İtalyanca "seraglio" sözcüğünün anlamları arasında "harem" ve "vahşi hayvan kafesi" nin bulunması ilginçtir. Arapça anlamı "yasak" olan harem, çoğunlukla sanılanın aksine, yalnızca Doğu Müslümanlarına has bir kurum değildi. Eski Çin'de, Hint'te, İran'da ve Bizans'ta, hatta Floransa senyörlerinin saraylarında haremağası da, cariye de vardı. Osmanlı, bu kurumun en son bilinen örneğidir. Birkaç bin yıllık bir süreçte, Doğu'da ve Akdeniz uygarlıkları ortamında kazandığı zengin kültürle Osmanlı yaşamına da erken dönemde girmiş, ancak saltanat sarayının en önemli dairesi olma özelliğini İstanbul'un fethinden sonra ve Bizans saray geleneklerinden de etkilenerek, 16. yüzyıla doğru kazanmıştır.
1413-1421 yılları arasında padişahlık yapan 1. Mehmed döneminde sarayda, Rum ve Boşnaklardan seçilen beyaz köleler "Ak Ağa" diye adlandırılırdı. Fatih devrinden itibaren de sarayda zenci köleler çalıştırılmaya başlanmış, sayıları hızla artarak 1582'den itibaren üstünlüğü ele geçirmişlerdi. Bunlara "esvedin" (siyahiler) veya "Haremeyn huddamı" da denirdi. Çoğu Sudanlı veya Habeş olup, çocukken köle avcılarının eline düştükten sonra vahşiyane bir şekilde hadım edilmiş kader kurbanlarıydı. Mercan, Firuz, Gazanfer, Amber, Sümbül vb. gibi koku, çiçek ve mücevher adları taşıyıp ; fil kuyruğundan kırbaçlarıyla korku uyandırırlardı.. Manastır hücrelerini andıran odalarda üçer beşer kişi barınmış, Nöbet Odası'nda, Harem'in kapı ve koridorlarında nöbet tutmuş fakat cariyelerin koğuşlarına, haremin iç dairelerine adım atmamışlardı. "Kara" sözcüğüne bozulmuşlar, ten renklerini hatırlattığı için kahve içmemişler ve ikramını hakaret saymışlardı. Haremin yetkin kadınlarının, "kırkının aklı bir incir çekirdeğini doldurmaz" dediklerine bakılırsa bir hayli de aşağılanmışlardır...
Kara ağaların yetkileri 3. Mehmed devrinde iyice artttı. İki yüz elliden fazla oda, onlarca hamam ve avludan haremin yöneticisi oldular. 1903 yılında Osmanlı hanedanının sahip olduğu hadım köle sayısı 194 kadardı..
Darüssaade ağaları (kızlarağası), padişahın gözünden düşene kadar görevde kalmışlardı. Bunların içerisinde en uzun süre görevde kalmış ve Osmanlı tarihinde oldukça etkili bir rol oynamış Hacı Beşir Ağa, 3. Ahmed ve 1. Mahmud'un hükümdarlığı dönemlerinde 29 yıl görev yapmıştır..
Tanzimat'la birlikte birçok yetkilerini kaybetmiş, 2. Meşrutiyet' ten sonra iyice etkisizleşmiş olan haremağalarının sonuncusu Said Ağa olmuştur.
Azledildikten sonra, genellikle Mısır'a gönderilmiş ve burada kendilerine "azatlık" adı altında emekli maaşı bağlanmıştır. Bazı haremağaları, görevdeyken geleceklerini düşünmüş ve Mısır'da araziler satın almışlardır. İstanbul'da vefat edenler, Üsküdar'da Seyyid Ahmed Deresi civarında, Pilavcı Bayırı'ndaki kabristana gömülmüşlerdir..
Saraya gelen cariyeler ; ya Kırım Hanlığı atlılarının Ukrayna ve Polonya ovalarından toplayıp getirmiş olduğu esireler ya da Azak ve Kefe sancakbeyi gibi görevlilerin satın alıp hediye etmiş oldukları veya Akdeniz'deki Cezayir korsanlarının ele geçirmiş oldukları güzellerdi. Bunlardan başka Kafkasya veya Akdeniz adalarındaki, Balkan dağlarındaki fakir fukaranın canları kurtulsun diye saraya göndermiş olduğu veya esirciye vermiş olduğu genç kızlar da hareme gelmişti. 19. yüzyılda durum değişmiş ; daha çok hanedana ve halifeye bağlılık duygusu ile, Çerkez ve Dağıstan soylu kesimi, hanedana gelin verircesine kızlarını saraya göndermişlerdi..
Yalnızca ilk iki hanedan üyesi olan Osman ve Orhan Gazi'nin annelerinin Türk, daha sonra gelenlerin tümünün yabancı olduğu bir hanedan !... İlber Ortaylı'ya göre, Osmanlı hanedanında iki tane büyükanne vardır. İkisi de Ukraynalı olan Hürrem Sultan ve Hatice Turhan Sultan... Yani resmen hanedanımız Türk-Ukrayna karışımıdır !...
Harem denince akla hep cinsellik gelir ama Harem-i Hümayun, padişahın evi ve Enderun'u da içine alan bir eğitim kurumudur aslında.. Enderun, Osmanlı'ya üst düzey yöneticileri ; Harem ise kadın yöneticiler yetiştirmiştir ve her ikisi de yüksek, "sağır" duvarlarla birbirinden soyutlanmışlardır..
Osmanlı sarayındaki resmi adı "Darüssaade-i Şerife" (Kutlu Mutluluk Evi) olan Harem Dairesi'ne, Hindistan saraylarında "Perde" denmiştir. Topkapı Sarayı'nın Harem'inde bazı kapılar için "perde" adının kullanılmış olması da bir başka ilginç konudur..
Papaz Aubry de La Montraye ; 1703-1730 yılları arasında padişahlık yapmış 3. Ahmed Edirne'de, Harem Dairesi de boş durumdayken sandıklı saat onarması gereken bir saatçinin eşliğinde Harem'e girmişti. Onun gözlemleri büyük olasılıkla en gerçekçi saptamalardır : "Duvarlar çinilerle kaplı. Yer yer de altın yaldızlı mavi lambriler görülüyor. Fıskiyenin suları yeşil taştan bir havuza dökülüyor. Türk evlerindeki havuzlar ve çeşmeler salt gözü okşamak için değil, abdest almak içindir. Haremağası bizi, birçok küçük odanın önünden geçirdi. Bunlar, keşişlerin ve rahibelerin hücrelerine benzetilebilir. Birinin içini görebildim. Kutusu bağa, sedef, altın ve gümüşle işlenmiş bir saat, gümüş aynalı alafranga bir masanın üstündeydi. Duvarda, süslü ve cam çerçeveli bir ayna vardı. Yedi yastığın sıralandığı muhteşem sedirin köşelerine gümüş sehpalar konulmuştu. Pencereler uzun boylu insanların bile ulaşamayacağı yükseklikte ; camlar kiliselerdeki gibi renkliydi.."
Harem hakkında yazılanların çoğu uydurmadır. Esasen bu saray İstanbul ve bütün memleket ahalisi için esrarengiz bir makam-ı mukaddes sayılır. Hatta 2. Abdülhamid zamanında bile oraya girip çıkanlar sağına soluna bakamazlardı...
Harem yüksek duvarların, derin ve kafesli pencerelerin gerisinde, güneşten yoksun bir labirent, kapalı bir dünya, bir tezatlar alemiydi... Yarı karanlık koğuşlar ve koridorlar, uzaktaki ulu ağaçların esintileriyle serinleyen çiçek tarhları, lalezarlar, mermer çeşmeler, havuzlar, asma bahçeleri andıran taşlıklar, ferah sofalar, çini kaplı duvarlar, yaldızlı kubbe ve tavanlar ; sandıklı saatlerin vuruşları, gümüş kafeslerdeki kuşların ötüşleri, kadın sesleri ve gülüşleri, ud, tanbur, santur nağmeleri ; zerduva, samur kürklü, sevai, ipek, Hind şalı, lahuri, Frenk kumaşından giyimli, Hürmüz incileri, Bedahşan yakutları, zümrütleri, Hind zebercetleri ve elmasları takıp takıştırmış, birbirinden güzel cariyeler, kapalı ve kasvetli dairelerde ve koğuşlarda bir tür çile hayatına katlanırlardı...
Her topluluk gibi Harem'de de eşitsizlik vardı. Bu doğaldı... Güzelliği ve zekasıyla öne çıkanlar padişah gözdesi, ikbal ve giderek şehzade veya sultan annesi haseki olur, hatta günün birinde valide sultanlığa ulaşırdı. Bu raddeye çıkamayanlar, dokuz yıllık hizmet sürelerinin sonunda, ıtıknameleri (özgürlük belgeleri), elmas küpe ve yüzük, altın saat de içeren bir çeyiz takımı alarak, dışarıdan biriyle evlilik yapar, yani çirağ ederlerdi.
16. yüzyıldan 19. yüzyılın sonlarına kadar, saray hareminin, İstanbul ve taşra haremlerine görgü, giyim, kuşam, protokol, konuşma vb. konularda örnek olduğu kuşkusuzdur. Bu işlevi yerine getirenler ise "çıkma" denilen yöntemle gelin olup saraydan ayrılan cariyelerdir.
Sarayın enderundaki gençlerinin biruna çıkması, yani idarede görevlendirilmeleri gibi, harem halkı da kimi zaman padişah gözdesi dahi olsa saraylılarla veya diğer görevlilerle evlendirilirlerdi. Haremin kapısındaki "Hayırlı kapılar açan Allah'ım, bize de hayırlı kapılar aç" ibaresi bunu gösterir..
Her padişah döneminde değişen cariye mevcudu, saray defterlerine göre 2. Selim zamanında 49 ; 1580'lerde 104 ; 3. Murad'ın ölümü sırasında 275 ; 1630'larda ise 400 idi.. 1. Mahmud dönemine ait bir liste ise, 18. yüzyıl ortalarında haremde 456 cariye bulunduğunu gösterir. Bu sayılara Eski Saray cariyeleri de dahildir. Aslında Topkapı Sarayı' nın yüksek duvarlarla çevrilen Harem-i Has'ı, dönem dönem farklı olsa da 100-150'den fazla cariyeyi barındıracak genişlikte değildir...
Akşam yemeğinden sonra Harem'e geçen padişahı hazinedar ustalar karşılardı. Yatma vakti geldiğinde hünkar dairesindeki kagir ve güvenlikli yatak odasında (taş oda, mebit-i has) dinlenmeye çekilirdi. Altın bir şamdanda kol kalınlığında ve amber kokusu yayan bir mumun yandığı bu odada, hazinedar usta ve yardımcıları padişahı soyup gecelik entarisini, takkesini giydirirlerdi. Eğer yalnız yatacaksa, gece boyunca iki kalfa cariye nöbet tutardı. Padişahlar, dört direkli bir nevi karyola (şirvan) içinde yatarlardı. Direkler ve tahta karyolanın üstü pek süslüydü. Yattıkları zaman, değerli kumaşlardan yapılmış perdelerle yatak kapatılır, önce Hünkar Hamamı'na gidip temizlenirler, sonra hamamın karşısındaki Hünkar yatak odasına giderlerdi. Padişah yatınca hem valide sultan dairesi hem de Hünkar Sofası tarafındaki kapılar kapatılır, odanın kapısında ustalar nöbet tutardı...
Harem'e özgü disiplin şu sonucu veriyor ki, kadınlara aşırı düşkünlüklerinden dolayı harem kurallarına uymayan birkaçı dışında padişahların cariyelerle uluorta ilişki kurmaları olası değildi. Padişahla yatma şansını (nail-i istifraş) yakalayarak has odalık unvanını kazanan cariyeye Harem'de özel bir mekan ayrılması ; çocuk doğurduğunda ikbal veya haseki unvanıyla daha mükellef bir daire veya odaya yerleşmesi, ödenek bağlanması, hizmetine cariyeler verilmesi, giyim kuşamı, takılarıyla padişah eşi olduğunu göstermesi kaçınılmazdı..
Harem halkına yılda üç kat elbise ve 5-30 akçe gündelik verilirdi. Saray, okuma yazma oranının hayli yüksek olduğu bir yerdi. Hatta bazı cariyelerin, hizmetlerinde bulundukları şehzadeler kadar düzgün imlası vardı. Harem kadınları Osmanlı kültürünü, dil ve musikisini kapardı ve evlenip dışarı çıkanlar, halkın arasında saraylı hanım olarak bu kültürü yayardı..
Yetenekli veya yeteneksiz, güzel veya az güzel, sağlıklı veya sağlıksız olarak doğmuş olmanın ve zeka farklılığının insan hayatını harem kadar etkilediği bir başka mekan yoktur.. Harem bahtsız genç hayatların başladığı bir yerdir, talihi yaver giden kızlar en üst noktaya kadar tırmanır...
54) "KADI"NIN ADI VAR !...
Osmanlı mahkemelerinin bugünkü anlamda mevcut mahkemelerden farklı yönleri vardı. Mahkemeler, sadece hukuki anlaşmazlıklara bakmamakta, noterlerin yaptığı birçok işlemleri, senetleri, belgeleri de düzenlemekteydi. Bugün belediyeler ile kaymakam ve valilerin yetki ve görev alanında bulunan bir çok iş de kadıların sorumluluk alanına girmekteydi. Kadı, Osmanlı döneminde sadece bir hakim değil, ondan çok daha geniş yetki ve sorumlulukları bulunan bir görevliydi. Bunun çok trajik sonuçları da olmuştur. 4. Murad Bağdat seferine çıktığı sırada yolların karını küretmeyen İznik kadısını astırmıştır. Bu, kadının orada idari görevini aksatmasından ileri gelmektedir. Aslında bir nevi dokunulmazlıkları vardır. Kendileri ne boğdurulur, ne de kılıçla siyaset uygulattırılır. Ama gel gelelim, o karışık dönemin astığı astık, kestiği kestik bir padişahına rast gelmiş gariban !..
Osmanlı topraklarında görülen davalarda, ilgili işlerin hallini hızlandırmaya yarayan sadeliği, özellikle mahkeme işlemlerinin ve sonu olmayan davaların uzun sürmesinden dertli olan Batı'da, Osmanlı yargı yetkisinin en önemli avantajlarından biri kabul ediliyordu. Seyyahlar, Türk hukuku hakkında son derece olumlu olan gözlemlerini Batı dünyasına sunarken, kendi hukuk anlayışlarındaki noksanlıklarını karşılaştırmalarla dile getirmişlerdi. Avrupalılar, özellikle çabuk ve adil hüküm verilmesinden etkilenmişlerdi !..
Birçok seyyah ve elçinin üzerinde durdukları bu konu, Papalık tarafından bile kabul edilmişti. Papa X. Leo' nun Özel Kalemi olan Kardinal Jakob Sadolet, 16. yüzyılın başlarında bir hukukçuya ilginç bir mektup göndermişti : "Türkler'in bizde hiç bilinmeyen bir geleneğini, yani hukuk davalarında konu dışına çıkmaktan kaçınmalarını ve tüm anlaşmazlıkları az sayıda kelimelerle ortadan kaldırmalarını övmekten kendimi alamıyorum. Hangi ölümlü, bizde sonunda bir hiçin büyük bir meseleye ; masala benzer bir olaya dönüştürüldüğü en küçük olaylar hakkında bile yığınlarca protokolleri ve belgeleri ; devasa dosyaları gördüğünde öfkeye kapılmayacak kadar aklını kaçırmış ; insanlıktan bu kadar uzak kalmış olabilir. Cinayeti ve katli, ailelerin yok oluşunu ve devletlerin çöküşünü doğuran veba budur.."
Avrupalıların şikayetçi oldukları bu durum, Osmanlı yargı sisteminde yaşanmıyordu.. Nitekim Avusturyalı Gerlach'ın seyahatnamesinde belirttiği gibi, Türkiye'de bir dava yüzünden 10, 20, 30, hatta 50 yıl mahkemelerde sürünmek gerekmiyordu...
16. yüzyılın ikinci çeyreğinde Türkiye'ye gelen ünlü Fransız Doğu bilimcisi Guıllaume Postel'e göre, Osmanlı Sultanı kısa ve özlü mahkeme biçimi ve önlemleriyle vatandaşlarının kanuni haklarını koruma altına almıştı. Postel, eserinde Avrupa'da var olan sistemi eleştirip, sonu gelmeyen mahkemelerden, yazışmalardan bahseder. Mahkemelerin sonuçlanmamasının sürekli yeni davaların açılmasına sebep olduğunu söyleyen Postel, Fransız mahkemelerini Türk adaletiyle karşılaştırdığında, utanç duyduğunu itiraf eder.İngiliz Kralı 8. Henry bile iddialara göre, Kanuni Süleyman'ın kanunlarını kendisine aktarmaları için güvendiği adamlarını Türkiye'ye göndermiştir..
1522 yılına ait "Türk Kitabı"nda da Osmanlı ve Avrupa yargı sistemi karşılaştırılır. Kutsal Roma-Germen İmparatoru'nun "eşitlik ve adalete dayanarak hüküm vermesinden çok, güçlünün yanında yer aldığı" ifade edilir. Fransız Jean de Villamont ise oldukça iğneleyici bir şekilde, Hz.İsa'ya inancın eksikliğine rağmen, bu durumun Türkleri adil ve uygar olmaktan alıkoymadığını yargılar...
Osmanlı adalet sisteminin etkisine bugün bile Alman kültüründe rastlanır. Leyla Coşan'ın Alman gazete ve dergilerinde yaptığı araştırmada "kadı" kelimesinin ; "Kadı Önüne Çıkmanın Bedeli", "Fujitsu-Siemens, telif hakları yüzünden kadı önünde", "Rüşvet suçlamaları onun kadı önüne çıkmasına neden oldu" şekillerinde Almanca'da sık sık mahkeme karşılığında kullanıldığı görülmüştür.
Orta Doğu devlet ve hükumet sisteminin temel prensibi, özel bir yorumu olan adalet kavramına dayanır. Bu adalet kavramı, halkın şikayetlerini doğrudan doğruya hükümdara sunabilmesi ve onun emriyle haksızlıkların giderilmesi demektir.
Hükümdarın dikkatini çekmek ve şikayet sunmak için saraya yakın bir yerde ateş yakmak adetini, 17. yüzyılda İngiliz tüccarları kullanmışlardır..
Hükümdara doğrudan doğruya erişebilme, şu sebepten önemli sayılırdı : Hükümdar, Tanrı'dan başka kimseye karşı sorumlu olmayan tek otorite olarak, haksızlığı giderebilecek en yüksek otoritedir. O, kendisinin otoritesini temsil edenlerin hepsinin üstündedir ve onların yaptıkları kötüye kullanmaları ancak o bertaraf edebilir...
Osmanlılar her zaman şeriat ile, padişahın yasası anlamındaki kanun arasında (örfi kanun) açık bir ayrım yapmamışlardı. Şeriat tarafından uygun görülen şeyleri belirtmek için kullanılan "şer'en" sözcüğü, genel kullanımda "hukuken" anlamına geliyordu...
Osmanlı Devleti imparatorluk genelinde merkezi olarak kontrol edilen geniş bir mahkemeler ağını destekledi ve özümsedi. Kadılar bu mahkemelerin önde gelen siyasal pratisyenleri konumundaydılar. Bu sistem içinde hukuku yorumladılar, korudular ve arşivleridir..
Kadı mahkemeleri Osmanlı gayrimüslimlerinin gündelik yaşamlarında en önemli rolü oynayan hukuki kurumlardı. Otorite olarak her zaman ağır bastıkları cemaat mahkemelerinin aksine, dini hukuku bölgeselleştiriyorlardı. Yahudiler "halaka", Hıristiyanlar kilise kanununun kendilerine tanımadığı bazı hakları, İslami hukuk kendilerine tanıdığı için, bu durumdan bazen karlı çıkıyorlardı...
Osmanlı kadısı mahkeme yargıcı olduğu gibi, aynı zamanda bir noter, şehirdeki vakıfların müfettişi ve tabii ki belediye reisidir. Yani şehrin asayişini yürütmekle görevli zabitleri, subaşıları, asesbaşıları o denetler ve onların amiridir. Çarşıda esnafı kontrol eden "muhtesib" dediğimiz memur ona bağlıdır ve burada çok ilginç bir görev birliği olmakla birlikte bu, diğer imparatorluklarda da aynıdır..
Kadı Osmanlı ilmiyye sınıfının üyesidir. Yani medreseyi bitirmiş olması, icazet alması gerekir. Medreseyi bitiren insanlar mesleklerine üç kariyerde başlarlar. Birincisi "İkta" dediğimiz müftülük, ikincisi "Tedris" dediğimiz müderrislik (profesörlük) ve üçüncüsü de "Kaza" dediğimiz yargı yolu yani kadılık...
15. ve 16. yüzyıllarda "Sahn-ı Seman" denilen, "Fatih" veya "Süleymaniye" medreselerinden birini bitirmiş olmaları gerekiyordu. Buradan "danişmend" olarak çıkanlar, hocalarından icazet alanlar, karma bir ilmi kurulun önünde yazılı ve sözlü sınava girerler ; başarılı olurlarsa "İstanbul Ruusu" denen dereceyi almaları uygun görülürdü. Bu ruusu alamayan bir adam kırk yıl medresede sürünse de bir itibar görmezdi. Böyle kişilerin imparatorluk içinde kadılık yapması pek olası değildi..
Kadılar 25 akçe gündelikle göreve başlarlardı. Bu ne demektir ? Mahkemeye gelen harçlardan kendi maaşını alacaktır. Zamanla terfi ederek, gittiği her yerde 1,5- 2 yıldan fazla kalmadan yer değiştirirler..
Osmanlı kadısı terfi eder, bir yere gider, döner ve İstanbul'da tekrar bekler, daha üst bir yere terfi eder ve buna "mazuliyet" denir. Bekledikçe sonunda yüksek bir sancağa "mevleviyyet" payesi ile atanacaktır. Bu paye için İstanbul'da bekleyen eski kaza kadılarına "tahtabaşı" denir...
O dönemlerden, konuyla ilgili bir fıkra ; Kırklareli'nden (o zamanki adıyla Kırkkilise) gelen bir kadı uzun bir bekleyiş sırasında önemli bir sancak merkezi olan Manastır'a kadı olarak atanması için dilekçe verir, ısrar da eder.. Diyorlar ki, "orası çok önemli bir merkezdir, senin oraya deneyimin yetmez".. Kadı da, "canım" diyor, "Kırk tane kiliseyi idare ettik te bir manastırı mı idare edemeyeceğiz ?"..
Yeniçeri Ocağı kaldırıldığı zaman asayiş örgütü de sarsıldı. Çünkü asesbaşı, subaşı gibi, şehirlerin emniyet amirleri de ocaktandı. Birdenbire kadıların görevleri azaldı. Bir süre sonra vakıflar da ayrı bir nezaret olarak birleştirilince, kadıların bunlardan da eli ayağı çekildi. En sonunda, idari anlamda mahkemeler kuruldu, ceza mahkemeleri kuruldu ve kadıların yargı görevleri de sadece bizim özel hukuk alanı dediğimiz davalarla sınırlı kaldı...
Osmanlı topraklarında görülen davalarda, ilgili işlerin hallini hızlandırmaya yarayan sadeliği, özellikle mahkeme işlemlerinin ve sonu olmayan davaların uzun sürmesinden dertli olan Batı'da, Osmanlı yargı yetkisinin en önemli avantajlarından biri kabul ediliyordu. Seyyahlar, Türk hukuku hakkında son derece olumlu olan gözlemlerini Batı dünyasına sunarken, kendi hukuk anlayışlarındaki noksanlıklarını karşılaştırmalarla dile getirmişlerdi. Avrupalılar, özellikle çabuk ve adil hüküm verilmesinden etkilenmişlerdi !..
Birçok seyyah ve elçinin üzerinde durdukları bu konu, Papalık tarafından bile kabul edilmişti. Papa X. Leo' nun Özel Kalemi olan Kardinal Jakob Sadolet, 16. yüzyılın başlarında bir hukukçuya ilginç bir mektup göndermişti : "Türkler'in bizde hiç bilinmeyen bir geleneğini, yani hukuk davalarında konu dışına çıkmaktan kaçınmalarını ve tüm anlaşmazlıkları az sayıda kelimelerle ortadan kaldırmalarını övmekten kendimi alamıyorum. Hangi ölümlü, bizde sonunda bir hiçin büyük bir meseleye ; masala benzer bir olaya dönüştürüldüğü en küçük olaylar hakkında bile yığınlarca protokolleri ve belgeleri ; devasa dosyaları gördüğünde öfkeye kapılmayacak kadar aklını kaçırmış ; insanlıktan bu kadar uzak kalmış olabilir. Cinayeti ve katli, ailelerin yok oluşunu ve devletlerin çöküşünü doğuran veba budur.."
Avrupalıların şikayetçi oldukları bu durum, Osmanlı yargı sisteminde yaşanmıyordu.. Nitekim Avusturyalı Gerlach'ın seyahatnamesinde belirttiği gibi, Türkiye'de bir dava yüzünden 10, 20, 30, hatta 50 yıl mahkemelerde sürünmek gerekmiyordu...
16. yüzyılın ikinci çeyreğinde Türkiye'ye gelen ünlü Fransız Doğu bilimcisi Guıllaume Postel'e göre, Osmanlı Sultanı kısa ve özlü mahkeme biçimi ve önlemleriyle vatandaşlarının kanuni haklarını koruma altına almıştı. Postel, eserinde Avrupa'da var olan sistemi eleştirip, sonu gelmeyen mahkemelerden, yazışmalardan bahseder. Mahkemelerin sonuçlanmamasının sürekli yeni davaların açılmasına sebep olduğunu söyleyen Postel, Fransız mahkemelerini Türk adaletiyle karşılaştırdığında, utanç duyduğunu itiraf eder.İngiliz Kralı 8. Henry bile iddialara göre, Kanuni Süleyman'ın kanunlarını kendisine aktarmaları için güvendiği adamlarını Türkiye'ye göndermiştir..
1522 yılına ait "Türk Kitabı"nda da Osmanlı ve Avrupa yargı sistemi karşılaştırılır. Kutsal Roma-Germen İmparatoru'nun "eşitlik ve adalete dayanarak hüküm vermesinden çok, güçlünün yanında yer aldığı" ifade edilir. Fransız Jean de Villamont ise oldukça iğneleyici bir şekilde, Hz.İsa'ya inancın eksikliğine rağmen, bu durumun Türkleri adil ve uygar olmaktan alıkoymadığını yargılar...
Osmanlı adalet sisteminin etkisine bugün bile Alman kültüründe rastlanır. Leyla Coşan'ın Alman gazete ve dergilerinde yaptığı araştırmada "kadı" kelimesinin ; "Kadı Önüne Çıkmanın Bedeli", "Fujitsu-Siemens, telif hakları yüzünden kadı önünde", "Rüşvet suçlamaları onun kadı önüne çıkmasına neden oldu" şekillerinde Almanca'da sık sık mahkeme karşılığında kullanıldığı görülmüştür.
Orta Doğu devlet ve hükumet sisteminin temel prensibi, özel bir yorumu olan adalet kavramına dayanır. Bu adalet kavramı, halkın şikayetlerini doğrudan doğruya hükümdara sunabilmesi ve onun emriyle haksızlıkların giderilmesi demektir.
Hükümdarın dikkatini çekmek ve şikayet sunmak için saraya yakın bir yerde ateş yakmak adetini, 17. yüzyılda İngiliz tüccarları kullanmışlardır..
Hükümdara doğrudan doğruya erişebilme, şu sebepten önemli sayılırdı : Hükümdar, Tanrı'dan başka kimseye karşı sorumlu olmayan tek otorite olarak, haksızlığı giderebilecek en yüksek otoritedir. O, kendisinin otoritesini temsil edenlerin hepsinin üstündedir ve onların yaptıkları kötüye kullanmaları ancak o bertaraf edebilir...
Osmanlılar her zaman şeriat ile, padişahın yasası anlamındaki kanun arasında (örfi kanun) açık bir ayrım yapmamışlardı. Şeriat tarafından uygun görülen şeyleri belirtmek için kullanılan "şer'en" sözcüğü, genel kullanımda "hukuken" anlamına geliyordu...
Osmanlı Devleti imparatorluk genelinde merkezi olarak kontrol edilen geniş bir mahkemeler ağını destekledi ve özümsedi. Kadılar bu mahkemelerin önde gelen siyasal pratisyenleri konumundaydılar. Bu sistem içinde hukuku yorumladılar, korudular ve arşivleridir..
Kadı mahkemeleri Osmanlı gayrimüslimlerinin gündelik yaşamlarında en önemli rolü oynayan hukuki kurumlardı. Otorite olarak her zaman ağır bastıkları cemaat mahkemelerinin aksine, dini hukuku bölgeselleştiriyorlardı. Yahudiler "halaka", Hıristiyanlar kilise kanununun kendilerine tanımadığı bazı hakları, İslami hukuk kendilerine tanıdığı için, bu durumdan bazen karlı çıkıyorlardı...
Osmanlı kadısı mahkeme yargıcı olduğu gibi, aynı zamanda bir noter, şehirdeki vakıfların müfettişi ve tabii ki belediye reisidir. Yani şehrin asayişini yürütmekle görevli zabitleri, subaşıları, asesbaşıları o denetler ve onların amiridir. Çarşıda esnafı kontrol eden "muhtesib" dediğimiz memur ona bağlıdır ve burada çok ilginç bir görev birliği olmakla birlikte bu, diğer imparatorluklarda da aynıdır..
Kadı Osmanlı ilmiyye sınıfının üyesidir. Yani medreseyi bitirmiş olması, icazet alması gerekir. Medreseyi bitiren insanlar mesleklerine üç kariyerde başlarlar. Birincisi "İkta" dediğimiz müftülük, ikincisi "Tedris" dediğimiz müderrislik (profesörlük) ve üçüncüsü de "Kaza" dediğimiz yargı yolu yani kadılık...
15. ve 16. yüzyıllarda "Sahn-ı Seman" denilen, "Fatih" veya "Süleymaniye" medreselerinden birini bitirmiş olmaları gerekiyordu. Buradan "danişmend" olarak çıkanlar, hocalarından icazet alanlar, karma bir ilmi kurulun önünde yazılı ve sözlü sınava girerler ; başarılı olurlarsa "İstanbul Ruusu" denen dereceyi almaları uygun görülürdü. Bu ruusu alamayan bir adam kırk yıl medresede sürünse de bir itibar görmezdi. Böyle kişilerin imparatorluk içinde kadılık yapması pek olası değildi..
Kadılar 25 akçe gündelikle göreve başlarlardı. Bu ne demektir ? Mahkemeye gelen harçlardan kendi maaşını alacaktır. Zamanla terfi ederek, gittiği her yerde 1,5- 2 yıldan fazla kalmadan yer değiştirirler..
Osmanlı kadısı terfi eder, bir yere gider, döner ve İstanbul'da tekrar bekler, daha üst bir yere terfi eder ve buna "mazuliyet" denir. Bekledikçe sonunda yüksek bir sancağa "mevleviyyet" payesi ile atanacaktır. Bu paye için İstanbul'da bekleyen eski kaza kadılarına "tahtabaşı" denir...
O dönemlerden, konuyla ilgili bir fıkra ; Kırklareli'nden (o zamanki adıyla Kırkkilise) gelen bir kadı uzun bir bekleyiş sırasında önemli bir sancak merkezi olan Manastır'a kadı olarak atanması için dilekçe verir, ısrar da eder.. Diyorlar ki, "orası çok önemli bir merkezdir, senin oraya deneyimin yetmez".. Kadı da, "canım" diyor, "Kırk tane kiliseyi idare ettik te bir manastırı mı idare edemeyeceğiz ?"..
Yeniçeri Ocağı kaldırıldığı zaman asayiş örgütü de sarsıldı. Çünkü asesbaşı, subaşı gibi, şehirlerin emniyet amirleri de ocaktandı. Birdenbire kadıların görevleri azaldı. Bir süre sonra vakıflar da ayrı bir nezaret olarak birleştirilince, kadıların bunlardan da eli ayağı çekildi. En sonunda, idari anlamda mahkemeler kuruldu, ceza mahkemeleri kuruldu ve kadıların yargı görevleri de sadece bizim özel hukuk alanı dediğimiz davalarla sınırlı kaldı...
53) BEYOĞLU'NDAN SANATÇI ANEKDOTLARI..
Kahvelere Tepebaşı'nda da rastlanır. Bunların en önemlisi "Kanuni Esasi Kıraathanesi"dir. Ama Tepebaşı'ndaki kahvelerin topuna birden "İzmir Kahveleri" denir...Buralarda nargile de içilir..
Kanuni Esasi Kıraaathanesi yaşamını 1970'li yıllara kadar sürdürmüştür.. Cahit Irgat Şehir Tiyatrosu'nda çalıştığı sıralar buraya çok gelir. Aktör Salih Tozan da gelir, masalara "Gözüm !, Canım ! Muhterem !" sözcüklerini dağıtır. Salih Tozan büyük oyuncudur ve gönül büyüğü insandır. Çok sürmeyen yaşamı boyunca yirmi dört kez evlenmiştir !.. Ama evliliklerinin çoğu üç ayı geçmez. Son evliliği için nikah memurunun karşısına çıktığı zaman görevli, kafa kağıdı evirmiş çevirmiş sonra da, "Bu, kafa kağıdı değil, kadın listesi ! " demiştir..
Bir dostunu gördüğünde, olağanüstü sevinmiş gibi, "Vay mirim" diyerek Osmanlı usulü bir tiyatro selamı verir ; "nerelerdesin ?" sorusuyla karşılaşınca da, "İki nikahla rakı kadehinin arasında volta atıyorum !" diye yanıtlar.. Nikahın birisi evdeki karısı, öteki de tiyatrodur.. Onun bir de meşhur "federasyon öyküsü" vardır. Kendi ağzından şöyle anlatır : " Ulan, vaktiyle bir karı aldık, futbolcuya kaçtı.. Haydi o kafadan anlamıyor, ayaktan anlıyor, dedik. İkincisini aldık, o da güreşçiye kaçtı.. Üçüncüyü pazarlıkla aldım, bak futbolcuyla güreşçiye kaçmak yok, diye. Geçenlerde Beyoğlu'nda beraber yürüyoruz. Bir tanıdık çıktı karşıma. Ayaküstü laflamaya başladık, Bir de baktım, bizim karı yanımda yok. Ulan nerede bu karı diye, sağa sola bakındım, ilerde bir fotoğrafçı dükkanı önünde durmuş, resimleri seyrediyor..Hemen koştum yanına, hangi resme bakıyor diye bir göz attım ; yumruklarını göğsüne kaldırmış bir boksöre bakıyor. Yürü ulan namussuz, dedim, federasyona mı çalışıyoruz yani !..."
Sanatçıların, hele birkaç içkiyle hafif çakırkeyif olmuşlarsa, sohbetlerine de, yaptıkları ince esprilere de doyum olmamıştır.. Bir gün Yakup Kadri (Karaosmanoğlu) ile arkadaşları "Le Bon" da otururlarken içlerinden biri, "Cemal Paşa Frankofildir (Fransız sever) , Enver Paşa Germanofildir (Alman sever) " der. Masada oturan Süleyman Nazif'in, İçişleri Bakanı Halil Bey'i hiç sevmediğini bilen bir başkası, "Ya Halil Bey nedir ?" diye sorunca, Süleyman Nazif, "Ha o mu ? O sadece fildir !.." der.
O dönemin meşhurlarından Neyzen Tevfik anlatıyor, " Otuz seneden fazla var (1910-1920'ler) ; bir akşam Asmalı Mescit'ten geçiyorum. Baktım, bir çingene ayı oynatıyor. Etrafını çoluk çocuk çevirmiş ; seyrediyorlar ama, çingene ayıyı oynatamıyor. Çünkü ayı usta !.. Bir ehlinin elinde olsa mükemmel oynayacak. Ama ayıcı acemi..Ben o zamana kadar ayı oynatmadım ama, çok seyrettim. Çok seyrettiğim için biliyorum. Nihayet dayanamadım, sokuldum.. Çingenenin elinden ayının zincirini, halkasının ipini çekip aldım. Değneğini de, tefini de aldım.."Gel arkamdan ! " dedim. Ayı elimde, çingene peşimde doğru "Tepebaşı Bahçesi" ne... Bu bahçe o zaman çok rağbette..Şişli'den, Kadıköy'den, bütün kibar semtlerden, muhitlerden hanımlar, beyler akın akın gelip bu bahçeyi doldururlar..İnce saz, orkestra dinlerler.. Bahçeye girdim : Hıncahınç ! İğne atsan yere düşmez. Ortaya doğru yürüdüm. Önce bir hayret, bir sessizlik, sonra kulaktan kulağa fısıltılar : "Neyzen, Neyzen Tevfik !.." Arkasından bir alkış.. Saz durdu, ben ortaya geldim. Tefi çalıp ayıyı oynatmaya başladım. Dedim ya : Ayı usta, mükemmel oynuyor.. Oynattıktan sonra, değnekle koltuğunun altından dürttüm : "Eskiden genç kızlar yavuklularını gördükleri zaman nasıl utanırlardı ? " Ayı bir pençesini kaldırıp yüzünü tuttu, utanma taklidi yaptı.. Elimi uzattım : "Ya şimdi ne yapıyorlar ?" O da pençesini uzattı tokalaştık. Kahkaha, alkış, kıyamet.. Yine değnekle koltuk altından dürterek, "Kocakarılar hamamda nasıl bayılır ?" Yere uzanıverdi.. Yine kahkahalar, alkışlar.. Ayının zinciriyle değneği çingenenin eline tutuşturdum, tefi alıp seyirciden parsa topladım. Herkes, o zamanki kağıt yüz paralıklardan, çeyreklerden, mecidiyelerden, yeşil yirmi beş kuruşluklardan, elli kuruşluklardan boyuna tefin içine yağdırıyor. Tef, tıka basa doldu. Getirip çingeneye verdim. Adam, o kadar parayı bir arada görmemiş, bir daha görmesine de olanak yok. Paraları paylaşmak için davrandı. "Haydi haydi" dedim, "al o paraları da git, yalnızca ayı oynatmasını öğren !.. Ayı dediğin böyle oynatılır !.."
1936'lardaCemal Reşit-Ekrem Reşit kardeşlerin "Lüküs Hayat", "Üç Saat", "Deli Dolu" operetleri oynanmıştır. "Şehir Tiyatrosu" sanatçılarının oynadığı bu oyunlardan "Lüküs Hayat" ta Semiha Berksoy da rol almış ve Nazım Hikmet'in kıskançlığını çokça uyandırmıştır.. O zamanlar Nazım Hikmet, Semiha Berksoy'un her şeyiyle yakından ilgilenmektedir. Sesine, sanat yeteneğine çok değer veriyordur. Kimi günler ona : "Yorgunum, bana bir şeyler okusana " der. Semiha da ona Schumann'dan, Beethoven'den yürek paralayıcı parçalar okur.. Semiha'nın yanında koca Nazım sanki çocuklaşıyor, coşuyordur.Bir gün onun karşı kaldırıma geçişini seyretmiş, sonra yanına giderek : "Sana uzaktan bakmak, yürüyüşünü görmek hoşuma gidiyor" demiştir.. Nazım "Tepebaşı Bahçesi"nde "Lüküs Hayat"ı seyrettiğinin ertesi gününde de Semiha'ya şöyle der : "Dün gece senin yüzünden az kalsın kavga çıkarıyordum.." Doğrudur bu. Nazım oyunu seyrederken adamın biri Semiha'ya laf atmış ; Nazım da iskemlesini kaptığı gibi adamın üzerine yürümüştür. Olayı gülerek anlatan Nazım, Semiha'ya şunları söyler : "Ben seninle evlenirsem, sahneye filan çıkmak yok. Seni kapıdan dışarı bile bırakmam !" Semiha da, "Bunu şair, sanatçı Nazım Hikmet mi söylüyor ?" diye sorunca da, "evet, bunu şair, sanatçı Nazım Hikmet söylüyor.." Ben, naçizane olarak, bunu Nazım'a hiç yakıştıramadım.. Son söylediği cümle şöyle olmalıydı : "Evet, bunu şair, sanatçı ve AŞIK Nazım Hikmet söylüyor !.."...
Sait Faik Abasıyanık'ın da bir uzatmalı sevgilisi vardır. Garip bir ilişkidir.. Koparlar, tekrar birleşirler.. Rum kadının adı Alexandra'dır.. Bir akşam Aziz Nesin'le Beyoğlu'nda kafa çekerler.. Birden Aziz Nesin'e "Hadi gidelim" der. " Benim ıslığımı tanır, duyunca da açar kapıyı, tıpkı eskisi gibi.." Yola koyulurlar. Kasımpaşa'nın oralarda bir meyhaneye gelirler. Meyhaneci, garsonlar, hepsi de Rumdur. Hepsi de Sait Faik'i tanır. Oradan çıkar, bir başkasına girerler ve orada da içerler.. Oradakiler de Sait'in Rum kızına mecnun olduğunu, bütün başından geçenleri bilmektedirler. Tekrar yola çıkarlar.. Tozlu topraklı bir yere gelirler. Solda tek katlı bir ev vardır. "İşte burası !" der Sait Faik. Evin az ötesinde, demir direkte bir elektrik lambası vardır. Işığı, orasını koni biçiminde bir ışık vererek aydınlatmıştır ve o ışık huzmesinin dışında kıpırdayan bir karaltı vardır. Sait Faik'le Aziz Nesin yürüyerek oraya yaklaştıklarında, bir delikanlının, sarıldığı kızı öptüğünü görürler. Sait Faik birden geri döner : "Tuu, ulan benim kız bu be !..."
Geri dönüş yolunda hep başka şeylerden konuşurlar !...
"Nisuaz" kahvesinde Süavi Koçer bir gün yanındaki masada oturan bir "gündüz yosması"na özgürlük üzerine yazdığı şiirlerden birisini okumuştur. O gün orada Ankara'dan gelmiş olan Necati Cumalı da vardır... Bu, gündüz yosmaları öğleden sonraları gelip akşam dokuza kadar iş tutarlar ; akşam olunca da, evli olanlar otuz ya da kırk liralık kazançlarını doğru kocalarına taşırlar. Süavi'nin şiirini okuduğu gündüz yosması, bunların en akıllılarından biridir. Yaşamın içinde iyice pişmiş, filozoflaşmıştır. Şiiri ciddiyetle dinler. Süavi şiiri bitirince, "işte biz şairler, özgürlük şiirleri yazarız" deyince, o da "Nisuaz" tarihine geçen şu sözleri söyler : "Zaten özgürlüğü şairlerle orospular koruyorsa koruyor !..."
Nahit Ulvi'den şu dizeler, aşkı ne güzel tarif eder...
"Bir şey var aramızda
Senin bakışından belli
Benim yanan yüzümden.."
Kanuni Esasi Kıraaathanesi yaşamını 1970'li yıllara kadar sürdürmüştür.. Cahit Irgat Şehir Tiyatrosu'nda çalıştığı sıralar buraya çok gelir. Aktör Salih Tozan da gelir, masalara "Gözüm !, Canım ! Muhterem !" sözcüklerini dağıtır. Salih Tozan büyük oyuncudur ve gönül büyüğü insandır. Çok sürmeyen yaşamı boyunca yirmi dört kez evlenmiştir !.. Ama evliliklerinin çoğu üç ayı geçmez. Son evliliği için nikah memurunun karşısına çıktığı zaman görevli, kafa kağıdı evirmiş çevirmiş sonra da, "Bu, kafa kağıdı değil, kadın listesi ! " demiştir..
Bir dostunu gördüğünde, olağanüstü sevinmiş gibi, "Vay mirim" diyerek Osmanlı usulü bir tiyatro selamı verir ; "nerelerdesin ?" sorusuyla karşılaşınca da, "İki nikahla rakı kadehinin arasında volta atıyorum !" diye yanıtlar.. Nikahın birisi evdeki karısı, öteki de tiyatrodur.. Onun bir de meşhur "federasyon öyküsü" vardır. Kendi ağzından şöyle anlatır : " Ulan, vaktiyle bir karı aldık, futbolcuya kaçtı.. Haydi o kafadan anlamıyor, ayaktan anlıyor, dedik. İkincisini aldık, o da güreşçiye kaçtı.. Üçüncüyü pazarlıkla aldım, bak futbolcuyla güreşçiye kaçmak yok, diye. Geçenlerde Beyoğlu'nda beraber yürüyoruz. Bir tanıdık çıktı karşıma. Ayaküstü laflamaya başladık, Bir de baktım, bizim karı yanımda yok. Ulan nerede bu karı diye, sağa sola bakındım, ilerde bir fotoğrafçı dükkanı önünde durmuş, resimleri seyrediyor..Hemen koştum yanına, hangi resme bakıyor diye bir göz attım ; yumruklarını göğsüne kaldırmış bir boksöre bakıyor. Yürü ulan namussuz, dedim, federasyona mı çalışıyoruz yani !..."
Sanatçıların, hele birkaç içkiyle hafif çakırkeyif olmuşlarsa, sohbetlerine de, yaptıkları ince esprilere de doyum olmamıştır.. Bir gün Yakup Kadri (Karaosmanoğlu) ile arkadaşları "Le Bon" da otururlarken içlerinden biri, "Cemal Paşa Frankofildir (Fransız sever) , Enver Paşa Germanofildir (Alman sever) " der. Masada oturan Süleyman Nazif'in, İçişleri Bakanı Halil Bey'i hiç sevmediğini bilen bir başkası, "Ya Halil Bey nedir ?" diye sorunca, Süleyman Nazif, "Ha o mu ? O sadece fildir !.." der.
O dönemin meşhurlarından Neyzen Tevfik anlatıyor, " Otuz seneden fazla var (1910-1920'ler) ; bir akşam Asmalı Mescit'ten geçiyorum. Baktım, bir çingene ayı oynatıyor. Etrafını çoluk çocuk çevirmiş ; seyrediyorlar ama, çingene ayıyı oynatamıyor. Çünkü ayı usta !.. Bir ehlinin elinde olsa mükemmel oynayacak. Ama ayıcı acemi..Ben o zamana kadar ayı oynatmadım ama, çok seyrettim. Çok seyrettiğim için biliyorum. Nihayet dayanamadım, sokuldum.. Çingenenin elinden ayının zincirini, halkasının ipini çekip aldım. Değneğini de, tefini de aldım.."Gel arkamdan ! " dedim. Ayı elimde, çingene peşimde doğru "Tepebaşı Bahçesi" ne... Bu bahçe o zaman çok rağbette..Şişli'den, Kadıköy'den, bütün kibar semtlerden, muhitlerden hanımlar, beyler akın akın gelip bu bahçeyi doldururlar..İnce saz, orkestra dinlerler.. Bahçeye girdim : Hıncahınç ! İğne atsan yere düşmez. Ortaya doğru yürüdüm. Önce bir hayret, bir sessizlik, sonra kulaktan kulağa fısıltılar : "Neyzen, Neyzen Tevfik !.." Arkasından bir alkış.. Saz durdu, ben ortaya geldim. Tefi çalıp ayıyı oynatmaya başladım. Dedim ya : Ayı usta, mükemmel oynuyor.. Oynattıktan sonra, değnekle koltuğunun altından dürttüm : "Eskiden genç kızlar yavuklularını gördükleri zaman nasıl utanırlardı ? " Ayı bir pençesini kaldırıp yüzünü tuttu, utanma taklidi yaptı.. Elimi uzattım : "Ya şimdi ne yapıyorlar ?" O da pençesini uzattı tokalaştık. Kahkaha, alkış, kıyamet.. Yine değnekle koltuk altından dürterek, "Kocakarılar hamamda nasıl bayılır ?" Yere uzanıverdi.. Yine kahkahalar, alkışlar.. Ayının zinciriyle değneği çingenenin eline tutuşturdum, tefi alıp seyirciden parsa topladım. Herkes, o zamanki kağıt yüz paralıklardan, çeyreklerden, mecidiyelerden, yeşil yirmi beş kuruşluklardan, elli kuruşluklardan boyuna tefin içine yağdırıyor. Tef, tıka basa doldu. Getirip çingeneye verdim. Adam, o kadar parayı bir arada görmemiş, bir daha görmesine de olanak yok. Paraları paylaşmak için davrandı. "Haydi haydi" dedim, "al o paraları da git, yalnızca ayı oynatmasını öğren !.. Ayı dediğin böyle oynatılır !.."
1936'lardaCemal Reşit-Ekrem Reşit kardeşlerin "Lüküs Hayat", "Üç Saat", "Deli Dolu" operetleri oynanmıştır. "Şehir Tiyatrosu" sanatçılarının oynadığı bu oyunlardan "Lüküs Hayat" ta Semiha Berksoy da rol almış ve Nazım Hikmet'in kıskançlığını çokça uyandırmıştır.. O zamanlar Nazım Hikmet, Semiha Berksoy'un her şeyiyle yakından ilgilenmektedir. Sesine, sanat yeteneğine çok değer veriyordur. Kimi günler ona : "Yorgunum, bana bir şeyler okusana " der. Semiha da ona Schumann'dan, Beethoven'den yürek paralayıcı parçalar okur.. Semiha'nın yanında koca Nazım sanki çocuklaşıyor, coşuyordur.Bir gün onun karşı kaldırıma geçişini seyretmiş, sonra yanına giderek : "Sana uzaktan bakmak, yürüyüşünü görmek hoşuma gidiyor" demiştir.. Nazım "Tepebaşı Bahçesi"nde "Lüküs Hayat"ı seyrettiğinin ertesi gününde de Semiha'ya şöyle der : "Dün gece senin yüzünden az kalsın kavga çıkarıyordum.." Doğrudur bu. Nazım oyunu seyrederken adamın biri Semiha'ya laf atmış ; Nazım da iskemlesini kaptığı gibi adamın üzerine yürümüştür. Olayı gülerek anlatan Nazım, Semiha'ya şunları söyler : "Ben seninle evlenirsem, sahneye filan çıkmak yok. Seni kapıdan dışarı bile bırakmam !" Semiha da, "Bunu şair, sanatçı Nazım Hikmet mi söylüyor ?" diye sorunca da, "evet, bunu şair, sanatçı Nazım Hikmet söylüyor.." Ben, naçizane olarak, bunu Nazım'a hiç yakıştıramadım.. Son söylediği cümle şöyle olmalıydı : "Evet, bunu şair, sanatçı ve AŞIK Nazım Hikmet söylüyor !.."...
Sait Faik Abasıyanık'ın da bir uzatmalı sevgilisi vardır. Garip bir ilişkidir.. Koparlar, tekrar birleşirler.. Rum kadının adı Alexandra'dır.. Bir akşam Aziz Nesin'le Beyoğlu'nda kafa çekerler.. Birden Aziz Nesin'e "Hadi gidelim" der. " Benim ıslığımı tanır, duyunca da açar kapıyı, tıpkı eskisi gibi.." Yola koyulurlar. Kasımpaşa'nın oralarda bir meyhaneye gelirler. Meyhaneci, garsonlar, hepsi de Rumdur. Hepsi de Sait Faik'i tanır. Oradan çıkar, bir başkasına girerler ve orada da içerler.. Oradakiler de Sait'in Rum kızına mecnun olduğunu, bütün başından geçenleri bilmektedirler. Tekrar yola çıkarlar.. Tozlu topraklı bir yere gelirler. Solda tek katlı bir ev vardır. "İşte burası !" der Sait Faik. Evin az ötesinde, demir direkte bir elektrik lambası vardır. Işığı, orasını koni biçiminde bir ışık vererek aydınlatmıştır ve o ışık huzmesinin dışında kıpırdayan bir karaltı vardır. Sait Faik'le Aziz Nesin yürüyerek oraya yaklaştıklarında, bir delikanlının, sarıldığı kızı öptüğünü görürler. Sait Faik birden geri döner : "Tuu, ulan benim kız bu be !..."
Geri dönüş yolunda hep başka şeylerden konuşurlar !...
"Nisuaz" kahvesinde Süavi Koçer bir gün yanındaki masada oturan bir "gündüz yosması"na özgürlük üzerine yazdığı şiirlerden birisini okumuştur. O gün orada Ankara'dan gelmiş olan Necati Cumalı da vardır... Bu, gündüz yosmaları öğleden sonraları gelip akşam dokuza kadar iş tutarlar ; akşam olunca da, evli olanlar otuz ya da kırk liralık kazançlarını doğru kocalarına taşırlar. Süavi'nin şiirini okuduğu gündüz yosması, bunların en akıllılarından biridir. Yaşamın içinde iyice pişmiş, filozoflaşmıştır. Şiiri ciddiyetle dinler. Süavi şiiri bitirince, "işte biz şairler, özgürlük şiirleri yazarız" deyince, o da "Nisuaz" tarihine geçen şu sözleri söyler : "Zaten özgürlüğü şairlerle orospular koruyorsa koruyor !..."
Nahit Ulvi'den şu dizeler, aşkı ne güzel tarif eder...
"Bir şey var aramızda
Senin bakışından belli
Benim yanan yüzümden.."
52) HAFTA SONU "GÖZ"LEMESİ !..
Gözler.. Siyah, kahverengi, ela, yeşil, hareli, mavi, lacivert, bal rengi gözler... Ruhun ve kalbin dünyaya açılan penceresi.. Karşımızdaki insanlarla kurulan ruh köprüsünün bir ayağı, duygu geçidi..
"Gözler kalbin aynasıdır" derler, bence çok doğru.. Gözlerini kaçırarak konuşan ve eli gevşekçe sıkanları hiç sevmem. Bir de gevşekçe sıktığı yetmiyormuş gibi, farketmeden elini üstüne başına silen de vardır !..
"Senin en güzel yerin, kahverengi gözlerin" diye bir şarkı mırıldanırdı anneannem.. Görme şansı bulamadığım dedemin gözleri kahverengi miydi acaba ?.. Benim de çocukluğumda ve gençliğimde dinlediğim, sözleri dilime takılan parçalar vardı. Örneğin ilk aklıma gelen "Reflection in a Golden Eye" adlı melodi ve arka fonda bu parça çalarken izlediğim yüzyılın en muhteşem gözleri.. 1967 yapımı bir John Huston filminde, Marlon Brando'nun karşısında oynayan Elizabeth Taylor'un o unutulmaz, menekşe rengi gözleri.. Sıkıcı bir filmi bile izlettiren bu güzellik ne yazık ki geçenlerde kayboldu... Sonra, nedense başka parçasını anımsamadığım, Sandy Posey diye bir şarkıcının o unutulmaz melodisi : "All hang up in your green eyes" ..Bu da ölümsüz eserlerden biridir bence. Disco Saffet'ten başlayıp, Disco Carina, Fuar'daki Dağ Disko ve Roof 'taki takılmalarımızda, en sık dinlediğimiz parçalardandı..
Acaba dünyaya gözlerimizi açarken ağlamamızın nedeni , sonsuz bir ortamdan gelip de ufacık bir bedene sıkıştırılan ruhun isyanı olabilir mi ?.. Öyle de olsa, sevgi ile bakan bir çift gözle karşılaşınca, dokuz aylık bir gizli beraberliğin artık gözler önüne serilmesi sonucu, her şey değişiveriyordu herhalde !..
Sonra, "kem gözlerden" sakınmak için yatağa, yastığa, kundağa, tuluma vs. her yere takılan nazar boncukları... Göz aydınına gelen akrabalar, eş dost, komşular.. Kazara açık mavi gözlü biri gelirse, eliyle ağzını kapatarak yanındaki kadına, "gözü değmese bari !" diyen kadınlar..
Bazıları insan sarrafı geçinirler. "Ben adamı gözünden tanırım" derler..Birisinin de çıkıp kendilerini aynı şekilde tanıyabileceğini hiç düşünmezler !.. Bu tipler ayrıca sık sık, "bende o göz var mı ?" sözünü de ederler. Övünürken, ya da karışık bir olay karşısında kazık yeme olasılığı belirdiğinde kullanırlar bu sözü... Ama eloğlu gözünün yaşına bakmaz, punduna getirdi mi atıverir kazığı !.. Enayi durumuna düşmemek için, "zaten daha başında tutmamıştı gözüm" derler ; sonra da konuşmanın finalini bir beddua ile yaparlar : "Gözü kör olsun inşalah !.." Bu söz evdeki aile bireylerine veya yakın çevreye söylenirken negatif bir form alır : "Gözün kör olmasın inşallah !" ..
Göz açıp kapayıncaya kadar geçen bebeklik ve küçük çocukluk yıllarından sonra ilkokul ile, uzun bir eğitim maratonunun startı verilmiş olur. Artık öncelikli hedef, öğretmenin gözüne girmektir.. İlerideki yıllarda ise insanoğlu ; sevdiği kadının, çocuğunun, amirinin, patronunun, hep gözüne girmek için uğraşır durur.. Aslında göze girmek zor ama gözden düşmek kolaydır !.. Evlilik ilişkilerinde kadın da erkek de, birbirlerinin gözlerinden düşebilirler. İşte o zaman aşk kristali, yüksek bir yerden düşmüşçesine paramparça olur ve gönüllerde, zaman zaman acıtan kırıntıları kalır.. Böyle zamanlarda, bilhassa yaşlılar, "göze geldi" derler !.. İş dünyasında ve siyasette gözden düşenler için ise, "gözünü hırs bürümüştü" yorumu yapılır. Oysa gözden düşmenin asıl nedeni, göze girdikten sonra göze batmaya başlamaktır.. Gözünü basiret bağlayanlar bunu kolay kolay fark edemezler..
Sadece görmek istediklerimizi gördüğümüz zaman ; yalnızca zihnimizin içindekileri görürüz, gözlerimizin önündekini göremeyiz.. Halbuki ne derler : "Bakabiliyorsan gör, görebiliyorsan gözle.."
İlkokulda, sınıfımızda Gülden diye güzel bir kız vardı. Çocukluk deyip geçmeyin, kız tepeden tırnağa dişiymiş meğer, şimdi düşünüyorum da yaptıklarını.. Tamam, kızlar erkek çocuklara göre daha erken gelişiyorlar, ama insaf yani daha 8-9 yaşlarındayız !.. Oturduğum sıraya gelir, sıraya dayanır ve gözlerini baygın baygın süzerek ya kalem isterdi, ya silgi ya da kalemtıraş.. Halbuki oturduğum yerden onun sırasını, istedikleri her neyse hepsinin de o sıranın üstünde olduğunu görebiliyordum !.. Ama heyhat !.. İsmin başlangıcı tutuyordu ama gerisi tutmuyordu çünkü ben Gülderen'e "göz koymuştum" !.. Gözüne çarpmak için her şeyi denediğim ama yalnızca bana değil, hiçbir erkek öğrenciye yakınlık göstermeyen, sıska ve siyah saçlı bir kızdı. Ama bu sıska kızda bir çift göz vardı ki, sanki iki kömür parçası , Hintli gözü gibi... Gözlere olan tutkunluğumun müstesna örneklerindendir Gülderen... Ortaokul sıralarındayken Göztepe'ye vurulmam da bu yüzden miydi acaba ? !..
Kızlar için "gözü açılmamış" olduğu iddiası o yıllarda konu komşu arasında sadece bir kısmet bulma propagandasıydı. Biraz serbest davranışlı olanlara, "ne anasının gözüdür o !" derlerdi. Erkekler için ise, açıkgöz olmaları geçerli bir meziyetti. Ama gözleri velfecri okuyacak kadar açıkgöz olmaları da istenmezdi !..
Aynı kızı sevenler bazen sonu kavgaya kadar varan bir çekişmenin içine girerlerdi. Önce "gözdağı" verilirdi, sonra sıra tehdide gelirdi...Taraflardan biri geri çekilirse, "gözü yıldı" denir ve küçümsenirdi. Ama bazen de rakibin gözü kara çıkar ve geri çekilmezdi. İşte o zaman, güya sadece aralarında kalacak şekilde anlaştıkları halde, kapışacakları gözlerden ırak boş sahada bol miktarda izleyici olurdu !.. Genellikle kendisine daha çok güvenen ve daha gürbüz olan çocuğun sufle verdiği de aşikardı doğal olarak !.. Kendisi için dövüşülecek olan kız ise, diğer kızlar arasında epeyce göze batardı artık..
Okul döneminden sonra çalışma yaşamı başlayınca, insanoğlunun ilk işi kendisinden bir kademe yükseğine göz dikmektir.. Bazı gözler ise hiç doymaz olur, daima açtırlar.. Onlar için de "gözünü toprak doyursun" derler... Ama toprak bile doyuramaz bazılarının gözlerini ; onlar için de, "horoz ölür, gözü çöplükte kalır" denir..
Göz oya oya, göz koya koya, göz aça, göz kapaya sonunda artık öyle bir noktaya gelinir ki, orada herkes için : "GÖZLERİNİ DÜNYAYA YUMDU " derler ...
Sezen Aksu'nun şiir defterinden, günün anlam ve önemine dair birkaç dize ;
"Ah gözlerine göz değmiş
Dudaklarında günah tadı var
Suçluluk kokusu sinmiş tenine
Ben yine aynı, hep affedici.."
"Acılarım oldu herkes gibi elbet
Herkese kısmet olmayan sevinçlerim
Unutulmayı da göze aldım, evet
Hayat sana teşekkür ederim"
"Vazgeçtim gözlerinden
vazgeçtim sözlerinden
bir 'ah' de yeter
sessizce, kimsesizce gönderdim dudaklarımı
öpme, al yeter.."
"Tuhaf buluyorlar bu kaçak halimi
seninle doldurdum yasak ihlalini
seninle kapattım aşk defterlerini
pişman değilim ama caydım sözümden
düşman değilim ama düştün gözümden.."
Herkese mutlu ve sağlıklı bir hafta sonu dilerim ....
51) BEYOĞLU'NDA GEZERSİN, GÖZLERİNİ SÜZERSİN !..
Gerard de Nerval, 1843 yazında İstanbul'a geldiğinde, bir yüzü İstiklal Caddesi'ne, bir yüzü de Tepebaşı'na bakan bir kahve saptamıştır. Mevsim dolayısıyla yola masalar da atılmış olduğundan, Nerval burasını Paris'in Champs-Elysées Bulvarı'ndaki kibar kahvelere benzetmiştir.
Beyoğlu'nun bütün zenginleri buradadır. Dondurma yenir, limonata, sütlü kahve içilir. Leylekler masa masa dolaşır, müşterilerin kendilerine şeker ve bisküvi şöleni çekmesini bekler. Kahvede Osmanlı'nın Fransızca yayınlanan bütün gazeteleri vardır : "Journal de Constantinople", "Echo de Smyrne", "Portofolıo Maltese", "Courrier d'Athénes", "Monıteur Ottoman"....
Beyoğlu'ndaki bir başka kahveden ise, 1852 yılında Türkiye'ye gelen Théophile Gautıer bahseder. Bu kahve, Tünelbaşı'ndaki Mevlevi tekkesinin karşısındadır. Kahvenin duvarları yarıya kadar beyaz filelerle süslü sarımsı tahtalarla kaplanmıştır. Peykelerin üstündeki minderler ise kilimlerle örtülüdür. Altın yaldızlı ve siyah çiçekli aynalar duvarlara sırma kordonlarla asılmıştır. El biçimindeki çengellerde ise havlular vardır. Öteki Türk kahveleri gibi, burası aynı zamanda bir berber dükkanıdır. Pırıldayan kalkanlara benzeyen büyük bakır leğenler duvardaki raflarda yer alır. Leğenlerin yanı sıra Bohemya camından, yontulmuş billurdan yapılmış nargileler dizilidir. Nargilelerin maroken hortumları vardır. Mevsim yaz olduğundan müşteriler kapının önündeki peykeye oturmuştur. Buradan Tepebaşı'ndaki Küçük Mezarlık ta görüldüğü için, müşteriler kimi zaman da oradaki selvilere ve Mezarlık Caddesi'ne doğru sarkan mezar taşlarına bakmakla vakit geçirirler...
19. yüzyılın ikinci yarısında Beyoğlu'nda en çok rastlanan şeylerden biri de sedyedir. Bu, bir çeşit tahtaravandır. Pehlivan yapılı ve acı kuvvetli iki uşak-hamal tarafından taşınan bu sedyelerle yabancı uyrukluların varlıklı olanları kiliseye götürülürdü.Kışın yabancı elçilik binalarının, "Unıon Française", "Teutonia" gibi kulüplerin, Pera Palas Oteli'nin ve "Naum Tiyatrosu" nun önü de bu sedyelerle dolup taşardı...
Sakızağacından yapılan bu sedyelerin ücreti, çorbacıya verilirdi. Ama taşıyıcılar da müşteriden ayrıca bahşiş alırlardı. Sermet Muhtar Alus, taşıyıcıların piyano hamalı gibi giyindiklerini söyler. Mor fesleri, camadan yelekleri, yün kuşakları, üzerine basılmış yumurta ökçe pabuçlarıyla bunlar Yunanlı gençlerdi...
1865 yıllarında Taksim Caddesi'ndeki "Arşak'ın Kahvesi" çok nam salmıştır. Buraya Jön Türkler de gelir... Akşamları kahveyi ince saz coşturur. İnce saz, çoğunlukla Kör Sebuh'un yönetimindedir.
Jön Türklerin bir arada göründükleri bir yer de "Café Flamme"dır. Fransız Bilim Akademisi üyelerinden ve biyolojide dönüşümcü kuramı savunanlardan Edmond Perrier İstanbul'a geldiğinde burada Sadullah Paşa, Münif Paşa, Ethem Paşa ve bütün Cemiyet-i İlmiye-i Osmani üyeleriyle buluşup konuşur.Şinasi ve Namık Kemal ile de bu kahvede tanışmıştır.
Café Flamme'da çalgı ve şarkı da vardır.Yalnız, şarkıcılar burada alafranga söylerler. En ünlüleri de Fransız şarkıcı Rizette'dir. Ne var ki, müşteriler Rizette'den çabuçak bıkacak, o da adını Finette'e çevirerek Alhambra şarkılı kahvesine geçecek ve Ahmet Mithat Efendi'nin dediği gibi, binlerce gaz ışını arasında bir defa daha parlamak yolunu araştıracaktır...
Flamme Kahvesinde garsonlar hep kızdır. Gece yarısından sonra evlerine dönerken müşterilerden birinin kendilerine eşlik etmesine ses çıkarmazlar. Dahası, gecenin o ilerlemiş saatinde müşterileri bir de kendi evlerine dönme yorgunluğundan kurtarmak için (!) onları yataklarına alırlardı.. Kahvede şampanya şişelerini patlattıranlar, o gece kızlardan birini alıp gideceklerine iyice inanırlar. Ama kimi zaman kızlardan şöyle karşılık alınır : "Özür dilerim, Bu gece eşlik için bir efendiye söz verdim. Başka bir zaman da sizin eşliğinizi kabul ederim.."
19. yüzyılın sonlarına doğru Beyoğlu'ndaki kahveler, meyhaneler, içkili yerler daha da çoğalır. Ahmet Rasim yüzyılımızın başında Tünel'le Galatasaray arasında en az on beş kahve ve gazinonun adını sayar. Bunların çoğu, gündüz kahve, gece meyhane, çalgılı gazino durumundadır. En tanınmışları da "Café Couronne" ile Aznavur Pasajındaki "Café de Commerce" dir.
Couronne dar ve pis kokuludur. Ama müşteriden de içeriye girilemez. Kemençeye dördüncü teli eklemek hünerini gösteren Kemençeci Vasil oranın bülbülüdür. Pahalı mı pahalı bir yerdir...Ahmet Rasim : " İki şişe düz rakı, üç tabak mezeye yarım İngiliz verince insan hemen ayılır" der.. Couronne'un karşılıklı iki duvarı aynalarla kaplanmıştır. Böylece ayna, ayna içinde görünür. Bunlar, iki sıra boyunca yanmakta olan gazları da gözün uzanabildiği yere kadar çoğaltır..
Pahalılıkta Commerce de, Couronne'dan geri kalmaz. Burada da bir süre dinlenmek için Mecidiyeyi gözden çıkarmak gerekir. Düz rakı içildiği zaman da Couronne'da ödenen para ödenir. Ahmet Rasim buraya gelirken ceplere mandalina, elma sıkıştırılmamasını öğütler. Onu dinlemeyecek olursanız bunların da parasını vermek zorunda kalırsınız !..
Bu arada, yukarıda iki kez adı geçen "Düz Rakı" dan da bahsedelim... Rakının yakın geçmişe kadar adı, anason yerine sakız katılan ve "mastika" denilen sakız rakısından ayırt edilmek için, "Düz Rakı" idi..Buna kısaca "düz" diyenler de vardır. Küçük Virjin'in bir kantosunda yer aldığı gibi :
Mastika, düz hoş olur
Rakı içen sarhoş olur
Kalmadı rakı parası
Elimde kadeh yarası
Yandı ciğer kebap oldu
Vefasız yar yüzünden
Benim halim harap oldu...
Commerce'de nargile de içilir. Bir bilardo salonu da vardır. Bamkota ( Ters yönde giden iki bilardo topunun üçüncü top tarafından vurulması), Karambol (Üç topun çarpışması), İtalyan ve İspanyol bilardoları, en çok oynanan oyunlardandır.
Concordıa, Fransızların caf-conc (café-concert) adını verdikleri çalgılı yerlerdendir. Ayrıca gizli bir kumar salonu da vardır. Bu gizli kumar salonuna Crıstal'de de rastlanır. Her iki kahvenin sahipleri de yabancı uyruklu oldukları için, polis görevlileri buraya baskın yapamaz. Fehim Paşa'nın hafiyeleri de giremez. Cristal'de bütün garsonlar, Café Flamme'da olduğu gibi kızdır...
Missirie, Cadde-i Kebir'dedir. 1860-70 yıllarının hemen hemen en lüks otel ve lokantasıdır. Asıl adı Hotel d'Angleterre'dir. Burayı Jacques Missirie diye biri tuttuğu için onun adıyla anılır...
İşte o dönemlerdeki meşhur Beyoğlu mekanlarından bazıları... Bu mekanlarda geçen bazı olayları ve olay kahramanı olan ünlüleri de bir başka yazıda aktarırım...
50) FUTBOLUN DA BİR TARİHİ VAR !..
Latin Amerikalıların birçoğu gibi, aslında bir futbolcu olmak istediğini bir kitabında itiraf eden Uruguay'lı Eduardo Galeano'ya göre ; aslında futbol ile Tanrı arasında bir benzerlik vardır !.. "Birçok insanın ona inanması ve entelektüellerin ona kuşkuyla yaklaşması !.."
Hele Can Yücel'in şu iki dizelik şiiri :
"Dünya bir meşin yuvarlaktır
Allah da gol .."
Futbol !.. Milyarlarca izleyicisi ve meraklısı, turnuvalar, televizyon gelirleri, reklam gelirleri, uçuk transfer rakamları, vs...Sınırsız para trafiğiyle, başlı başına bir sektör. Hem de en çok kazandıranlardan.. Dünya zenginlerinin, bilhassa kolay para kazananlarının yeni yatırım sahası...
Futbola benzeyen top oyunları birbirinden habersiz toplumlar tarafından dünyanın dört bir köşesinde oynanmıştır. Çinliler, iki takım halinde topu yere düşürmeden ortadaki çitin karşı tarafına atmaya çalışırlarken ; Avustralya yerlilerinde topu en yüksek noktaya çıkaran gol atmış sayılıyordu. Kızılderililer ise topu beş metre yüksekliğindeki kalelerden aşırmak için yarışırlardı. Demek ki futbol takımlarının antrenmanlarda oynadığı tenis-futbol'un mucidi Çinliler, Amerikalıların oynadığı Ragbi veya futbolun mucidi de Kızılderililer oluyor !..
Aztek tapınaklarında, topun sahanın iki yanına yerleştirilen taş halkalardan geçirilmesine çalışıldığı bilinir.. Eski Yunan'da milattan önce 4. yüzyıla ait olan bir mezar taşında, topa diziyle vuran bir adam resmi yer almaktadır.
"La Tartarie" adlı eserde de şu yazılıdır : "Büyük mabedlerde sık sık ayak topu karşılaşmaları yapılır. Bu oyunda topa elle dokunulmaz ; ya ayakla ya da başla topun rakip kaleden içeriye sokulmasına çalışılır.."
Futbol, İngiliz denizciler tarafından taşınır Amerika'ya. Kıtanın güney kesiminde benimsenir ve 20. yüzyılın başlarında,Tango gibi, kentlerin varoşlarından yayılmaya başlar... İngiltere'de kolejlerde oynanan bu oyun, Latin Amerika'da yoksul insanların eğlencesi oluverir kısa sürede.. Varlıklı insanlar, bir işçiyle birlikte oynamak zorunda kalmaktan rahatsızlık duysalar da, ayak oyununun bir dans gibi tutkuya dönüşmesine engel olamazlar.

1916 yılında düzenlenen ilk Güney Amerika Şampiyonası'nı, Şili'yi 4-0 yenen Uruguay kazanır. O yıllarda Uruguay, kara tenli futbolcu oynatan tek ülkedir. Dört golden ikisini Afrika kökenli Gradin atmıştır. Üç yıl sonra ise sevinme sırası Brezilya'ya gelir. Sambacılar Uruguay'ı 1-0 yendikleri final maçında golü atan Friedenreich'ın çamurlu ayakkabısını bir kuyumcunun vitrininde sergilerler uzun süre !..
Dünya Kupası maçları düzenlenmesinden önce, kıtalar arası ilk futbol karşılaşmaları olimpiyatlarda oynanmıştır. 1924 yılında Fransa'da düzenlenen olimpiyat oyunlarından sonra Avrupa'dan Amerika'ya giden bir geminin üçüncü mevki yolcuları arasında bir grup genç insan görürüz.. Şarkılar söyleyip dans edenlerden Jose Nasazzi taş işçisi, Perucho manav, Pedro Arispe kasap, Pedro Cea ise buz dağıtıcısıdır. Hepsi de yirmi yaşın altında olan bu neşeli yolcular, üçüncü mevkide yolculuk yaptıkları için, güvertenin bir köşesinde kıvrılıp uyumaktadırlar. Baş altlarına sırayla yastık yaptıkları ise, bir cekete sarılı olan, şampiyonluk kupasıdır !..
O gençler ; olimpiyatlarda ülkelerine şampiyonluğu kazandıran Uruguaylı futbolculardır. Kolomb sonrasında, Güney Amerika'dan pek çok değerli eşya talan edilerek gemilerle Avrupa'ya taşınır. Bu sefer tam tersi olmakta Avrupa'nın çok değer verdiği şampiyonluk kupası Amerika yerlileri tarafından Doğu'dan Batı'ya götürülmektedir. Uruguaylı futbolcular yolculuk sırasında öylesine neşelidir ki, üçüncü sınıf da olsa, vapur bileti alabilmek için buldukları borç parayı geri döndüklerinde nasıl ödeyecekleri hiç akıllarına gelmez !...
1924 Olimpiyatlarına katılmak üzere yola çıkan başka bir ülkenin futbolcuları da, tıpkı Uruguaylılar gibi bir geminin yer yataklarında on beş günlük yorucu bir yolculuğun ardından varırlar Paris'e.. Colombes Stadı yakınlarındaki olimpiyat köyünde kendilerine ayrılan barakaya yerleşirlerken, aralarından biri komşu barakaya asılan bayrağı gösterir : "Yunanlılar !.." Mavi-beyaz çizgili bayrağın sol üst köşesinde haç yerine güneş resmi vardır. O yıllarda ülkelerin bayrakları çok sık değiştiği için, Yunanlıların haçı güneşe çevirdiklerini düşünürler. Çok geçmeden bayrağın Yunanistan değil, Uruguay bayrağı olduğu anlaşılır...
Olimpiyat köyünde Uruguay'ın komşusu olan ülkenin futbolcuları, Latin Amerika yerlilerinin ufak tefek, çelimsiz hallerini görünce kendilerine rakip olmaları için dua ederler. Ama ilk maçı Çekoslovakya ile oynayacaklarını öğrenince de büyük bir hayal kırıklığı yaşarlar. Yanlarında çerez gibi futbolcular dururken, sen kalk iri yarı Çeklerle oyna, olacak iş mi yani ? !...
İlk maçta Çeklere 5-2 yenilerek elenen bu ülke, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti'dir. Aralarında Burhan Felek, Yusuf Ziya Öniş, Hamdi Emin Çap gibi futbolcuların bulunduğu takımda yer alan Kelle İbrahim, iki baraka arasındaki boş alanda, Uruguaylılara topa nasıl kafa vurulacağını öğretir !..
Arkadaşları geri dönerken, Uruguay futbol takımından Jose Leandro Andreda Paris'te kalır. Aynı zamanda bir karnaval çalgıcısı da olan Andreda'ya kalması için yapılan baskının nedeni, ne çalgıcılığı, ne de futbolcu oluşudur.Tek nedeni, Avrupa'nın gördüğü ilk kara tenli futbolcu oluşudur !..
1901 yılının İstanbul'unda Kadıköy yakasında bulunan, "Papazın Çayırı" olarak bilinen yemyeşil çimlerin alabildiğince uzandığı alanda Rumlardan oluşan futbol takımı, "Black Stocking" adlı rakipleriyle maç yapmaktadır. Adı İngilizce ve anlamı da "Siyah Çoraplar" olan bu takımın bütün oyuncuları Türk'tür !.. Korkaklığıyla nam salan dönemin padişahı 2. Abdülhamid'in yasaklarından futbol da payını almakta gecikmez. O yıllarda Osmanlı vatandaşı olanların futbol oynamaları yasaklanır ..
Türklerin futbol oynadığı haberi padişahın baş jurnalcisi Ali Şamil'in kulağına gider. Bizimkiler kendilerini öylesine kaptırırlar ki futbolun büyüsüne, Ali Şamil'in adamlarıyla sahaya girip, peşlerinden koştuğunu geç farkederler.. Takımın kurucularından Fuat Hüsnü Bey, maçı izlemekte olan babasının faytonuna atlayıp olay yerinden kaçarken, Reşat Danyal Bey yakalanır ve diğer arkadaşlarıyla birlikte cezaya çarptırılır...
Ali Şamil, durumu kocaman bir "Aferiiin" alacağı saraya şöyle bildirir : "Karşılıklı kaleler kurup, Rumlarla aynı elbiseyi giydikleri halde, top endahtı (atışı) ile talim icra etmekte olduklarından..."
Fuat Hüsnü Bey, öylesine seviyordu ki futbolu, "Bobby" takma adıyla İstanbul'daki bir İngiliz takımında oynamaya devam eder. İngilizce'yi çok iyi bildiğinden, seyirciler onun bir Türk olduğunu anlayamazlar.
Ne gariptir ki, 1966 yılında, evinde oynanan Dünya Kupası maçlarının ardından şampiyon olan İngiltere'nin kupayı havaya kaldıran kaptanının adı da "Bobby" dir..
Bobby Moore, dört yıl sonra düzenlenen 1970 Dünya Kupası'na katılmak üzere takımıyla birlikte Latin Amerika'ya gider. Maçlar Meksika'da oynanacaktır ama İngiltere, futbolcuların iklime ve irtifaya alışmaları için haftalar öncesinden Kolombiya'da kamp yapmaya başlar. İngiltere futbol takımı, Meksika'ya hareket edeceği gün, Bobby Moore mücevher hırsızlığı suçundan tutuklanır !..
Ünlü futbolcunun ellerinde bu kez dünya kupası değil, kelepçe vardır !.. Üç gün tutuklu kalan Bobby Moore suçsuz olduğu anlaşıldığı için özgür bırakılır. İşin aslına bakarsanız, İngiltere takım kaptanının hırsız olmadığı daha işin başından biliniyordu Kolombiyalılar tarafından.İngilizlerin moralini bozan bu olayın nedeni, 1966' daki kupa için İngiltere'ye giden Latin Amerikalılar için, İngiliz Menajer Alf Ramsey'in söylediği ve ırkçılık kokan şu sözdür : "Hayvanlar.."
(Sunay Akın'a teşekkürler...)
49) AMERİKA'NIN "KEŞİF BEDELİ" !..
Üç tane yelkenli gemi, uzun zamandır esmeyen ve tayfaları neredeyse isyana sürükleyen rüzgarsız bir havadan sonra, şimdi güçlü esen bir rüzgarı ardına almış Atlantik Okyanusu'nun lacivert sularını yararak ilerlemektedir. En önde giden geminin adı "Pinta"dır. Adını Armatör Pinto'dan almaktadır. Uzunluğu yirmi iki metre, genişliği yedi metre olan geminin kaptanı Alonsa Pinson'dur.
En arkadan gelmekte olanın adı "Santa Clara" dır ama gemiciler ona "Nina" demektedirler çünkü gemi, Nino di Palos ailesinindir. Kaptanı Vincente Yanez Pinzon'dur. Bunun uzunluğu yirmi metre, genişliği ise yedi metredir.
Ortadaki gemi aslında en güçlüleridir ama sürati diğerlerine göre daha azdır.Uzunluğu otuz metrenin biraz üstünde, genişliği ise dokuz metredir. Bu geminin asıl adı "La Galleya" dır ama kaptanın emriyle "Santa Maria" olarak değiştirilmiştir. Diğer gemiler gibi bunda da İspanya bayrağı dalgalanmaktadır, ama bir bayrak daha dalgalanmaktadır ; mavi bir fon üzerinde altın sarısı çapa resmi bulunan bu bayrak gemi kaptanını simgelemektedir yani Kristof Kolomb'u...
Eğer İspanya Kraliçesi İsabella son anda kararını değiştirip Kolomb'un arkasına atlı askerler takmasa ve o askerler de kaptanı tam Fransa sınırında yakalayamasa, gemilerde İspanyol değil Fransız bayrağı dalgalanıyor olacağı gibi belki tarih de başka türlü yazılacaktır..
Toplam seksen yedi gemici taşıyan gemilerin altları istiridye yapışmasın diye ziftle kaplanmıştır.
3 Ağustos 1492'de İspanya'nın Barra di Saltes limanından "daima Batı'ya" direktifi ile yola çıkar gemiler ve çok çileli geçen bir yolculuktan sonra, 11 Ekim'i 12 Ekim'e bağlayan geceyarısı saat 02'de gemiciler nihayet "Kara..Kara.." sesi ile adeta bayram yaparlar. Bütün çekilenler bir anda unutulmuştur. Öndeki gemi hemen yavaşlar ve Kolomb'un gemisi öne geçer. Karayı ilk görene 5.000 maravedis para ödülü vaat edilmiştir ve tarihi yazan beyaz adam, bu gemicinin "Trianalı Rodrigez" olduğunu yazar..
Kolomb bir de günce tutmuştur bu yolculukta. Bu güncede, "Bu zat gelişigüzel bir tayfa olmayıp Müslüman bahriyesine mensup idi. Gizli din ve isim taşıyordu. Bunu benden başka kimse bilmiyordu. Ben de Yeni Dünya'nın keşfi şerefini resmen bir Müslümana vermek istemediğimden mükafatı kendisine teslim etmek istemedim.." diye yazar !.. Rodrigez veya Kolomb'un yazdığı üzere Rodrigo Türk olabilir mi ? Harp okullarında topoğrafya dersleri vermiş olan harita uzmanı Sabri Tümer'e göre ; "Takma adı Rodrigo olan bu Türk denizcisi, Kemal Reis'in güvenilir, bilgili korsanları arasındadır. Kemal Reis'in düzenlediği bir plan dahilinde İspanyollara esir düştüğü kanaatindeyim. İspanya'da kaldığı uzun süren esaret hayatında forsalıktan kurtulmak için göstermelik olarak Hıristiyanlığı kabul etmiş görünmüş ve adını da değiştirmek zorunda kalmıştır." Sabri Tümer, İngiliz yazar Samuel Elliot Morison'un "Christopher Columbos Mariner" adlı kitabını dayanak yapar düşüncesine. Bu kitapta Morison, hapishaneden çıkarılan üç Müslüman forsanın Kolomb'un üç seferine de katıldığını yazar. Tümer ayrıca, Barbaros'un Kanuni Süleyman'a gönderdiği bir mektupta Rodrigo'nun bir Türk olduğunu açıkladığını da belirtir !.. Tüm bunlar Piri Reis'in mükemmel denebilecek şekilde ve hiç görmeden çizdiği Amerika haritasının da nasıl çizildiğine bir ışık tutabilir mi acaba ?
Kolomb'un bu güncesinde, ilk iki haftalık süreçte tam yetmiş beş kere "altın" sözcüğü geçer !.. "Kadınlar dahil hepsi anadan doğma çıplaktı. Gençtiler, hiçbirisi otuzun üstünde değildi. Sağlıklı ve biçimli vücutları vardı. Yüzleri çok güzeldi. Saçları düz, parlak ve at kuyruğu gibi gürdü. Gözleri koyu renkli ve iri idi. Bacakları düz ve uzun, karınları yağsız ve düzgündü.." Görüldüğü gibi Kolomb, kendisini esir pazarında gezinen bir tüccar yerine koyar !.. "Onlara kılıçlarımızı gösterdik. Keskin demirden silahları ilk kez gördükleri belli. Kesmenin ne demek olduğunu bilmediklerinden, bazıları kılıçların keskin tarafını tutunca ellerini kestiler..."
İşte beyaz adam ile Kızılderililer arasındaki ilk kan, Kızılderililerin insan öldürmeye yarayan silahları tanımamış olduklarından dolayı akmıştır..
"Bu insanlar ne herhangi bir mezhebe bağlılar, ne de puta tapıyorlar..Kötülüğü tanımıyorlar, birbirlerini öldürmeyi bilmiyorlar. Hiç silahları yok.."
Kolomb, işte böyle bir topluluğa, yalnızca bulaşıcı hastalıkları değil, insanlığın sonunu hazırlayacak olan, "savaş" denilen ilkelliği de taşımıştır...
"Kızılderililer son derece sade, dürüst ve eli açık insanlar. Herhangi birinden sahip olduğu herhangi bir şey istenince hemen veriyorlar. Kötülüğün ne olduğunu hiç bilmiyorlar. Çalmıyorlar, öldürmüyorlar. Komşularını kendileri kadar seviyorlar.."
Ama güncesine şunları da yazmıştır : "Elli adamla bu halkın hepsini boyunduruk altına alabilir ve onlara her istediğimizi yaptırabiliriz.." Güncesinde yeni bir seferi planladığının ipucunu verir Kolomb, ve gerçekten de 1493 yılı Eylül ayında ikinci seferine çıkar... Bu defa amacının ne olduğu artık belli olmuştur !...
On yedi gemilik bir donanma, 1.200 asker, beş papaz, silahlar, toplar ve av köpekleri...
Bu ikinci seferde adım attığı ilk adaya "San Salvador", kendisini çiçeklerle karşılayan kabileye de "Taine" adını verir. Güncesinde, adanın uçsuz bucaksız yeşil ormanlarını ve güzelliğini över.. Aradan üç yüz yıl geçtikten sonra ise ortada ne bitki örtüsü kalmıştır ne de Kızılderili !..
Halbuki bu yok edilen insanların, bir sedir ağacı için yazdığı dizelerdeki şu inceliğe bakın :
"Bak bana, dostum,
giysi istemeye geldim senden
sensin ömrümü uzatan,
ricamı dinle.
Zambak kökleri için
senden sepet yapacağım,
yalvarırım, dostum, kızma sakın !.."
1494'te, ikinci sefer sırasında, Küba'nın ada olmadığına o kadar inanır ki, gemide bulunan Noter Fernand Perez de Luna'ya bir belge düzenlettirir ve bunu tüm denizcilere imzalattırır. 12 Haziran 1494 tarihli bu belgede Küba'nın bir kıta olmadığını söyleyen herkesten "10.000 maravides sikkesi" ceza alınacağı yazılıdır... Bir de, aksini iddia edenin dilinin kesileceği !..
Üçüncü seferi 1498, dördüncü seferi de 1502 yıllarında gerçekleştiren Kolomb ; her defasında Kızılderililer, papağanlar ve az miktarda altınla geri döndüğünden, "Sinek Amirali" diye adlandırılır..
20 Mayıs 1506'daki ölümünden sonra, bu defa tabutu seyahat etmeye başlar !... Önce Vallodolid'e gömülür. Sonra kemikleri 1509-1514 arasında Sevilla yakınlarında Las Cuevas kentinin Kartauser mezarlığına taşınır. 1537'de, sağlığında dört kez çıktığı yolculuğa yeniden başlar Kolomb !..Kemikleri Atlantik Okyanusu'nu aşarak Santa Domingo Katedrali'nin bodrumuna getirilir. Sonra da Fransız ordusundan korunmak amacıyla, oradan da çıkarılarak Küba'nın başkenti Havana'ya taşınır. 1899 yılında ise Atlantik yeniden geçilir ve Sevilla' da, onuruna dikilmiş bir heykelin ayakucuna gömülür !...
Kolomb'a hayranlık duyan Papa IX. Pius, onun, Kilise tarafından cennetlik ilan edilmesi için 1866'da bir girişimde bulunur ama Kilise mahkemesinden bir tek olumlu oy çıkar.. Teklif reddedilir...
Rus yazar Maksim Gorki'nin "Sarı Şeytanın Ülkesi" adlı, Amerika'yı anlatan bir kitabı vardır. İşte bu kitaba adını veren "sarı şeytan" , yani altın, koca bir ırkın yok olmasına neden olmuştur.. İspanyol rahip Antonio de Muntesinos, Kızılderililerin altın uğruna katledildiği gerçeğini daha ilk yıllarda görmüş ve şu soruyu sormuştur : "Kızılderilileri ne hakla böyle acımasız ve korkunç bir şekilde tutsak edersiniz ? Altın elde etmek amacıyla her gün öldükleri, daha doğrusu sizler tarafından öldürüldükleri bir gerçek değil mi ? Onları da kendiniz gibi sevmek zorunda değil misiniz ?..."
48) BABALAR VE ÇOCUKLAR !...
Babalar Günü... "Her zaman Anneler Gününün gölgesinde kalan bir tüketim ekonomisi icadı olup.." diyerek sizi baymayacağım merak etmeyin !.. Ama gerçekten de öyle değil midir ? Kıdem yönünden de ast durumundadır... Gerek kutlanmaya başlandığı tarih, gerekse kutlanma tarihinde sona kalmasıyla da...
Şimdi şöyle bir düşünün :
Anadolu-Anayasa-Anadil-Ana vatan (Anayurt)-Ana yol (ana cadde)-Ana çizgi-Ana fikir-Ana mal-
Ana kapı- Ana kraliçe-Ana kucağı-Ana kuzusu-Ana motif-Ana muhalefet-Ana damar-Ana yapı-Ana yüreği-Anadan doğma-Anasının kızı-Anasının nikahını istemek..
Arada biraz kötü olanları da var tabii ;
Ananın örekesi-Anasını ağlatmak-Anasını eşek arısı kovalasın-Anasını satayım !.. gibi...
Bir de baba ile ilgili olanlara bakalım ;
Baba (iskele babası)-Babafingo (Yelkenli gemilerde en üst kısım, yanlış anlamayın !)-Baba hindi- Babacan-Babayani-Babayiğit-Babasının çiftliği (hanımın çiftliği hariç !)-Babana rahmet-Babasının hayrına...
İşte bu kadarcık..Zaten yarısı zorlama !.. Yahu "Babaçko" bile, argoda, iri yarı güçlü kadınlar için kullanılır anlayın artık !..
İşte bu durumda babalara düşen ; kendilerine bir iskele babası bularak üstüne oturmaları ve denize doğru bakarak uzun uzun düşünmeleridir !..
Benim de yaşamımda Anneler Günü daha önemliydi her zaman...Çünkü benim için hiç Babalar Günü olmadı. Çünkü o günü birlikte kutlayacağım bir babam hiç olmadı !.. Sevgili oğullarımın, bu satırları okudukları zaman, "bari bugün duygu sömürüsü yapmasaydın da neşemizi kaçırmasaydın !" diyeceklerini de adım gibi biliyorum !.
O yüzden bu yazıyı Cumartesi gecesi yayınlayacağım !..
Haset, manevi hırsızlıktır. Bir başkasının malına ve parasına göz dikersen, o zaman onun serveti ile birlikte sorumluluklarını, acılarını ve dertlerini de yüklenmeye hazır olmalısın.. Peki ama ya malına mülküne değil de sahip olduğu bir kişiye haset duyarsan ?..
Ben, birkaç günlükken babasını kaybetmiş biri olarak, çocukken hiç başka çocukların yaşamlarına veya sahip oldukları şeylere karşı bir haset duymadım ; bir tek şey hariç : Babaları !.. Aslında ona "haset" de denmez, olsa olsa "hasret" denebilir. Bir babanın desteğini hiç göremeden, sevgisini ve sıcaklığını hiç hissedemeden, kokusunu hiç koklayamadan, onunla hiç oynayamadan, hiç dertleşemeden büyümek... Ve aniden baba olmak !.. Benim çocuklarıma tam bir baba olabilmem için, davranış ve duygularıma yön verebilecek bir modelim olmadı hiç.. Çevremde gördüklerimden bilinç altına kazılanları ve içgüdüsel olan davranışları sergiledim hep !.. Ve sonra, yıllar sonra, çalışma hayatımın sonlarına doğru acı gerçek sıkı bir tokat gibi patladı yüzümde.. Oğullarımla aramda, niteliğini tam olarak adlandıramadığım, küçük küçük boşluklar olduğunu keşfettim. Bu boşlukların oluşmasında etkisi olan bazı kalkanlarım vardı arkasına sığındığım. Babasız büyümek, belimdeki rahatsızlık vs. gibi.. Bu kalkanları atıp, ömrümün son kalan bölümünde o boşlukları doldurmak arzusu var şimdi içimde ama bu defa da başka bir handikap çıkıyor karşıma ; şimdi de onlar yaşam çarkının dişlileri arasına sıkışmış durumdalar !..
Aslında yaşamda hiçbir şeyi ertelememek lazım. Çok fazla işimize ve "kendimize" kaptırıyoruz kendimizi. Çok fazla elimizdeki kolay mutluluklara kaptırıyoruz.. Çok fazla endişemiz ve korkumuz var.. Çok fazla gururumuz var.. Çok fazla "asla" larımız, çok fazla "hiç" lerimiz var.. Çok fazla düşünce okumaya çalışıyor, okuyamayınca yerine kuruntuları koyuyoruz.. Çok fazla sinirleniyor, çok fazla kin bağlıyoruz..
Ama yalan hepsi bunların !.. Bir tek gerçek var : Ölüm !.. Yakın bir zamanda veya uzun bir zamanda gerçekleşecek olan tek gerçek, bu... İşte bu yüzden, yukarıda yazdıklarımı yapmamalıyız. Bu davranışlarımızı düzeltmek için de acele etmeliyiz !..
Lawrence Durrell'in "İskenderiye Dörtlüsü" serisinden, ikinci cilt olan "Balthazar" dan şu paragrafı not almışım zamanında : "İlkin gençler, asma gibi, yaşlıların kalın dallarına tırmanırlar. Yaşlılar onların yumuşak körpe parmaklarını gövdelerinde duyarlar ; daha sonra yaşlılar gençlerin onlara destek olan güzel gövdelerinden aşağı, ölümlerine doğru inmeye başlarlar.."
İnsan yaşamını ne güzel özetlemiş değil mi ?...
Bu anlamlı günü, Can Dündar'ın yine beni çok duygulandıran ve her satırına tamamiyle katıldığım (hatta ben böyle yazamadığım için hasetlik duyduğum ) bir yazısını kısaltıp aktararak kapatıyorum.
Kaybettiğimiz tüm babalara Allah'tan rahmet diliyorum. Yaşayan tüm babalara da sağlıklı uzun ömür diliyorum !.. Kendimi de garantiye almanın hazzını yaşayarak !...
" BABALAR VE ÇOCUKLAR
Evlatlar açısından babalık üç döneme ayrılır : İlki "Benim babam gibisi yok" dönemidir. Babamızın her şeyi bildiğini, herkesi yenebildiğini, her engeli aşabildiğini düşünür, buna yürekten inanırız. İkinci dönem biraz daha büyüyüp, başkalarının babalarıyla tanıştığımız ve kendimizinkiyle kıyasladığımız dönemdir : "Falancanın babası oğluna şunu almış", "filanca kızına şöyle davranmış" diye yakınır çocuklar... Üçüncü dönem "Eksiği, fazlası vardı, ama çok iyi adamdı" dönemidir. Bu cümleyi genellikle bir pişmanlık ifadesi izler : "Keşke hayatta olsaydı da boynuna sarılabilseydim, akıl danışabilseydim."
Babalar açısından evlatla ilişkiler de üç döneme ayrılabilir : İlki "Yavruma canım feda" dönemidir. Her baba, bebeğini ilk kucağına aldığında avucunu dolduran sıcaklığı başka hiçbir sevginin yaratamayacağına inanır. Artık çocuğu için yaşayacaktır. İkinci dönem "hiç vaktim yok ki" dönemidir. Bebeklik devrinin tatlı neşesi, yerini uykusuz gecelere, dur durak bilmez bir ilgi talebine bırakır ve baba yeniden işlerine gömülür. Ömrünü adamaya söz verdiği evlatla akşam sofrada ya da televizyon karşısında birlikte olabilir ancak.. Ve son dönem : Artık evladını sevmeye vakti vardır, lakin seveceği evlat çoktan yuvadan uçmuştur. Bir zamanlar cıvıl cıvıl şakıyan çocuk odasının derli toplu sessizliğine bakıp "keşke ona daha çok vakit ayırabilseydim" diye iç geçirir..
İkinci dönemi yaşayan babalar ve çocuklara tavsiyem, üçüncüyü yaşamamak için birinciye dönmeleridir... "Keşke" leri aşmanın yolu, baba-çocuk ilişkilerinde balayı yıllarının heyecanını diriltmekten geçiyor.
Son zamanlarda hangi eve gitsem çocuk odasında yığınla oyuncak görüyorum. Oyuncaklar... Çocuklarımıza ayıramadığımız vakitlere karşılık verdiğimiz rüşvetler.. Oysa oyuncaktan çok, onları birlikte oynayacağı bir babaya ihtiyacı var çocukların.. Tıpkı babaların hediyeden çok, ziyaretine gelip onlarla dertleşecek çocuklara ihtiyacı olduğu gibi..
Hayatın akışı böyle..
Yeter ki, "keşke" ler olmasın finalde..
Bütün babalara sevgilerle..."
47) GÖLGESİNDEN BİLE KORKAN "KIZIL SULTAN" !...
19 Mart 1877 günü ilk Osmanlı parlamentosunun açılış töreninde Abdülhamid, arkasında erkek kardeşleri ve nazırlarıyla beraber Dolmabahçe Sarayı'nın taht odasına girerek altın kaplama tahtın önüne geldi. Lacivert redingotu, etrafındaki paşaların aşırı süslü üniformalarıyla tam bir tezat oluşturuyordu. derin bir hürmet ve sessizlik havası hakimdi odaya.. Ulemanın dualarının ardından, Sait Paşa, Sultan'ın açılış konuşmasını okudu. Bu sırada Sultan, "sol eli kılıcının kabzasında, sağ eli, pek de ne yaptığını bilmeksizin kah ara sıra çenesini okşayarak, kah bıyığını burarak, yüzüne yavaş yavaş çöken yorgun ve endişeli bir ifade" ile ayakta duruyordu. Sekiz ay önce Pierre Loti'nin dikkatinden kaçmamış olan genç ve enerjik ifade çoktan silinmişti yüzünden...
Sekiz ay önce, 31 Ağustos 1876'da tahta oturmuştu. 13 Şubat 1878 tarihinde ise, bir sene önce açılışını yaptığı meclisin çalışmalarını sürekli erteleterek o meşhur istibdat yani baskı yönetimini başlattı...
10 Mart 1879'da İstanbul'daki inşaat amelelerinin bir tür greve gitmeleriyle ürktü ve benzeri kıpırdanmaları önlemek için hafiyelik ve jurnal örgütlerini kurdu. Kendisini adeta Yıldız'a hapsetti. Yılda iki kez, bayram namazı için Beşiktaş'taki Sinan Paşa Camii'ne iniyor, bir kez de Ertuğrul istimbotuyla denizden Topkapı Sarayı' na Hırka-i Şerif ziyaretine gidiyor, Cuma selamlıkları ise sarayın önüne yaptırdığı Hamidiye Camii'nde düzenleniyordu.
İstanbul'un bütün köşe bucağını hafiyeleriyle gece gündüz denetim altında tutmaktaydı. Esnaftan, ileri gelenlerden, kabadayılara kadar herkesin nerede ne yaptığını bilir, dış siyasal sorunlara olduğu kadar ekonomik ve askeri konulara da doğrudan müdahale ederdi. Ama her konuda gerektiğinde sorumlu tutacağı bir başkasının da bulunmasına dikkat ederdi...
Bu dönemde kadınların çarşafla çarşı pazara, işlek caddelere çıkmaları yasaktı. Kapalıçarşı kapılarında, köprü başında polisler, ellerinde makas, çarşaf keserlerdi. Bunun nedeni, aranan kişilerin ve suikastçıların çarşafla dolaşmaları olasılığıydı..
Cuma selamlıkları sırasında fotoğraf çekmek yasaktı. Oysa Abdülhamid fotoğraf meraklısıydı ve İstanbul'un, imparatorluğun her köşesinin albümlerini hazırlattırıyordu. Kendi fotoğrafının halk arasında elden ele dolaşmasına ise izin yoktu. Yalnızca, ünlü saray fotoğrafçısı Abdullah Biraderler fotoğrafını çekme izni alabilmiş ama söz konusu fotoğrafhanede portrelerinin çoğaltılıp satıldığı jurnal edilince, 1887'de bir iradeyle padişahın resimlerinin basımı ve satışı yasaklanmıştı..
10 Temmuz 1894 yılındaki depremi bile kendisini tahttan indirmeye yönelik bir saldırı sanacak kadar korkak ve beyaz kılı sevmediği için saraydaki tüm yaşlı görevlilerin sakalını siyaha boyamaya zorlayacak kadar da despot bir insandı. Bir depreme yakalanacak en kötü yer padişahın huzuruydu ! Çünkü padişah tahttan kalkmadan salonu kimse terk edemez ! 1894 depreminde de böyle olmuş, yerine başkasını oturtacaklarından korkan Abdülhamid, tahttan kalkmamıştı. Deprem sırasında tahtına sıkı sıkı sarılan Abdülhamid'e olayın Sarayburnu açıklarında bir mavnadan denize indirilen büyük bir aletin neden olduğu söylendi. Bu "jurnal"i ciddiye alan padişah, bir rapor hazırlanması emrini vermekte gecikmedi !. Deprem Abdülhamid karşıtlarına ise ilham verdi. Öyle ki, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin kurucusu ve ilk üyesi olan İbrahim Temo eline kalemi alıp vatan şairliğine soyunmuştu :
"Zulüm ve baskıya tövbe etmedikçe ey alçak
Kurtuluş yok, Hak tahtını kudretli eliyle yıkar.."
Depremin olduğu gün altıncı sayısı yayımlanan İkdam gazetesinde büyük bir panik yaşanır. Ne var ki, gazete bürosundaki bu panik, sarsıntının başladığı öğle saatlerinden önce, sabahın ilk saatlerinde patlak verir. Yazı kurulu, etrafına toplandıkları masanın üstünde duran gazetede, "Mösyö" kelimesinin bir dizgi hatası sonucu "Mösyö Cenab-ı Padişahileri" hitabında boy göstermesi sonucunda bir sansür memurunun gelip, gazeteyi kapatmasını beklerken, depremle karşılaşırlar. Depremin birçok devlet dairesini yıktığını, İstanbul'da büyük bir kargaşa yaşandığını öğrenen yazı kurulu, herkesin can derdine düşmesinden dolayı dizgi yanlışının fark edilemeyeceğini düşünse de, matbaanın kapısından giren sansür memurunun uzattığı tebliği okuyunca yıkılır. Tebliğde, İkdam gazetesinin bir ay kapatıldığı yazılıdır !..
21 Temmuz 1905 Cuma günü, Ermeniler tarafından düzenlenen bir suikastten büyük bir şans eseri kılpayı kurtulan Abdülhamid, soğukkanlılıkla saltanat arabasını kendisi sürerek saraya dönmüştü. Yirmi altı asker ve sivilin öldüğü, elli sekiz kişinin yaralandığı ve yirmi atın parçalandığı bu suikast, Osmanlı tarihinde tektir...
1906'da Şehremini Rıdvan Paşa'nın bir suikast sonucu öldürülmesinden sonra kuruntuları büsbütün artan Sultan, önlemleri daha da sıkılaştırdı. Artık, Beşiktaş sırtlarındaki Yıldız korusu içinde, çevresini küçük bir kasaba gibi örgütlediği sarayında yaşıyordu.
1908 yılında sarayın da yer aldığı Yıldız "kentinde" yaklaşık on iki bin kişi yaşıyordu. Mutfaklarda öyle çok yemek pişiyordu ki, aşçılar yemek artıklarını satarak kazandıkları paralarla kendilerine evler yaptırmışlardı !.. Yıldız'ın hapishanesi de vardı ve çeşitli hayvanların bulunduğu yerin bitişiğindeydi. Söylentilere göre ziyaretlere gelen elçilerle konukların, tutukluların sesi yerine, kuşların ve diğer hayvanların seslerini duymaları için buraya yapılmıştı..
Saraydaki iç muhafızlar, her biri iki metreye yaklaşan boyları ve haşin suratları ile Arnavutlardı. Sultanı koruyan tek birim muhafızlar değildi. Sultan'ın, imparatorluğun yarısına, diğer yarısının muhbirliğini yapması için para ödediği ; bütün büyük malikanelerde ya aşçı ya da kölelerden birinin Sultan'a muhbirlik yaptığı anlatılırdı. Evlatlar kendi babalarını bile ihbar ederdi saraya !.. Kardeşi ve tahtın varisi Reşad ile aynı terziye giden herkesten şüphelenirdi !.. Saraya gelen çuvallar dolusu ihbar mektubu önce, özel bir makine ile sterilize edilir sonra da bizzat okuması için padişaha teslim edilirdi..
Yıldız'ı ziyaret eden konuklar, Sultan'ın yalnızca kendisine getirilen yemekleri tadacak çeşniciler çalıştırmakla kalmadığını, sigaraların zehirlenmemiş olduğundan emin olmak için ilk nefesi bir haremağasına çektirdiğini de anlatıyorlardı..
Ekümenik Patrik bir keresinde ; Fener'de, iki piskopos ile toplantı halindeydi. Yanındakilerden, odada kaç kişi olduklarını söylemelerini istedi. Aldığı yanıt doğal olarak basitti : "Üç" .. Bunun üzerine Patrik, gerekli düzeltmeyi yaptı : Hayır, yedi .. Yani üç kilise mensubu ve dört duvar !...
Bu paranoyanın bir ucu da tiyatrolara uzanıyordu doğal olarak. Halka mesaj verilebilecek yerlerin arasındaydı çünkü tiyatrolar..Bir de gazeteler ..
Galata Köprüsü'nün görünümü Haliç'te çürümeye terk edilen donanma gemilerinden farklı değildi. Bir enkaz yığınını andıran köprünün korkulukları, balık tutanları seyretmek için yaslananların ağırlığına dayanamadı bir gün ve kırıldı. Kırk insan denize düştü ve yüzme bilmeyen yirmisi boğuldu. Abdülhamid'in gazabından korkan gazeteler, bu olayı yazmaktan çekindiler. İş bununla da kalmadı ; Minakyan tiyatrosundaki bir oyunda yer alan köprü sahnesi, izleyicilere Galata Köprüsü faciasını anımsattığı gerekçesiyle kaldırıldı !..
Bir olay daha anlatalım bu konuda : Saray tiyatrosunda oynanacak oyunlardan sorumlu Ahmed Mithad Efendi, Filotist Safvet Bey'in "Zeybek" adlı balesinin bir provasını izlerken, padişahın gizlice gelip, çalışmaları uzaktan izlediğini farketmedi. Dev cüsseli bir yığın oyuncunun ağızlarında bıçak tuttuğunu ve silah kuşandığını gören padişah korku içinde sarayına kaçtı ! Kendisine bir suikast yapılacağından sürekli olarak şüphelenen Abdülhamid, oyunu yasaklamakla kalmadı, görevinden de el çektirdi Ahmed Mithad Efendi'ye...
Evet, yabancı azınlıkların "Lanetli Abdül", "Büyük Katil" ; Clemenceau' nun " Yıldız'daki Canavar" veya "Kızıl Sultan" diye adlandırdığı Abdülhamid ; imparatorluk otoritesiyle, ruhani otoriteyi zihninde birleştirmekle birlikte, gerçekte kendisini tıpkı Papa'nın yaptığı gibi sarayına hapsetmişti. Şark Demiryolu Şirketi yöneticilerinin kendisine armağan ettikleri muhteşem araba bile 1909'a kadar hiç kullanılmadı. Bu tarihte ise, Abdülhamid'i sürgüne götürmekte kullanıldı..
Halkın adamı olduğunu iddia edip, kendisini, aşılmaz bir duvar gibi bir koruma perdesinin arkasına saklayan tüm liderlerin başına geldiği gibi...
46) HÜRREM' İN KIYMETLİSİ "MUHTEŞEM" AYYAŞ !...
"Bahçemin yeşili, tatlım, hazinem, dünyayı umursamayan aşkım.
Mısır' ın efendisi Yusuf' um benim, her şeyim, yüreğimin sultanı,
İstanbul'um, Karaman' ım, Roma Sezarları' nın yurdu.
Badahşanım, Kıpçak'ım, Bağdat'ım ve Horasan' ım.
Hilal kaşlı, acımasız bakışlı, siyah saçlı aşkım benim.
Ölürsem sebebi sensin, merhametsiz, imansız kadın.."
"Dost" anlamına gelen "Muhibbi" mahlasıyla yazılan bu şiir Kanuni Süleyman' a ait. Yazdığı kişi ise ; Lehistan'da Lvov yakınlarında yaşayan Ukrayna kökenli bir Ortodoks rahibinin kızı olan Aleksandra Lisosska, yani Hürrem Sultan. Hürrem adının anlamı ise, "Gülen"...
Şimdi, bu şiiri yazan padişah ile bu kadının, yüz yıllar sonra televizyonda merakla izlenen bir diziye de konu olacak kadar büyük olan aşklarının meyvesinin de normalde iyi bir "kumaşa" sahip olması gerekir değil mi ?.. Ama maalesef, Süleyman' ın oğullarının kaliteli olanları birer birer hanedan içi entrikalara kurban edilirken, belki de içlerindeki en işe yaramazı Osmanlı tahtına oturmuştu !..
Şehzadeliğinde önce Kütahya, sonra da İstanbul' a daha yakın olması amacıyla Manisa valiliği yapmıştı. Tahta oturmak için Manisa'dan geldiğinde, çevresindeki insanlar sultanın Kur'an' ın yasakladığı şarabı fazlasıyla sevdiğini biliyorlardı ve kırmızı yüzü daha o zamanlar içkiye olan düşkünlüğünü gösteriyordu.. Şarabın damlasını ağzına koymamış (en azından padişahlığı sırasında) ve Müslümanlara şarap tüketimini en ağır cezalarla yasaklamış olan Kanuni Süleyman' dan sonra halk ; Osmanlı tahtında ; ahlaki açıdan çökmüş, makamının büyük ve ağır sorumluluklarının farkında olmayan ve bu sorumlulukların altında ezilen bir hükümdar görüyordu..
Selim bir yandan da dini vecibelerini, tıpkı en büyük gururu 2060 caminin hutbelerinde adının okunması olan babası gibi, ihmal etmiyordu. Nasıl ki Sultan Süleyman İstanbul'daki tüm hayat kadınlarını dokuz gemi ile şehvet tanrıçasının eski adası Kıbrıs'a göndermişse, bu uygulama Selim'in 1577' deki ölümünden hemen sonra da tekrarlandı..
Selim ayrıca, Korfulu Baffa ailesinden olup 12 yaşlarındayken korsanların eline düşen, tek bir haseki ile yaşıyordu. Bu kadın Nurbanu Sultan idi. Yabancılar tarafından "Bafo" adı ile de anılıyordu. Tek bir hasekisi vardı Selim'in ama, şehzadeliğinde çok sefih bir hayat sürmüştü. Karşı cinse olduğu kadar, o dönemin adetleri uyarınca hemcinslerine de ilgisi çoktu..
Bir Venedikli, Donini şöyle anlatıyor : "Daha birkaç ay önce Selim, Anadolu Beylerbeyinden, çekiciliğiyle nam salmış karısını kendisine yollamasını istemişti. Karılarıyla kızlarının bu dillere destan güzeli mutlaka görmek istediklerini ve ısrarlarıyla onu usandırdıklarını söylüyordu. Hiçbir şeyden kuşkulanmayan, aksine kendisini bu davetle onurlandırılmış zanneden beylerbeyi, sadık bir hizmetkar olarak, karısını hiç vakit kaybetmeden şehzadenin haremine yolladı... Sonuçta şehzade kadını tam on iki gün kullandıktan sonra kocasına iade etti.." Bu aldatmacayı keşfeder keşfetmez, beylerbeyi hemen o gece altı muhafızıyla birlikte İstanbul'a doğru yola çıktı. Sultan Süleyman'ın yanında hakkını arayarak Selim'den intikam alacağını umuyordu ama yolda şehzadenin altmış adamı tarafından durdurularak geri dönmeye zorlandı. Bu denli aşağılanmayı içine sindiremeyen ve başka çıkar yol göremeyen beylerbeyi, İslam dinine aykırı olmasına rağmen, kendini zehirledi.
Kanuni, şehzade Bayezid'in katlinden sonra, oğlu Selim'e 100.000 altın ve 30.000 duka altını değerinde ziynet eşyası yollamıştı. Bunlar Osmanlı' nın İstanbul'daki yeni gözdesi Banker Joseph Nasi tarafından Kütahya' ya getirilmişti. Nasi hiç vakit kaybetmedi, zayıf yönlerini hemen keşfettiği şehzadeyi etkileyerek onu mücevher, para ve dizi dizi inciler gibi hediyelere boğdu. Kısa süre içinde onu borçlandırmıştı bile !.. Onu adeta bir şarap uzmanı gibi eğitti ve çok kaliteli şaraplar sağlayarak, adeta bir ayyaşa dönüşmesine yardım etti.. En iyi şarapların Kıbrıs' ta olduğunu söylüyordu ve belki de ileride, kralı olmak istediği bu adanın fethi için padişahı ikna eden de oydu !..
Venedik hükümeti adına 1567 ilkbaharındaki cülusu nedeniyle Selim'i kutlamaya gelen Marino Cavalli, "Padişah orta boylu," diye yazıyordu raporunda, "kırmızımsı bir teni, soluk renkli gözleri var. Hemen hemen boyunsuz sayılabilir. Sakalı kısa, bıyığı gür ve uzun. Şişman bir adam. Yüzünün fazla kırmızı rengi ne kadar çok içtiğinin kanıtı. Yapmacıklı bir tavırla vakur gözükmeye çalışıyor. Bazen tahtında hiç kımıldamadan, tek kelime konuşmadan, gözlerini kıpırdatmadan ve hiçbir şey yapmadan önüne bakıyor. Zengin giysilere, ziynetlere ve tüylere, parfümlere bayılıyor. Bugün filanca bahçede içiyor, yarın bir başkasında.. O sırada gözdelerinden biri aralıksız olarak onun için şarkı söylüyor ve dans ediyor. Yanında daima 'musahip' denilen dört ila altı arkadaşı bulunuyor. Bunlardan biri olan Celal Çelebi, çok fazla içen, gevezenin biri. Padişah her ne isterse yapıyor, ama bunun dışında, yetkileri ve otoritesi konusunda etrafındakilere zorluk çıkartmıyor. Tüm hükümet işlerini Mehmed Paşa' ya (Sokollu) bırakmış durumda. Çünkü Selim'in bu işlerden anladığı yok !.."
Ne acı değil mi ? Osmanlı' nın, en üstün olduğunu tüm dünyaya kabul ettirdiği bir dönemde, bu devletin başında bulunan bir padişah için elçinin düşüncelerine bakın !..
İslam yasalarına aykırılığına rağmen, İstanbul'a şarap getirilmesine ve satılmasına izin vermişti. Bu ticaretin getireceği vergi gelirinin hazineye yılda 80.000 altın kazandıracağını hesaplamıştı...
İçkiye dayanıklılığı dikkate değerdi : Üç gün üç gece, musahibi ve aynı zamanda sıkı bir afyon içicisi olan Semiz Ali Paşa ile içki masasından kalkmadığı oluyordu. Ama bu arada, dışarıda kendisini eğlendirmek için karların üzerinde raks eden dilsiz ve cücelere "zevk için" ok atıyor, bazen ölümlerine neden oluyor ve sonra da pişmanlık duyarak ağlıyordu ..
Doğu ezgileri eşliğinde uykuya dalıp, sabah yeniden içkiye başlamak üzere kalkıyordu !..
İstanbul'da görevli Venedikli diplomat Andrea Dandolo'nun raporlarında da sultanın karmaşık bilincinden bahsediliyordu. Gerçekten de 2. Selim, Osmanlı hanedanının, biyolojik ya da akıl hastalığı olan üyelerinin ilkiydi.. Başka bir tanık, Donini de, padişah olduğu 1566 yılında, daha kırklı yaşlarda olan Selim'in, şişmanlığı nedeniyle atının üzerinde zor durabilen (birkaç yıl sonra biraz daha kilo alarak atına binemeyecekti) "obur ve kaşarlanmış bir ayyaş" olduğundan bahsediyordu..
Sonra Şeyh Süleyman ile tanıştı Selim ve içkiyi bıraktı. İçkiyi bıraktığı andan itibaren de aslında ölmeye başlamıştı. Kalan aklını Şeyh Süleyman'ın ince eleyip sık dokumaya dayanan vaazlarına vererek kayıp erdemlerini aramaya koyulmuştu. Alkolün kemirdiği bedeni tüm gerekli gıdaları reddetmeye, arkadan da eriyip tükenmeye başlamıştı. Şiş, ağır ve hareketsiz kalan padişah, bilinçli zamanlarında organlarının birbiri ardından uyuşmaya başladığından yakınıyordu. Ağır bir içki bunalımında olduğundan, hekimi Mustafa Çelebi tarafından bu defa ilaç olarak azar azar alkol alması şiddetle tavsiye edilmesine rağmen, tövbesinde ısrar ediyordu. Onun yerine kolunu hekime uzatarak, nabzına bakıp derdinin derecesini tayin etmesini istiyordu. Sonra, bilinci pişmanlıkla dolu olan bir uyuşukluğun içine çöküyor, kendi kaderi ve çocuklarınınki de dahil olmak üzere, yok olmaya peşinen mahkum her şey için ağlıyordu.
Padişahın hastalığını "bunama" olarak niteleyen Mustafa Çelebi'nin hazırladığı ilaç, vakanüvislere bakılırsa, hastalığa gerçekten iyi gelmiş ve bir süre zihin bulanıklığını gidermişti. Ne yazık ki bu, bazen ölüme öncülük eden bir düzelmeydi. Bu geçici iyileşmenin verdiği moralle, saltanat kayığına binerek Tersane Bahçesi'ne bir gezinti bile yapmış, fakat bu gezinti sırasında, yaptığı konuşmanın orta yerinde birden ağlamaya başlamıştı. Saraya döner dönmez kederden iki büklüm bir halde hamamın yolunu tutmuştu. İç oğlanlar onu, ayağı kayıp da düştüğü hamamdan, sapsarı ve bereli bir yüzle çıkardılar. Ateşten cayır cayır yanıyordu.. Günlerce komada kaldı. İçi, midesinin kaldıramayıp attığı ilaçlarla dolu olarak 15 Aralık 1574'te öldü. İstanbul'da ölen ilk padişah olarak da tarihe geçti....
45) MANİSA' LIK BİR YAZI !...
Yarım yüzyılı geride bırakmış olduğum şu yaşamımda, ilk defa, düşünce ve alışkanlıklarım açısından, kendi ülkemde kendimi "azınlık" gibi hissetmeye başladım !...
Bir toplu taşıma aracına bindiğimde, ister istemez dinlediklerime müdahale etmemek ve karışmamak için verdiğim mücadele artık beni yıpratmaya başladı..Sevdiğim şehir için konuşulanlar -ki ekmek parası için buraya gelenler yapıyor bunu -sevdiğim lider için konuşulanlar, benim için hala "En Büyük Türk" olan Atatürk' e yapılan sataşmalar ; gençlerdeki duyarsızlık, yaşıtlarımdaki bezginlik beni kahrediyor ama en korkuncu, yeniden "ümmet" e dönüşmekte olan bir toplum...
"Sarı" renk, bulaşıcı bir hastalık nedeniyle alınan "karantina" önleminin rengidir. Bugün Türkiye seçim haritasına baktığım zaman bu bulaşıcı hastalık sarılık (!) olmadığına göre demek ki gerçekten azınlık durumuna düşen ben ve benim gibilermiş diye düşünüyorum ..Trakya'da üç şehir, Ege'de üç şehir ve istikrarlı bir Doğu şehri olan Tunceli.. MHP' nin en Doğuya itildiği ve sadece Iğdır'da önde olduğu, altı adet de bağımsızların kazandığı yani kısacası kalan altmış yedi vilayeti ayçiçeği tarlasına çeviren ne ?..
"Demokrasi" tanımlaması içinde bu durumu boynumuzu büküp kabullenecek miyiz ? Bizim jenerasyon yıllarla birlikte yaşlandı, hazin gerçek bu !..Demek ki Onuncu Yıl marşları filan, mitinglerde bayrak sallamalar işin lay lay lom faslıymış.. Biz o marşları söylerken altımızda yapılan kazı ve hafriyat çalışmalarını duymamışız meğer !.. İyi ki bu blogda yazmaya başlamışım. Bu sayede kafamı dağıtıyorum ve korkunç rahatlıyorum...
Gerçekten çok sevdiğim bir gazeteci yazar olan Yılmaz Özdil, partilerin milletvekili aday listeleri belli olduğunda, milletvekilleri isimleriyle ilgili beni çok güldüren bir yazı yayımlamıştı. Onun affına sığınarak, bir benzerini, can sıkıntımı dağıtmak amacıyla ben de yaptım. Yeni meclisin saygıdeğer üyelerinin isimleriyle bir takım çalışmalar ve oyunlar.. Umarım beğenirsiniz..
Meclisimizin en yaşlı üyesi : Osman Oktay Ekşi
Adı en uzun olan üyesi : Yıldırım Mehmet Ramazanoğlu : 27 harf !.. (Meclis başkanı hitap ederken helak olacak ! Bir de 'sayın' ı ekleyecek başına...)
"Milliyetçiliğiyle" öne çıkan isimler şöyle ; Ahmet Türk, Mehmet Öntürk, Mustafa Öztürk, Oktay Öztürk, Ali Rıza Öztürk, Osman Taney Korutürk, Lütfü Türkan, Ali İhsan Köktürk, Hasan Hüseyin Türkoğlu, Hacı Bayram Türkoğlu, Tuğrul Türkeş, Ahmet Kutalmış Türkeş...
Tarım ve ormancılığa ilgi duyanlar ; Nurettin Nebati, Devlet Bahçeli, Cemil Çiçek, Hüseyin Filiz, Salih Dal, Nurcan Dalbudak, Adem Yeşildal, Musa Çam, Emin Çınar, Ömer Selvi, Alpaslan Kavakçıoğlu, İbrahim Halil Mazıcıoğlu, İdris Güllüce, Sabahat Akkiraz, Mahmut Mücahit Fındıklı, Mehmet Ali Susam, Halil Ürün, Mehmed Mehdi Eker, Kemal Ekinci, Naci Bostancı, Mustafa Kabakçı, Vural Kavuncu, Cahit Bağcı, Fatih Çiftçi, Gülay Samancı...
Astronomiyle uğraşanlar ; Levent Gök, İsa Gök, Abdülkerim Gök, Hurşit Güneş, İsmail Güneş, Mehmet Kerim Yıldız, Taner Yıldız, Bengi Yıldız, İdris Yıldız ve Faysal Sertyıldız...
Meteorolojiyle haşır neşir olanlar ; Arif Bulut, Ahmet Duran Bulut, Tevfik Ziyaettin Akbulut, Bedrettin Yıldırım, Hasan Hami Yıldırım, Murat Yıldırım, Gülser Yıldırım, Yıldırım Mehmet Ramazanoğlu, Binali Yıldırım, Mehmet Şimşek, Cemalettin Şimşek, Fahrettin Poyraz, Yaşar Karayel...
Coğrafyacılar ; Grup Başkanı : Volkan Bozkır, Hamza Dağ, Recep Akdağ, Abdürrahim Akdağ, Selçuk Özdağ, Bekir Bozdağ, Ali Serindağ, Nedret Akova, Mehmet Volkan Canalioğlu, Salih Fırat, Hatip Dicle, Menderes Türel, Selma Irmak, Ali Uzunırmak, Erkan Akçay, Mehmet Zafer Çağlayan, İsmet Su, Abdülkadir Aksu, Hasan Akgöl, Deniz Baykal, Gülay Dalyan...
Entelektüel kesimi şöyle sıralayabiliriz : Alim Işık, Hilmi Bilgin, Süreyya Sadi Bilgiç, Mustafa Bilici, Mehmet Ali Okur, Hayati Yazıcı, Mehmet Ali Ediboğlu, Nesrin Ulema, Mehmet Daniş, Süleyman Çelebi, Ekrem Çelebi, Ahmet Aydın, İsmail Aydın, Osman Aydın, Kemalettin Aydın, Koray Aydın, Aydın Şengül, Aydın Bıyıklıoğlu, Ali Küçükaydın hatta Aydın Ağan Ayaydın !...
Ticaret erbabı ; Emrehan Halıcı, Fehmi Küpçü, Güldal Mumcu, Özlem Yemişçi, Mustafa Kemal Şerbetçioğlu, Osman Kahveci, Nimet Çubukçu, Mustafa Kalaycı, Recai Berber, Ertuğrul Kürkçü ve Yusuf Hallaçoğlu...
Hayvan severler ; Fatma Şahin, Hüseyin Şahin, İdris Şahin, Fatih Şahin, Ali Şahin, Mustafa Şahin, İdris Naim Şahin, Mehmet Ali Şahin, Mehmet Doğan Kubat, Ahmet Arslan, Muzaffer Arslan, Zeyid Arslan, Fevzi Arslan, Mehmet Hilal Kaplan, Hasip Kaplan, Fuat Karakuş, Turgay Develi, Zelkif Kazdal, Sermin Balık, Yunus Kılıç, Kazım Kurt, Adil Kurt, Nebi Bozkurt, Burhan Kuzu, Harun Karaca, Haluk Koç, Engin Özkoç ve Ali Boğa !.. (Haritadaki son kalan 7 kırmızı kesin tahrik ediyordur !..)
Madencilikle ve yerin altından üstünden çıkanlarla ilgilenenler ; Başkan : Demir Çelik, Ömer Çelik, Hüseyin Çelik, Hasan Ali Çelik, Faruk Çelik, Seyit Sertçelik, Bayram Özçelik, Can Demirçelik, Nurettin Demir, Mustafa Demir, Cemal Yılmaz Demir, İlhan Demiröz, Vedat Demiröz, Ruhsar Demirel, Aykan Erdemir, Avni Erdemir, Uğur Aydemir, Afif Demirkıran, Malik Ecder Özdemir, Ziver Özdemir, Zülfü Demirbağ, Selahattin Demirtaş, Ali Demirçalı, İsmail Kaşdemir, Tülay Bakır, Pelin Gündeş Bakır, Haluk Ahmet Gümüş, Ümit Özgümüş, Sadık Yakut, Yılmaz Tunç, Eşref Taş, Mustafa Elitaş, Ahmet Toptaş, Erol Kaya, Atilla Kaya, Mehmet Necati Çetinkaya, Ahmet Öksüzkaya, İlhan Yerlikaya, Burhan Kayatürk, Rıza Yalçınkaya, Erdoğan Toprak, Binnaz Toprak...
Meclis "ordusu" (!) ; Hakan Çavuşoğlu, Mevlüt Çavuşoğlu, Özcan Yeniçeri, Zuhal Topçu, Muzaffer Baştopçu, Harun Tüfekçi, Nabi Avcı, Aytuğ Atıcı, İsrafil Kışla, Sena Kaleli, Uğur Bayraktutan, Nusret Bayraktar, Erdoğan Bayraktar, Kemal Kılıçdaroğlu, Akif Çağatay Kılıç, Suat Kılıç, Gültekin Kılınç...
Bu dönem meclise "renk" katacaklar ; Mine Lök Beyaz, Tülin Kara, Mehmet Sarı, Müslim Sarı, Mustafa Moroğlu, Hüseyin Samani...
Eh tek eksiğimiz maneviyat tabii ki ; Ramazan Kerim Özkan, Ramazan Can, Mevlüt Dudu, Ahmet Berat, Ayşenur İslam, Mehmet Emin Dindar, Mustafa Sezgin Tanrıkulu, Ahmet Kenan Tanrıkulu, Hüseyin Tanrıverdi, Mehmet Müezzinoğlu ve Rabbime şükür : Hakan Şükür !...
Aralarında en çok maraza çıkabilecek olanları şimdiden mimlemek lazım !..
Mine Lök Beyaz - Tülin Kara,
Mülkiye Birtane - Özdal Üçer - Köksal Toptan,
Recep Özel , Özgür Özel - Abdullah Levent Tüzel,
Ülker Güzel - Adnan Şefik Çirkin,
Adem Tatlı - Osman Oktay Ekşi,
Ahmet Yeni - Bülent Gedikli,
Abdullah Çalışkan, Mustafa Hamarat - Bülent Didinmez,
Salih Koca, Atilla Kart - Kamer Genç,
Bilal Uçar - İsmet Uçma,
Nazmi Gür, Aydın Bıyıklıoğlu - Tufan Köse,
Kazım Kurt, Adil Kurt, Nebi Bozkurt - Burhan Kuzu,
Mehmet Geldi - Mehmet Kaçar, Sevde Bayazıt Kaçar - Ebubekir Gizligider,
Sadir Durmaz - Durdu Mehmet Kastal ...
İsimler arasında ;
Mehmet : 44 adet, Ali : 19 adet, Ahmet ve Mustafa : 18' er adet, Osman : 10 adet, Hüseyin : 8 adet,
Hasan ve Bülent : 7' şer adet ve İdris 6 adet ile başı çekiyorlar..
Eski Türk isimleri olarak ; Gültekin, Cengiz, Atilla, Oğuz, İlhan ve Alparslan'a rastlıyoruz..
Osmanlı hanedanından 29 padişahı ( Ertuğrul ile başlarsak; Osman, Orhan, Murat, Yıldırım ( ilk isimler arasında Bayezid olmadığından lakabını kullandım), Mehmet, Süleyman, Ahmet, Mustafa, İbrahim, Mahmut olarak sayabiliyoruz. Selim, Bayezid, Abdülhamit, Abdülmecid ve Abdülaziz'i mecliste göremedik maalesef !..
Peygamberlerden (alfabetik sırayla) ; Adem, İbrahim, İdris, İlyas, İsa, İsmail, Muhammed, Musa, Salih, Yahya ve Yunus'u ;
İlk dört halifeden ; Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali' yi sayabildiğimiz gibi ;
Esma-ül Hünsa' dan ; Alim, Hasib, Kadir, Kerim, Metin ve Veli' yi de sayabiliyoruz..
Muharrem, Recep, Şaban, Ramazan ve Bayram mevcut olduğu gibi ; Nebi, Mevlüt, Müslim, Seyit, Bilal de var ve meclisin karışma olasılığına karşılık Sur'u üfleyecek olan İsrafil de hazır!..
Kendi adımdan çok çektiğim için ; aşağıdaki isimleri gördüğümde, bu konuda yalnız olmadığımı anlayınca çok mutlu oldum !..
Afif, Bihlun, Ensar, Fevai (acaba baskı hatası mı, Fevzi olabilir mi diye düşündüm), Feramuz, Muhyettin, Sevde, Sadir, Şuay, Zeyid, Ziver (köşkünü duymuştum ama), Zelkif !...
Sonra da yazının başlığında bahsettiğim gibi (ne zorumaysa ), sadece ön isimleri karıştırarak şu isimleri elde ettim :
Adnan Menderes, Metin Oktay, Ömer Seyfettin, Cemal Gürsel, Sabahattin Ali, Hasan Hüseyin, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Cem Yılmaz, İsmail Cem, Yunus Emre, Namık Kemal, Mehmet Akif, Sait Faik, Safiye Ayla, Ahmet Ümit, Mesut Yılmaz, Oktay Rıfat, Yılmaz Erdoğan, Orhan Veli, Adnan Veli, Aydın Doğan, Aydın Menderes, Celal Doğan, Yahya Kemal, Ahmet Cevdet, Ahmet Refik, Hacı Bayram, Hacı Bekir, Ramazan Bayram, Deniz Derya, Özgür Devlet, Devlet Durdu, YETİŞ MUSTAFA KEMAL !......
Bir toplu taşıma aracına bindiğimde, ister istemez dinlediklerime müdahale etmemek ve karışmamak için verdiğim mücadele artık beni yıpratmaya başladı..Sevdiğim şehir için konuşulanlar -ki ekmek parası için buraya gelenler yapıyor bunu -sevdiğim lider için konuşulanlar, benim için hala "En Büyük Türk" olan Atatürk' e yapılan sataşmalar ; gençlerdeki duyarsızlık, yaşıtlarımdaki bezginlik beni kahrediyor ama en korkuncu, yeniden "ümmet" e dönüşmekte olan bir toplum...
"Sarı" renk, bulaşıcı bir hastalık nedeniyle alınan "karantina" önleminin rengidir. Bugün Türkiye seçim haritasına baktığım zaman bu bulaşıcı hastalık sarılık (!) olmadığına göre demek ki gerçekten azınlık durumuna düşen ben ve benim gibilermiş diye düşünüyorum ..Trakya'da üç şehir, Ege'de üç şehir ve istikrarlı bir Doğu şehri olan Tunceli.. MHP' nin en Doğuya itildiği ve sadece Iğdır'da önde olduğu, altı adet de bağımsızların kazandığı yani kısacası kalan altmış yedi vilayeti ayçiçeği tarlasına çeviren ne ?..
"Demokrasi" tanımlaması içinde bu durumu boynumuzu büküp kabullenecek miyiz ? Bizim jenerasyon yıllarla birlikte yaşlandı, hazin gerçek bu !..Demek ki Onuncu Yıl marşları filan, mitinglerde bayrak sallamalar işin lay lay lom faslıymış.. Biz o marşları söylerken altımızda yapılan kazı ve hafriyat çalışmalarını duymamışız meğer !.. İyi ki bu blogda yazmaya başlamışım. Bu sayede kafamı dağıtıyorum ve korkunç rahatlıyorum...
Gerçekten çok sevdiğim bir gazeteci yazar olan Yılmaz Özdil, partilerin milletvekili aday listeleri belli olduğunda, milletvekilleri isimleriyle ilgili beni çok güldüren bir yazı yayımlamıştı. Onun affına sığınarak, bir benzerini, can sıkıntımı dağıtmak amacıyla ben de yaptım. Yeni meclisin saygıdeğer üyelerinin isimleriyle bir takım çalışmalar ve oyunlar.. Umarım beğenirsiniz..
Meclisimizin en yaşlı üyesi : Osman Oktay Ekşi
Adı en uzun olan üyesi : Yıldırım Mehmet Ramazanoğlu : 27 harf !.. (Meclis başkanı hitap ederken helak olacak ! Bir de 'sayın' ı ekleyecek başına...)
"Milliyetçiliğiyle" öne çıkan isimler şöyle ; Ahmet Türk, Mehmet Öntürk, Mustafa Öztürk, Oktay Öztürk, Ali Rıza Öztürk, Osman Taney Korutürk, Lütfü Türkan, Ali İhsan Köktürk, Hasan Hüseyin Türkoğlu, Hacı Bayram Türkoğlu, Tuğrul Türkeş, Ahmet Kutalmış Türkeş...
Tarım ve ormancılığa ilgi duyanlar ; Nurettin Nebati, Devlet Bahçeli, Cemil Çiçek, Hüseyin Filiz, Salih Dal, Nurcan Dalbudak, Adem Yeşildal, Musa Çam, Emin Çınar, Ömer Selvi, Alpaslan Kavakçıoğlu, İbrahim Halil Mazıcıoğlu, İdris Güllüce, Sabahat Akkiraz, Mahmut Mücahit Fındıklı, Mehmet Ali Susam, Halil Ürün, Mehmed Mehdi Eker, Kemal Ekinci, Naci Bostancı, Mustafa Kabakçı, Vural Kavuncu, Cahit Bağcı, Fatih Çiftçi, Gülay Samancı...
Astronomiyle uğraşanlar ; Levent Gök, İsa Gök, Abdülkerim Gök, Hurşit Güneş, İsmail Güneş, Mehmet Kerim Yıldız, Taner Yıldız, Bengi Yıldız, İdris Yıldız ve Faysal Sertyıldız...
Meteorolojiyle haşır neşir olanlar ; Arif Bulut, Ahmet Duran Bulut, Tevfik Ziyaettin Akbulut, Bedrettin Yıldırım, Hasan Hami Yıldırım, Murat Yıldırım, Gülser Yıldırım, Yıldırım Mehmet Ramazanoğlu, Binali Yıldırım, Mehmet Şimşek, Cemalettin Şimşek, Fahrettin Poyraz, Yaşar Karayel...
Coğrafyacılar ; Grup Başkanı : Volkan Bozkır, Hamza Dağ, Recep Akdağ, Abdürrahim Akdağ, Selçuk Özdağ, Bekir Bozdağ, Ali Serindağ, Nedret Akova, Mehmet Volkan Canalioğlu, Salih Fırat, Hatip Dicle, Menderes Türel, Selma Irmak, Ali Uzunırmak, Erkan Akçay, Mehmet Zafer Çağlayan, İsmet Su, Abdülkadir Aksu, Hasan Akgöl, Deniz Baykal, Gülay Dalyan...
Entelektüel kesimi şöyle sıralayabiliriz : Alim Işık, Hilmi Bilgin, Süreyya Sadi Bilgiç, Mustafa Bilici, Mehmet Ali Okur, Hayati Yazıcı, Mehmet Ali Ediboğlu, Nesrin Ulema, Mehmet Daniş, Süleyman Çelebi, Ekrem Çelebi, Ahmet Aydın, İsmail Aydın, Osman Aydın, Kemalettin Aydın, Koray Aydın, Aydın Şengül, Aydın Bıyıklıoğlu, Ali Küçükaydın hatta Aydın Ağan Ayaydın !...
Ticaret erbabı ; Emrehan Halıcı, Fehmi Küpçü, Güldal Mumcu, Özlem Yemişçi, Mustafa Kemal Şerbetçioğlu, Osman Kahveci, Nimet Çubukçu, Mustafa Kalaycı, Recai Berber, Ertuğrul Kürkçü ve Yusuf Hallaçoğlu...
Hayvan severler ; Fatma Şahin, Hüseyin Şahin, İdris Şahin, Fatih Şahin, Ali Şahin, Mustafa Şahin, İdris Naim Şahin, Mehmet Ali Şahin, Mehmet Doğan Kubat, Ahmet Arslan, Muzaffer Arslan, Zeyid Arslan, Fevzi Arslan, Mehmet Hilal Kaplan, Hasip Kaplan, Fuat Karakuş, Turgay Develi, Zelkif Kazdal, Sermin Balık, Yunus Kılıç, Kazım Kurt, Adil Kurt, Nebi Bozkurt, Burhan Kuzu, Harun Karaca, Haluk Koç, Engin Özkoç ve Ali Boğa !.. (Haritadaki son kalan 7 kırmızı kesin tahrik ediyordur !..)
Madencilikle ve yerin altından üstünden çıkanlarla ilgilenenler ; Başkan : Demir Çelik, Ömer Çelik, Hüseyin Çelik, Hasan Ali Çelik, Faruk Çelik, Seyit Sertçelik, Bayram Özçelik, Can Demirçelik, Nurettin Demir, Mustafa Demir, Cemal Yılmaz Demir, İlhan Demiröz, Vedat Demiröz, Ruhsar Demirel, Aykan Erdemir, Avni Erdemir, Uğur Aydemir, Afif Demirkıran, Malik Ecder Özdemir, Ziver Özdemir, Zülfü Demirbağ, Selahattin Demirtaş, Ali Demirçalı, İsmail Kaşdemir, Tülay Bakır, Pelin Gündeş Bakır, Haluk Ahmet Gümüş, Ümit Özgümüş, Sadık Yakut, Yılmaz Tunç, Eşref Taş, Mustafa Elitaş, Ahmet Toptaş, Erol Kaya, Atilla Kaya, Mehmet Necati Çetinkaya, Ahmet Öksüzkaya, İlhan Yerlikaya, Burhan Kayatürk, Rıza Yalçınkaya, Erdoğan Toprak, Binnaz Toprak...
Meclis "ordusu" (!) ; Hakan Çavuşoğlu, Mevlüt Çavuşoğlu, Özcan Yeniçeri, Zuhal Topçu, Muzaffer Baştopçu, Harun Tüfekçi, Nabi Avcı, Aytuğ Atıcı, İsrafil Kışla, Sena Kaleli, Uğur Bayraktutan, Nusret Bayraktar, Erdoğan Bayraktar, Kemal Kılıçdaroğlu, Akif Çağatay Kılıç, Suat Kılıç, Gültekin Kılınç...
Bu dönem meclise "renk" katacaklar ; Mine Lök Beyaz, Tülin Kara, Mehmet Sarı, Müslim Sarı, Mustafa Moroğlu, Hüseyin Samani...
Eh tek eksiğimiz maneviyat tabii ki ; Ramazan Kerim Özkan, Ramazan Can, Mevlüt Dudu, Ahmet Berat, Ayşenur İslam, Mehmet Emin Dindar, Mustafa Sezgin Tanrıkulu, Ahmet Kenan Tanrıkulu, Hüseyin Tanrıverdi, Mehmet Müezzinoğlu ve Rabbime şükür : Hakan Şükür !...
Aralarında en çok maraza çıkabilecek olanları şimdiden mimlemek lazım !..
Mine Lök Beyaz - Tülin Kara,
Mülkiye Birtane - Özdal Üçer - Köksal Toptan,
Recep Özel , Özgür Özel - Abdullah Levent Tüzel,
Ülker Güzel - Adnan Şefik Çirkin,
Adem Tatlı - Osman Oktay Ekşi,
Ahmet Yeni - Bülent Gedikli,
Abdullah Çalışkan, Mustafa Hamarat - Bülent Didinmez,
Salih Koca, Atilla Kart - Kamer Genç,
Bilal Uçar - İsmet Uçma,
Nazmi Gür, Aydın Bıyıklıoğlu - Tufan Köse,
Kazım Kurt, Adil Kurt, Nebi Bozkurt - Burhan Kuzu,
Mehmet Geldi - Mehmet Kaçar, Sevde Bayazıt Kaçar - Ebubekir Gizligider,
Sadir Durmaz - Durdu Mehmet Kastal ...
İsimler arasında ;
Mehmet : 44 adet, Ali : 19 adet, Ahmet ve Mustafa : 18' er adet, Osman : 10 adet, Hüseyin : 8 adet,
Hasan ve Bülent : 7' şer adet ve İdris 6 adet ile başı çekiyorlar..
Eski Türk isimleri olarak ; Gültekin, Cengiz, Atilla, Oğuz, İlhan ve Alparslan'a rastlıyoruz..
Osmanlı hanedanından 29 padişahı ( Ertuğrul ile başlarsak; Osman, Orhan, Murat, Yıldırım ( ilk isimler arasında Bayezid olmadığından lakabını kullandım), Mehmet, Süleyman, Ahmet, Mustafa, İbrahim, Mahmut olarak sayabiliyoruz. Selim, Bayezid, Abdülhamit, Abdülmecid ve Abdülaziz'i mecliste göremedik maalesef !..
Peygamberlerden (alfabetik sırayla) ; Adem, İbrahim, İdris, İlyas, İsa, İsmail, Muhammed, Musa, Salih, Yahya ve Yunus'u ;
İlk dört halifeden ; Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali' yi sayabildiğimiz gibi ;
Esma-ül Hünsa' dan ; Alim, Hasib, Kadir, Kerim, Metin ve Veli' yi de sayabiliyoruz..
Muharrem, Recep, Şaban, Ramazan ve Bayram mevcut olduğu gibi ; Nebi, Mevlüt, Müslim, Seyit, Bilal de var ve meclisin karışma olasılığına karşılık Sur'u üfleyecek olan İsrafil de hazır!..
Kendi adımdan çok çektiğim için ; aşağıdaki isimleri gördüğümde, bu konuda yalnız olmadığımı anlayınca çok mutlu oldum !..
Afif, Bihlun, Ensar, Fevai (acaba baskı hatası mı, Fevzi olabilir mi diye düşündüm), Feramuz, Muhyettin, Sevde, Sadir, Şuay, Zeyid, Ziver (köşkünü duymuştum ama), Zelkif !...
Sonra da yazının başlığında bahsettiğim gibi (ne zorumaysa ), sadece ön isimleri karıştırarak şu isimleri elde ettim :
Adnan Menderes, Metin Oktay, Ömer Seyfettin, Cemal Gürsel, Sabahattin Ali, Hasan Hüseyin, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Cem Yılmaz, İsmail Cem, Yunus Emre, Namık Kemal, Mehmet Akif, Sait Faik, Safiye Ayla, Ahmet Ümit, Mesut Yılmaz, Oktay Rıfat, Yılmaz Erdoğan, Orhan Veli, Adnan Veli, Aydın Doğan, Aydın Menderes, Celal Doğan, Yahya Kemal, Ahmet Cevdet, Ahmet Refik, Hacı Bayram, Hacı Bekir, Ramazan Bayram, Deniz Derya, Özgür Devlet, Devlet Durdu, YETİŞ MUSTAFA KEMAL !......
44) KEYİF ERBABI OSMANLI'DA BAHÇE KEYFİ !...
Bahçelerin hakim yapısı, İstanbul'u Lizbon ve Venedik gibi diğer su kentlerinden farklı kılardı. Kırpılıp düzeltilmiş yeşillikler, kırmızı kiremitli damların ve gri taş camilerin karşısında yükselirdi. Slavların, "Türklerin ayak bastığı yerde ot bitmez," atasözü iftiradan başka bir şey değildir. Hıristiyanlar için cennetin somut simgesi bir tepeye kurulmuş pırıltılı bir şehirse, Müslümanlar için de durmaksızın akan dereleri ve pınarlarıyla bir safa bahçesiydi.. Mayıs ayındaki hıdrellez şenlikleri, çiçeklerin ve yeşilin kutlanmasıydı. Veziriazam düzenli olarak sultana, hareme ve yabancı elçilere çiçek ve meyve armağan ederdi. Du Fresne Canaye, Osmanlıların çiçeklere kutsal emanetler gibi davrandıklarını gözlemiştir. Ya ellerinde, ya da başlıklarında genellikle bir çiçek bulunurdu. Osmanlılar İstanbul'da çok değişik bahçe tarzları yaratmıştı. Çiçek tarhlarıyla cennet bahçeleri, evlerin dışında sefa bahçeleri, asma çardaklarıyla gölgelenen taraçalı bahçeler, bostan adı verilen meyve ve sebze bahçeleri, yaz aylarında serin kaldığı için yerin kazılmasıyla elde edilen batık bahçeler...
1790 yılında, Fransız gezgini ve tarihçisi Jean du Mont, Veziriazam kaymakamının (vekilinin) bahçesinden çok etkilenmişti : "Kumlu yollar bazı yerlerde portakal ağaçları, bazı yerlerde de diğer meyve ağaçlarıyla çevreleniyor. Bahçelerin avluları bizimkiler gibi düzenlenmemiş ; sadece tahtalarla birbirinden ayrılarak Türklerin çok sevdiği çiçeklerle doldurulmuş."
Ağaçlar İstanbul'un sokak ve duvarlarında da boy verirdi. Asmalar ve morsalkımlar bugün de olduğu gibi evlerin üzerine yaslanır ve iplerin üzerinde caddenin bir ucundan diğerine uzanırdı. Böylelikle, en fakir mahalleler bile, diğer şehirlerin kenar mahallelerine oranla o kadar sefil görünmezdi.
Sultan'ın Marmara Denizi ve Boğaz kıyılarında altmış bir bahçesi vardı.
Bir bahçe tarzı vardı ki, son derece İstanbul'a hastı : Şehir dışındaki tepelere ve eteklere yayılan, çiçeklerle dolu mezarlıklar. Osmanlı kabirlerinin arasında ya da kabirlerin üzerine oyulmuş deliklerde servi ağaçlarıyla çiçekler yetişirdi. Bütün şehri yeni baştan inşa etmeye yetecek kadar bol olduğu söylenen mezar taşları bir hiza ve yöne göre dizilmez, darmadağınık yerleştirilirdi. Mezarlıklara ait çiçek tarhları çok sevilir ve Cuma günleri ailelerin piknik yapmak için uğrak yeri olurdu. Frenkler her akşam Pera'da "le Petit Champ des Morts" (Küçük Kabristan) adını verdikleri, Haliç'in muhteşem manzarasına hakim bir mezarlıkta toplanır, muhabbet eder ve yürüyüş yaparlardı..
3.Ahmed döneminde, İstanbul'da büyük restorasyon projeleri yürütüldü. 1703 yılından itibaren, yollar, köprüler ve limanlar onarıldı. Hasbahçelerin çoğunda hasar tespiti yapıldı ve binalar yenilendi. Bitip tükenmek bilmeyen savaşlar ve devlet görevlilerinin alışıldık ihmalleri yüzünden harap durumda olan Beşiktaş, Kandilli, Dolmabahçe, Tekfur Sarayı, Tersane; Karaağaç ve Davudpaşa'daki hasbahçeler ; Sadrazam Damad İbrahim Paşa'nın emriyle bakıma alındı.
Beşiktaş yakınlarındaki Yahya Efendi bahçesi, Kanuni Süleyman'ın süt kardeşi olan müderris Yahya Efendi' nin kendi elleriyle diktiği ağaçlarla genişleyip büyüyen ve adeta bir ağaç denizi halini alan, 1570' deki ölümünden sonra da her Çarşamba, tarikattan olsun olmasın, kalabalık bir halk yığınının derviş zikirlerini izlemeye geldikleri bir yerdi..
Kentin çevresinde, Boğaz ve Haliç kıyılarında yeni ve daha görkemli bahçelerin sayısı arttıkça, eski bahçeler saray yaşamının odağı olarak sahip oldukları cazibeyi zamanla yitirdiler. Bakım ve yenileme faaliyetleri sürerken bazı bahçeler terk edildi, bazılarıysa eskidi. Yine de bunların birçoğu halkın faydalandığı bahçeler haline geldi.
İngiltere'deki meşhur Hyde Park bile ancak 1737 yılında halka açılırken ; Osmanlı Devleti, tekrarlayıp duran toplumsal kargaşalara bir çözüm olarak, hasbahçeleri tamamen veya kısmen halka açmaya başlamıştı. Örneğin Yeniköy' deki Kalender bahçesi 1600'lü yılların sonlarında kentin ayaktakımının gözde mekanlarından biri haline gelmişti. Nihayet 1760'larda 3. Mustafa bu bahçeye Bostancı Ocağı için bir baraka yaptırılmasını emretti. Bu ocak, o sıralarda İstanbul kıyılarında bulunan bütün kamusal mekanlarda düzenin korunmasından sorumlu bir polis teşkilatı halini almıştı. Barakalar inşa edildikten kısa bir süre sonra, hasbahçenin çeşmeyle süslenen bir kısmı bir mesireye dönüştürülerek halka açıldı.
Aşağı yukarı bu dönemde kenti ziyaret eden bir Fransız kontesi, İstanbul halkının, "Fransa'daki Tuileries ve Boulevard de Gand'da olduğu gibi" haftanın farklı günleri, farklı bir çeşme başında toplanma adeti uyarınca, Cumartesi günleri Kalender çeşmesinde toplandıklarını belirtmekteydi...
1. Mahmud'un 1749'da bahçeleri yeniletip genişletmesinden sonra, Kandilli hasbahçesi de sultan vakıflarına katıldı. Bir cami, bir hamam ve birkaç dükkan eklenerek, köhne durumdaki Ferahabad Köşkü de eski ihtişamına kavuşturuldu. Şair Nevres'in yazdığı gibi saltanat ihtişamının halka açık bir vitrini ve boş vakti olan İstanbulluların gezinti yeri olarak kullandıkları yeni bir cazibe merkezine dönüştürüldü...
Daha 17. yüzyılın ikinci yarısında, bostancıbaşının yetki alanı, hasbahçelerin sınırlarının ötesine geçip kamusal mekanlara kadar uzanmış durumdaydı. O zamana kadar görevi sadece Topkapı Sarayı'nda ve padişaha ait sur dışındaki dinlenme yerlerinde bulunan bahçelerin bakımıyla sınırlı olan bostancıbaşı ; artık Boğaz, Haliç, Marmara, Karadeniz ve Adalar'daki bütün mesirelerde, gezinti yerlerinde, çayırlarda ve ormanlarda düzenin sağlanmasından sorumlu hale gelmişti. 18. yüzyıl başlarına gelindiğinde bostancılar hem polis, hem de ahlak zabıtası olarak çalışmaya başlamışlardı...
Bir bostancı kendi yetkisine dayanarak belli bir bahçeye girişi sınırlayabilir veya kimi zaman, uygun bir bahşiş karşılığında, başka bir bahçeye girişi serbest bırakabilirdi. Genel ahlaki normları çiğnediğini düşündüğü kişileri hemen cezalandırabilir, örneğin "maazallah bir kayıkta bir arada şarkı söyleyen kadın ve erkeklere rastlarsa derhal kayıklarını batırırdı !.."
Sosyal faaliyet alanı genişledikçe, bu alanla ilgili düzenlemeler de yoğunlaştı. 18. yüzyılda devlet, gündelik yaşamla ilgili kısıtlayıcı kanunların uygulanmasını daha önce görülmemiş bir düzeye yükseltti. Kahvehaneleri aşıp bahçelere kadar uzandı. Yani sosyal ve siyasal kargaşaya yol açacağı düşünülen yerlerden, yaş ve cinsiyet gruplarının, sosyal ve mesleki grupların özgür bir şekilde birbirine karıştığı sosyalleşme alanlarına kadar yayıldı.. Tartışmanın doğası artık değişmişti. Gündelik yaşama ait düzenlemeler, anlamlı bir şekilde, sosyal yapıdaki değişim ve akışkanlığın herkesin gözü önünde sergilenmesini sağlayan kamusal kıyafetler ve bahçe eğlenceleri gibi göstergeleri hedef alıyordu..
Kimi zaman araba gezintileri ve sandal sefaları gibi sosyal faaliyet türlerine yasak kondu. Bazen de belli grupların belli bahçeleri ziyaret etmeleri yasaklandı. 1751 tarihli bir ferman, kadınların Üsküdar ve Beykoz'daki bazı bahçelere girişini yasaklıyordu. 1758'de 3. Mustafa'nın kızı Hibetullah Sultan'ın doğumunu kutlamak için düzenlenen şenlikler sırasında kadınların bahçe, mesire ve çarşılara bir kez daha yasaklanmıştı..
Bahçelerde haremlik-selamlık ayrımını uygulamak için özel düzenlemeler gerçekleştiriliyor ve bahçelerin belli alanları, günün belli vakitleri veya haftanın belli günleri kadınlara ayrılıyordu. Fransız gezgin Pertusier' ye göre, "Cuma ve Salı günleri, kendi isteklerine bağlı olarak, kadınların sosyal buluşmalarına, mesirelerdeki gezintilerine veya hamam ziyaretlerine ayrılıyordu."
Yine başka gözlemcilere göre, "İnsanlar gruplar halinde pikniğe gittiklerinde, aynı ailenin bireyleri bile, hiçbir zaman birbiriyle karşılıklı oturamıyordu..Kadınlar çeşmenin bir tarafında, erkeklerse diğer tarafında ağaçların altında toplanıyordu.." Osmanlı yetkilileri bu ayrımın sağlanmasının temin etmek için etkin bir şekilde çaba gösteriyorlardı..
Kamusal dinlenme-eğlence faaliyetleriyle ilgili düzenlemeler devam ettikçe, revaçta olan bahçelerin özel koşullarındaki kılık kıyafet ciddi bir endişe kaynağı haline geldi. Devlet daha önceden mevcut bulunan kılık kıyafet kanunlarını uygulamaya ve durmadan yeni düzenlemeleri yürürlüğe somaya başladı. Vakanüvis Küçük Çelebizade 1725 tarihli bir fermanı yorumlarken, özellikle Sadabad bahçelerinde, kadınların hem kıyafet hem de tavırları açısından sergiledikleri "utanmazlığa" duyduğu öfkeyi ifade ediyordu. Bu "utanmazlık" 1730'da Emine adlı günahkar bir kadının talihsiz kızının başına gelenler gibi korkunç sonuçlara yol açabilirdi. Kız güpegündüz denizde boğulmuştu !..Bazı muhafazakar ve tahrikçi kesim için epey memnun eden bir cezaydı bu.
1758'de çıkarılan yeni bir kılık kıyafet kanununun amacı, gayrimüslimlerin "Frenk tarzını" gitgide daha çok benimsemelerinin ve geleneksel olarak Müslümanlara özgü olan sarı ayakkabıları giymelerinin önüne geçmekti.
Kıyafet değişiklikliğinin hemen hemen hiç yaşanmadığı iki yüz yıllık bir dönemin ardından, kadınların ve erkeklerin dışarıda giydikleri kıyafetlerde birden gözle görülür değişiklikler meydana gelmeye başladı. Yabancı seyyah ve tüccarların bu dönemde yazdıkları, İstanbul'un orta sınıflarında yükselen bir moda bilincine tanıklık etmekte ve yeni kumaş ve renk beğenilerini ortaya koymaktadır. Örneğin elbiseler daha dekolte, yakalar daha genişti. Peçeler şeffaf ve gevşek hale gelmiş, başörtüleri abartılı bir şekil almıştı ve saçlar sıkı bir şekilde örtülmemekteydi. Bu yenilikler çağdaş gözlemcilerin dikkatinden kaçmıyordu. Mouredgea d'Ohsson'un yazdığına göre, "özellikle yaz aylarında hiçbir kadın, genellikle ince şile bezinden bir bluzu saymazsak, göğüslerini örtmüyordu."
19. yüzyılda, Avrupalıların "Tatlı Su Vadisi" dedikleri Sadabad, padişah ve maiyetinin burayı ziyareti sırasında "muhafızlar tarafından kapatılıyor ve hiçbir yabancının içeri girmesine izin verilmiyordu". Buna karşılık, "diğer zamanlarda piknik yapmaya gelen her sınıftan insana, bilhassa Pazar ve bayram günleri Rumlara açıktı."
3. Ahmed mehtaplı gecelerde kızı Fatma Sultanı da yanına alarak Sadabad'a geldiğinde, vezirsiz Sadabad sefası içine sinmemiş olmalı ki Nevşehirli' ye hemen bir pusula gönderir : "Benim vezirim, Sadabad'ın ay ışığı öyle bir dereceye gelmiştir ki, kalemle anlatmaya imkan yoktur. Bir gece gelip kalsanız çok münasip olur. Özel bir çadır kurdurdum. Kaptanıderyayı da alıp gelebilirsiniz, ya da onu İstanbul'da alakorsunuz..Bu gece Divan gecesidir, Çarşamba gecesi gelebilirsiniz. Demek isterim ki, siz bilirsiniz. Bundan daha gönül açıcı bir yer olmamak gerek.."
Evliya Çelebi ise şöyle anlatır Sadabad'ı : "Bütün çamaşır yıkayanlar gömlek ve sarıklarını buradaki derede yıkar. Sabun sürmeyin, iki defa da temizlenir. Derenin iki yakası çınar, kavak ve salkım söğütlerle süslüdür. Tatil günleri kayıklara binmiş nice bin ihtiyar ve sadık aşıklar bu sevinç diyarına gelip eğlenirler. Kimi canlar, dereye girip yüzerler. İki yandaki ağaçların kökleri su içinde balık ağına dönüşmüştür. Kimi canların ayağına o kökler takılır. 'Beni denizin sahibi tuttu' diye çığlığı basarak korkudan ölürler. Nice bin dilberler, soyulmuş pembe badem gibi nazlı bedenlerini mavi ibrişim futalara (peştemal türü) sarıp, balıklar gibi suya dalarlar. Saz ve sözün hesabı yoktur..."
Acaba "hasbahçe" ifadesindeki "has" sözcüğü 18. yüzyılda zaten "özel" anlamını taşıyor muydu, yoksa "hass u amm" ifadesindeki olduğu gibi sadece saraya ve elitlere ait konuları mı ifade ediyordu ?..
Bu bahçelerin konumlandırıldığı yerlere ve tercih edilen mimariye bakılırsa, saray buraları geniş halk yığınlarının görsel tüketimi için yapmış olmalıdır. Bu görkemli bahçelerin dış cephelerindeki alışılmadık ölçülerdeki açıklık, şeffaflık ve gösterişli müsriflik, o zamana dek rastlanmayan bir teşhirci eğilimi yansıtıyor ve Osmanlı saray geleneğinde önemli bir değişime işaret ediyordu...
Halktan kişilerin saray eğlencelerine bu şekilde katılması Osmanlı saray yaşamı tarihinde eşi görülmemiş bir durumdu. Bazıları, devletin bu tip etkinliklerle dikkatleri imparatorluğun gitgide kötüleşen durumundan başka bir yöne çekmeyi amaçladığına işaret etmekte muhtemelen haklıydı. Yine şüphe yok ki devlet bu tip babacan güç gösterileriyle sarayın halkın gözündeki imajını düzeltmeyi ve İstanbullulara imparatorluğun sarsılmaz gücünü ve zenginliğini onaylattırmayı amaçlıyordu...
Kaydol:
Yorumlar (Atom)
Hürriyet
KAYNAK OLARAK KULLANDIĞIM KİTAPLAR..
-------------------------------------------------------
1.DEVLET-İ ALİYYE.I...HALİL İNALCIK 2.OSMANLILAR..HALİL İNALCIK
3.İMP.'UN EN UZUN YÜZYILI..İLBER ORTAYLI
4.SON İMP. OSMANLI..İLBER ORTAYLI
5.TARİHİN IŞIĞINDA..İLBER ORTAYLI
6.OSM. TOPLUMUNDA AİLE..İLBER ORTAYLI
7.OSM.'YI YENİDEN KEŞFETMEK..İ.ORTAYLI
8.BATILILAŞMA YOLUNDA..İLBER ORTAYLI
9.OSMANLI TARİHİ..A.DE LAMARTINE
10.OSMANLI..CAROLİNE FİNKEL
11.OSM.İMP.TARİHİ..NICOLEA JORGA
12,BÜYÜK TÜRK..NICOLEA JORGA
13.YENİLMEZ TÜRK...NICOLEA JORGA
14.TÜRKİYE TARİHİ..ED.SİNA AKŞİN
15.OSM.DÜNYASI VE İNSANLARI..GÜLGÜN ÜÇEL
16.OSMANLI ORDUSU..GÜLGÜN ÜÇEL-AYBET
17,BU MÜLKÜN SULTANLARI..NECDET SAKAOĞLU 18.YENİÇERİLER..REŞAT EKREM KOÇU
19.SON PADİŞAH..YILMAZ ÇETİNER
20.SORULARLA OSM. ..ERHAN AFYONCU
21. SOKOLLU ...RADOVAN SAMARCIC
22. OSM.İMP.TARİHİ...A.CEVDET PAŞA
23. OSM.GERÇEĞİ..ERDOĞAN AYDIN
24. FATİH VE FETİH..ERDOĞAN AYDIN
25.KADINLAR SALTANATI..A.REFİK ALTINAY
26.DOĞU'YA BAKIŞ..GERALD MACLEAN
27.AT SIRTINDA ANADOLU..FREDERIC BURNABY
28.ABDÜLMECİD..HIFZI TOPUZ
29.ŞAH SULTAN ..İSKENDER PALA
30.FLORANSA BÜYÜCÜSÜ..S.RUSHDIE
31.TARİHİMİZLE YÜZLEŞMEK..EMRE KONGAR
32.PARİS'TE BİR OSM.SEFİRİ..ŞEVKET RADO
33.TARİHİN SAKLANAN YÜZÜ..ÇETİN ALTAN
34.OSM.İMP.'DA SON 300 YIL..ALAIN PALMER
35.KONSTANTİNİYYE..PHİLİP MANSELL
36.TÜRKİYE'NİN SİYASİ İNTİHARI..CENGİZ ÖZAKINCI
37.BU VATAN BÖYLE KURTULDU..EROL MÜTERCİMLER
38.16.YÜZYILDA İSTANBUL..METİN AND
39. ERKEN MODERN OSMANLILAR.. VIRGINIA H. AKSAN-DANIEL GOFFMAN
40."POPÜLER TARİH" VE "NTV TARİH " DERGİLERİ
41.İKİNCİ ADAM..Ş.SÜREYYA AYDEMİR
42.HAYAT..AYŞE KULİN
43.DEVRİM VE DEMOKRASİ..NUMAN ESİN
44.BİR NUMARALI TANIK..KURTUL ALTUĞ
45.İHTİLALİN MANTIĞI..Ş.S.AYDEMİR
46.KUTSAL İSYAN...HASAN İZZETTİN DİNAMO
47.KUTSAL BARIŞ...HASAN İZZETTİN DİNAMO
48.ÇÖL KRALİÇESİ...JANET WALLACH
49.YÖNETMENLER,FİLMLER,ÜLKELER..A.DORSAY
50.AY HIRSIZI...SUNAY AKIN
51.ONLAR HEP ORADAYDI...SUNAY AKIN
52.KULE CANBAZI...SUNAY AKIN
53.LÜZUMSUZ BİLGİLER ANSİKLOPEDİSİ..TAMER KORUGAN
54.PRENS..NİCCOLO MACHİAVELLİ
55.İSTANBUL'DA BİR ZÜRAFA..SUNAY AKIN
56.KIZ KULESİNDEKİ KIZILDERİLİ..S.AKIN
57.AH BEYOĞLU,VAH BEYOĞLU..SALAH BİRSEL
58.İSTANBUL-PARİS..SALAH BİRSEL
59.YAVUZ'UN KÜPESİ..ERHAN AFYONCU
60.OSMANLI PADİŞAHLARININ HAYAT HİKAYELERİ...YILMAZ ÖZTUNA
61.BİZİM DİPLOMATLAR..BİLAL N.ŞİMŞİR
62.KİM VAR İMİŞ BİZ BURADA YOĞ İKEN..CEMAL KAFADAR
63.RÜZGARIN GÖLGESİ..CARLOS RUIZ ZAFON
64.MELEĞİN OYUNU..CARLOS RUIZ ZAFON
65.ORTA DOĞU..TAYYAR ARI
66.ABD-ORTA DOĞU-TÜRKİYE..HALUK GERGER
67.ORTA DOĞU.. BERNARD LEWIS
68.ON BİR CUMHURBAŞKANI ON BİR ÖYKÜ.. CÜNEYT ARCAYÜREK
69.ÖFKELİ YILLAR...ALTAN ÖYMEN
70.ATATÜRK'TEN SONRA BUGÜNLERE NASIL GELDİK ?..CÜNEYT ARCAYÜREK
71.ÇANKAYA...CÜNEYT ARCAYÜREK
72.DEMOKRASİNİN İLK YILLARI..C.ARCAYÜREK
73.YENİ İKTİDAR,YENİ DÖNEM..C.ARCAYÜREK
74.BİR İKTİDAR,BİR İHTİLAL..C.ARCAYÜREK
75.NEREDEYSE BİR BALİNA..STEVE JONES
76.MOSSAD GİZLİ TARİHİ...GORDON THOMAS
77.BARIŞA SON VEREN BARIŞ...DAVID FROMKIN
78.SULARIN GETİRDİĞİ PADİŞAH..CAHİT ÜLKÜ
79.TANK SESİYLE UYANMAK..HASAN CEMAL
80.BİR MANİNİZ YOKSA.. ...AYFER TUNÇ
81.ALATURKAFRANKA..ERCAN ÇİTLİOĞLU
82.SUÇUMUZ MÜKEMMEL OLMAK..S.DUMAN
83.DARBE...STEPHEN KINZER
84.ÖZAL HİKAYESİ..HASAN CEMAL
85.TURGUT NEREDEN KOŞUYOR ? ..E.ÇÖLAŞAN
86.YEDİ TEPE ANADOLU...ALİ CANİP OLGUNLU
87."K", "DERBEDER BİR KAHİN"...CANSU YILMAZÇELİK
88.LATİFE HANIM...İPEK ÇALIŞLAR
89."K",YIKIK BİR SARAYDIR DÜNYA..PERİHAN ÖZCAN
90.BEYAZ PERDEDE KIRMIZI FİLMLER.. ATİLLA DORSAY
91.TEK ADAM..Ş.SÜREYYA AYDEMİR
92.DAHİLER VE AŞKLARI...ÖZCAN ERDOĞAN
93.HAYATIM KİTAP..YAŞAR AKSOY
94.BOĞAZİÇİ ŞINGIR MINGIR..SALAH BİRSEL
95.BİR EKONOMİK TETİKÇİNİN İTİRAFLARI...JOHN PERKİNS
96.CUMHURİYET TARİHİ YALANLARI 1. VE 2. CİLT...SİNAN MEYDAN
97. KOMPLO TEORİLERİ..EROL MÜTERCİMLER
98.ÖNCE KADINLAR VE ÇOCUKLAR..SUNAY AKIN
99.BİR ÇİFT AYAKKABI..SUNAY AKIN
100. BENİM CUMHURİYET'İM..EMİNE UŞAKLIGİL
101.DARAĞACINDA ÜÇ FİDAN..NİHAT BEHRAM
102.NEREYE..CAN DÜNDAR
103.İSTANBUL'DAN SAYFALAR..İLBER ORTAYLI
104.BİZİM İZMİRİMİZ..MELİH GÜRSOY
105.GİZLENEN TARİH..BRİAN HAUGHTON
106.BERGAMA DÜŞLERİMİN ŞEHRİ,İZMİR SEVDAM..SELAHATTİN TURAL
107.GÖLGEDEKİLER..CAN DÜNDAR
108.KIRMIZI BİSİKLET..CAN DÜNDAR
109.YAKAMDAKİ YÜZLER..CAN DÜNDAR
110.GEÇMİŞ AYRINTIDA SAKLIDIR..CEMİL KOÇAK