Sayfalar

718 ) VOLTAIRE'İN HAYATINDA KADIN ÇORABININ YERİ !...

    

Kadın çorabı satan mağazaların gittikçe "müzikhol" sahnelerine çevrilen vitrinlerine bakarken Voltaire'i hatırlayan acaba kaç edebiyatçımız vardır ?.. Çoğumuz ipek kadın çorabıyla bu ünlü zeka arasında bir ilişki bulamayız. Halbuki "Candide" yazarının hayatında kadınlarla beraber, kadın çoraplarının da bir rolü olmuştur..
Voltaire çapkın bir adamdı. 94 yaşındayken ölüm halinde Paris'te bulunduğu zaman hizmetine verilen çirkin, yaşlı hastabakıcıyı yanından uzaklaştırmış ve yerine, istediği gibi tazesi sokulunca yüzü gülmüş, hatta bir aralık bunun sihriyle gözlerine fer geldiğinden yaşayacağı bile sanılmıştı !..
Bazı kadın çorabı vitrinleri, yaşınızdan, başınızdan çekinmezseniz, önlerinde durup gerçekten seyredilecek ve seyrederken de hafifçe kızarılacak açık saçık sahnelerden farksızdır..
Voltaire de kadın çorabı reklamcılığı yapardı ama büsbütün başka türlü..
O hicivci filozof bir aralık kadın çorapçılığı yapmış, çorap satmıştı. Hem de yaşlılığı zamanında, 1760 yıllarında.. Asrın her türlü ileri hamlelerine yabancı kalmayan, ilim ve edebiyat dışında ticaret hayatına da atılarak başarılı muamelelerle servet sahibi olan Voltaire, Fransa'da ipekçiliğin gelişmesine hizmet edenlerin başında gelir..



Ferney Şatosu (üstte) topraklarında dut ağacı ve ipek böceği yetiştirmiş, tezgahlar kurarak, işçi tutarak kendi ipeğinden kadın çorapları ördürmüş ve bunları piyasaya sürmüştü. Eli ile de çorap yaptığı olmuştu. Fakat kimler için ?.. Düşes de Berry (altta, solda) ve Düşes de Choiseul (altta, sağda) gibi anlı şanlı, adlı sanlı devran afeti kadınların krallara diz çöktüren ayakları, bacakları için !..

    

Şimdi, Voltaire'in hem ince zendostluğunu hem de reklamcılıktaki şeytanca zekasını meydana koyan birkaç belge göreceğiz.. Mesela Düşes de Choiseul'e bir mektup yazıyor ve kendisinden bir tek ayakkabısını istiyor.. Çift değil, tek !.. Düşes hayretlere düşüyor ve tek yerine çiftini gönderiyor. O zaman, filozoftan şöyle bir yanıt geliyor :
"Madem ki siz, sizden istenilenden fazlasını birdenbire ihsan ediveren cömert bir kadınsınız.. Bana ayakkabılarınızın yalnız teki lazımdı. İnzivaya çekilmiş bir keşiş için bu kadarı yeter. Bir tek, madam, bir tek.. Bilirsiniz ki meşhur hikayesinde Anacréon der ki : 'Ah, keşke senin ayakkabılarının bir teki olsam !'.. Dikkat ediniz : Çifti değil. Niçin bir tekini istediğimi yakında anlayacaksınız !.."

Düşes bu arzuyu yerine getirmiş olacak ki, 14 Ağustos 1769 tarihli mektubuyla Voltaire emaneti aldığını bildiriyor ve birkaç gün sonra kendisine bir çift çorapla beraber şu mektubu yolluyor :
"Gördüğünüz çorapların ipeğini benim böceklerim yapmıştır ; ören de benim kendi ellerimdir. Bu taraflarda yapılan ilk çoraplar onlardır.. Lütfediniz, bir defacık olsun giyiniz ve bacaklarınızı kimi istiyorsanız ona gösteriniz. Eğer çoraplarımın İtalya'da yapılanlardan daha sağlam, daha güzel olduğunu söylemezlerse sanattan vazgeçerim. Hizmetçilerinizden biri giysin, bir yıl dayanacağı muhakkaktır.."
Anlaşılan, Voltaire zamanında çorap ölçüsü ayakkabı üzerinden alınırmış..
Mektupta bir de şiir parçası vardır, son mısrası :
"Sizi yakından görmeyi, uzaktan çorap giydirmeye tercih ederim" anlamına gelir.. Bütün bunları yapan, yazan adam o tarihte 76 yaşındaydı !..
Fakat daha 14 yıl yaşayacaktı..



Peki, koca Voltaire düşünce alanındaki çalışmalarından bunca eserler bıraktı da, çorapçılığından iz, ad, ün kaldı mı ?..
Kalmıştır.. Bir kere, ilk dut ağacını dikip böcek yetiştirdiği kuru bölge, bugün yemyeşil bir ipek ülkesidir. Sonra yine onun zekasıyla ıslah edilmiş tezgahlar sayesinde ipek kadın çorapçılığı gelişmiş ve onun girişimiyle Fransa'nın belli başlı sanatlarından biri haline gelmiştir.. 
Bugün pek ünlü bir mensucat fabrikası olan Ph. Haber müessesesi bütün dünyanın en halis ipeğinden örülmüş, en dayanıklı, en ince, en pahalı çorabını "Voltaire" markasıyla satar..
Voltaire gibi ince zekalı, ince zevkli, haşarı ve taşkın bir dahiye fikir hayatı dışında yakışacak işin güzelim dut yaprağı, ipek böceği, ipek kozası, ipek çilesi ve bunlarla çok iyi uyuşan incecik ipekten güzelim kadın çorabı olduğuna hiç şüphe yoktur..



(REFİK HALİD KARAY'ın, Tan gazetesinde, 28 Kasım 1943 tarihli yazısından.. "Memleket Yazıları-11 / İnsanlık Halleri Huy Arabeskleri", İnkılap Yayınevi) 

717 ) HAVACILIKTA DESTAN YAZAN PİLOTUMUZ...

    


Onlar, Kurtuluş Savaşında düzenli ordunun ilk pilotlarıydı. Derme çatma uçaklarıyla, en zorlu şartlarda keşif uçuşu yaptılar, düşman mevzilerine bomba yağdırdılar. Yüzbaşı Sırrı komutasında Halil, Behçet, Fazıl ve Vecihi (Hürkuş)..
"Nafiz-1" ve "Nafiz-2", onların ilk göz ağrısıydı. Sonra bunlara "Albatros" katıldı ve tabii pilot Fehmi. Uçakları iyi havada uçar, rüzgarlı  ya da yağmurlu havalarda yerinden kıpırdayamazdı. Çünkü bazılarını onlar, bir motor tedarik ederek bizzat inşa etmişlerdi. Kanatları, bol kuyruk yağlı et suyuna batırılmış Amerikan beziyle yapılıyor, bu kanatlar, haliyle yağmurlu havada yumuşayıp gidiyordu..
Bir kısmı isabet aldı, bir kısmı da havada arızalanıp düştü. Mustafa Kemal bu ekibe, biraz da bu yüzden "çılgınlar" adını vermek ihtiyacını duymuştu. Çünkü korkusuzdular ve harikalar yaratıyorlardı. Uçak onarmak, yenisini yapmak, onlar için çocuk oyuncağıydı.. Turgut Özakman, "Çılgın Türkler" kitabının bir bölümünde o çılgınları şöyle anlatır :
"Tek kişilik avcı uçağıyla sağlıklı keşif yapılabilmesi için pilotların gözlem eğitimi almış olmaları gerekli. Bu konuda en yetişkin pilot Fazıl'dı. O uçacaktı. Akşam keşfi için Albatros D-III hazırlandı. Bu güzel uçağa 'İzmir' adını vermişlerdi. Abdullah Usta, uçağa binmeden Fazıl'ı yakaladı. 'Bak..' dedi. 'Bütün parçaları tek tek bir daha elden geçirdim. Yine de dikkatli ol. Büyük pilot olduğunu bilirim. Ama sakın motoru zorlama, hız yapma, düşmanla dalaşma. Ayağını öpeyim. İki kurban yeter..'
Fazıl, gözleri dolan ustaya sarıldı : 'Merak etme, sağ döneceğim..'
Motoru çalıştırdı, ısıttı, pist başını doldurmuş genç pilotlara ders verir gibi dikkatle ilerledi, elini salladı, hızlandı ve havalandı.. İki saat sonra döndü. Alkışlarla karşılandı. Raporunu telefonla Binbaşı İzzet Bey'e yazdırdı. Hava keşif raporu paşaları rahatlattı. Pilot Fazıl'ı uğurlayan, sonra da pistte alkışlarla karşılayan genç pilotlardan biri de Vecihi idi. Gerçi teknik eğitim görmüş, uçak onarımında ustalaşmıştı ama uçmayı çok seviyor ve istiyordu. 1922 Ağustos'unun ortalarına gelindiğinde uçak bölüğü Akşehir'den Çal'daki alana taşındı. Filoda 10 uçak vardı : 6 adet Brege XIV keşif, 3 adet Spat XIII av ve bir de De Hawilland-9 (İsmet).."



Vecihi Bey, 6 Ocak 1896'da İstanbul'da doğdu. Küçük yaştan beri pilot olmayı istiyordu. Yeşilköy'deki Tayyare Mektebi'ni pilot olarak bitirdi. Hemen orduya katıldı. Birinci Dünya Savaşında pilot brövesiyle 7. Tayyare Bölüğünde Ruslara karşı hava harekatına katıldı. Hatta bir Rus uçağını düşürüp, "Uçak düşüren ilk Türk pilotu" olarak anıldı. Ancak bu savaş sırasında Ruslara esir düştü (altta, başı sargılı). Esir tutulduğu Hazar Denizindeki Nargin adasından yüzerek kaçtı ve İran üzerinden Anadolu'ya geçti. Hemen ardından, 1918 yılı başında Yeşilköy'de konuşlanmış bulunan 9. Harp Tayyare Birliğinde görev aldı. Bu bölükte görevliyken kendi imkanlarıyla bir av uçağı tasarımı yapmaya girişti. Fakat projesi Mondros Ateşkes Mütarekesinin imzalanması nedeniyle yarım kaldı..



Vecihi Bey'in, teknik adam olarak öne çıkması, hiç şüphesiz uçma arzusunun yerine getirilmesinde bir engel oluşturuyordu. Ancak o, kendi çabalarıyla bunu da aşmayı başardı. Çünkü çok iyi bir pilot olduğuna önce kendisi inanıyordu ve çevresine de bunu kabul ettirmekte zorluk çekmiyordu..
Kurtuluş Savaşı gelip çattığında Vecihi Bey, yine sahnedeydi. Ancak ondan önce Alman uzmanlar tarafından eğitilen bir kısım rütbeli pilotlar öne çıktılar. O, bunu onur meselesi yapmadı ve bir süre bekledi. Özellikle İnönü ve Sakarya savaşlarındaki keşif ve destek uçuşları ile dikkat çekerek isminden bahsettirdi. Bir Yunan uçağını da düşürerek, havadaki kariyerini ikiye katladı. Vecihi Bey Kurtuluş Savaşı'nın ilk ve son uçuşunu yapan pilot olarak da anılır. Keza savaşın son günlerinde İzmir'in Gaziemir (Seydiköy) hava alanını tek pervaneli av uçağıyla işgal eden Türk pilot odur.. Bu nedenle kendisine kırmızı şeritli İstiklal Madalyası verildi. TBMM de, tarihinde ilk kez kendisine üç kez takdirname verdi.

   

Vecihi Bey, Kurtuluş Savaşından sonra İzmir'e yerleşti. Seydiköy'de pek çok tayyarecinin yetişmesinde önemli rol aldı. Cumhuriyet'in ilk pilotlarının önemli bölümü onun öğrencileriydi. 
O yıllarda Edirne'ye yanlışlıkla inen bir yolcu uçağının kurtarılması amacıyla bölgeye gidip kusursuz bir görev ifa eden Vecihi Bey'in bu hizmeti karşılığında, kurtardığı uçağa "Vecihi" adı verildi. Bu, onu hem heyecanlandırdı, hem de çok gururlandırdı. Bundan güç alarak uçak inşa etmeye karar verdi.. Ancak buna nereden başlayacağını çok iyi biliyordu. Halkapınar'daki cer atölyelerinden teknik destek sağlayarak kollarını sıvadı. Seydiköy'de, şimdiki Gaziemir Hava Teknik Okullar Komutanlığında uçak yapım projeleri üzerinde çalışmalar gerçekleştirdi. Cumhuriyet'in ilan edildiği yıl, Kurtuluş Savaşı sırasında Yunanlılardan ganimet olarak ele geçen motorlardan yararlanarak ilk Türk uçağını imal etti. İki yıllık bir çalışma sonrasında, 28 Ocak 1925'te "Vecihi-K-VI" adını verdiği bu uçağı uçurdu. Ancak ödül yerine ceza aldı !.. Çünkü Seydiköy alanında o sırada havacılıktan anlayan kimse bulunmuyordu. Kendi imal ettiği uçağın kalkışı için izin verecek merci olmadığı için, bu davranışı "izinsiz uçuş" olarak nitelendirildi ve Vecihi Bey bu yüzden cezalandırıldı. Ancak bu olay, onun moralini hiç bozmadı. Havacılığın bir dizi kurallarla yürüdüğünü çok iyi biliyordu. Gönül koymadan bir süre daha çalıştı. Türk Hava Kurumu'nun kuruluşuna destek vererek bu kurum çatısı altında İzmir'de pilotluğa merak saran gençleri eğitti. Askeri havacılıktan bir süre sonra ayrıldı ve daha rahat çalışabilmek amacıyla uçak tasarım ve yapımı sahasına daha özgür biçimde adım attı. 1930'da İstanbul Kadıköy'de bir keresteci dükkanını kiralayarak üç ay içerisinde ilk Türk sivil uçağını, aynı zamanda ikinci uçağı "Vecihi-XIV"ü yaparak Kadıköy Fikirtepe'den Ankara'ya kadar ; 25 Nisan 1931'de de Çekoslovakya'da kendi monte ettiği uçağı bu ülkeden Türkiye'ye kadar uçurmayı başardı...

  

Sanatçı Melike Demirağ'ın dedesi Nuri Demirağ, kendisine 5.000 lira vererek bunun karşılığında bir kabin uçağı yapmasını istedi. Vecihi Bey, bunu da başardı ve "Vecihi XVI" kabin uçağını yaparak yine bir ilke imza attı. 
İzmir'den hiç kopmadı. Uçmak istediğinde İzmir'e gelir, bu hevesini doya doya tadardı. Reklam işlerinde çalıştı. İşadamlarının havadan reklam ve çekim işlerine yardımcı oldu. Sanatçı Zeki Müren'in Fuar'da yapacağı çalışma öncesi tek pervaneli uçağıyla "Sanat Güneşi"nin havada reklamını yaptı...
Soyadı Kanunu çıkınca "Hürkuş" soyadını aldı. Çünkü bunu hakediyordu..



(TAYFUN GÖÇMENOĞLU'nun KNK dergisinde çıkan yazısından alıntıdır)   



Facebook'taki "Tarihten Anekdotlar" grubumuzdan değerli üyemiz Metin Sertbaş tarafından bana iletilen bir anekdotu da yazıya ekliyorum, kendisine teşekkürlerimle..

1928’in ilk aylarında Türk Hava Kurumunda (o zamanki ismiyle Türk Tayyare 

Cemiyeti) bir tayyare projesi hazırlayan Vecihi Hürkuş, uçağı yapma fırsatı

bulamadığı gibi dönemin Türk Hava Kurumu Başkan Yardımcısı Şükrü Koçak

tarafından “Görüyorum ki, sen hâlâ akıllanmamışsın Vecihi. Yine tayyare projesi

diye bir şeylerle uğraşıp duruyorsun ve tabii bunlar için masraflar da 

yapıyorsun, bu işin çıkmaz yol olduğunu öğrenmedin mi? İzmir’de bu kadar

zaman uğraştın, birçok masraflar yaptın, tayyareni meydana getirdin ve uçtun. 

Netice ne oldu? Bu çalışmalar sonunda muvaffak olacağını kabul edelim.

Biliyorsun Cemiyetin artık uçuş faaliyeti ile alakası yok. Bu halde, teşebbüsün,

emeklerin ve uçak ne olacak? Sana daireye geldin, gelmedin veya defteri imza

et diyen mi var?” (Hürkuş, 2000) şeklinde uyarılır. (Cevat Sarıkaya, Tarihi gelişim içerisinde Türk hava harp sanayi, s.48)



715 ) TÜRK GAZETECİLERİ, NAZİ ALMANYA'SINDA..



1935 yılının Nisan ayında, "Milliyet" gazetesinden Ahmet Şükrü Esmer, "Cumhuriyet" gazetesinden Abidin Daver, Türk Basın Ofisi'nden Burhan Belge ve "Vakit" gazetesinden Mehmet Asım Us'un oluşturduğu dört kişilik bir gazeteci grubu, resmi karakterli bir bilgilendirme gezisi kapsamında, Almanya'ya gönderildi..
M. Asım Us, "Hatıra Notları / 1930'dan 1950 Yılına Kadar, Atatürk ve İsmet İnönü Devirlerine ait Seçme Fıkralar" adlı kitabında bu gezi ile ilgili satırlara da yer verir..

     

Hitler'in Münih'teki çalışma odası, Berchtesgarden'deki evi ve Parti Gençlik Okulu gibi Nazi "mabetleri" ziyaret edildikten sonra ; grup Mayıs başında Berlin'e gelir. Orada, Hitler Gençliği'nin büyük organizasyonunda Göring ve Goebbels arasında oturan Hitler'i de görmektedirler..
"Nutuk, radyo ile her tarafa neşredildi. Hitler'in özel locası olduğu halde halk arasında oturması dikkati çekti. SA teşkilatı yollarda inzibatı idare ediyor. Teşkilatın üyeleri yollarda iki sıra dizilmiş ; biri kaldırıma, diğeri caddeye bakar şekilde duruyorlar.."
2 Mayıs günü, delegasyona Adolf Hitler'in yemekten önce Türk gazetecileri kabul edeceği bildirilince, grup hızla Başbakanlığın yolunu tutar :
"Burası gayet sakin bir binadır. Üç yıl önce yeni yapılmış. Hitler'in yanına girdiğimizde orada Goebbels vardı. Hitler, ne zamandan beri ve nerelerde gezdiğimizi sordu. Biraz da havadan sudan bahsettikten sonra gazeteciliğe değindi.. 'Gazetecilik, gerçeği yazmak koşuluyla şerefli bir meslektir. Fakat bir süre sonra yalanı meydana çıkacak şeyleri yazanlar var. Örneğin benim hastalığımdan, tedavi edildiğimden, sinir krizi geçirdiğimden bahsedilir.. İşte görüyorsunuz, burada çalışıyorum !' dedi..
"Goebbels söze karıştı, 'Birkaç memleketin gazetecileri doğruları yazıyorlar, Türk gazeteciler bunlardandır' dedi. O vakit Hitler teşekkür etti, minnettarlığını belirtti ve sonra devam ederek, 'Ben basın özgürlüğüne müdahale etmedim. Gazeteler bugünkü cereyanı kendi kendilerine aldılar' dedi.."



1942 yılının yaz mevsimine doğru Alman yönetimi bir Türk basın delegasyonunu daha, üç haftalık resmi bilgilendirme ziyareti için Almanya'ya ve kontrol altına alınmış sahalara davet ettiğinde ; o dönem yedek subay olarak askerlik görevini yapmakta bulunan Nadir Nadi de, hükumetin bir aylık özel izin vermesiyle katılımcı listesine koyulmuştur.. 
Delegasyonun başkanlığını "Akşam" gazetesinin baş editörü Necmettin Sadak üstlenmiştir ; diğer katılımcılar ise, yine "Vakit" gazetesi baş editörü Mehmet Asım Us, Adana'da yayımlanan "Türk Sözü"nün yayımcısı Nevzat Güven ve Türk Basın Ofisi Başkanı Selim Sarper'den oluşmaktadır. 
Heyet, 16 Temmuz 1942'de İstanbul Sirkeci garından trenle yola çıkar..
Delegasyonun geri dönüşünün ardından doğrudan 19-30 Ağustos 1942 tarihlerinde, Nadir Nadi'nin Almanya seyahati röportajları "Cumhuriyet" gazetesinde yayımlanır..
Nadi'nin "genç, sevimli, alçak gönüllü" bir adam olarak tasvir ettiği Hitler Gençlik Lideri Arthur Axmann ile yan yana oturduğu, Basın Şefi Otto Dietrich tarafından verilen bir yemek sonrasına ; delegasyonun gezisinin doruk noktasını teşkil eden Goebbels ile bakanlıkta yapılacak olan görüşme konulmuştur :
"Önde delegasyonun başkanı Necmettin Sadak, sıra halinde yağlı boya ile boyanmış bir kapıdan içeri girdik. Açık renkli bir paravan, ilk başta içeriyi görmemize engel oluyordu. Onu aşınca kendimizi az eşyalı, fakat son derece geniş bir salonda bulduk. Dr. Goebbels, paravanın hemen yanında ayakta duruyordu. Kısa boylu, zayıf, temiz giyinmiş, resimlerinde olduğundan daha sevimli idi. Özel Kalem Müdürü olduğunu sandığımız bir zat, bizi teker teker adlarımızla bakana tanıttı. Ellerimizi sıkarken gözlerini bir süre üzerimizden ayırmıyor, zeki bakışlarıyla yüzümüze gülümsüyordu.."
Görüşme bakanın bir monologu tadında gerçekleşir. Goebbels, "bağırmayan, heyecana kapılmayan, musikili sesiyle" ; "adımız çıktığı için biz ağzımızı açsak derhal propaganda yapacağımızı sanırlar !" diyerek klasik propaganda tekniğine uygun şekilde başladığı konuşmasında ; yaklaşık bir saatlik konuşma süresince, Türk delegasyonuna üç ana konudan söz etmiştir. İlk olarak ; savaş Avrupa'dan Almanya'ya dayatılmıştı, fakat buna karşın Doğu'da hali hazırda fetih seferi gerçekleşmeyecekti. Aksine Almanya yalnızca Rus ordusunu zararsız hale getirmek niyetindeydi. Ve Goebbels, kış başlamadan önce, Rus ordusunun Almanya ve Avrupa için daha fazla korku yaratabilecek bir gücünün kalmayacağı umudundaydı. İkincisi olarak, durmadan alevlendirilen ikinci cephenin açılması meselesi üstüne konuşuyor, Almanların üstünlüğünden bahsediyor ve İngiltere'nin Manş Denizi'ni geçerek yapacağı bir hamleye Almanya tarafından izin verilmeyeceğinden emin olduğunu belirtiyordu. Üçüncü ve son olarak ise, sivil cephede hüküm süren yüksek morale değinir :
"Her Almanın kendisini, ölüm ve yaşam üstüne olan savaşa bağlı hissettiğini ; hiç kimsenin savaştan mutluluk duymadığını, ancak her birinin bunu bir zorunluluk olarak kabul ettiğini, söylüyordu.."



Goebbels delegelere halk ile konuşmalarını tavsiye eder. Temsilcilerin, kendisinin onlara sunduğu tasvirlerden farklı bir görüntü, başka bir izlenim edemeyeceklerinden emindir. Son olarak ; emrindekilere, "Türk gazetecilerin istedikleri her kişi ile tamamen serbest bir şekilde konuşabilmelerinin mümkün kılınması" talimatını verdikten sonra ; hiçbir şekilde soru yöneltmelerine fırsat vermediği Türk misafirlerini, sıcak bir şekilde tokalaşarak uğurlar..
Propaganda Bakanlığı ; "gıcır gıcır yeni bir otobüsün" yanı sıra, ikisi Dışişleri, biri kendi bakanlığından üç de memur tahsis ettiği Türk delegasyonunu, Batı Almanya, Lüksemburg, Fransa ve Avusturya'yı içeren, doğu sınırına kadarki bölgede bilgilendirme gezisine gönderir. 
Uğradıkları yerlerde birçok tutsak kamplarına da rastlarlar. Buralarda en iyi durumdakiler Fransızlar, en kötü haldekiler ise Ruslardır.. Zorla çalıştırılanların yanında, Nadir Nadi, "Fransa, İtalya ve diğer Avrupa devletlerinden," Alman çalışma kamplarında kendi istekleriyle bulunan yüz binlerce işçi de görür..
Nadir Nadi ve gazeteci grubu ; tam bir ay sonra, Alman disiplini, propagandası ve savaş rehberliğinden etkilenmiş olan Almanya'nın müttefikleri Macaristan ve Bulgaristan'ın üzerinden, 16 Ağustos 1942'de İstanbul'a dönerler..
Tarafsızlık konumunun gereklilikleri dolayısıyla hükumetin hissedilebilir engellemelerine rağmen ; gezi dönüşü, sıcağı sıcağına yayınlanan gezi röportajlarında, Nadir Nadi'nin Nazi Almanya'sına olan coşkunluğu hemen hemen hiç gizlenmemektedir. Türk çağdaş gazeteciliğinin en dikkate değer kişiliklerinden biri olan ve 1950'den itibaren aktif politikaya da atılan Nadir Nadi, bu özel zamanlarda haykırdığı Alman hayranlığından hiçbir zaman tamamen vazgeçememiştir..   

714 ) YAKILAN VE YASAKLANAN KİTAPLAR..

    

Yazının icat edildiği dönemlerden itibaren devleti yönetenler ve çoğu zaman da Kilise ve din adamları sadece sansür yoluyla gerçeklerin halk tarafından öğrenilmesini engellemekle yetinmemişler, aynı zamanda kendilerinden önce yayınlanan veya onların görüşleriyle uyum içinde olmayan kitapları ve belgeleri yakarak imha ettirmişlerdi. Tarih boyunca sansüre başvuran yönetimler hep halkın zararlı cereyanlardan korunması, toplumun ahlaki değerlerinin muhafazası gibi gerekçelerin arkasına saklanmışlardır. Doğrusu bu gerekçeleri haklı gösterecek örnekler azdır. İnsanları din düşmanlığına, ahlaksızlığa, şiddete başvurmaya yönlendiren kitap ve yayınların sayısı, sansürlenen veya yakılan kitapların pek küçük bir kısmını oluşturmaktaydı. Herhalde on binlerce kitabın birden yakılmasını emredenlerin böyle titiz bir eleme yoluna gittiklerini düşünmek mümkün değil..
İşin gerçeği şu ki, farklı düşüncelere tahammülsüzlük daha eski çağlarda başlamıştı.. Sadece devletin başında, yani iktidarda olanların görüşleri, ideolojileri, felsefeleri bilinecek ve benimsenecek, farklı görüşlere halkın ulaşması engellenecekti.. Yüzyıllar boyunca bu anlayış egemen olmuş ve bu nedenle, bazı kısa dönemlerin dışında, gerçek demokrasi ve düşünce özgürlüğü bir türlü gelişememiştir. Bu durum liderlerin iktidar hırsından mı kaynaklanmıştır, dar görüşlülüğünden mi, kültür eksikliğinden mi ?.. Belki de hepsinden birden..
Geçmişte yaşanan örnekler bu tahrip edici yaklaşımın ve tahammülsüzlüğün dünya medeniyetinden, dünya kültüründen neler alıp götürdüğünü açıkça ortaya koyuyor..

    

Bu kültür katliamının birkaç örneği :
MÖ 213 yılında Çin İmparatoru'nun veziri Li Si, başta Konfüçyus'un eserleri olmak üzere, çok sayıda tarih ve felsefe kitabını imha ettirdi. Kitap yasakları Han Hanedanı'nın işbaşına gelmesinden sonra, MS 191 yılında kaldırıldı. Ancak daha sonra, MS 300 yılında ilk resmi sansür yasası kabul edilerek, Hanedanın benimsemediği görüşlerin halka ulaşması engellendi.
Roma İmparatoru Augustus, dönemin ünlü şairi Ovidius'un özgürce yazdığı şiirlere tahammül edemedi. Eserlerini yasakladı ve kendisini imparatorluğun en uzak köşelerinden olan Karadeniz kıyısına sürgüne gönderdi. Ovidius, bugün bile Avrupa edebiyatının önemli eserlerinden sayılan ve dünyanın oluşumunu anlatan "Metamorfozlar"ı orada bitirdi..
Roma imparatorlarından Caligula da, Homeros ve Virgil gibi ünlü yazarların eserlerini yaktırdı..
Ünlü düşünür Protagoras'ın eserleri de "demokrasinin kaynağı" olarak kabul edilen Atina'da yakıldı..



Eski çağlarda, MÖ 50 yılından itibaren dünyanın en değerli eserleri İskenderiye Kütüphanesi'nde bulunuyordu. Nasıl çıktığı kesin olarak bilinmeyen bir yangında yüz binlerce çok değerli el yazması eser tahrip oldu. Bazı kaynaklar kütüphanede 700 bin kitap ve belge bulunduğunu kaydediyorlar. Yangını kimin çıkarttığı yolunda çeşitli rivayetler var. Bazıları Julius Caesar'ın İskenderiye'deki Mısır donanmasını yakması sırasında şehre sıçrayan yangının kütüphaneyi de yaktığını söylerken, bazı yazarlar şehirdeki bir dini ayaklanma sırasında Bizans İmparatoru Theodosius'ün emriyle kütüphanenin yakıldığını ileri sürüyorlar. Hatta kütüphaneden kalan bazı eserlerin daha sonra Müslümanlarca yakıldığını ileri sürenler bile var..
Daha sonra, MS 364 yılında Antakya Kütüphanesi Hristiyanlığı kabul eden İmparator Jovian'ın emriyle yakıldı. Bu kütüphanede Hristiyanlık öncesi döneme ait çok değerli eserler vardı..
MS 367 yılında, gene İskenderiye'de Athanasius adlı bir piskopos, içeriğini onaylamadığı bütün dini eserlerin imha edilmesini emretti.. 
MS 372 yılında, yine Antakya'da, İmparator Valens, Hristiyanlıkla ilgili olmayan bütün eserlerin yakılmasını emretti. Bu kitaplar arasında hukuk ve güzel sanatlar alanlarında yazılmış pek çok değerli eser de vardı. İmparatorun bu konudaki tavrından etkilenen bazı şehir ve kasaba yöneticileri de kendi kütüphanelerini imha ettiler. Demek ki, biat kültürü, lidere körü körüne itaat etme adeti o zaman da varmış..
Kitap yakılması geleneğinin yaratıcıları arasında Kilise ön planda geliyor. Bazı papalar bu konuda çok ileri gittiler. Örneğin 540 ile 604 yılları arasında yaşayan Papa I. Gregory (altta), eski Roma eserlerinin neredeyse tamamının imha edilmesi emrini verdi..



Daha sonra yüzyıllar boyunca Kilisenin bu kitap yakma alışkanlığı devam etti. Haçlı orduları 1109 yılında Trablus'u işgal ettikleri sırada, dünyanın en değerli İslam eserlerini barındıran Banu Ammar Kütüphanesi'ndeki yaklaşık 100 bin kitabı yaktılar. 1204 yılında İstanbul'a giren haçlı ordularının hedeflerinden biri de oradaki değerli klasik yazılı eserlerdi..
İnsanlık Yeniçağa girdikten sonra da bilgilerin halka ulaşmasını engelleme alışkanlığı devam etti. Bu bazen sansür, bazen de kitapların imhası şeklinde ortaya çıktı. 1534 yılında İngiltere Kralı VIII. Henry, Anglikan Kilisesi'nin başına geçtikten sonra herhangi bir kitabın yayınlanmasından önce kendi özel danışmanlarının onayının alınması zorunluluğunu getirdi.
Aynı yıl Fransa Kralı I. François de yazarlara, yayınevlerine ve kütüphanelere karşı katı bir baskı uyguladı. John Calvin başta olmak üzere birçok Protestan, baskılar nedeniyle ülkeden kaçtı..    



(ONUR ÖYMEN, "Bir Propaganda Silahı Olarak Basın / Dünyada ve Türkiye'de Sansür, Baskı ve Yönlendirme")

713 ) "BOUVET" NASIL BATTI ?!..

      

Geçen sene Çanakkale muharebelerinin 100. yılı dolayısıyla, kenarda köşede kalmış hatıratlar da yayımlanmaya başladı. Bunların içinde bir tanesi, Rumeli yakasındaki Yıldız Tabya'nın doktoru Behçet Sabit Bey'in günlüğü ufuk açıcıydı. 
Dr. Behçet Sabit (üstte) hem ayrıntılı bir şekilde 18 Mart'ı anlatıyor, hem de Yıldız Tabya'ya gelen ordu emirlerini ve tamimlerin kopyalarını veriyordu. Kız kardeşine yazdığı 24 Mart tarihli mektupta "Bouvet"nin batışını şöyle anlatmıştı :
"Yerin göğün tüm katmanlarını titreten bu kudurmuşçasına hücum, öğleden önce başlamıştı. Bize iyice yaklaşan 'Bouvet' idi ve kahraman tabyalarımızdan birinin Allah'a sığınıp gönderdiği mermi, daha ilk anda hedefi buluverdi... Oooh ! Kalbim sevinçten nasıl da çırpınıyor ! Onun aniden dönüp alevler içinde kaçışını görmek, o halini izlemek ne büyük zevk !.. Alevler dumana dönüştü.. Düşman saatte 22 mille kaçıyordu ki diğerlerinin açtığı yaylım ateşi artık bulunduğum yerin hemen yakınlarında dumanlar, taşlar, çelikler savuruyordu.. İşte tam o anda pek ustaca bir isabet, onu denizin derinliklerine gönderdi (01.45). (Rumeli Mecidiye Tabyası'ndan Yüzbaşı Mehmet) Hilmi adında bu saygıdeğer batarya kumandanının, adına yaraşır, vakarlı, zarif bir atışıydı. İlk şehidimizi de o zaman verdik. Kalbim acıyla titredi.."
(BEHÇET SABİT ERDURAN, "Cephedeki Bir Doktorun Gözünden 1915 Baharında Çanakkale", 2015, s.56-57)

    

Dr. Behçet Sabit Bey (üstte), günümüzde askeri arşivlerde kilit altında tutulan bazı belgeleri de kayda geçirmişti. Örneğin, Maydos'ta (Eceabat) konuşlanan 19. Piyade Tümeni Komutanı Kurmay Yarbay Mustafa Kemal Bey elinde dürbünü ile savaşı izlemiş 19 Mart'ta şu tamimi yollamıştı :
"Dün öğleden önce 11'i 25 geçe, düşmanın on bir zırhlı, iki kruvazör ve altı torpidobottan oluşan filosu Boğaz girişinden girerek Boğaz bataryalarına ateş açmıştır. Tarafımızdan karşılık verilmiştir. Tabyalarımızdan açılan ateşin tesiriyle düşmanın bir torpidobotu ile 'Bouvet' zırhlısı batmış ve iki zırhlısı mühim şekilde hasara uğrayarak ateş edilemeyecek bir hale getirilmiştir."



18 Mart günü İtilaf donanmasının komutanı olan Amiral de Robeck (üstte), altı gün sonra İngiliz Bahriye Nezareti'ne yazdığı raporda daha ihtiyatlı bir dil kullanıyor, fakat "Bouvet"nin mayınlara çarpıp batmadığını ifade ediyordu. Tabii bu raporu okumak için Cambridge Üniversitesi'ndeki arşive gitmek gerekti :
"(Amiral gemisi) Queen Elizabeth'ten görüldüğü kadarıyla, patlamanın nedeni mayın değildi, muhtemelen büyük bir top mermisiydi. Aynı zamanda, cephaneliğin infilak etmiş olabileceği de düşünülüyordu. Çünkü (patlamadan) önce geminin kıç tarafında yangın çıktığı gözlemlenmişti. Çok kısa bir sürede battığına göre, hiç şüphe yok ki cephaneliği havaya uçmuştu. Fakat patlamanın mayından mı, topçu ateşinden mi veya içeride çıkan bir yangın nedeniyle mi olduğu kesin değildir.." 
(Amiral de Robeck'in şahsi evrakı, Churchill College Arşivi, Cambridge Ünv.)




Dr. Behçet Sabit Bey, İstanbul'dan yollanan tebliğleri de kayda geçirmişti. Örneğin, 26 Mart tarihinde İstanbul'daki Karargah-ı Umumi, İstihbarat Şubesi'nden gelen bir bildiriyi de günlüğüne kaydetmişti. Bildiride İngiliz ve Fransızların resmi hükümet açıklamaları özetleniyor ve zırhlılarının serseri mayınlara battıklarını İtilaf Devletlerinin iddia ettikleri belirtiliyordu. Gerçekten, 20 Mart 1915 tarihli "The Times" gazetesinde İngiliz Bahriye Nezareti'nin resmi tebliği yayınlanmıştı. Tebliğde zırhlıların serseri mayınlara (floating mines) çarparak battıkları belirtiliyordu. Hatta iki gün sonra, 22 Mart 1915'te, aynı gazete, Çanakkale'deki savaş muhabirine atfen, "tartışmasız bir şekilde talih Türklerden yanaydı. Hava onlardan yanaydı.. İlaveten, bir parçacık iyi şans ve yüzer gezer mayınlar sayesinde gemileri indirmeyi başardılar.."  diye yazmıştı. Tabii muharebenin kaybına mazeret olarak "kör talih" gösterildiği zaman, İngiliz ve Fransız halkının bu mağlubiyeti içine sindirmesi kolaylaşıyordu. İngilizlerin, "Osmanlı topçusu iyi savaşıyordu"  demesini beklemek abesti..
Bu tür savaş propagandası Osmanlı subaylarının tepesini attırmış olmalı. 22 Mart tarihli itilaf açıklamalarını özetleyen tamimin sonuna, Çanakkale Müstahkem Mevkii Kumandanlığı bünyesindeki 2. Ağır Topçu Tugayı Kumandanı olan Albay Mustafa Talat Bey dayanamayıp şunları yazmıştı :
"Yukarıda yazıldığı ve ondan fazla da tamimden anlaşıldığı üzere düşman gemileri sırf mayınlarla zayiata uğradıklarını söylüyorlar ki bu da düşmanın manevi kuvvetinin ne kadar kırıldığını anlattığından batarya zabitleri ve erlerine düşmana daha fazla zayiat verdirmesi için son derece çalışmalarını tavsiye eder ve Allah'tan kendilerine yardımcı olmasını temenni ederim.."





(AYHAN AKTAR'ın #tarih dergisinin 2016-Mart ayı sayısındaki, "Bouvet zırhlısını mayınlar değil topçularımız batırdı" başlıklı yazısından alıntıdır..)

712) ORTADOĞU'DA "OSMANLI" SIFATI !..

   

Son zamanlarda iyiden iyiye alevlenen Osmanlı hayranlığının, özentilik ve görgüsüzlük boyutlarının yanısıra, bir de uydurma tarih boyutu var. Bu uydurma tarihin, öyle ciddi ve bilimsel görünümlü dışavurumları yok tabii. Birtakım yeteneksizler, medyada bol keseden atarak yaratıyorlar bu "efsanevi" tarihi !.. İzlenme oranlarını bilmiyorum doğrusu ; ama, yaşadığımız korkunç cahillik ortamında büyük zararlar verme olasılıkları bulunduğu kanısındayım..
Söz konusu uydurma tarihin temel direklerinden biri, bugün tam bir karmaşa içinde olan Ortadoğu'nun, Osmanlı döneminde barış ve huzur içinde yaşamış olduğu varsayımı. Yani Batı taklitçisi milliyetçilerin komploları sonucu yitirdiğimiz bir cennet yaratılıyor. Bunun bazı çevrelerin rüyalarını süsleyen İslam ümmetinin birliği arayışının kurgulanmış geçmişi olduğu, tarih yazımına ilişkin az çok bilgi edinebilmiş herkesin anlayabileceği bir şey.. Gene de, Birinci Dünya Savaşı öncesine özgü bu Osmanlı cennetinin olgusal düzlemde gözden geçirilmesinde yarar var..
Osmanlı İmparatorluğu'nun 1910'lardaki durumuna şöyle yüzeysel bir bakış attığımızda, tarih kitaplarındaki haritalarda Osmanlı toprağı gibi gözüken Cebel-i Lübnan Sancağı'nın Osmanlı hakimiyetinde olmadığını, Marunilerin çoğunlukta bulunduğu bu sancağın mutasarrıfının Fransa Dışişleri Bakanı tarafından onaylandıktan sonra atandığını görüyoruz.. Zaten Cebel-i Lübnan da, 1908'de Osmanlı Parlamentosu'na milletvekili göndermeme kararı almış, bu durum ancak Osmanlı Devleti Birinci Dünya Savaşı'na katıldıktan sonra değişmişti..
Aynı biçimde, bugün adına "Kuveyt" dediğimiz bölgede de Osmanlı hakimiyeti yoktu. Kuveyt, Büyük Britanya koruması altında bağımsız olmuştu bile. İşin ilginç yanı, bu durumun daha Sultan İkinci Abdülhamid döneminde böyle olduğu ve Kuveyt'te egemen olan Sabah ailesini sindirebilmek için Sultan'ın Reşid ailesini seferber ettiği, bunların Kuveyt'i istila ettiği, ama Büyük Britanya'nın devreye girmesiyle daha önceki statükoya süklüm püklüm dönüldüğüdür.. Kuveyt'in egemen bir emirlik olması, sonuçta Mahmud Şevket Paşa'nın sadrazamlığı (Ocak-Haziran 1913) döneminde İngilizlerle yapılan bir antlaşma ile kesinleşmiştir. O dönemde İngilizlerin Suud ailesiyle ve bugün Birleşik Arap Emirlikleri'ni oluşturan aşiret devletleriyle de ikili antlaşmaları olduğunu hatırlatmakla yetinelim..



Yemen'in Aden bölgesi, 19. yüzyıl başlarından beri İngilizlerin elindeydi. Geriye kalan kısmı ise Osmanlı yönetimine karşı isyan halindeydi. İsyanı yöneten İmam Yahya, İtalyanların Libya'ya saldırmaları üzerine savaşı durdurmuş, daha sonra yapılan sözleşmeyle Osmanlı yönetimini tanımış, ama özerkliğini korumuştu. Yemen'in hemen kuzeyindeki Asir bölgesi de 1910'larda Osmanlı yönetimine karşı isyan halindeydi. 
Daha kuzeydeki Hicaz ise 1916'da patlak verecek olan "Arap İsyanı"nın hazırlıklarına başlamıştı bile. O kadar ki, isyanın önderi Şerif Hüseyin ibn Ali'nin oğlu Abdullah, 1914 başında milletvekili seçildiği Osmanlı Parlamentosu'na katılmak için İstanbul'a doğru yola çıktığında Mısır'a uğramış ve Lord Kitchener ile görüşerek babasının hazırlandığı isyana Büyük Britanya'dan destek sağlamaya çalışmıştı.. Ayrıca bu dönemde Şerif Hüseyin'in, Sultan İkinci Abdülhamid'in uygulamaya koyduğu Hicaz Demiryolu projesini başarıyla engellediğini ve Medine'ye varmış olan demiryolunun Mekke'ye, oradan da Cidde limanına uzanacak kısımlarının yapılmamasını sağladığını da unutmamak gerekiyor..



Öte yandan, egemenlik meselesinin yalnızca bu yönetim sorunlarına ilişkin olduğunu sanmak çok yanlış olur. Osmanlı toprakları üzerinde devreye sokulacak herhangi bir ekonomik girişim de bin türlü zorlukla karşılaşıyordu. Nitekim Fransızların izni olmadan Suriye-Lübnan bölgesinde, İngilizlerin izni olmadan da Bağdat-Basra yöresinde Osmanlılar çivi bile çakamıyorlardı. 
Osmanlı Devleti ile İran arasındaki sınırın nasıl çizileceğine Rusya karışıyor, aynı Rusya 1913'de yapılmaya başlanan Sivas-Samsun demiryolunun inşaatını engelleyebiliyordu. 
Cumhuriyet döneminde bitirebildiğimiz bu inşaata Rusya, ancak bazı ödünler elde ettikten sonra, 1914 baharında izin vermiştir..
Tabii başta sözünü ettiğimiz o uydurma tarihi yaratmaya çalışanların bütün bunlara verdikleri sihirli bir yanıt var : "Kabahat emperyalizmin.."
Emperyalizm olgusunu kimsenin yadsıdığı yok gerçi.. Ama o noktada durup birilerini şeytanlaştırmak, ideologlara özgü bir tembellik veya kolaycılık oluyor. Yıllar önce tanışma şansı bulduğum, büyük Suriyeli düşünür Sadık Celal el-Azm'ın bu bol keseden atan ideologlara verdiği, aslında bu ülkede çok iyi bildiğimiz ama son zamanlarda unutmaya yüz tuttuğumuz yanıtı hatırlamakta yarar var
"Sömürgeleştirilmek için, önce sömürgeleştirilebilir olmak gerekir.."



AHMET KUYAŞ'ın, #tarih dergisinin Aralık-2015 sayısındaki yazısından alıntıdır.. 

         

711 ) HÜNKAR (KARŞILAMAYI) BEĞENDİ !..

   

Osmanlı'da resmi şenlikler pek çok amaca hizmet ediyordu. Bazı padişahlar, seferden ya da seyahatlerinden dönüşlerinde yapılan karşılama törenleri hoşlarına giderse, bu, bazen halk için doğrudan faydalı da olabiliyordu..
Daha genel olarak, bu ayrıca hem eğlence hem de gündelik baskılardan sıyrılıp rahatlama fırsatı sağlıyordu halka.. 
Refah getiriyordu : Yiyecek ve parasal bağışlarla maddi, toplu dualarla manevi refah edinilmesi söz konusuydu. Halk bu şenliklerle kolektif bir birim haline getiriliyor ve bunlar aracılığıyla, imparatorluğun başarılarıyla kendini bütünleştiriyordu.. 
Debdebeli bir şehir olan İstanbul, aynı zamanda imparatorluğun başkenti, gücün odağı ve padişahın ikamet yeriydi. Padişah, mesafeli bir figür ya da mutlak otoriteye sahip bir hükümdar olmaktan uzaktı. Çoğunlukla görevden hızla gelip geçen vezirlerin birçoğundan kuşku duyulan Osmanlı siyaset dünyasında, tehlikeli karışıklıklar içinde varlığını sürdürürken, Padişah, gücünü incelikle koruyordu. Şehir halkıyla uzlaşılması, onun devlet işleri ve onu yöneten, özdeşleştiği hanedanla bütünleştirilmesi ve refahının padişah tarafından temin edilmesi gerektiğinin gayet farkındaydı.. En önemlisi de, padişah, halkın görüp erişebildiği, adalet sağlayıcı ve belki apaçık ifade edilmeyen, ama örtük bir biçimde hissedilen, ruhani bir figür idi..
Etkin ve coşkulu katılım, genellikle halk için, tatmin edici sonuçları sağlayabiliyor idi. Sultan Abdülaziz, halk gösterileri ve gürültü patırtıyla çok sıcak karşılandığı Mısır'dan İstanbul'a dönerken İzmir'e uğradı. Burada farklı milletlerin hepsi onu büyük sevgi gösterileriyle karşıladı ; hatta, "Madamlar ve Matmazeller sokaklarda diz çökerek : 'Vive le Sultan' (Yaşasın Padişah) diye tezahürat yapmışlardı..
Böyle bir karşılamadan memnun kalan Padişah, Mısır ve İzmir'de gördüğü gibi sevgi gösterilerini İstanbul halkından görmediğini bildirdi.. İşte bundan sonradır ki ; Ahmed Cevdet Paşa'nın, "Yüceltme ve saygı göstergesi olarak padişahın huzurunda sükunetle durulması şeklindeki eski gelenek" diye söz ettiği tavırdan, o andan itibaren İstanbul'a sızan bu yeni ve coşkulu, gürültülü karşılama üslubuna geçiş hızlanmıştır. Ancak, en azından Ahmed Cevdet Paşa'ya göre, arada önemli bir fark vardı ; zira İstanbul halkı her ne kadar alkışlamaya başlasa da, bunu çok edepli ve kibar bir biçimde yapıyordu. Paşa'ya göre, İstanbul halkı şehir kutlamaları konusunda Mısır ve İzmir halkından kat kat daha iyiydi..



Sultan Abdülaziz'in dönüşü için yapılan üç günlük şenlik kuşkusuz görkemliydi. Zanaatkarlar en çarpıcı vitrini döşemek için birbirleriyle yarıştılar. Saksılar dolusu minik çiçek bahçeleri hazırlanmış, limon ağaçları dikilmiş, dükkan cepheleri defne dallarıyla bezenmiş ve bunlar hanların girişlerine sarkıtılmış, dükkanlar fenerlerle süslenmiş, bu hummalı gösteriş arzusuyla her yer öyle aydınlatılmıştı ki, piyasada fener kalmamıştı !..
Sokaklar muhteşem yalı bahçelerine, dükkanlar gelin odalarına dönmüştü. Normalde geceleri kapalı olan ancak Sadrazam Fuad Paşa tarafından bu kutlama vesilesiyle açık kalmasına izin verilen Kapalıçarşı ışıl ışıldı ve öyle kalabalıktı ki, civarında yürüyebilmek neredeyse imkansızdı. Müzisyenler müzik yapıp askeri bando sokakları dolaşırken, şehir çalgı sesleriyle inliyordu.. 
Tüm bu insan kalabalığına rağmen (öyle ki, kalabalıktan Kapalıçarşı'dan Asmaaltı'na ulaşmak imkansızdı) kadınlar belli ki rahatsız edilmiyor ve yakışıksız bir davranışa rastlanmıyordu ; kısacası tüm İstanbul halkı, birbirlerini gözeterek, öyle bir şehir şenliği düzenledi ki, "daha önce böylesi görülmemişti," diyerek hayranlıklarının kelimelerle anlatılamayacağını düşünen Ahmed Cevdet'in kuşkusuz biraz pembe gözlüklerle yansıttığına göre, herkes neşeyle gezinerek kendince eğleniyordu. Padişah da doğal olarak durumdan memnundu..
Ahmed Cevdet'e göre, bu kutlamalar Fuad Paşa'nın parlak bir fikriydi. "Padişah-perest", ama aynı zamanda çok yenilikçi bir insan olan Fuad Paşa, padişahı halka sevdirmek gibi faydalı bir etkisi olan bu benzersiz kutlamaları düzenlemişti. Bu sevgi, karşılıksız kalmıyordu.. Bazı vergi imtiyazlarını ve İstanbul halkının zorunlu askerlikten muaf tutulması gibi kanunları kaldırma kararı alan nazırlar artık fikir değiştirmişlerdi !.. Başkent halkının hükümdarlarına sergilediği bu sevgi ve duygu gösterisinden sonra, bu uygulama bir başka zamana bırakıldı..



KAYNAKÇA :  
AHMED CEVDET PAŞA, "Ma'ruzat" ; EBRU BOYAR-KATE FLEET, "Osmanlı İstanbul'unun Toplumsal Tarihi"

710 ) BAŞKALDIRAN KADINLAR !..



Aristoteles ne dediğini biliyordu : "Kadın deforme olmuş bir erkektir. Onda en temel unsur eksiktir : Ruh.."

Plastik sanatlar, "ruhsuz" varlıkların girmesi yasak olan krallıklardı !.. 
17. yüzyılda Bologna'da, 524 erkek ressama karşılık sadece bir kadın ressam vardı..
17. yüzyılda Paris Akademisi'nde, 435 erkek ressama karşılık hepsi de ressamların karıları ya da kızları olan 15 ressam kadın bulunuyordu..
19. yüzyılda, Suzanne Valadon (altta) adında "utanmaz" bir kadın, sirk akrobatı ve Toulouse-Lautrec'in modeli oldu. Havuçtan yapılmış korseler giyiyor ve stüdyosunu bir keçi ile paylaşıyordu. Onun, erkekleri çıplak çizmeye cüret eden ilk sanatçı olması hiç kimseyi şaşırtmadı. O, herhalde kaçığın tekiydi !..

   

Rotterdamlı Erasmus ne dediğini biliyordu : "Bir kadın her zaman bir kadındır, yani bir deli !.."

Ailesi onu "deli" ilan edip bir akıl hastanesine kapattı. Camille Claudel hayatının son otuz yılını tutsak olarak orada geçirdi. Bunun, onun iyiliği için olduğunu söylediler..
Buz gibi soğuk bir hapishane olan akıl hastanesinde resim yapmayı ve heykel yontmayı reddetti. Annesi ve kız kardeşi onu bir kere bile ziyaret etmediler. Sadece o da ara sıra, şair kardeşi Paul onu görmeye gelirdi..
"Günahkar" Camille ölünce hiç kimse ölüsünü almaya gelmedi. Camille'in yalnızca Auguste Rodin'in terk edilmiş sevgilisi olmadığının anlaşılması için aradan yıllar geçmesi gerekti..
Ölümünden neredeyse yarım yüzyıl sonra eserleri yeniden doğdular, dünyayı dolaştılar ve insanları şaşırttılar : Dans eden bronz, ağlayan mermer, seven taş.. Tokyo'da körler heykellerine dokunmak için izin istediler, ve dokunabildiler. Heykellerin nefes aldığını söylediler !.. (altta)

      

1847 yılında yayımlanan üç roman İngiliz okurlarını derinden etkiledi. Ellis Bell'in "Uğultulu Tepeler" adlı romanı tutkulu bir aşk ve intikam romanıdır. Acton Bell'in "Agnes Grey" adlı romanı aile kurumunun iki yüzlülüğünü gözler önüne serer. Currer Bell'in "Jane Eyre" adlı romanı ise, bağımsız bir kadının cesaretini göklere çıkarır..
O yıllar, bu yazarların aslında kadın olduklarını hiç kimse bilmez. Bell erkek kardeşler, aslında Bronte kız kardeşlerdir !.. Emily, Anne ve Charlotte adındaki bu "kırılgan bakireler" yalnızlıklarını, Yorkshire bozkırlarındaki yitik bir köyde şiirler ve romanlar yazarak hafifletmektedirler. Edebiyatın erkek egemen hükümdarlığına izinsiz giren bu kız kardeşler, eleştirmenler cüretlerini affetsinler diye erkek maskesi takmışlardı. Ancak eleştirmenler onların "kaba, ham, terbiyesiz, vahşi, hayvani, ahlaksız" eserlerini yerden yere vurdular..
(altta)

   

18 yaşındayken öğretmenin kollarında kaçar. 20'sinde, ev işlerine karşı meşhur beceriksizliğine rağmen evlenir, ya da evlendirilir. 21'inde, kendi inisiyatifi ile matematik mantığı öğrenmeye koyulur. Bunlar bir hanımefendiye uygun işler olmasa da ailesi onun bu kaprisini kabullenir ; bu şekilde belki de aklı başına gelecek ve mahkum olduğu baba mirası delilikten kurtulacaktır..
25'inde, at yarışlarında para kazanmak için olasılık teorileri üzerine kurulu yanılmaz bir sistem icat eder, Ailesinin bütün mücevherlerini bahse yatırır. Hepsini kaybeder !..
27'sinde devrimci bir çalışma yayımlar. Kendi ismi ile imzalamaz, çünkü bir kadının bilimsel bir esere imza atması olacak şey midir ?!.. Bu eser onu tarihin ilk devrimcisi yapar : Tekstil işçilerine zamandan müthiş tasarruf kazandıran bir makineye komutlar yüklemek için yeni bir sistem geliştirmiştir. 
35'inde hastalanır. Doktorlar histeri teşhisi koyarlar. Aslında kanserdir..
1852'de, 36 yaşındayken ölür. Yüzünü hiç görmediği babası, şair Lord Byron da bu yaşta ölmüştü..
Bir buçuk asır sonra, ona duyulan saygıyı göstermek için, bilgisayar program dillerinden biri onun adıyla, "Ada" diye adlandırılır.. (altta)

 

Okumayı sayıları okuyarak öğrendi. Onu en çok eğlendiren, sayılarla oynamaktı ve geceleri rüyalarına Arşimed giriyordu !.. Babası yasaklıyordu : "Bunlar bir kadının uğraşacağı şeyler değil" diyordu. 
Fransız Devrimi Politeknik Okulu'nu kurduğunda Sophie Germain 18 yaşındaydı. Okula girmek istedi, kapıyı yüzüne kapadılar : "Bunlar bir kadının uğraşacağı şeyler değil.."
Kendi başına öğrendi, araştırdı, icat etti. Çalışmalarını postayla Profesör Lagrange'a gönderiyordu. Mektuplarını Mösyö Antoine-August Le Blanc olarak imzalıyor ve böylece ünlü hocanın şu şekilde yanıt vermesinden kurtuluyordu : "Bunlar bir kadının uğraşacağı şeyler değil.."
Profesör onun kadın olduğunu öğrendiğinde, bir matematikçiden bir matematikçiye olarak, on yıldan beri mektuplaşıyorlardı. O günden itibaren Sophie, Avrupa biliminin erkeklere ait Olimpos'una kabul edilen tek kadın oldu. Önce matematik alanında teoremleri derinleştirerek başladığı çalışmalarını daha sonra fizik alanında sürdürüp elastik yüzeyler konusunda devrim yarattı..
Onun bilim dünyasına yaptığı katkılar, diğer birçok şeyin yanı sıra, bir asır sonra Eyfel Kulesi'nin yapılmasını da mümkün kıldı. Kulenin üzerinde değişik bilim adamlarının isimleri bulunuyor, ama onların arasında Sophie'ninki yok !..
1831 yılında hazırlanan ölüm raporunda bilimci olarak değil, rantiye olarak görünüyor : "Bunlar bir kadının uğraşacağı şeyler değil.." diye düşünmüş olmalı raporu yazan memur !.. (altta)

   

Bütün yaşamını cezaevleri cehennemine karşı canla başla mücadele ederek ve ev kılığına girmiş cezaevlerinde tutsak olan kadınların saygınlığı için çalışarak geçirdi..
Genelleyerek aklama alışkanlığına karşı o, ekmeğe ekmek, şaraba da şarap diyordu : "Suç herkesin olduğu zaman, aslında hiçkimsenindir.."  
Böylece bir sürü düşman kazandı.. Uzun vadede tartışmasız bir saygınlık kazanacak olsa da, ülkesinde bunu elde etmesi hiç de kolay olmadı. Ve sadece ülkesinde değil, aynı zamanda yaşadığı dönemde de..
Concepcion Arenal, 1840'larda Hukuk Fakültesi'ndeki derslere, göğüslerini çift korseyle gizleyip erkek kılığına girerek devam etmişti. 1850'lerde, uygunsuz saatlerde, uygunsuz konuların tartışıldığı Madrid toplantılarına katılabilmek için erkek kılığına girmeye devam ediyordu..  
Ve 1870'lerde, saygın bir İngiliz örgütü olan "Cezaevi Reformu için Howard Topluluğu" onu İspanya temsilcisi olarak atadı. Atama belgesi Sir Concepcion Arenal adına düzenlenmişti.. (altta)



Kırk yıl sonra bir başka Galiçyalı kadın, Emilia Pardo Bazan, bir İspanyol üniversitesindeki ilk kadın öğretim üyesi oldu. Hiçbir öğrenci onu dinlemeye layık bulmuyordu. Derslerini hep boş sınıflara veriyordu ...(altta)



EDUARDO GALEANO'nun "Aynalar, Neredeyse Bir Evrensel Tarih" adlı kitabından derlenmişl bir yazıdır..


Hürriyet

KAYNAK OLARAK KULLANDIĞIM KİTAPLAR..
-------------------------------------------------------
1.DEVLET-İ ALİYYE.I...HALİL İNALCIK 2.OSMANLILAR..HALİL İNALCIK
3.İMP.'UN EN UZUN YÜZYILI..İLBER ORTAYLI
4.SON İMP. OSMANLI..İLBER ORTAYLI
5.TARİHİN IŞIĞINDA..İLBER ORTAYLI
6.OSM. TOPLUMUNDA AİLE..İLBER ORTAYLI
7.OSM.'YI YENİDEN KEŞFETMEK..İ.ORTAYLI
8.BATILILAŞMA YOLUNDA..İLBER ORTAYLI
9.OSMANLI TARİHİ..A.DE LAMARTINE
10.OSMANLI..CAROLİNE FİNKEL
11.OSM.İMP.TARİHİ..NICOLEA JORGA
12,BÜYÜK TÜRK..NICOLEA JORGA
13.YENİLMEZ TÜRK...NICOLEA JORGA
14.TÜRKİYE TARİHİ..ED.SİNA AKŞİN
15.OSM.DÜNYASI VE İNSANLARI..GÜLGÜN ÜÇEL
16.OSMANLI ORDUSU..GÜLGÜN ÜÇEL-AYBET
17,BU MÜLKÜN SULTANLARI..NECDET SAKAOĞLU 18.YENİÇERİLER..REŞAT EKREM KOÇU
19.SON PADİŞAH..YILMAZ ÇETİNER
20.SORULARLA OSM. ..ERHAN AFYONCU
21. SOKOLLU ...RADOVAN SAMARCIC
22. OSM.İMP.TARİHİ...A.CEVDET PAŞA
23. OSM.GERÇEĞİ..ERDOĞAN AYDIN
24. FATİH VE FETİH..ERDOĞAN AYDIN
25.KADINLAR SALTANATI..A.REFİK ALTINAY
26.DOĞU'YA BAKIŞ..GERALD MACLEAN
27.AT SIRTINDA ANADOLU..FREDERIC BURNABY
28.ABDÜLMECİD..HIFZI TOPUZ
29.ŞAH SULTAN ..İSKENDER PALA
30.FLORANSA BÜYÜCÜSÜ..S.RUSHDIE
31.TARİHİMİZLE YÜZLEŞMEK..EMRE KONGAR
32.PARİS'TE BİR OSM.SEFİRİ..ŞEVKET RADO
33.TARİHİN SAKLANAN YÜZÜ..ÇETİN ALTAN
34.OSM.İMP.'DA SON 300 YIL..ALAIN PALMER
35.KONSTANTİNİYYE..PHİLİP MANSELL
36.TÜRKİYE'NİN SİYASİ İNTİHARI..CENGİZ ÖZAKINCI
37.BU VATAN BÖYLE KURTULDU..EROL MÜTERCİMLER
38.16.YÜZYILDA İSTANBUL..METİN AND
39. ERKEN MODERN OSMANLILAR.. VIRGINIA H. AKSAN-DANIEL GOFFMAN
40."POPÜLER TARİH" VE "NTV TARİH " DERGİLERİ
41.İKİNCİ ADAM..Ş.SÜREYYA AYDEMİR
42.HAYAT..AYŞE KULİN
43.DEVRİM VE DEMOKRASİ..NUMAN ESİN
44.BİR NUMARALI TANIK..KURTUL ALTUĞ
45.İHTİLALİN MANTIĞI..Ş.S.AYDEMİR
46.KUTSAL İSYAN...HASAN İZZETTİN DİNAMO
47.KUTSAL BARIŞ...HASAN İZZETTİN DİNAMO
48.ÇÖL KRALİÇESİ...JANET WALLACH
49.YÖNETMENLER,FİLMLER,ÜLKELER..A.DORSAY
50.AY HIRSIZI...SUNAY AKIN
51.ONLAR HEP ORADAYDI...SUNAY AKIN
52.KULE CANBAZI...SUNAY AKIN
53.LÜZUMSUZ BİLGİLER ANSİKLOPEDİSİ..TAMER KORUGAN
54.PRENS..NİCCOLO MACHİAVELLİ
55.İSTANBUL'DA BİR ZÜRAFA..SUNAY AKIN
56.KIZ KULESİNDEKİ KIZILDERİLİ..S.AKIN
57.AH BEYOĞLU,VAH BEYOĞLU..SALAH BİRSEL
58.İSTANBUL-PARİS..SALAH BİRSEL
59.YAVUZ'UN KÜPESİ..ERHAN AFYONCU
60.OSMANLI PADİŞAHLARININ HAYAT HİKAYELERİ...YILMAZ ÖZTUNA
61.BİZİM DİPLOMATLAR..BİLAL N.ŞİMŞİR
62.KİM VAR İMİŞ BİZ BURADA YOĞ İKEN..CEMAL KAFADAR
63.RÜZGARIN GÖLGESİ..CARLOS RUIZ ZAFON
64.MELEĞİN OYUNU..CARLOS RUIZ ZAFON
65.ORTA DOĞU..TAYYAR ARI
66.ABD-ORTA DOĞU-TÜRKİYE..HALUK GERGER
67.ORTA DOĞU.. BERNARD LEWIS
68.ON BİR CUMHURBAŞKANI ON BİR ÖYKÜ.. CÜNEYT ARCAYÜREK
69.ÖFKELİ YILLAR...ALTAN ÖYMEN
70.ATATÜRK'TEN SONRA BUGÜNLERE NASIL GELDİK ?..CÜNEYT ARCAYÜREK
71.ÇANKAYA...CÜNEYT ARCAYÜREK
72.DEMOKRASİNİN İLK YILLARI..C.ARCAYÜREK
73.YENİ İKTİDAR,YENİ DÖNEM..C.ARCAYÜREK
74.BİR İKTİDAR,BİR İHTİLAL..C.ARCAYÜREK
75.NEREDEYSE BİR BALİNA..STEVE JONES
76.MOSSAD GİZLİ TARİHİ...GORDON THOMAS
77.BARIŞA SON VEREN BARIŞ...DAVID FROMKIN
78.SULARIN GETİRDİĞİ PADİŞAH..CAHİT ÜLKÜ
79.TANK SESİYLE UYANMAK..HASAN CEMAL
80.BİR MANİNİZ YOKSA.. ...AYFER TUNÇ
81.ALATURKAFRANKA..ERCAN ÇİTLİOĞLU
82.SUÇUMUZ MÜKEMMEL OLMAK..S.DUMAN
83.DARBE...STEPHEN KINZER
84.ÖZAL HİKAYESİ..HASAN CEMAL
85.TURGUT NEREDEN KOŞUYOR ? ..E.ÇÖLAŞAN
86.YEDİ TEPE ANADOLU...ALİ CANİP OLGUNLU
87."K", "DERBEDER BİR KAHİN"...CANSU YILMAZÇELİK
88.LATİFE HANIM...İPEK ÇALIŞLAR
89."K",YIKIK BİR SARAYDIR DÜNYA..PERİHAN ÖZCAN
90.BEYAZ PERDEDE KIRMIZI FİLMLER.. ATİLLA DORSAY
91.TEK ADAM..Ş.SÜREYYA AYDEMİR
92.DAHİLER VE AŞKLARI...ÖZCAN ERDOĞAN
93.HAYATIM KİTAP..YAŞAR AKSOY
94.BOĞAZİÇİ ŞINGIR MINGIR..SALAH BİRSEL
95.BİR EKONOMİK TETİKÇİNİN İTİRAFLARI...JOHN PERKİNS
96.CUMHURİYET TARİHİ YALANLARI 1. VE 2. CİLT...SİNAN MEYDAN
97. KOMPLO TEORİLERİ..EROL MÜTERCİMLER
98.ÖNCE KADINLAR VE ÇOCUKLAR..SUNAY AKIN
99.BİR ÇİFT AYAKKABI..SUNAY AKIN
100. BENİM CUMHURİYET'İM..EMİNE UŞAKLIGİL
101.DARAĞACINDA ÜÇ FİDAN..NİHAT BEHRAM
102.NEREYE..CAN DÜNDAR
103.İSTANBUL'DAN SAYFALAR..İLBER ORTAYLI
104.BİZİM İZMİRİMİZ..MELİH GÜRSOY
105.GİZLENEN TARİH..BRİAN HAUGHTON
106.BERGAMA DÜŞLERİMİN ŞEHRİ,İZMİR SEVDAM..SELAHATTİN TURAL
107.GÖLGEDEKİLER..CAN DÜNDAR
108.KIRMIZI BİSİKLET..CAN DÜNDAR
109.YAKAMDAKİ YÜZLER..CAN DÜNDAR
110.GEÇMİŞ AYRINTIDA SAKLIDIR..CEMİL KOÇAK