Sayfalar

800 ) İTTİHATÇILARIN ALMANYA - SOVYETLER BİRLİĞİ İLİŞKİSİNE KATKILARI !..

  

Birinci Dünya Savaşı'nın son dönemlerinde Osmanlı Orduları Genelkurmay Başkanlığına atanan Hans von Seeckt (üstte) bütün kurmay subay nesilleri içinde en iyi beyin olarak niteleniyordu. Seeckt 15 Haziran 1920'de Almanya Genelkurmay Başkanlığına atandı..
Versailles Antlaşması ile Alman ordusu küçültülmüş, sahip olabileceği silahlar ise alabildiğince kısıtlanmıştı. Seeckt'in başına getirildiği Alman Genelkurmayı "Truppenamt / Askeri Birlikler Merkezi" olarak isimlendirilmiş, iç düzeni koruyacak bir polis ordusu düzeyindeydi..
Seeckt'in dış politika üzerindeki görüşleri oldukça ilginçti. Batı güçlerini 1914 yangınına götüren rekabetlerinin tek bir silah çatışmasıyla sona ereceğine inanmıyor, bu anlaşmazlığın birçok safhaları olacağına inanıyordu. Ona göre, ekonomik mücadele devresi sonrasında nihai ve kesin sonuçlu silahlı çatışma gelecektir. Bu itibarla Alman siyasasının görevi, gelecek savaş için hazırlıklı olmak ve bunu en uygun şekilde yürütebileceği pozisyonları kazanmak olacaktır.
Seeckt, Rusya'yı, uluslararası mücadelenin ikinci safhası için muhtemel müttefik olarak görüyordu ve dolayısıyla da Doğu'da bir anlayış siyasetini öngörüyordu. Bolşevik ideolojisini buna engel ve sosyal düzen için açık bir tehlike olarak düşünmüyordu..



Berlin'de İttihat ve Terakki'nin ön plandaki şahsiyetleri toplanmıştır. Enver Paşa, Cemal Paşa, Bedri Bey, Azmi Bey, Talat Paşa (üstte, sağdaki resimde solda), Dr. Nazım, Dr. Bahaeddin Şakir, Dr. Rusuhi, Yusuf Akçura, Hamdullah Suphi (Tanrıöver) ve tabii ki Parvus (altta)..
(Aleksandr Parvus, Alman imparatorluk casusu ve Marksist teorisyen idi..)
İttihat ve Terakki liderleri Almanya'da başka kimliklerle gizlenerek yaşıyorlardı. Enver Paşa, "Ali Bey" kimliğini Afgan Büyükelçiliğinden sağlamıştı. Cemal Paşa ise Bosnalı "Mühendis Halid" olarak bir sahte kimlik aldı. Cemal Paşa, ayrıca, "Taş Temurof" kimliğine de sahipti..
Von Seeckt özellikle Enver Paşa'ya kolaylıklar sağlıyordu. Enver Paşa, 1919 Ağustos'unda Bolşevik liderlerinden Karl Radek'i Berlin'de yattığı hapishanede ziyaret ediyor ve Moskova ile sağladığı bu garip yakınlaşmadan, çeşitli Alman siyaset ve sanayi adamlarıyla askerler yararlanıyorlardı. Alman Kayzeri Wilhelm bile Almanya'yı terk etmişken, İttihatçıların bağımsız bir devlet yerine Almanya'ya gitmelerinin tek nedeni Parvus'tur. Radek'i bu denli ön plana çıkartan kişi de odur. Abidin Nesimi (Fatinoğlu), "Yılların İçinden" adlı kitabında şöyle yazar : "Birinci Dünya Savaşı sonlarında Talat ve Enver Paşa'nın Radek'le ilişki kurmalarında, İslam İhtilal Cemiyeti'nin kurulmasında ve benzeri hareketlerin gerçekleşmesinde Parvüs Efendi aracıdır.."
Teşkilat-ı Mahsusa artık yurt dışında "İslam İhtilal Cemiyeti" olarak örgütlenmektedir..  



 

Versailles Antlaşması, Almanya'nın sahip olabileceği orduyu küçültüyor, asker sayısını kısıyor ama daha önemlisi, sahip olabileceği silahları da sınırlıyordu.. Seeckt, anlaşmanın yasaklama koşulları içinde kalmakla birlikte, Almanya'da ordu geleneğini yaşatmanın yollarını başarıyla uygulayan bir teşkilatçı idi. Bu yollardan biri, Krupp müessesesi ile Almanya dışındaki yerlerde askeri mühimmat fabrikaları kurmak, henüz el konulmamış malzemeyi Bolşeviklere satmak, hatta Rusya'da subay eğitim merkezleri ve mühimmat fabrikaları kurmaktı..



İttihatçıların Radek'le (üstte solda) yaptığı görüşmelerden herkesin çeşitli faydaları vardı. Bunlardan yararlananların ilki, Rusya'da ihtilali gerçekleştirenlerdi. Ali Fuat Cebesoy, "Moskova Hatıraları" adlı kitabında, şöyle der :
"Rus Sovyet Hükümeti, o sıralarda Berlin'de bulunan Üçüncü Enternasyonal azalarından meşhur siyasi yazar Radek ve arkadaşları yoluyla Talat, Enver ve Cemal Paşalarla temasa geçmiş ve eski Osmanlı Devleti'nin bu üç ricali ile anlaşmak için her çareye başvurmuştu.."
Aynı görüşmelerden, Şevket Süreyya Aydemir de "Suyu Arayan Adam" adlı kitabında bahseder..
Ali Fuat Cebesoy, yukarıda adı geçen kitabında, Enver Paşa'nın konuyla ilgili kendisine anlattıklarını şöyle aktarır :
"İslam İhtilal Cemiyetine paralel olarak her Doğu ve Müslüman milletinde bir de siyasal halk şuralar (Sovyet) partisi kurmayı düşündüm. İhtilal Cemiyeti İngiliz emperyalizmi ile mücadele ederken, Halk Şuralar Partisi de bulundukları yerde yönetimi halka kadar götürecek, hem İhtilal Cemiyetini besleyecek, hem de ihtilal hareketlerini yapacaktı.."
Bolşevikler sınırlı para yardımı yapmışlar fakat onlarla anlaşma imzalamamışlardır. Bolşeviklerin, bir yandan kuşku duymakla birlikte, Enver'e değer verdikleri bellidir. Enver, Lenin tarafından da kabul edilmiştir. Rıza Nur da, "Hayat ve Hatıratım" adlı kitabında, konuyla ilgili şunları yazmıştır :
"Enver Paşa, Radek'le görüştükten sonra onun aracılığıyla Moskova'ya giderek Lenin'le buluştu. Bolşevikler Enver Paşa'yı Moskova Çayı kenarında ve Kremlin Sarayı'nın tam karşısında, mükellef, saray gibi bir yerde ağırladılar.."



Bu sıralarda Almanya'da, Alman Genelkurmayı içinde, ordunun hiçbir zaman teslim olmadığı, zafer çelenginin, "demokrasinin pis parmakları tarafından çalındığı" inancı yerleşmişti. Ünlü Alman Mareşali Erich von Ludendorff (üstte, sağda) yenilgiyi kabullenmiyor, "Sırtımızdan bıçakladılar !" diye haykırıyordu.. Bu subay zümresine göre çöküntü, siyasi ve iktisadi alanda olmuş, onlar savaş alanlarında yenilmemişlerdi. Bu yüzden de asker olarak kendilerine saygıdan bir şey kaybetmemişlerdi. Alman ordusunun ünlü isimleri Mareşal von Hindenburg (üstte, solda), General Wilhelm Groener ve General Kurt von Schleicher'i bir araya getiren etken, Bolşevizm heyulası idi. Böylece Halk Temsilcileri ile Genelkurmay'ın garip ittifakı ortaya çıkmıştı. Geçici hükümette İçişleri ve Savaş Bakanlıklarını elinde tutan Ebert, 9 Kasım'da Bolşevizm ile bir savaşta yardım alıp alamayacağını Başkomutanlığa sorduğunda olumlu cevap alıyordu.. Alman askerleri Bolşevikliği istemiyordu..
Seeckt ise bir mucizenin peşindeydi : Sovyetler Birliği ile dostluk kurmak.. Onlar da Almanya gibi, Cemiyet-i Akvam'dan atılmış bir "parya" idi. Üstelik Versailles Anlaşması'na imza koymamışlardı..

Enver Paşa Almanya'ya gidince, Bolşevik liderler arasında Parvus'la tek ilişki kesmeyen Karl Radek ile birlikte, Sovyetler'le von Seeckt ve Krupp arasındaki bağı kurmuştu. Enver ve Cemal Paşaların Afganistan, Rusya, Türkiye ve Almanya arasındaki faaliyetlerinde dayandıkları destek, bu bağdır..   
Niyazi Berkes'in, "Türkiye'de Çağdaşlaşma" adlı kitabında yazdığına göre ; Enver Paşa, Mustafa Kemal Paşa'ya, "Bolşeviklerle Almanya'dan yardıma tavassut ettim" diye yazışı temelsiz bir övünme değildi. Bolşevik liderleri sırf bu yüzden Enver Paşa'yı tutmaya devam ettiler..



Mart 1921'de, yasaklanmış Alman silah endüstrisinin Sovyetler Birliği'ne transferi için görüşmeler başlar. Almanya'nın yeniden silahlanmasını teminat altına alacak olan bu endüstriye de ayrıca geniş ufuklar açılmış oluyordu. Radek, Krassin ve başka ileri gelen Sovyet liderleri Berlin'e geldiler. Seeckt de bu arada hükümet adamlarını bu davaya çekebilmek için çaba harcıyordu. 
Türkiye'de von Seeckt'in emir subayı olan Tschunke, Alman ordusu içinde, "R Şubesi"ni (R, Russland'ın simgesi) örgütledi.. General Schleicher, Sovyet siyasetçileriyle görüşmek için kendi evini tahsis etti. Bu arada Büyük Genelkurmay'ın Haberalma Dairesi'nden Nikolai ve hemen sonra da, Afganistan'da bir Alman operasyonunun lideri olan, Yarbay von Niedermayer, Reichswehr'in (İmparatorluk Ordusu) gizli temsilcileri olarak Moskova'ya gittiler. Daha sonra General Hasse birkaç kez Kızılordu kurmayını ziyaret etti..
Bu yolla Sovyetler Birliği, kendi kumanda sistemlerinin kurulmasında Alman Genelkurmayının yöntemlerini uygulama imkanını buluyordu. Almanlar ise yasaklanmış silahları, özellikle tank ve uçakları, Sovyet toprakları üzerinde etüt etmek ve uzmanlarını eğitmek imkanına kavuştu..
Kısacası hem Almanya hem de Sovyet Rusya, birbirlerine askeri açıdan hem yardım ettiler hem de birbirlerinin açıklarını öğrendiler !.. 



İLHAMİ YANGIN'ın "İhtilal Tüccarları" adlı kitabından derlenmiş bir yazıdır..

799 ) İTALYAN MAFYASINA KARŞI AMERİKALI BİR İTALYAN !..



"İki Sicilya Krallığı", Napolyon Savaşları sonrası, 8 Aralık 1816 tarihinde, Güney İtalya'da kurulmuştu.. Krallık, 12 Mart ve 26 Mart 1861 günlerinde, İtalyan birliğini sağlayan Garibaldi güçlerine teslim oldu. 21 Ekim 1862'de yapılan bir halk oylamasında çoğunluğun oylarıyla, Sardinya-Piyemonte Krallığı'na ilhak edilmeyi kabul ettiler. 13 Şubat 1862'de ise, daha sonra İtalya Krallığı adını alacak olan Sardinya-Piyemonte Krallığı topraklarına katıldılar..
Guiseppe Petrosino 1860 yılında işte bu "İki Sicilya Krallığı"nda, Campania'ya bağlı Padula köyünde doğdu.. Ailesi 1874 yılında Giuseppe'yi, kuzeni Antonio ile birlikte, göçmen olarak, New York'taki büyükbabasının yanına yolladı. O artık İtalyan-Amerikalı idi. Bunun sıkıntılarını da çekecekti, faydalarını da görecekti sonradan.. Mullbery Caddesi'ndeki Polis Merkezi'nin karşısında insanların ayakkabılarını boyayıp parlatırken polis olmayı kafasına koydu. Bu arada adı artık Guiseppe değil, Joseph (arkadaşları için "Joe") olmuştu. Ama aynı kalan soyadı Petrosino, kökenini yeterince belli ediyordu. !İrlandalıların hakimiyetinde bulunan polis gücüne girmeye çalıştığında bu, önüne bir engel olarak çıkacaktı..
Üstelik, tek dezavantajı da bu değildi ; 1 metre 60 santimlik boyuyla belki şehrin en kısa boylu polisi olacaktı. Böylece, polis olamadı ama, polis gücüne bağlı çalışan "sokak süpürücüleri"nden biri oldu. Petrosino, o kadar çalışkan, becerikli ve kararlıydı ki, sonunda, 1879'da, polis gücüne girmeyi başardı..
İtalyancayı akıcı bir şekilde konuşması İtalyan suç örgütlerinin iyice palazlandığı dönemde onu avantajlı bir duruma getirmişti. Güçlü karakteriyle Petrosino, o günlerde polis gücünden sorumlu bir bürokrat olan ama gelecekte ABD'nin 26. başkanı seçilecek Theodore Roosevelt'in bile dikkatini çekmeyi başarır. Önce gizli polis olarak çalışıp "Küçük İtalya" semtinde konuşlanmış suçluların dünyasından haberler taşır. On yıl içinde, önce 1890'da dedektifliğe, ardından 1895'de çavuşluğa, daha sonra da teğmenliğe yükseltilip 1905 yılında kendi gibi İtalyan-Amerikalılardan oluşan "İtalyan Takımı"nın başına geçirilir. Beş kişilik ekibiyle (daha sonra 25 kişiye yükseltilecektir bu sayı) başta "Kara El" olmak üzere mafya oluşumlarına büyük darbeler indirir. Onun gözünde bu örgütler İtalyanların adını kirletmektedirler..

    

Binlerce tutuklama yapılır, yüzlerce kişi hapse gönderilir, mafya kaynaklı suçlar yüzde elli oranında düşer. Petrosino ülkenin en tanınan polisidir artık. Onun gözü karalığı anlatılır gibi değildir. Mafyanın hali hazırdaki en büyük düşmanı olmasına rağmen, 1909 yılında, elinde iki bin kişinin adının yazılı olduğu bir listeyle, mafyanın "kovanı" sayılan Palermo'ya gider !.. Amacı Sicilya polisiyle işbirliği yaparak ABD'deki bazı suçluların gerçek kimliğini ortaya çıkarmaktır. Yüzde yüz gizlilikle yürütülmesi gereken bu operasyon ne yazık ki bu görevi Petrosino'ya bizzat veren yeni Polis Komisyonu Başkanı General Theodore Bingham tarafından açık edilir.. 
Petrosino yine de geri adım atmaz. 12 Mart 1909 günü, kendisine bilgi vereceğini sandığı bir muhbiri beklerken, yanına yaklaşan bir adam Petrosino'yu yüzünden vurur..

  

Rüşvet yemeyen her polis gibi, Petrosino da zengin değildir. Öldükten sonra arkadaşları aralarında karısı ve oğlu için 10 bin dolar toplarlar. New York Polis Örgütü ise acılı aileye yıllık 1000 dolar maaş bağlar...
Petrosino'nun cenazesine 200 binden fazla insan katılır..



EGE GÖRGÜN'ün, "Kara Karga" dergisinin Aralık-2016 sayısındaki yazısından derlenmiştir..   

    

798 ) İNGİLİZLER FİLİSTİN'İ TÜRKİYE'YE Mİ BIRAKACAKTI ?!..

    

Georgia Institute of Technology'de İngiltere tarihi profesörü olan Jonathan Schneer'in 2010'da yayımlanan kitabı, Büyük Britanya'nın I. Dünya Savaşı sırasında yürüttüğü gizli görüşmeler konusunda bomba etkisi yarattı. Kitap, "The Balfour Declaration / Balfour Bildirisi" adını taşıyor ; yani İsrail'in kuruluş öyküsündeki, Dünya Siyonist Örgütü'nün ortaya çıkıp, yaratmak istediği Yahudi devletinin yeri olarak Filistin'de karar kılmasından sonraki en önemli dönemeci anlatıyor..
Kitabın bomba etkisi yaratmasının nedeni ise Büyük Britanya'nın, söz konusu bildiri yayımlandıktan, yani Birleşik Krallık Hükümeti'nin Siyonistlere Filistin'de bir Yahudi yurdunun kurulması için çaba sarf edeceğine ilişkin söz verdikten sonra bile, Osmanlılarla temaslarda bulunarak Filistin'in Osmanlı yönetiminde kalabileceğini ileri sürmüş olması..
Bilindiği gibi I. Dünya Savaşı 1914 Ağustos'unda patlak verdiğinde herkes savaşın birkaç hafta içinde biteceğini sanıyordu. Evdeki hesap çarşıya uymayınca, Noel'e kadar bitmiş olacağından dem vurulmaya başlandı. Bunun da hüsnü kuruntu olduğu ortaya çıkınca, İngiliz devlet adamları savaşı mümkün olduğu kadar erken bitirmenin yollarını aramaya başladılar. Bu yollardan biri, Siyonistlere Filistin'de bir Yahudi devleti kurulması isteklerinde destek olarak dünya Yahudilerinin sempatisini kazanmak, böylece ABD'nin savaşa girmesini ve özellikle Şubat Devrimi'nden sonra, Rusya'nın savaşa devam etmesini sağlamaktı.
Nitekim Rusya'nın 1917 Mart'ından sonra savaştan çekilmeyi tasarlaması, İtilaf Devletleri'nin Fransa cephesinde daha çok Alman askeriyle boğuşmak zorunda kalacağı anlamına geliyordu. Bu yüzden Siyonistlerle olan görüşmelere 1917 yılında hız verildi. Siyonistler de birçok İngiliz devlet adamını, biraz daha gecikirlerse Filistin'de bir Yahudi devleti kurma planlarının Almanya tarafından destekleneceği konusunda ikna ettiler. Sonuçta Birleşik Krallık Hükümeti, 31 Ekim 1917 tarihli toplantısında, Filistin'de bir Yahudi yurdunun kurulmasına destek verme kararı aldı. Dışişleri Bakanı Arthur Balfour da kararı, 2 Kasım 1917 tarihinde Büyük Britanya Yahudilerinin sözcüsü konumundaki Baron Rothschild'a (aşağıda, sağda) yazdığı mektupla duyurdu. "Balfour Bildirisi" olarak adlandırılan hükümet kararı, bir hafta sonra basında da yer aldı. Aynı gün Osmanlılar Kudüs'ü bırakıyorlardı.. (aşağıda solda)

    

Savaşı erken bitirme çabalarından biri de, Osmanlı Devleti'ni müttefiklerinden ayırarak tek başına yapacağı bir barışa ikna etme girişimleridir. Ancak, birçok İngiliz devlet adamının bu tür bir girişimde bulunma fikrini çok erken tarihlerde bile dile getirmiş olması, savaşın ilk yıllarında herhangi bir ciddi sonuç vermemiştir. O sıralarda Büyük Britanya için asıl önemli olan, Rusya'nın kendi safında savaşmayı sürdürmesiydi. Bunu sağlayan en önemli şey de Rusya'ya verilen, sonunda İstanbul'u topraklarına katabileceğine ilişkin sözdü. Ama Rusya, Şubat Devrimi sonrasında bu isteğinden vazgeçmişti. Dolayısıyla, Osmanlı Devleti'nin savaşa girmesindeki en önemli etken olan Rusya korkusunun kalkması, İngilizleri Osmanlılarla ayrı bir barış yapma konusunda cesaretlendirdi. Bu da, Siyonistlerle olan görüşmelerin hızlandığı bir sırada, Osmanlılarla da görüşülmesi sonucunu doğurdu..
Osmanlıların ayrı barış yapma konusunda ne düşündüklerini ve ne yaptıklarını az çok biliyoruz. Maliye Nazırı Cavit Bey, anılarında Enver Paşa'nın hemen Mart 1917'de İsviçre'de başlayan ilk nabız yoklamalarını, büyük olasılıkla Gazze'de kazanılan başarıların da etkisiyle, ciddiye almadığını ve bunları İngilizlerin zayıflığına yorduğunu söyler. Ancak aynı günlerde İngilizler Bağdat'ı ele geçirmişlerdi. Dolayısıyla, her ne kadar Hüseyin Cahit Yalçın, "Tanin" gazetesinde 26 Nisan 1917 tarihindeki bir başyazısında Osmanlılar için müttefiklerinden ayrı bir barışın kesinlikle sözkonusu olamayacağını söylemişse de, havanın pek de öyle olmadığını ve Talat Paşa'nın önderliğinde bir grup İttihatçının ayrı barış fikrini ciddiye aldığını biliyoruz. Bu yöndeki arayışların, en azından Talat Paşa cephesinde, Mustafa Kemal Paşa'nın Talat Paşa ile Enver Paşa'ya Eylül ayında yolladığı rapordan sonra güçlendiğini de söyleyebiliriz. Nitekim İsviçre'deki görüşmelerin sürdüğünü bildiğimiz gibi, bu yüzden ayrı barış fikrine muhalif olan Enver Paşa'nın hazırladığı bir darbe için başkentte askeri yığınak yaptığını da biliyoruz..
İşte Jonathan Schneer'in kitabının önemi de burada ortaya çıkıyor. Zira İngilizlerin Osmanlıları ayrı bir barışa ikna etmek için yaptıkları görüşmeler, savaşı erken bitirme isteğinin tetiklediği Balfour Bildirisi ile mutlaka çelişmeyebilirdi. Bu olasılığın, Kudüs'le birlikte Filistin'in büyük bir bölümünün İngilizlerin eline geçmesinden sonra daha da güçlendiğini düşünmek abartılı olmaz..
Ama Schneer'in kitabından öyle anlaşılıyor ki, Osmanlıların Rusya ile Brest-Litovsk Bırakışması'nı imzaladıkları Aralık ayında bile İngilizler, Osmanlılarla ayrı barış için Filistin'den vazgeçmeye razıdırlar. Bunu, o ay İsviçre'nin başkenti Bern'de toplanan, sakat savaş esirlerinin değiş tokuşuna ilişkin konferansta Birleşik Krallık Hükümeti'ni temsil eden Lord Newton'ın Londra ile yaptığı yazışmalardan öğreniyoruz. Söz konusu kişiye verilen talimatta, Osmanlı Devleti'ni temsil eden Büyükelçi Ahmet Muhtar Bey'le yapacağı görüşmelerde, Osmanlı bayrağının Filistin'de dalgalanmaya devam edebileceğini söylemek de var. Talat Paşa ile temasta olduğunu öğrendiğimiz Ahmet Muhtar Bey'in Mart 1918'e kadar İsviçre'de kamış olması da, görüşmelerin bir hayli uzadığını gösteriyor.



Schneer'in kitabı bununla da bitmiyor. Osmanlı tarihçilerinin pek önemsemeyecekleri, ama kitabın konusu açısından, yani İngilizlerin hâlâ Filistin'den vazgeçebilecek durumda olduklarını göstermesi açısından gayet önemli birkaç sayfa daha var kitapta. Abdülkerim isminde ve kim olduğunu belirleyemediğimiz bir kişi, 20 Kasım-12 Aralık 1917 tarihleri arasında yaptığı görüşmelerde, Başbakan Lloyd George adına iş gören meşhur silah tüccarı Basil Zaharoff'u (üstte) Enver Paşa'nın ayrı bir barış konusunda görüşebileceğine ve anlaşmayı kesinleştirmek için 26-31 Ocak 1918 tarihlerinde gizlice İsviçre'ye gelebileceğine ikna etmiş !.. Bunun üzerine Lloyd George'un, hükümetinin onayı olmaksızın, Zaharoff'a yolladığı talimat çok ilginç : Boğazların açılması ve İngiliz kuvvetlerinin bazı noktaları işgal etmeleri karşılığında 10 milyon Amerikan doları ödenecek ; Osmanlı ordusunun Hayfa-Deraa demiryolu hattının kuzeyine çekilmesi karşılığında 2 milyon Amerikan doları ödenecek ; çekilme sırasında Osmanlı askerlerine karşı herhangi bir harekatta bulunulmayacak ve Filistin herhangi bir biçimde Britanya İmparatorluğu'na dahil edilmeyecek. 
İnanılması zor ama, kitabın yazarı Enver Paşa'nın Cenevre'ye geldiğine inanmış. Gerçi Zaharoff'la Enver Paşa yüzyüze görüşmemişler ; Abdülkerim ikisinin otelleri arasında mekik dokumuşmuş. Ama ertesi gün Enver Paşa da Abdülkerim de sırrı kadem basmışlar ; Zaharoff da bu önemli işi sonuçlandıramadığı için gerçekten çok üzülmüş.
Bilindiği gibi Osmanlı Devleti 12 Şubat 1918'de Doğu Cephesi'nden ileri harekata başlamıştır. Önce savaşta Ruslara kaybedilen yerleri Ermenilerden geri almak, sonra da 1878'de yitirilen toprakları ele geçirmek için girişilen bu harekat, önemli hazırlıklar gerektirmişti. 3. Ordu yeniden yapılanmış, yerine I. ve II. Kafkas Kolorduları kurulmuştu. Enver Paşa'nın, bu harekatın başlamasından yalnızca iki hafta önce, bırakınız tarafsız bir ülkede macera peşinde koşmasını, Almanya'ya bile gidebileceğini hayal etmek saflık olur. Ayrı bir barış fikrine darbe yapmayı tasarlayacak karşı olduğunu da biliyoruz zaten. Ancak, Schneer'in gözden geçirdiği belgeler de uydurma değil. Bu durumda, belki de Enver Paşa'nın, aynı günlerde sürmekte olan Talat Paşa'nın girişimleri konusunda bilgi edinebilmek için bir Teşkilat-ı Mahsusa operasyonu tezgahladığını veya Abdülkerim adlı kişinin bulanık suda balık avlayan, bağımsız bir maceraperest olduğunu düşünebiliriz..

AHMET KUYAŞ'ın NTV TARİH dergisinin Aralık / 2010 sayısındaki yazısından alıntılanmıştır. 

797 ) UZUN OLUR GEMİLERİN DİREĞİ !...

  

19 Kasım 1938.. Türk donanması, tarihin en hüzünlü görevini yerine getiriyordu. Bu toprakların yetiştirdiği en değerli insan, Anıtkabir'e götürülmek üzere İstanbul'dan İzmit'e taşınıyordu. 
Atatürk'ün naaşı on iki generalin omuzunda Dolmabahçe'den çıkarıldı, top arabasına yerleştirildi, mahşeri kalabalık eşliğinde, gözyaşı seliyle, tam dört saatte Sarayburnu'na getirildi. 



Bu yürüyüş sırasında "Yavuz" zırhlısından her beş dakikada bir selam topu atılıyordu. "Zafer" muhribi Sarayburnu rıhtımına yanaşmıştı, yine on iki generalin omuzlarında, rıhtımdaki duba üzerinden "Zafer" muhribine aktarıldı (üstteki iki fotoğraf). Muhrip aracılığıyla da, Haydarpaşa önünde demirli bulunan "Yavuz" zırhlısına nakledildi (altta), güverteye yerleştirildi. Seyir esnasında birer dakika arayla matem topu atacak olan "Yavuz"a, "Hamidiye" kruvazörü, "Zafer" ve "Tınaztepe" muhripleri, "Dumlupınar" ve "Gür" denizaltıları, "Doğan" ve "Martı" hücumbotları eşlik ediyordu. Türk donanmasının sancak gemisi, Türkiye Cumhuriyeti'nin denizlerdeki gücünün simgesi olan "Yavuz", tarihinin en zor görevini yerine getirmek üzere yola çıktı..

  

Ve... "Yavuz" jilet yapıldı.. İkinci Dünya Savaşı boyunca hizmette kalan "Yavuz", 1950 yılına kadar görevini sürdürdü ve bu tarihten sonra Gölcük yakınlarındaki Kavaklı'ya çekildi. 18 Aralık 1969'da MKE'ne satılan bu yaşlı ve birçok önemli tarihi olayın tanığı olan savaş gemisi önce 1973'de silahlarına ve teknik parçalarına veda etti ; daha sonra da tamamen sökülen geminin parçaları jilet yapılmak üzere satıldı !..



Kahraman muharebe kruvazörü "Hamidiye"yi (üstte) hurdacıya verdiler.. "Zafer" muhribi tencere oldu. "Tınaztepe" muhribi tava oldu !.. "Bandırma" vapuru çatal kaşık yapıldı. "Nusrat"ın sadece maketi var. "Savarona"dan önceki makam yatı "Ertuğrul"u kilosu 13 kuruştan hurdacıya sattılar. "Ertuğrul"dan önceki makam yatı "Söğütlü" çürüdü ve söküldü. Gazi unvanlı "Alemdar"ı duba yaptılar. Kırım kahramanı kalyon tekne "Mahmudiye", Tersane işçilerinin ödenmeyen maaşları yerine, kışlık odun olarak dağıtıldı !..
Çanakkale'de efsane "Goliath"ı batıran "Muavenet-i Milliye", dökümcüye gitti. Atatürk'ün en sevdiği gezinti motoru "Sakarya" sökülerek teneke kutu oldu.. "Savarona"yı önce fuhuş yuvası yaptılar, sonra güya sahip çıktılar, güvertesine kaçak kat çıktılar !
İlk ve son transatlantiğimiz, Amerika'ya giden Türk bayraklı ilk gemi "Gülcemal", (altta) Haliç'te çürüdü, neyi var nesi yok çalındı, İtalyan hurdacıya satıldı, römorkörle sürükleyerek götürüp söktüler..



Çanakkale Savaşı'nda hastane yapılan "Reşitpaşa" vapuru, "Ankara" vapuru, "Ege" vapuru, "İzmir" vapuru, "Karadeniz" vapuru, hepsi yok edildi.. 
1970'li yılların başında, ulusal imkanlarla Gölcük'te inşa edilen ilk milli gemi "Berk", Denizkurdu tatbikatında hedef gemisi yapıldı, torpidoyla batırıldı. Birinci Dünya Savaşı'nda "Yavuz", "Midilli" ve "Hamidiye" ile birlikte Karadeniz'de vuruşan "Peyk", hurdacıya gitti..


Bu hoyrat tablo, sadece şuursuz ahalinin eseri değildi. Mustafa Kemal Atatürk'ün ölümünden itibaren, tarihimizi yok edip, alternatif tarih yazmaya çalışan karşıdevrimcilerin sinsi çabalarıydı..
Üç tarafımız denizlerle çevrili, kendimize ait "Türk havuzu" denilen bir denizimiz vardı ama.. Çaka Bey'den bu yana, bin yıllık donanma tarihimizden elimizde kala kala, sadece "Yavuz"un direği kalmıştı !..
Çünkü.. "Yavuz" 1950'de hizmet dışı bırakıldı. Müze yapılabilirdi, elbette yapılmadı, çürümeye terk edildi, 23 yıl öylece bekletildi, 1973'de hurdacıya satıldı, tam sökümü başlarken, dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı Kemal Kayacan dayanamadı, bari hatıra kalsın dedi, başdireğini söktürdü, 1973 yılında Heybeliada Deniz Lisesi'nin iskelesine diktirdi..
O direk.. Türk denizcilik tarihinin en önemli gemisinden, Atatürk'ün naaşını taşıyan gemiden geriye kalan tek hatıradır..
31 Temmuz 2016'da, bir KHK ile, Heybeliada Deniz Lisesi'nin kapatılması ise, Türk donanmasının "evinin direğinin yıkılması"dır..



YILMAZ ÖZDİL'in "Adam" adlı kitabından, birkaç ufak "rötuş" ve birkaç ufak bilgi eklemesi yapılarak alınmıştır.. 




796 ) ABDÜLHAMİD'İN TOPLUM MÜHENDİSLİĞİ

     

Sultan Abdülhamid'in Birinci Meşrutiyet'i askıya aldıktan sonra kurduğu istibdat rejiminin, Tanzimat ve Yeni Osmanlılar kuşağından sonra 33 yıl sürebilmesinin nedeni, bir yandan benimsediği modernistliği birçok kurumla derinleştirirken, bir yandan da devletin -olabildiğince kazanılmış olan- hukuk devleti niteliğine son verirken, birbirine karşı kullanabilmek için farklı toplumsal kesimleri destekleyerek ve hukuk dışı uygulamalarla kendisine sadık tabakalar yaratmasıdır.. 
Kıbrıs'ın İngiltere tarafından işgalinde gördüğümüz gibi, Abdülhamid'in ünlü vehminin konusu kendisinin de Abdülaziz gibi tahttan indirilmesidir. Bunu engellemek için jurnal ve sürgünü kurumsallaştırarak kişilik haklarına saldırıda bulunurken, esas hukukun çiğnendiği yer, kendisine karşı olduğunu düşündüğü tabaka ve mesleklere (kimliklere) karşı tedbir almak üzere kendisine sadık tabakalar (kimlikler) yaratma gayretidir. 
İktidarı Bâb-ı Âli'den alarak Yıldız Sarayı'nda toplayan Abdülhamid, kendisine muhalefet eden Jön Türk kuşağının da mimarıdır. Siyaset kapıları kapandığından Yeni Osmanlılar için olduğu gibi, bürokrasi içine giremeyen ve giremeyeceklerini gören Jön Türklük, bir gençlik akımı olarak kalmış ve günlük yaşama ilişkin hülyaları gelişirken, siyaseten Namık Kemal'i hamasileştirmek ve Kanun-ı Esasi'yi kutsallaştırmaktan öteye gidememiştir. Tek güçlü oldukları yön, mucizevi bir biçimde, önceki kuşaklardan ve gayrimüslim örneklerden de öğrenerek, illegal örgütlenme ve bu örgüt çevresinde ittifaklar yaratabilmeleri olmuştur.
Abdülhamid'in siyaset, bilim, edebiyat alanındaki olumsuz etkisi, kendi açtığı okullara sansürü sokması, kendi geliştirdiği telgrafhaneleri toplumsal amaçlarla kullanılmaz kılmaya çalışması, zarf içinde mektuplaşmayı, telefonu, İstanbul'da elektriği, daktiloyu, toplu fotoğraf çektirmeyi, bisiklet yarışlarını, her türlü iletişim ve toplumsal örgütlenmeyi zamanının gerekliliklerini engellemesiyle ortaya çıkar. 
Abdülhamid'in her türlü kimlik ve alt kimliği rüşvetle satın alma gayreti, cer mollalarıyla ilgili hikaye ile örneklendirilebilir. Besteci ve "ilk avukat" olarak tanınan Kırımizâde Neşet Molla (1843-1906) ; Abdülhamid'e jurnal vererek Ramazan nedeniyle cerre çıkan on bin mollanın parasızlıktan kıpırdayamadıklarını ve bunun fenalığı dokunabileceğini yazar. Abdülhamid cerre çıkacak her öğrenciye hazine-i hassadan ikişer mecidiye harçlık verilmesini emreder. Ancak harçlık almak için 2.200 kişi gelir. İradenin tebliğinden evvel gidenlerle toplam cer mollasının 3.000 civarında olduğu anlaşılınca Abdülhamid cer mollalarını gereksiz yere önemsediğine kızarak Molla'yı saraydan uzaklaştırır.

      

Abdülhamid kimlikli, ilkeli, hukukperver bir bürokrasi oluşmasının yollarını engellerken, hem ulemaya hem tarikat ehline karşı da düşmanca davranmıştır. Abdülaziz'in tahttan indirilmesinde ulemanın ve talebe-i ulumun rolünü unutmamıştır. Abdülhamid döneminde modern eğitim kurumları bütün Anadolu'da yaygınlaştırılırken, ulemanın kaynağı olan medreseler için hiç yatırım yapılmamış, bütün ıslah teklifleri teklif olarak kalmıştır. (Medreselerin ıslahı 1908 yılında İkinci Meşrutiyet'in ilanından sonra gündeme gelecektir.. )
1888 tarihli irade-i seniye ile şerî ve nizami mahkemelerin görevlerini yeniden tanımlayan ve şerî mahkemelere yalnızca evlenme, miras ve vakıfla ilgili idari ve yargılama yetkileri bırakan Abdülhamid'tir.
Abdülhamid'in uygulamalarına karşı çıkan ulema içinde önce şeyhülislam sayılabilir. 1889'da şeyhülislam olan Bodrumî El-Hac Ömer Lütfi Efendi, 2 yıl 7 ay 8 gün sonra azledilmiştir. Azline neden olarak bir vatandaş tarafından verilen dilekçenin kendisince Evkaf Nezareti'ne gönderilmesi olduğu söylenir. Bu dilekçede vatandaş, Maksudiye Hanı'ndaki haklarının korunması isteğinde bulunurken, buradaki "Maksudiye" sözcüğüyle "maksad"ın V. Murat olduğu Abdülhamid'e jurnal edilmiştir. Şeyhülislam biyografilerinde yer almasa da, Ömer Lütfi Efendi'nin Abdülhamid siyasetine karşı çıktığı, hatta istibdadına karşı hür olmayan memlekette Cuma namazı kılınamayacağı için Cuma namazına gitmediği, azlinin gerçek nedeninin bu tutumu olduğu söylenmektedir..
Ömer Lütfi Efendi'den sonra şeyhülislamlığa getirilen Halit Efendizâde Mehmet Cemalüttin Efendi'nin Abdülhamid'le her Cuma namazına birlikte gittiği ve padişahın her cuma Şeyhülislam'a (seraskerle birlikte) bin altın ihsanda bulunduğu ise, şeyhülislam biyografi kitaplarında yer alan bir bilgidir. Mehmet Cemalüttin Efendi (altta) 17 yıl 5 ay 12 gün (yani 14 Şubat 1909'a kadar) şeyhülislamlıkta kalmıştır. (1912'de iki kez daha bu göreve gelecektir.) Her Cuma namazında kendisine ihsanda bulunulması ve görev süresi dikkate alındığında, Ömer Lütfi Efendi'nin sözü edilmeyen "Cuma namazına gidilmez" fetvasının da gerçekliği ortaya çıkmaktadır..

    

Abdülhamid'in ulemayla ilişkisinde olduğu gibi, tarikat şeyhleriyle de ikili ilişkisi vardır. İstanbul'dan başlayarak Anadolu şeyhlerinin kendisine direndiği, Arap ülkelerine geçince muhalif kadar muvafık şeyhler de bulunduğu, Osmanlı toprakları dışındaki şeyhlerle ise iyi ilişkiler görülmektedir. 
Abdülhamid'in Midhat Paşa ile Kanun-ı Esasî pazarlığı yapmak üzere buluşmalarını Mevlevî Şeyhi Osman Selahaddin Dede ayarlamış, ikisi Büyükdere'de bir köşkte buluştuklarında yanlarında yalnız Selahaddin Dede bulunmuştu. Abdülhamid'in biat törenine de Selahaddin Dede diğer şeyhlerle gitmiş ve Şeyhülislam gecikince fetvayı beklemeden biat etmiş ve ettirmiştir. Selahaddin Dede, Midhat Paşa iktidardan düştükten sonra, önce saraydan çıkarılmış sonra maaşı kesilmiştir. Döneminde Mevlevilere karşı tavır takınan Abdülhamid'in bu tutumu, Konya valilerinin en önemli görevinin Mevlevi önderleri olan Çelebi Efendilerin Konya'dan ayrılmamalarını sağlamak olmasıyla kendini belli eder..
Abdülhamid'e birçok şeyh ve gittikçe belirginleşecek olan İslamcı hareketin önderleri doğrudan karşı çıkmıştır. Bunlar arasında İkinci meşrutiyet'ten sonra billurlaşacak olan İslamcı hareketin önde gelen adlarından Mehmet Akif (Ersoy), Mustafa Sabri, Babanzâde Naim gibi adlar sayılabilir..
Abdülhamid'in, Anadolu dışına çıkıldığında Arap dünyasına hitap eden şeyhlerle ise arası iyidir. Bu şeyhlerin önde gelenlerinden ve uzun sürelerle Yıldız'da konuk edilenlerden biri Suriye-Irak Rıfailiği, Sayyadi kolundan ve kabilesinden Rıfaî Şeyhi Ebu'l-Huda es-Sayyadi'dir. Kendisine "şeyhülmeşayih" görevi verilmiştir. 

     

KUDRET EMİROĞLU'nun "Kısa Osmanlı-Türkiye Tarihi" adlı kitabından derlenmiş bir yazıdır..

795 ) MEKKE'NİN FETHİ !..

     

Eski adı "Bekke" olan, "ev" anlamına gelen "Mekke"nin fethinin 1385. yıldönümü..
Mekke doğumlu Hazreti Muhammed 1 Ocak 630'da ordusuyla Medine'den yola çıktı. Mekke'deki en güçlü kabile, Hazreti Muhammed'in kökenini oluşturan Kureyşiler idi. Hazreti Muhammed, kendi kabilesini yenerek 11 Ocak'ta Mekke'yi ele geçirdi..
Müslümanlarca "Allah'ın tektanrı inancının" karşılığı olan "tevhid"in merkezi niteliğindeki "Kâbe" Mekke'de idi...
Yazın karanlık gecelerde, gökyüzündeki "yıldız mehtabı"ndan söz edilir, "kayan yıldızlar" görülür. Bunlar "yıldız" değil "göktaşı"dır.. Bunları gören vatandaşların yorumu ise, "Gökten nur yağıyor !" biçimindedir. Halbuki yağan, nur değil, göktaşıdır..
Güzel bir kızın mini eteğinin altında güzel bacaklarının görünmesi, "Gökten başımıza taş yağacak !" diye yorumlanır. Buradaki "taş" sözcüğü doğrudur, yağanlar göktaşlarıdır..  



Kâbe'nin kutsallığı gökten düşmüş bir "kara taş"tan gelir. Bu göktaşı, İslamiyet'ten yaklaşık iki bin yıl önce, "tektanrı inancı"nı yaratan Urfalı hemşehrimiz Hazreti İbrahim'in döneminde düşmüş olmalıydı. 
Hazreti İbrahim, kurban edemediği oğlu İsmail'e, "Bana bir taş getir de tavafın nereden başlayacağını işaret edeyim" demiş. Oğul da yandaki tepede bulduğu 18. cm yarıçapında, yumurta biçimli bu kara göktaşını babasına vermiş. 

      

Mekke'de "tavaf edilen /çevresinde dönülen" göktaşı, Sivrihisar'ın Ballıhisar köyündeki Pessinus antik kentine düşen kara göktaşından farksızdı. Frigler o noktayı anatanrıça Kibele için tapınak yapmışlardı !..
"Güney" anlamındaki "kıble" sözcüğü Arapça değil, Anadolu kökenli "kibele"den gelir, Arapçası "Hacer-i Esvet"tir. Hacer (taş) esvet (kara)yani "kara taş" demektir. Mekke'deki kara taş başlangıçta bir bütündü, zamanla on iki parçaya ayrıldı, Mekke'de sekiz parçası kaldı..
Biri İstanbul'da Kanuni'nin Süleymaniye Camisi'nde, üçü de ünlü sadrazamı Sokollu Mehmet Paşa'nın camisinde "kutsal emanet" olarak bulunmaktadır. Parçaları Mekke'den İstanbul'a bir haremağası getirmişti ! Garip bir rastlantı, Kibele'nin rahipleri de hadımdılar !..
Romalılar, Pessinus'tan Kibele'nin kara göktaşını Roma'ya götürdüler, orada bir tepede tapınak yaptılar. Kibele inancı Ballıhisar köyünden Roma'ya ihraç edildi. Puta tapılmasını yasaklayan İslamiyete inananların milyonlarcası ise günümüzde bu taşın çevresinde dönüp duruyor !. 
Bu taş parçalarının bulunduğu "Mescidi Haram"ın içine 1986'da girebilme şansını elde etmiştim. Bu yapıyı çevreleyen Kâbe'nin avlusu Kanuni'nin emriyle genişletilmişti. Beş yüz kadar "revaklı / sütunlar üzerindeki kemerli" yapıyı Mimar Sinan planladı, 1590'da mimar Mehmet Ağa uyguladı..
1517'de Yavuz Sultan Selim'in Mısır'ı işgali ile Hicaz'ın da egemenliği Osmanlılara geçti. Yerel kabilelerin Mekke'yi yönetimleri benimsendi. Kabileler arasındaki mezhep kavgaları üzerine Sultan II. Mahmud, Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa'yı Mekke'de Osmanlı egemenliğini yeniden kurması için görevlendirdi. İstek 1813 yılında gerçekleşti..
2002 yılında Suudiler Mekke'de Kâbe'yi de koruyan Osmanlıların Ecyad Kalesi'ni yıktılar. Bu yıkım üzerine Türkiye Suudilere nota verdiyse de aldıran olmadı. Yerine gökdelenler, oteller yapıldı. Dini bütün varlıklı Türkler de bu binalarda Kâbe'ye nazır daireler satın aldılar !..
Şimdi sıra, Sultan Abdülaziz ve II. Abdülhamid dönemlerinde Kâbe çevresinde, kalabalık ziyaret günlerinde güneşten ya da yağmurdan korunulması için yaptırılan Osmanlı "revaklarının" yıkılmasına geldi !..  
2015 yılı Ocak ayındaki Mekke kutlamalarından biri de Ankara'da Etimesgut'taki "Tevhid Camisi"nde idi. Sabah namazı sonrası sunum yapılmış, öğrenci korosu da ilahiler söylemişti. 
Bu kutlamada en ilginç olay ise hiç kuşkusuz namaza katılacaklar arasında çekilecek kurada beş kişiye "Kâbe örtüsü" hediye edilecekti !.. Kurayı düzenleyen Ankara Ferda Koleji idi.. 
Bundan bir gün önce, Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez'in bir gazetede demeci yayınlandı. Başkan, "Noel, çam ağacı, kumar, içki, spor-toto, loto gibi insanı kendisinden geçiren ve Rabbinden uzaklaştıracak davranışlarla birleşerek toplumun yozlaşacağını" söylemişti. Peki, camide kura ile çekim yapılması yozlaşma değil miydi ?.. 
Kaldı ki "Kâbe örtülerinin" ilginç bir de geleneği vardı. Osmanlı, her yıl bu örtüleri Bursa ipeğinden dokutarak Mekke'ye gönderir, eskileri Kâbe'nin bakıcısı aileye bırakırdı. Bazıları da Topkapı Sarayı'ndadır..
Bakıcı aileler zamanla bu örtüleri zengin Müslümanlara yüksek bedelle satar oldular. Sonraları yabancı müzayede evlerince açık artırmaya çıkarıldılar. 2006 yılında Bonhams müzayede evi, III. Selim'in Kâbe'ye gönderdiği (!) bir örtüyü satışa sundu. Hint kökenli Bhailok 275 bin sterline (yaklaşık 1 milyar lira) örtüyü kazandıysa da biri kulağına, "Perde, özgün değil, çakma.." sözlerini fısıldadı..
Çakma Kâbe örtüsü kurbanlarının sonuncusu Bhailok'a "Estarül Haremeyn" kitabı ile dünyada bu konunun en önemli uzmanı olduğunu kanıtlayan Doç.Dr. Hülya Tezcan önerildi. Londra'ya giden Tezcan, "Özgün Osmanlı değil, dönemin kopyası.." görüşünü bildirdi. Sothby's müzayede evinin "değer biçemediği (!)" bir başka çakma Kâbe örtüsüne ise alıcı çıkmadı.. 



(ÖZGEN ACAR'ın 2 Ocak 2015 tarihli "Cumhuriyet" gazetesinde yayınlanan yazısından alıntıdır.)



794 ) CUMHURİYET VE MÜZİK

    

Müziksiz ulus olmaz. Ancak müziğin uluslaştırıcı bir rol oynayabilmesi için dini ve yerel olanın ötesine geçmesi gerekir. Atatürk bu gerçeği görüyordu. Bu nedenle sadece sözüyle ve ezgisiyle değil, fakat aynı zamanda icra tekniği ve metoduyla da Cumhuriyet'i simgeleyecek ulusal bir müziğin yaratılmasını ve yayılmasını istiyordu..
Atatürk'ün müzik anlayışının üç temel özelliği olduğunu söyleyebiliriz : 
Birincisi, çok sesli müziği savunuyordu. Çünkü ona göre müzikte çok seslilik, duyarlılığın, yaratıcılığın en yüksek bir ifadesidir. Ulusal müziği çok sesli müzik olan bir ulus, olgunlaşmış bir ulustur..
İkincisi, Atatürk çok sesli müziğin en yüksek aşamasının da opera olduğunu düşünüyordu. Bu nedenle bir Türk operasının oluşmasının yeni Türk müziğinin ulaşabileceği en yüksek mertebelerden biri olacağına inanıyordu. (Atatürk'ün bu hedefi, 1934 Haziranında gerçekleşti. Türk sanatçıları tarafından hazırlanmış olan ve Türk ve İran halklarının kardeşliklerini simgeleyen "Özsoy" operası, bu tarihte Atatürk ile konuğu İran Şahı Rıza Pehlevi'nin huzurunda Ankara Halkevi'nde sahneye kondu. Bu eserin librettosu Münir Hayri Egeli'ye, bestesi ise Ahmet Adnan Saygun'a aitti.)
Üçüncüsü, ona göre "müzikten beklenen şey, ulusun maddi, fikri ve hissi uyanıklığını ve çevikliğini takviye etmesiydi"..

   

Cumhuriyet'in kuruluş yıllarında müzikle ilgili yaşanan gelişmelere bu düşüncelerin damgasını vurmuş olduğunu söyleyebiliriz.
1925 yılında açılan sınavlarla sanatçı ve öğretmen olarak yetiştirilmek üzere Paris'e, Berlin'e, Budapeşte'ye ve Prag'a gençler gönderildi. 1926 yılı sonlarında Darülelhan'ın (altta) klasik Türk müziği bölümü kaldırıldı ve okulun adı "İstanbul Belediye Konservatuvarı" yapıldı. Birçok şehir ve ilçede belediye bandoları oluşturuldu. Çok sesli müziğin temellerini açıklayan yayınlar yapıldı. 1932'den başlayarak tüm ülkede çok sesli müzik eğitimi doğrultusunda koro çalışmaları ve mandolin kursları düzenlendi. Cumhuriyet'in ikinci on yılına girildiğinde Ankara ve İstanbul'da birer müzik okulu, İstanbul'da bir yaylı çalgılar orkestrası, birçok belediye ve dernek bandosu, çok sayıda okul ve halkevi korosu kurulmuştu ve Avrupa'ya eğitime gönderilen öğrenciler ülkelerine dönmüş bulunuyordu..



İşte tam bu sırada ikinci bir hamle yapılarak yabancı uzmanlardan yararlanma yoluna gidildi. Büyük Alman bestecilerinden ve müzik arkeologlarından Paul Hindemith (altta solda), Türkiye'de bir müzik reformunun temellerini atması için Türkiye'ye çağrıldı. Hindemith 1935-37 yıllarında dört kez geldiği ülkemizde toplam beş ay kadar kalarak incelemeler yaptı ve bir rapor hazırladı.
Hindemith'in raporunda önerdiklerinin önemli bir bölümü yerine getirilemedi. Ancak Alman ve Avusturyalı uzmanların desteğiyle 1946 yılına kadar müzikte önemli gelişmeler sağlandı. Ekim 1936'da Ankara Devlet Konservatuvarı açılmış ve eğitime başlamıştı. Eski Musiki Muallim mektebi 1938'de yeniden düzenlenerek ayrı bir bölüm halinde Gazi Eğitim Enstitüsü'ne bağlandı ve burada Eduard Zuckmayer'in (altta ortada) yönetiminde eğitim verdi. Cumhurbaşkanlığı Orkestrası Haziran 1936'da özerk bir kurum haline getirildi ve Dr. Ernst Preatorius (altta sağda) yönetiminde çok başarılı çalışmalar yaptı. 1937'de bilimsel yöntemlerle yürütülen en büyük ezgi derleme çalışması başlatıldı. Artık özgün orkestra eserleri yaratılabiliyor ve dinleyiciler düzenli bir biçimde müzik izleme olanağı bulabiliyorlardı. 

        

Birinci müzik atılımı sırasında Konservatuvar'da Klasik Türk Müziği eğitiminin kaldırılması uygulaması 1943 yılına kadar devam etti.  İkinci müzik atılımı sırasında da radyoda klasik Türk müziği eserlerinin yayınlanmasına getirilmiş olan yasak, yaklaşık yirmi ay kadar sürdü. Bu uygulamaların hatalı olduğu anlaşıldı, fakat özellikle de resmi müzik okullarında klasik Türk müziği eğitiminin kaldırılması süresinin uzunluğunun müzik yaşamamıza olumsuz etkileri oldu.
Klasik Türk müziğinin ulusal bir niteliği vardır. Ziya Gökalp'in bu müziği bizim ulusal müziğimiz olarak görmemesinin bu hatalı tutumda etkisi olduğunu söyleyebiliriz. Oysa klasik Türk müziğinin seçilerek geliştirilmesi tutumunun 
benimsenmesi gerekirdi..
(Altta, Taksim Topçu Kışlası önünde, 1928 Yılında gerçekleştirilen bir klasik Batı müziği konseri)



Müziğin devlet tarafından desteklenmesi ve yönlendirilmesi politikası, 1950'de Demokrat Parti'nin iktidara gelmesiyle sona erdi. Bu partinin iktidar döneminde, müziğin ülkemizde geliştirilmesi için gerekli önlemlerin hiçbiri alınmadı. Çok sesli müziğin ülke çapında benimsetilmesine ve yaygınlaştırılmasına yönelik uygulamalar da son buldu.
Adnan Saygun, Leyla Gencer, İdil Biret, Suna Kan, Gülsin Onay gibi uluslararası müzik değerlerimiz, sanatsal varlıklarını Cumhuriyetin kuruluş yıllarındaki büyük müzik atılımına borçludur..



OSMAN BAHADIR'ın, aynı başlıklı yazısından alıntıdır.. 

Hürriyet

KAYNAK OLARAK KULLANDIĞIM KİTAPLAR..
-------------------------------------------------------
1.DEVLET-İ ALİYYE.I...HALİL İNALCIK 2.OSMANLILAR..HALİL İNALCIK
3.İMP.'UN EN UZUN YÜZYILI..İLBER ORTAYLI
4.SON İMP. OSMANLI..İLBER ORTAYLI
5.TARİHİN IŞIĞINDA..İLBER ORTAYLI
6.OSM. TOPLUMUNDA AİLE..İLBER ORTAYLI
7.OSM.'YI YENİDEN KEŞFETMEK..İ.ORTAYLI
8.BATILILAŞMA YOLUNDA..İLBER ORTAYLI
9.OSMANLI TARİHİ..A.DE LAMARTINE
10.OSMANLI..CAROLİNE FİNKEL
11.OSM.İMP.TARİHİ..NICOLEA JORGA
12,BÜYÜK TÜRK..NICOLEA JORGA
13.YENİLMEZ TÜRK...NICOLEA JORGA
14.TÜRKİYE TARİHİ..ED.SİNA AKŞİN
15.OSM.DÜNYASI VE İNSANLARI..GÜLGÜN ÜÇEL
16.OSMANLI ORDUSU..GÜLGÜN ÜÇEL-AYBET
17,BU MÜLKÜN SULTANLARI..NECDET SAKAOĞLU 18.YENİÇERİLER..REŞAT EKREM KOÇU
19.SON PADİŞAH..YILMAZ ÇETİNER
20.SORULARLA OSM. ..ERHAN AFYONCU
21. SOKOLLU ...RADOVAN SAMARCIC
22. OSM.İMP.TARİHİ...A.CEVDET PAŞA
23. OSM.GERÇEĞİ..ERDOĞAN AYDIN
24. FATİH VE FETİH..ERDOĞAN AYDIN
25.KADINLAR SALTANATI..A.REFİK ALTINAY
26.DOĞU'YA BAKIŞ..GERALD MACLEAN
27.AT SIRTINDA ANADOLU..FREDERIC BURNABY
28.ABDÜLMECİD..HIFZI TOPUZ
29.ŞAH SULTAN ..İSKENDER PALA
30.FLORANSA BÜYÜCÜSÜ..S.RUSHDIE
31.TARİHİMİZLE YÜZLEŞMEK..EMRE KONGAR
32.PARİS'TE BİR OSM.SEFİRİ..ŞEVKET RADO
33.TARİHİN SAKLANAN YÜZÜ..ÇETİN ALTAN
34.OSM.İMP.'DA SON 300 YIL..ALAIN PALMER
35.KONSTANTİNİYYE..PHİLİP MANSELL
36.TÜRKİYE'NİN SİYASİ İNTİHARI..CENGİZ ÖZAKINCI
37.BU VATAN BÖYLE KURTULDU..EROL MÜTERCİMLER
38.16.YÜZYILDA İSTANBUL..METİN AND
39. ERKEN MODERN OSMANLILAR.. VIRGINIA H. AKSAN-DANIEL GOFFMAN
40."POPÜLER TARİH" VE "NTV TARİH " DERGİLERİ
41.İKİNCİ ADAM..Ş.SÜREYYA AYDEMİR
42.HAYAT..AYŞE KULİN
43.DEVRİM VE DEMOKRASİ..NUMAN ESİN
44.BİR NUMARALI TANIK..KURTUL ALTUĞ
45.İHTİLALİN MANTIĞI..Ş.S.AYDEMİR
46.KUTSAL İSYAN...HASAN İZZETTİN DİNAMO
47.KUTSAL BARIŞ...HASAN İZZETTİN DİNAMO
48.ÇÖL KRALİÇESİ...JANET WALLACH
49.YÖNETMENLER,FİLMLER,ÜLKELER..A.DORSAY
50.AY HIRSIZI...SUNAY AKIN
51.ONLAR HEP ORADAYDI...SUNAY AKIN
52.KULE CANBAZI...SUNAY AKIN
53.LÜZUMSUZ BİLGİLER ANSİKLOPEDİSİ..TAMER KORUGAN
54.PRENS..NİCCOLO MACHİAVELLİ
55.İSTANBUL'DA BİR ZÜRAFA..SUNAY AKIN
56.KIZ KULESİNDEKİ KIZILDERİLİ..S.AKIN
57.AH BEYOĞLU,VAH BEYOĞLU..SALAH BİRSEL
58.İSTANBUL-PARİS..SALAH BİRSEL
59.YAVUZ'UN KÜPESİ..ERHAN AFYONCU
60.OSMANLI PADİŞAHLARININ HAYAT HİKAYELERİ...YILMAZ ÖZTUNA
61.BİZİM DİPLOMATLAR..BİLAL N.ŞİMŞİR
62.KİM VAR İMİŞ BİZ BURADA YOĞ İKEN..CEMAL KAFADAR
63.RÜZGARIN GÖLGESİ..CARLOS RUIZ ZAFON
64.MELEĞİN OYUNU..CARLOS RUIZ ZAFON
65.ORTA DOĞU..TAYYAR ARI
66.ABD-ORTA DOĞU-TÜRKİYE..HALUK GERGER
67.ORTA DOĞU.. BERNARD LEWIS
68.ON BİR CUMHURBAŞKANI ON BİR ÖYKÜ.. CÜNEYT ARCAYÜREK
69.ÖFKELİ YILLAR...ALTAN ÖYMEN
70.ATATÜRK'TEN SONRA BUGÜNLERE NASIL GELDİK ?..CÜNEYT ARCAYÜREK
71.ÇANKAYA...CÜNEYT ARCAYÜREK
72.DEMOKRASİNİN İLK YILLARI..C.ARCAYÜREK
73.YENİ İKTİDAR,YENİ DÖNEM..C.ARCAYÜREK
74.BİR İKTİDAR,BİR İHTİLAL..C.ARCAYÜREK
75.NEREDEYSE BİR BALİNA..STEVE JONES
76.MOSSAD GİZLİ TARİHİ...GORDON THOMAS
77.BARIŞA SON VEREN BARIŞ...DAVID FROMKIN
78.SULARIN GETİRDİĞİ PADİŞAH..CAHİT ÜLKÜ
79.TANK SESİYLE UYANMAK..HASAN CEMAL
80.BİR MANİNİZ YOKSA.. ...AYFER TUNÇ
81.ALATURKAFRANKA..ERCAN ÇİTLİOĞLU
82.SUÇUMUZ MÜKEMMEL OLMAK..S.DUMAN
83.DARBE...STEPHEN KINZER
84.ÖZAL HİKAYESİ..HASAN CEMAL
85.TURGUT NEREDEN KOŞUYOR ? ..E.ÇÖLAŞAN
86.YEDİ TEPE ANADOLU...ALİ CANİP OLGUNLU
87."K", "DERBEDER BİR KAHİN"...CANSU YILMAZÇELİK
88.LATİFE HANIM...İPEK ÇALIŞLAR
89."K",YIKIK BİR SARAYDIR DÜNYA..PERİHAN ÖZCAN
90.BEYAZ PERDEDE KIRMIZI FİLMLER.. ATİLLA DORSAY
91.TEK ADAM..Ş.SÜREYYA AYDEMİR
92.DAHİLER VE AŞKLARI...ÖZCAN ERDOĞAN
93.HAYATIM KİTAP..YAŞAR AKSOY
94.BOĞAZİÇİ ŞINGIR MINGIR..SALAH BİRSEL
95.BİR EKONOMİK TETİKÇİNİN İTİRAFLARI...JOHN PERKİNS
96.CUMHURİYET TARİHİ YALANLARI 1. VE 2. CİLT...SİNAN MEYDAN
97. KOMPLO TEORİLERİ..EROL MÜTERCİMLER
98.ÖNCE KADINLAR VE ÇOCUKLAR..SUNAY AKIN
99.BİR ÇİFT AYAKKABI..SUNAY AKIN
100. BENİM CUMHURİYET'İM..EMİNE UŞAKLIGİL
101.DARAĞACINDA ÜÇ FİDAN..NİHAT BEHRAM
102.NEREYE..CAN DÜNDAR
103.İSTANBUL'DAN SAYFALAR..İLBER ORTAYLI
104.BİZİM İZMİRİMİZ..MELİH GÜRSOY
105.GİZLENEN TARİH..BRİAN HAUGHTON
106.BERGAMA DÜŞLERİMİN ŞEHRİ,İZMİR SEVDAM..SELAHATTİN TURAL
107.GÖLGEDEKİLER..CAN DÜNDAR
108.KIRMIZI BİSİKLET..CAN DÜNDAR
109.YAKAMDAKİ YÜZLER..CAN DÜNDAR
110.GEÇMİŞ AYRINTIDA SAKLIDIR..CEMİL KOÇAK