. Osiris yeryüzünde ve gökyüzünde sıklıkla karşılaşılan o aile içi kavgaların birinde öldürüldü, bedeni paramparça edildi ve Nil'in derinliklerine atıldı..
Kız kardeşi ve aynı zamanda sevgilisi olan İsis suya dalıp onun parçalarını topladı, çamur yardımıyla birbirine yapıştırdı ve eksik olan parçayı da çamurdan kendisi yaptı. Beden tamamlanınca, onu nehrin kıyısına yatırdı..
Nil'in hazırladığı bu çamurun içinde arpa ve diğer bitki tohumları bulunuyordu.. Osiris'in canlanan bedeni ayağa kalktı ve yürüdü..
Kardeşi ve sevgilisi Osiris gibi, İsis de sürekli doğumun sırlarını Mısır'da öğrendi. Onun görüntüsü hepimize tanıdıktır : Oğlu Horus'u emziren Ana Tanrıça.. 
Çok sonraları Meryem Ana da İsa'yı emzirecektir. Ancak İsis'in hiçbir zaman bakire olmadığını söyleyebiliriz !.. O, annelerinin karnında birlikte oluşmalarından itibaren Osiris'le birlikte oldu ve büyüdükten sonra Tiro şehrinde on yıl boyunca "dünyanın en eski mesleği"ni icra etti !.. Daha sonraki binlerce yıl boyunca İsis bütün dünyayı dolaştı ve kendisini fahişeleri, köleleri ve diğer lanetlileri hayata döndürmeye adadı..
Roma'da, yoksulların yaşadığı yerlerin tam ortasında, genelevlerin hemen kıyısında tapınaklar kurdu. Bu tapınaklar imparatorun emriyle yıkıldı ve rahipleri çarmıha gerildi ; ancak bu "inatçı katırlar" birçok sefer yeniden doğdular ! 
Ve İmparator Justinien'in askerleri İsis'in Nil Nehri üzerindeki Filae adasında bulunan tapınağını yerle bir edip onun yerine Aziz Esteban Katolik Kilisesi'ni inşa edince, İsis'in hacıları günahkar kraliçelerine olan bağlılıklarını o andan itibaren Hristiyan sunağının önünde bildirmeye başladılar !..




Heredot'un anlattığına göre, Firavun III. Sesostris tüm Avrupa ve Asya'yı egemenliği altına aldıktan sonra, karşısına çıkmış cesur halkların bayraklarına bir penis sembolü ekleyip, korkak halkların anıtlarına da onları aşağılamak amacıyla bir vajina resmi kazıtarak kendince onların arasındaki farkı ortaya koydu !.. Hepsi bu kadar olsa iyi ; onu canlı canlı kızartmak isteyecek kadar "çok seven" kardeşinin çıkardığı yangından kurtulmak için kendi çocuklarının bedenleri üzerine yürüdü !..
Diğer yandan, bu firavunun döneminde sulama kanallarının sayısının arttığı, çöllerin bakımlı bahçelere dönüştüğü ve Nübye'yi ele geçirmesiyle birlikte imparatorluğun sınırlarının Nil'in ikinci şelalesinin ötesine ulaştığı söyleniyor.. Ayrıca hiçbir Mısır hükümdarının onun kadar kudretli olmadığı ve onun kadar kıskanılmadığı da bilinen bir gerçek.. Ne var ki, III. Sesostris'in heykelleri bize karanlık bir surat, kederli gözler ve acılı dudaklar sunan yegane örnekler.. Çünkü imparatorluğun heykeltıraşları tarafından ölümsüz kılınan diğer firavunların hepsi kutsal sessizlikleri içinde bize huzurlu bir biçimde bakıyorlar.
Ebedi yaşam firavunların sahip oldukları bir ayrıcalıktı. Kim bilir, Sesostris için bu ayrıcalık belki de bir lanet anlamına geliyordu..



"Güzel ve bereketli genç kadın ; onun görkemi ve tarzı ilahi özelliklere sahipti.." Firavun Tutmosis'in büyük kızı alçak gönüllü bir biçimde böyle tasvir edilmiş..
Bir savaşçı babanın savaşçı kızı olan Hatşepsut, tahta çıktıktan sonra kendisinin "kraliçe" olarak değil, "kral" olarak tanınmasına karar verdi.. Mısır daha önce birçok kral anası, birçok kraliçe görmüştü ama gerçek bir hükümdar olan "Güneşin Kızı Hatşepsut" onların hepsinden farklıydı.. Ve bu "memeli firavun" miğfer kullandı, erkek kıyafeti giydi, takma sakal taktı ve yirmi yıl boyunca Mısır'a zafer ve bolluk yaşattı..
Onun büyüttüğü, savaş sanatlarını ve devlet yönetimini ondan öğrenen yeğeni onun hayatını yok etmek istedi. Bu "erkek kuvveti gaspçısının" firavunlar listesinden silinmesini, isminin ve suretinin bütün resimlerden ve anıtlardan kazınmasını ve zaferlerinin anısına diktirdiği heykellerin tümünün yıkılmasını emretti..
Ancak bazı heykeller ve kimi yazıtlar bu temizlik harekatından kurtuldular ve işte bu emrin tam olarak yerine getirilememesi sayesinde, erkek kılığına girmiş bir kadın firavunun, ölmek istemeyen bir ölümlünün yaşamış olduğunu ve şunları söylediğini biliyoruz :
"Benim şahinim hükümdarlık bayraklarının dalgalandığı yerlerin çok ötesine, sonsuzluğa doğru uçar.."   

3400 yıl sonra mezarı bulundu.. İçi boştu.. Onun "öbür taraf"ta olduğunu söylüyorlar !...



EDUARDO GALEANO'nun muhtelif yazılarından derlenmiş bir yazıdır..

Hürriyet

KAYNAK OLARAK KULLANDIĞIM KİTAPLAR..
-------------------------------------------------------
1.DEVLET-İ ALİYYE.I...HALİL İNALCIK 2.OSMANLILAR..HALİL İNALCIK
3.İMP.'UN EN UZUN YÜZYILI..İLBER ORTAYLI
4.SON İMP. OSMANLI..İLBER ORTAYLI
5.TARİHİN IŞIĞINDA..İLBER ORTAYLI
6.OSM. TOPLUMUNDA AİLE..İLBER ORTAYLI
7.OSM.'YI YENİDEN KEŞFETMEK..İ.ORTAYLI
8.BATILILAŞMA YOLUNDA..İLBER ORTAYLI
9.OSMANLI TARİHİ..A.DE LAMARTINE
10.OSMANLI..CAROLİNE FİNKEL
11.OSM.İMP.TARİHİ..NICOLEA JORGA
12,BÜYÜK TÜRK..NICOLEA JORGA
13.YENİLMEZ TÜRK...NICOLEA JORGA
14.TÜRKİYE TARİHİ..ED.SİNA AKŞİN
15.OSM.DÜNYASI VE İNSANLARI..GÜLGÜN ÜÇEL
16.OSMANLI ORDUSU..GÜLGÜN ÜÇEL-AYBET
17,BU MÜLKÜN SULTANLARI..NECDET SAKAOĞLU 18.YENİÇERİLER..REŞAT EKREM KOÇU
19.SON PADİŞAH..YILMAZ ÇETİNER
20.SORULARLA OSM. ..ERHAN AFYONCU
21. SOKOLLU ...RADOVAN SAMARCIC
22. OSM.İMP.TARİHİ...A.CEVDET PAŞA
23. OSM.GERÇEĞİ..ERDOĞAN AYDIN
24. FATİH VE FETİH..ERDOĞAN AYDIN
25.KADINLAR SALTANATI..A.REFİK ALTINAY
26.DOĞU'YA BAKIŞ..GERALD MACLEAN
27.AT SIRTINDA ANADOLU..FREDERIC BURNABY
28.ABDÜLMECİD..HIFZI TOPUZ
29.ŞAH SULTAN ..İSKENDER PALA
30.FLORANSA BÜYÜCÜSÜ..S.RUSHDIE
31.TARİHİMİZLE YÜZLEŞMEK..EMRE KONGAR
32.PARİS'TE BİR OSM.SEFİRİ..ŞEVKET RADO
33.TARİHİN SAKLANAN YÜZÜ..ÇETİN ALTAN
34.OSM.İMP.'DA SON 300 YIL..ALAIN PALMER
35.KONSTANTİNİYYE..PHİLİP MANSELL
36.TÜRKİYE'NİN SİYASİ İNTİHARI..CENGİZ ÖZAKINCI
37.BU VATAN BÖYLE KURTULDU..EROL MÜTERCİMLER
38.16.YÜZYILDA İSTANBUL..METİN AND
39. ERKEN MODERN OSMANLILAR.. VIRGINIA H. AKSAN-DANIEL GOFFMAN
40."POPÜLER TARİH" VE "NTV TARİH " DERGİLERİ
41.İKİNCİ ADAM..Ş.SÜREYYA AYDEMİR
42.HAYAT..AYŞE KULİN
43.DEVRİM VE DEMOKRASİ..NUMAN ESİN
44.BİR NUMARALI TANIK..KURTUL ALTUĞ
45.İHTİLALİN MANTIĞI..Ş.S.AYDEMİR
46.KUTSAL İSYAN...HASAN İZZETTİN DİNAMO
47.KUTSAL BARIŞ...HASAN İZZETTİN DİNAMO
48.ÇÖL KRALİÇESİ...JANET WALLACH
49.YÖNETMENLER,FİLMLER,ÜLKELER..A.DORSAY
50.AY HIRSIZI...SUNAY AKIN
51.ONLAR HEP ORADAYDI...SUNAY AKIN
52.KULE CANBAZI...SUNAY AKIN
53.LÜZUMSUZ BİLGİLER ANSİKLOPEDİSİ..TAMER KORUGAN
54.PRENS..NİCCOLO MACHİAVELLİ
55.İSTANBUL'DA BİR ZÜRAFA..SUNAY AKIN
56.KIZ KULESİNDEKİ KIZILDERİLİ..S.AKIN
57.AH BEYOĞLU,VAH BEYOĞLU..SALAH BİRSEL
58.İSTANBUL-PARİS..SALAH BİRSEL
59.YAVUZ'UN KÜPESİ..ERHAN AFYONCU
60.OSMANLI PADİŞAHLARININ HAYAT HİKAYELERİ...YILMAZ ÖZTUNA
61.BİZİM DİPLOMATLAR..BİLAL N.ŞİMŞİR
62.KİM VAR İMİŞ BİZ BURADA YOĞ İKEN..CEMAL KAFADAR
63.RÜZGARIN GÖLGESİ..CARLOS RUIZ ZAFON
64.MELEĞİN OYUNU..CARLOS RUIZ ZAFON
65.ORTA DOĞU..TAYYAR ARI
66.ABD-ORTA DOĞU-TÜRKİYE..HALUK GERGER
67.ORTA DOĞU.. BERNARD LEWIS
68.ON BİR CUMHURBAŞKANI ON BİR ÖYKÜ.. CÜNEYT ARCAYÜREK
69.ÖFKELİ YILLAR...ALTAN ÖYMEN
70.ATATÜRK'TEN SONRA BUGÜNLERE NASIL GELDİK ?..CÜNEYT ARCAYÜREK
71.ÇANKAYA...CÜNEYT ARCAYÜREK
72.DEMOKRASİNİN İLK YILLARI..C.ARCAYÜREK
73.YENİ İKTİDAR,YENİ DÖNEM..C.ARCAYÜREK
74.BİR İKTİDAR,BİR İHTİLAL..C.ARCAYÜREK
75.NEREDEYSE BİR BALİNA..STEVE JONES
76.MOSSAD GİZLİ TARİHİ...GORDON THOMAS
77.BARIŞA SON VEREN BARIŞ...DAVID FROMKIN
78.SULARIN GETİRDİĞİ PADİŞAH..CAHİT ÜLKÜ
79.TANK SESİYLE UYANMAK..HASAN CEMAL
80.BİR MANİNİZ YOKSA.. ...AYFER TUNÇ
81.ALATURKAFRANKA..ERCAN ÇİTLİOĞLU
82.SUÇUMUZ MÜKEMMEL OLMAK..S.DUMAN
83.DARBE...STEPHEN KINZER
84.ÖZAL HİKAYESİ..HASAN CEMAL
85.TURGUT NEREDEN KOŞUYOR ? ..E.ÇÖLAŞAN
86.YEDİ TEPE ANADOLU...ALİ CANİP OLGUNLU
87."K", "DERBEDER BİR KAHİN"...CANSU YILMAZÇELİK
88.LATİFE HANIM...İPEK ÇALIŞLAR
89."K",YIKIK BİR SARAYDIR DÜNYA..PERİHAN ÖZCAN
90.BEYAZ PERDEDE KIRMIZI FİLMLER.. ATİLLA DORSAY
91.TEK ADAM..Ş.SÜREYYA AYDEMİR
92.DAHİLER VE AŞKLARI...ÖZCAN ERDOĞAN
93.HAYATIM KİTAP..YAŞAR AKSOY
94.BOĞAZİÇİ ŞINGIR MINGIR..SALAH BİRSEL
95.BİR EKONOMİK TETİKÇİNİN İTİRAFLARI...JOHN PERKİNS
96.CUMHURİYET TARİHİ YALANLARI 1. VE 2. CİLT...SİNAN MEYDAN
97. KOMPLO TEORİLERİ..EROL MÜTERCİMLER
98.ÖNCE KADINLAR VE ÇOCUKLAR..SUNAY AKIN
99.BİR ÇİFT AYAKKABI..SUNAY AKIN
100. BENİM CUMHURİYET'İM..EMİNE UŞAKLIGİL
101.DARAĞACINDA ÜÇ FİDAN..NİHAT BEHRAM
102.NEREYE..CAN DÜNDAR
103.İSTANBUL'DAN SAYFALAR..İLBER ORTAYLI
104.BİZİM İZMİRİMİZ..MELİH GÜRSOY
105.GİZLENEN TARİH..BRİAN HAUGHTON
106.BERGAMA DÜŞLERİMİN ŞEHRİ,İZMİR SEVDAM..SELAHATTİN TURAL
107.GÖLGEDEKİLER..CAN DÜNDAR
108.KIRMIZI BİSİKLET..CAN DÜNDAR
109.YAKAMDAKİ YÜZLER..CAN DÜNDAR
110.GEÇMİŞ AYRINTIDA SAKLIDIR..CEMİL KOÇAK