Sayfalar

948 ) DEVLETİN TAKIMI : ALTINORDU !..



Galatasaray Kulübü'nün (Üstte, 1910-11 kadrosu) futbolda ilk şampiyonluğu kazanması sonrasında kulüp içinde birtakım huzursuzluklar baş göstermişti.
Bir sosyalleşme aracı olarak sporun, özellikle de futbolun örgütlenmek için önemli bir mecra olduğunu keşfeden ilk siyasi örgüt İttihat Terakki Cemiyeti idi. Bu amaçla Galatasaray’la temasa geçen İttihatçılar gerek kulübün fahri başkanı Tevfik Fikret’in cemiyete soğuk durması, gerekse de Mekteb-i Sultani’nin Saray’dan himaye görmesi nedeniyle Galatasaray’da fazla örgütlenemediler. Okul öğrencileri içinde İttihatçılara yakın olanlar olduğu gibi, kulübün herhangi siyasal bir oluşuma yakın olmaması bağımsızlığını korumasını düşünenler de mevcuttu. Ancak hem dönemin siyasal koşulları, hem de Fenerbahçe Kulübü'nün siyasal erkin sunduğu imkânlardan yararlanmak suretiyle gösterdiği gelişme (altta Şehzade Ömer Faruk Efendi ile), bir kısım Galatasaraylıyı da benzer yol ve yöntemleri izleme tercihine çekiyordu.. Galatasaray’da bu dönemde İttihatçı olarak bilinen en belirgin isimler Dr. Hamit Hüsnü Bey’le, Raşitoğlu Aydın Bey’di. Galatasaray’da kalıcı olamayan Dr. Hamit Hüsnü Bey, Fenerbahçe’ye geçti. Raşitoğlu Aydın Bey ise Ali Sami (Yen) Bey’in, futbol takımında Türk çocuklarından daha çok Slav kökenlilere (Karadağlı, Sırp, Bulgar, vb.) görev verdiği gerekçesiyle Galatasaray’dan ayrılıp Progress'i kurdu. Bunun gelişmesi de şöyle oldu..



Siyasal gerekçelere bağlı olarak ortaya çıkan çatlak, Galatasaray'ın 1911 yılında yurt dışına yaptığı ilk futbol turnesinin dönüşünde kırılarak ayrılığa dönüşmüştü. Bu gezide neler yaşandığı bilinmese de, "ikinci tim" olarak adlandırılan takımda yer alanların isyan bayrağını açtıkları anlaşılmaktadır. Politik görüş farklılıkları da söz konusu olmakla beraber, muhtemelen birinci takıma giremiyor olmaları bu gençlerin Galatasaray'dan ayrılarak yeni bir takım oluşturmasında etken olmuştu. Bu isyanın sonunda Aydınoğlu Raşit Bey'in başını çektiği grup, Galatasaray'dan ayrılarak "Progress" (ilerleme / terakki) adıyla yeni bir kulüp oluşturacaktı. 
Kuruluş günlerinde gayrimüslimleri de bünyesinde barındıran, dolayısıyla kozmopolit bir görünüm veren Progress, 1911-12 sezonundan itibaren Pazar Ligi'nde oynamaya başlamıştı. Lige katıldığı ilk sezonda en büyük rakipleri olarak gördüğü Galatasaray ve Fenerbahçe ile centilmence bir mücadele verdiği görülen Progress'in 1914 yılında büyük bir dönüşüm yaşadığı gözlemlenecekti. Birinci Dünya Savaşı'nın başladığı günlerde kongresini toplayan kulüp, birtakım önemli kararlar alıyordu. Değişikliklerin başında, kulübün adının Türkçe olması geliyordu. "Progress" adı yerine Türklerin kökenlerinin bulunduğu Orta Asya'yı yani "anavatan"ı işaret eden bir ismin konması kararlaştırılmıştı : Altınordu..

    

Kulübün renkleri de "kan" ve "çelik"i yansıtmak üzere kırmızı-mavi olarak yenileniyordu. Nihayet, o güne kadar kulüpte oyuncu ve idareci olarak yer alan gayrimüslimler tasfiye edilecekti. Türklerin kurduğu ve ayakta tuttuğu bir kulüpte ancak Türklere yer olabileceği görüşüyle bu karar alınmıştı. İttihatçılar ile arası iyi olan Aydınoğlu Raşit Bey kulübün başkanlığına gelirken Sadrazam Talat Paşa (üstte sağda) Altınordu Kulübü'nün fahri başkanı olmuştu. Bu, o güne değin örneğine rastlanmamış bir şeydi. Bu denli üst düzey bir devlet makamı sahibinin bir takımın fahri bile olsa yöneticiliğini üstlenmesi olağanüstü bir gelişmeydi. Üstelik bu başkanlığın fahri düzeyde kalmadığı, asli bir nitelik taşıdığı da görülecekti..
Bu yıllarda Altınordu (üstte solda) ile Fenerbahçe arasında yıkıcı bir mücadele başladı. Talat Paşa'nın Sadrazam rütbesiyle Altınordu Kulübü'nde yer aldığı bu dönemde Fenerbahçe'nin başına sırasıyla Nafia Nazırı Hulûsi Bey, Sabri (Toprak) Bey ve Maarif Nazırı Doktor Nâzım Bey (1926'da İzmir Suikastı Davasında idam edildi) geçecekti..
İttihatçıların sivil kanadı Fenerbahçe bünyesinde toplanırken, askerî kanat doğrudan doğruya Altınordu Kulübü bünyesinde yer almaktaydı. Bir yanda devletin resmî propaganda takımı hüviyetindeki Altınordu, öte yandaysa siyasetin içinden gelen yöneticilerinin de katkısıyla kitlelerle iyi bir etkileşim kuran Fenerbahçe vardı. Siyaset sahnesindeki parti içi hizip mücadelesi futbol sahalarına taşınıyordu. Gelişmeleri büyük bir tedirginlik içinde izlemekte olan Galatasaraylılar da, fazla zaman kaybetmeksizin kendilerine koruyucu bir başkan bulmakta gecikmediler. Galatasaray'ın fahri başkanı da sonraki yıllarda Roma'da Ermeni komitacılar tarafından öldürülecek olan, eski sadrazam Sait Halim Paşa olacaktı (altta solda ve sağda, eli bastonlu)..

İlgili resim   

Lig mücadelesinde ilk olarak Galatasaray'ı yenen Altınordu, 2 Şubat 1914 günü Fenerbahçe ile oynadı. İlk yarıda Fenerbahçe meşhur sağ açığı Miço'nun ayağından bir gol kazanarak öne geçmişti. Bu golün hemen sonrasında Altınordu takımının oyuncularından Sedat Rıza'nın Miço'ya tokat atması ve Fenerbahçeli oyuncuların da arkadaşlarını müdafaa etmeleri üzerine olaylar çıkmıştı. Olaylı maç Fenerbahçe'nin 2-0 galibiyeti ile sona ermişti. Ancak tartışma sona ermemiş ve ertesi gün iktidar yanlısı gazeteler Fenerbahçelilerin Miço'yu korumalarını eleştirerek, yaşananları "milli bir mesele" olarak ele almışlardı. Futbol sahalarında durumun sportif mücadelenin boyutlarını aşarak, dönemin siyasal atmosferinin etkisine girmiş olduğu açıktı..
Altınordu ile Fenerbahçe arasında başlayan gerilimli mücadele, elbette bu noktada kalmayacaktı. İttihatçıların hem doğrudan kendi takımları olarak gördükleri Altınordu'nun başarısı için hem de Fenerbahçe bünyesinde toplanan diğer hizbin "defterini dürmek" için başka girişimlerde bulunacakları, beklenen bir gelişmeydi. Fenerbahçe camiasının endişeyle beklediği hamle gelmekte gecikmeyecekti. Fenerbahçe'nin önemli futbolcularından "Otomobil" lakaplı Nuri'nin aklı, Altınorduluların cazip transfer teklifiyle çelinmişti. Otomobil Nuri, "transfer"e pek alışık olunmayan o zamanda, kendisiyle beraber takımdaki altı arkadaşını daha Altınordu'ya götürecekti. Bir anda yedi önemli oyuncusunu kaybeden Fenerbahçe sarsıntıya uğrarken, Altınordu da bir anda en güçlü takım haline gelmiş ve iki sezon, 1916-17 ile 1917-18 sezonları, üst üste şampiyon olmuştu.. 
"Devletin takımı" olması dolayısıyla Altınordu'nun oyuncuları o savaş günlerinin yokluklarla dolu günlerinde ne para sıkıntısı çekmişler ne de malzeme bulma konusunda herhangi bir problem yaşamışlardı. Hatta rakip takımların oyuncuları askere alınarak cephelere gönderilirken, Altınordulular bundan muaf tutulmuştu... Altınordu Kulübü, bu avantajlarla birkaç yıl liglerde rakipsiz kalacaktı. Ancak İttihat ve Terakki'nin iktidardan düşmesine paralel olarak, o da gücünden çok şey kaybedecekti. Önce ikinci kümeye düşecek, sonrasında da ikiye bölünecekti. Nihayetinde, bir zamanlar yok etmek için var gücü ile mücadele ettiği Fenerbahçe'ye katılarak tarihe karışacaktı.. 



MEHMET ALİ GÖKAÇTI'NIN "BİZİM İÇİN OYNA / TÜRKİYE'DE FUTBOL VE SİYASET" ADLI KİTABINDAN DERLENMİŞ BİR YAZIDIR..





947 ) DAMAT !...



Ahmet Reşit Rey (1870-1956) ; 1888'de Mülkiye Mektebini bitirdikten sonra 1890'da üçüncü katip olarak girdiği Mabeyin Başkitabeti'nde on dört yıl çalıştı. "İmparatorluğun Son Döneminde Gördüklerim Yaptıklarım, 1890-1922" adlı kitabında Damat Ferid Paşa ile ilgili şunları aktarmış..

damat ferit paşa ile ilgili görsel sonucu

Padişahın (Vahdeddin) gözünde eniştesinin (Padişahın dul kız kardeşi Mediha Sultan'ın kocası Damat Ferid) iktidara gelmesi bir taraftan İngiltere'nin desteğini temin edecek, diğer taraftan da kendisini hâlâ korkutan İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin olması muhtemel zararlarını yok edecek ve nihayet veliahdın (Abdülmecid Efendi) teşebbüslerini sonuçsuz bırakacak hayırlı bir hadiseydi. Ne çare ki Damat Ferid Paşa bir Donkişot, fakat iyi niyet ve şefkat hislerinden tamamen mahrum bir Donkişot oldu. İttihat ve Terakki'yi cezalandırma vaadi, siyasal açıdan hiçbir önemi olmayan bir adamı idama mahkûm ettirdi. Onun da cenaze merasiminde hem bu hükmü, hem de hükümeti kınayan bir gösteri yapılmasına meydan vermekten başka bir şey yapamadı. Bu zayıflığı ve eksikliği telafi etmek için sadrazamın kaçınılmaz gibi gösterdiği lüzum üzerine İstanbul İngiliz askerî idaresi marifetiyle İttihat ve Terakki Cemiyeti arasında isimleri anılmış önemli kişilerden birkaçı sorgusuz sualsiz evlerinden toplanarak Malta'ya sürüldü.  Bu suretle Ferid Paşa, kendi zannınca saltanatın yapamadığını yapmış ve padişahın endişesini de güya gidermiş oldu. Fakat o endişenin daha sonra da devam etmiş olması, İngiltere'ye yüklenen bu zorlayıcı muamelenin maksadı tamamıyla temin edemediğini anlatmıştır..

damat ferit paşa ile ilgili görsel sonucu

İstanbul böylece artan garipliklerle meşgulken, sulh şartları görüşülmek üzere bir Türk murahhas heyetinin Paris'e gelmesi oradaki Dörtler Meclisi tarafından talep edilmiş ve heyet bu suretle Paris'e gelmişti. Sonradan işitildiğine göre, padişahın Yıldız'a nakli Damat Ferid Paşa'nın tavsiye ettiği korunma tedbirlerinden olduğu halde heyetin Paris'e hareketinden sonra zat-ı şahaneye mahsus yatak odasının altında yangın çıkması, padişahı oldukça endişelendirmiş. Sadrazam İstanbul'a gelince, bu tehlikenin şüphesiz bir suikast eseri olduğunu, ancak kendisinin yokluğundan istifadeyle yapılabildiğini söylemiş. Bu işte veliahdın parmağı varsa da ispatı zor olduğu için sessizlikle geçiştirilmesiyle ve fakat veliahdın sıkı gözlem altında tutulup her türlü tedbirin alınmasıyla -kendisi taht-ı hümayunun muhafızı oldukça- böyle uğursuzlukların olmasına imkân verilmeyeceğini temin etmiş. Varlığının ne kadar gerekli olduğunu padişaha ispatla siyasi konumunu güçlendirmiş olduğu da güvenilir kişilerden işitildi..

ingiliz robert frew-damat ferid ile ilgili görsel sonucu     

Robert (Rahip) Frew (İngiliz istihbaratından, üstte sağda) takımı da bu fırsattan istifade padişah sarayına daha fazla sokularak İngiltere devletinin Ferid Paşa'ya tam güveni olduğunu, zamanı geldiğinde bunun sonuçlarının görüleceğini, daha birtakım boş ümitlerle birlikte arz etmekten çekinmediler. Ferid Paşa da veliaht sarayının etrafına bir casus şebekesi yerleştirmek, bir yere gittiğinde takip ettirmek gibi klasik tedbirlere aşırı derecede itina etmekten geri durmadı..
Frew'nun nasihati üzere bir taraftan da kendi kendine zat-ı şahaneye vermekte olduğu teminat arasında ölçüyü kaybeden sadrazam, yine Tevfik Paşa'dan işittiğime göre, bir gün İngiltere hükümetinin Türkiye'ye beş milyon lira borç vermeyi kabul ettiğini padişaha arz etmiş. Bundan bir iki gün sonra da Tevfik Paşa'nın, Mr. Adam Block tarafından kendisine verilecek hususi bir çay ziyafetinde, İstanbul'daki İngiliz temsilcisi Amiral De Robeck'le görüşeceğini padişaha söylemesi üzerine zat-ı şahane de İngiltere hükümetinin böyle mühim bir miktarı borç vermeyi kabul etmesinden dolayı amirale memnuniyetini özel olarak iletmesi için Tevfik Paşa'yı görevlendirmiş. Tevfik Paşa amirale bu iradeyi tebliğ edince amiral hayretler içinde kalmış :
"Böyle bir şeyin katiyen aslı ve esası yoktur. Sadrazam bana, bir gün, İngiltere'de bir borç anlaşması imzasından bahsetmesi üzerine bu fikrin icrasına halen imkân bulunamayacağını zemininde cevap verdiğimi, kendisinin yine ısrarla, 'Bir defa hükümetinize yazsanız' demesine karşı da, 'İngiltere ile henüz mütareke halinde bulunan bir devlete borç vermeyi hükümetime teklif edecek olursam bana ne gözle bakarlar' demiş olduğumu zat-ı şahaneye arz etmenizi önemle rica ederim. Aramızda halen münasebet olmadığı için bu rivayeti bizzat yalanlamaya muktedir olmadığımdan lütfunuza müracaat ediyorum" demiş..  Tevfik Paşa da bunu olduğu gibi arz etmiş. O zaman Padişah, "Demek ya sadrazam yalan söylüyor, ya İngiliz mümessili ?" deyince Tevfik Paşa, "Sadrazam yalan söyler mi, söylemez mi bilmem ; fakat İngiliz mümessili amiralin böyle bir yalanı söylemeyeceğine eminim," sözüyle karşılık vermiş..
İnsan hususi bir işinde bu derece açık bir yalanla kendisini aldatmaya çalışan bir müstahdemini bile hiç olmazsa yanından uzaklaştırır. Padişah böyle fahiş bir yalanla kendisini mühim bir meselede çocuk gibi aldatmaya cüret eden lalasını gizlice ikaz etti mi, bilmem. Fakat yanından ayırmadı. Çünkü o bekçilik olmasa bir taraftan veliahdın entrikaları, bir taraftan da Anadolu'da canlanan İttihatçıların (!) İstanbul'daki şubelerinin teşebbüsleri önünde hayatının tehlikede kalacağına inanıyordu ! İnsanın zihni bir defa korku ve vehimle doğru yoldan ayrıldı mı, artık o korkuyla ilgili olan şeyler için onda mantık aramak boşa yorgunluk oluyor..

damat ferit paşa ile ilgili görsel sonucu

Ferid Paşa içeride ve dışarıda kötü etkiler bırakan bu münasebetsizliklerini padişaha unutturmak için bir veliaht meselesi icat ederek Mecid Efendi'nin sarayını kara tarafından dikenli tellerle, deniz tarafından da Türk ve İngiliz polislerine ait motor ve sandallarla kuşattırmış. Bu muameleden üzülen veliahdın oğlu Şehzade Faruk Efendi bizim eve geldi. Olayı anlattı ve babası tarafından benimle görüşmek için emir aldığını söyleyerek, "ne yapılmak lazım geleceğini" sordu.
"Madem ki İngiliz polis motorları da işe akrışmış, İngiltere Sefareti'ne gidip bu müdahaleyi protesto ediniz !" dedim..
Bir taraftan da oldukça düzgün Türkçe konuşarak, o zaman İstanbul'da bulunan hemen bütün Türk ileri gelenleriyle görüşen Intelligence Service'e mensup Yüzbaşı Bennett'i davet ettim, geldi.
Yapılan muamelenin gayet çirkin olduğunu ve yalnız İstanbul halkında değil, şayet duyulursa, bütün Türklerde kötü etki yaratacağını anlattıktan sonra İngiliz polisinin bu yanlış hareketini hemen düzeltmesi lüzumunda ısrar ettim. Sözümü dinlerken haklı bulmuştu, akşamüstü tekrar geldi. İngiliz deniz polisinin derhal geri alındığını ve kendisi bizzat veliahdın sarayına giderek dikenli tel hattını kırdırıp attırdığını, veliahdı da görerek tatmin ettiğini ve yapılan münasebetsizlikten eser kalmadığını söyledi. Ben de teşekkür ettim. Ancak bu neticeye benim müdahalemden çok, şehzadenin sefaretteki teşebbüsünün sonucu olarak baktım, çünkü Mr. Bennett yukarıdan güçlü bir emir almadıkça sadrazamın ve arkadaşlarının tertiplerini kendi kendine altüst edemezdi..

ahmet reşit rey ile ilgili görsel sonucu

946 ) ÖLÜ BEDENİN İŞLENMESİ : MUMYALAMA !..

eski mısırlılarda mumyalama ile ilgili görsel sonucu

Bir beden mezara konmadan önce yapılması gereken çok şey vardı çünkü Mısırlılar çürümeden korkuyordu. Bu sadece bir titizlik meselesi değildi. İnançlarına göre eğer beden bozulmadan kalamazsa ruh acıya katlanamazdı. Hanedanlık öncesi zamanlarda, bedenler doğrudan çölün kavuran kumu içine konulurdu ve doğal olarak mumyalanırdı. Şimdi ise firavunlar göz kamaştırıcılıklarının bedelini ödüyordu. Kuru çöl topraklarından çıkarılıp bir piramit veya anıt mezara yerleştirilen bedenler başka herhangi bir yerde de olacağı gibi parçalandı. Firavunlar muhteşem anıtlarından vazgeçmek konusunda isteksizdi ve böylece mumyalama sanatı ortaya çıktı...
Mısır'ın mumyalama işi nitelikli bir teknikle yapılan ve uygulayıcıların nesiller boyu hanedanlıkları aracılığıyla sırlarını aktaran mistik bir ritüeldir Yazılı Mısır anlatımlarının yokluğunda, firavunların birkaç yüzyıldır azaldığı zamanlarda, Mısır'ı ziyaret eden Herodot ve Diodorus Siculus gibi eski yabancı tarihçilerin ifadesine dayanmak zorunda kalıyoruz. Buna rağmen söyledikleri kimyasal analizle doğrulanıyor gibi görünüyor. Belki de dehşetle karışık bir hayranlıkla gördüklerini detaylarıyla açıkladılar. Herodot'un notu : "Bu onların yöntemi."

İlgili resim

"Mumyalamanın mükemmel olması için her şeyden önce, burun deliklerinden bir demir kanca kullanarak beyni çekerler (altta sağda). Ellerinden gelen her şeyi çıkardıklarında, kalıntıları ilaç aşılaması yoluyla yıkarlar. Sonra, keskin bir obsidyen taş kullanarak böğür boyunca keserler. Böylece karnındaki her şeyi çıkarırlar. Daha sonra karın temizlenir, palmiye şarabı ile durulanır ve arkasından tekrardan bu sefer tütsülenerek değil tozlu baharatlar ile durulanır ve dikilir. Ve bunu yapınca vücudu yetmiş günlüğüne, daha fazla değil, natron (bir dehidrasyon tuzu) ile yüklemiş olurlar ve mumya meydana getirilir. Yetmiş gün geçtikten sonra da bedeni yıkar ve reçine ile kaplanmış en iyi keten sargı bandajlarıyla baştan aşağıya sararlar.."

eski mısırlılarda mumyalama ile ilgili görsel sonucu   eski mısırlılarda mumyalama ile ilgili görsel sonucu

Diodorus Siculus, bedenin işlenmesinde alternatif bir yöntem anlatmaktadır :
"Biri elini vücudun yarasından göğsüne doğru sokar ve böbrekler ile kalp dışındaki her şeyi çıkarır. Bir başka adam bağırsakları temizler, palm şarabı ve tütsü ile yıkar. Sonunda, bütün cesedi yıkadıktan sonra, otuz gün boyunca ilk önce sedir yağı ve diğer şeyleri sonra da mür, tarçın ve baharatları vücut üzerine özenle uygularlar.."

eski mısırlılarda mumyalama ile ilgili görsel sonucu

Mısır'daki mumyalama işleminin azametli olduğu günlerde, beyni çeken uzun kanca demirden değil bronzdan yapılmış olurdu ; bunun dışında mumyalama işlemleriyle ilgili diğer açıklamalar oldukça ikna ediciydi. Organlar çıkarılır ; akciğerler, karaciğer, mide ve bağırsaklar "kanoptik kavanoz" (üstte) olarak adlandırılan özel kaplara yerleştirilirdi. Bunların dekoratif tıpaları vardı ve genelde Horus'un dört oğlu biçimini alıyorlardı : Bir insan, bir şahin, bir çakal ve bir Habeş maymunu.. Bandajlanmadan önce, vücudun "doldurulmuş" olması gerekir, karın boşluğu bez veya talaş ile doldurulurdu..
Keten bandajlar kat kat uygulanırdı. Her birinin arasına iyi şanslar totemi konulurdu. Hepsi 368 metrekareye kadar birçok katmandan oluşurdu. Bağlama işlemi genellikle on beş gün sürerdi. Bittiğinde, biten mumya basit bir örtüyle sarılırdı. İtina ile boyanmış bir ölüm maskesi, daha sonra mumyaya bir insan yüzü vermek için mumyanın kafasına takılırdı. Büyük Firavun'un ölüm maskesi, altın ve değerli taşlardan yapılmıştı muhtemelen. Mumya kabaca insan şeklindeki bir ahşap tabutun içine yerleştirilir, içte ve dışta dekoratif motifler ve sihirli takılarla süslenirdi. Yine bilhassa zengin bir yönetici, Rus bebekleri gibi birbiri içine yerleştirilmiş tabutlar içine gömülebilirdi (altta)..

eski mısırlılarda mumyalama ile ilgili görsel sonucu

Ancak bütün bu hazırlıklar oldukça titiz bir ayrıntıyla yapıldığında cenaze töreni hakkında plan yapmak mümkün olurdu. Mısır devletinin Firavun ölüm kültünü yalnızca ritüel hayatının ana dayanağı değil, ekonomisinin motoru haline getirdiği göz önüne alındığında, bu hayal edilebileceği gibi büyük bir fırsattı. Rahipler ve üst düzey görevliler, aile üyeleri ve diğer yas tutanların katıldığı cenaze töreni Thebes'ten yola çıkacaktı. Firavunun mumyalanmış cesedi muhteşem bir cenaze töreniyle bir dizi hizmetçi tarafından taşınarak tahta bir kızak üzerinde nehre doğru götürüldü. Orada başka bir kızağa bindirilmeden önce geçişi yapmak için bir tekneye nakledildi. Beden son dinlenme yerinin eşiğine geldiğinde törensel danslar yapılır, dualar söylenir veya büyüler yapılırdı. Tüm bunlar daha sonra yeniden uyanma hazırlıkları için özellikle bedenin farklı bölümlerine yöneltilirdi. Bu aşama "Ağız Açma" ile sonuçlanırdı : Ağza dokunularak ruhun öbür dünyada konuşup nefes alabilmesi için büyüler yapılırdı.. Bu formalite bittikten sonra ceset taş lahit içine yerleştirilir ve yeniden doğuşunu beklemek için mezara sevk edilirdi. Mezarda çoğu kez bol miktarda eşya olurdu. Bunların arasında yeniden doğmadan ruhunu sürdürmek için gereken yiyecek ve içecek olurdu ; Tutankhamun'un mezarında pişmiş et ve ekmekle birlikte, 100'den fazla meyve sepeti ve 40 kavanoz şarap vardı. Belirli operasyonlar için donatılmış şabitler, model refakatçiler vardı ; bunlar, tarım emekçileri ve öküzleriyle köylüler ve kadın hizmetkârlardı..

ölümün tarihi ile ilgili görsel sonucu

MİCHAEL KERRİGAN'IN "ÖLÜMÜN TARİHİ" ADLI KİTABINDAN DERLENMİŞ BİR YAZIDIR.. 
       

945 ) EFSANELERE KURBAN EDİLEN ÇANAKKALE SAVAŞI !...

    

Bugün elimize ulaşabilen Çanakkale gazilerine ait altmış civarında ses kaydı bulunmaktadır. Onların anlattıkları gerçekler, sonradan uydurulan mitlere, efsanelere, hikâyelere nazaran çok daha az bilinir..
Cephede sağ kalmayı başarmış, hikâyenin asıl kahramanları genellikle unutulmuş, sonradan ortaya atılan efsane ve uydurmalar ise popüler olmuştur. Örneğin "Gönüllü Bombacı / On beş yaşındaki Ali Reşad Çavuş" efsanesi..
Bu efsanenin nasıl doğduğu tam olarak bilinemese de, çıkış noktası savaş sırasında gerçekleşen bir Alman propagandasıdır. "Berliner Illustrirte Zeitung" gazetesinin 22 Ağustos 1915'te çıkan "Çanakkale Özel" sayısının (No.34) 9. sayfasında "Türk ordusunun en genç çavuşu 15 yaşındaki Ali Reşad" başlığıyla yayımlanan fotoğraf ve haber, büyük ihtimalle efsanenin kaynağıdır. Propagandadan öte tarafı olmayan resim, yıllarca maalesef Genelkurmay dahil birçok resmî ve sivil kuruluş tarafından ciddiye alınarak kullanılmıştır, kullanılmaktadır (üstte solda)..
Bir de, meşhur türküde adı geçen "On beşliler" vardır. Fakat bunlar, on  beş yaşındaki gençleri değil, 1315 (1897) doğumluları işaret etmektedir ki, bu da onların 18 yaşında silah altına alındığına işaret eder. "Çanakkale'de Savaşan Lise Öğrencileri" olarak yayınlarda sıkça kullanılan bu kare (üstte sağda), aslında 1920'li yıllara ait bir geçit törenini gösteriyor..
İşin gerçeğine bakılırsa, Çanakkale'de "çocuk asker" yoktur. Bu tür yalanlara ise hiç ihtiyacımız yoktur..  

     

Çanakkale ile ilgili duygu sömürüsü yapan "açlık efsanesi" için kaynak gösterilen, 15 Haziran 1917 tarihli, 43. Piyade Alayı I. Tabur, I.Bölük Yemek Listesi'dir. Bu liste 1917 yılına ve Irak cephesine ait olmasına rağmen birileri tarafından Çanakkale Savaşı'ndaki iaşe listesi diye bağdaştırılmış ve meşhur olmuştur. Alanda kılavuzluk ya da rehberlik yapanların ellerinde dolaştırdığı, dahası milyonlarca kişinin izlediği dizilerde ajitasyon için kullanılan bir listedir (üstte solda)... 
Çanakkale Cephesi, 9 Ocak 1916'da kapanmıştı. Daha önce, #tarih dergisinin 2017 Nisan sayısında günlüğünden kesitler vererek hikâyesini anlattığımız Mehmed Raşid Moralı (üstte sağda), günlüğünde limonatadan kahveye, taze peynirden sıcak kakaoya kadar birçok yiyeceğe ulaşabildiklerini yazmıştır. Her şey bir yana birçok subay hatta meşhur 27. Alay komutanı Yarbay Şefik (Aker) Bey dahi hatıralarında konserve çorba dahil birçok yemek verildiğinden bahseder. Ayrıca Çanakkale cephesinin iaşesinin eksik olmaması için İzmir'de konserve fabrikası da kurulmuştur. Şefik Bey'in bahsettiği çorbalar ve diğer konserve ürünler bu fabrikada üretilmiştir. Yine belgelere göre zaman zaman günde 250 gr et ve her gün 800 gr ekmek verilebiliyordu...
Gelelim en meşhur efsaneye.. Çanakkale'de harp sahasını ve şehitlikleri gezmek isteyenlerin en gencinden en yaşlısına kadar hemen hepsi muhakkak "Seyit Onbaşı"nın adını anar ve görev yaptığı Mecidiye Tabyası'nı ve hemen kıyıdaki top top mermisini kaldırırken tasvir edilmiş heykelini görmek ister (altta)...
  
İlgili resim

Seyit Onbaşı aslında bir ikmal eriydi ve görevi yalnızca top atışlarının devam edebilmesi için cephane sağlamaktı. 
Bir tabyada bulunan topun doğru bir şekilde ve seri olarak çalışabilmesi için 20 ile 28 arasında görevli askere ihtiyaç vardır. Bu askerlerin bir kısmı cephaneyi sağlamak üzere çalışır, bir kısmı da topun teknik mekanizmasından sorumlu ustalar ve atış için gerekli açı ve hesaplamaları yapan subaylardır. Yani topun ateşlenmesi için teknik bilgi sahibi olan kişiler, işte bu tahsilli subaylardır ; zira bu hesapları yapabilmek mühendislik düzeyinde matematik ve fizik bilgileri gerektirir. 18 Mart günü isabet alan Mecidiye tabyasındaki Seyit Onbaşı, top mermisini sırtlayarak arkadaşlarıyla birlikte vinci bozulan topa taşımıştır. "Arkadaşlarıyla birlikte" diyoruz, çünkü Genelkurmay ATASE Daire Başkanlığı'nın 2015'de yayımladığı ATASE Arşivinden seçilmiş "Çanakkale Deniz Savaşına Ait Belgeler" adlı eserde, 18 Mart günü gösterdikleri yararlılıklar nedeniyle Seyit Onbaşı ile birlikte aynı nedenden (190 ile 215 kiloluk mermileri taşımak) taltif edilen başka askerler de bulunmaktadır.. 
Elbette Seyit Onbaşı'nın bu deni öne çıkmasının asıl nedeni, dönemin Harp Mecmuası'nda (altta) yayımlanan fotoğrafıydı. Yine Yüzbaşı Hilmi Bey bu durumdan hatıralarında şöyle söz eder :
"Bu durumu (sırtlarında ve kucaklarında top taşıma) bütün millete göstermek için 18 Mart savaşından hemen sonra, o zamanki Savunma Bakanlığı'nın foto muhabirleri bataryaya gelerek, Edremitli Seyit'in topa mermi çıkardığının resmini çekmişlerdi. Bu resim Harp Mecmualarında da vardır.."
Lakin ilerleyen yıllarda 190 kg ve 215 kg ağırlığındaki mermiler, yerini 276 kg. ağırlığındaki mermilere bırakacak ve gerçek abartılarak içi boşaltılacaktı. Halbuki, bu ağırlıktaki bir mermiyi ateşleyecek yetenekte ve kalibrede topumuz bulunmuyordu. Bu hatanın kaynağı da, yine resmi çeken muhabirin topun ağırlığını yazarken 215 kg yerine 215 kıyye (okka) olarak yazmasıdır ki ; bu da 275.63 kg yapmaktadır.. 
Bazıları işi daha da öteye götürerek Seyit Onbaşı'nın üç defa mermi kaldırıp, tek başına topu ateşlediği ve yine tek başına "Ocean" zırhlısını batırdığını söyleyecek kadar efsaneyi ilerletmiştir..  Oysa ki askerî rapor ve eldeki veriler Ocean'ın, Seyit Onbaşı'nın görev yaptığı Mecidiye Tabyasının tesirli menzili dışında olduğunu gösteriyor..



MUSTAFA ONUR YURDAL'IN #TARİH DERGİ'NİN 2018 EKİM SAYISININ 28-31. SAYFALARINDA YER ALAN YAZISINDAN DERLENMİŞTİR..

944 ) BÜYÜK BİR LİDERİN ARDINDAN !..

atatürk'ün vefatı sonrası iktidar savaşı ile ilgili görsel sonucu    atatürk'ün vefatı sonrası iktidar savaşı ile ilgili görsel sonucu

Prof. Afet İnan'ın kızı ARI İNAN'ın, "Tarihe Tanıklık Edenler / Cumhuriyet'in Kurucu Kuşağıyla Söyleşiler" adlı kitabında (1997), 11 Mayıs 1975 tarihinde, ŞÜKRÜ SÖKMENSÜER (1890-1978) ile yaptığı röportajda Ş. Sökmensüer anlatıyor...

atatürk'ün vefatı sonrası iktidar savaşı ile ilgili görsel sonucu

Atatürk rahatsızlığının son devresinde tehlikeli ve ümitsiz bir duruma düşmüştü. Celâl Bayar İstanbul'a gitmiş, durumu takip ediyordu. 
Dolmabahçe'den beni makine başına çağırdılar. Ben telgrafhaneye gidip bir direktif aldım. Celâl Bayar'ın Bakanlıklara tebliğ edilmek üzere, Atatürk'ten ümidin kesildiğini ve Allah'ın rahmetine kavuşmak üzere olduğunu bildiren, Bakanlıkların dikkatli ve tedbirli olmalarına dair bir yazı idi. (Şükrü Sökmensüer'in o tarihteki görevi Emniyet Umum Müdürlüğü idi)
Ben Bakanlıkları dolaştım. Hatırımda kaldığına göre Milli Savunma Bakanı Kâzım Özalp idi.  Onun yanına gittiğim zaman, Celâl Bayar'ın direktifini okudu ve gözlerinden yaş akarak : "Durumumuz nasıl Şükrü Bey ?" dedi. Ben de kendilerine, "siz hükümet erkânı birbirinize bağlı ve sağlam olarak durursanız memlekette hiçbir şey olmaz," dedim..
Oradan -mühim bir noktadır bu- (Bayındırlık Bakanı) Ali Çetinkaya'ya gittim. Onun Anafartalar Caddesi'ndeki evini bilmiyordum. Emniyet müdürünü çağırdım, o beni götürdü. İçeriye girdim, uzun boylu birisi beni karşıladı. Dedim ki : "Ali Çetinkaya ile görüşmek mecburiyetindeyiz. Başbakan'dan bir direktif var.." Ali Çetinkaya da, benim girdiğim salonun solunda büyük bir odada arkadaşlarıyla toplanmış, konuşuyorlar.. Çetinkaya çıktı geldi, "Ben de seni arıyordum, görmek istiyordum," dedi. Beni merdivenin altında küçük bir odaya soktu. Orada dedi ki : "Şükrü Bey ! Atatürk'ün Allah'ın rahmetine kavuşması ihtimaline karşı Bakanlar Kurulu'nda cereyanlar vardır. Şükrü Kaya'nın, Mareşal'in (Fevzi Çakmak) sonra Celâl Bayar'ın reisicumhur olması konusu üzerinde böyle hususi temaslar oluyor. Fakat en son Mareşal üzerinde duruluyordu. Fakat ben sana söyleyeyim, bu devri, bu fasıla devrini, Atatürk'ten sonra yeni birisinin cumhurbaşkanı olup da, yeni durumu sağlam bir şekilde tespit edinceye kadar bu işi İnönü'den başka hiç kimse yapamaz. Beni sevmez İnönü, ama memleket meselesidir, vatanperverlik vazifesidir. Ben sana her türlü yardımı yapmaya hazırım. Sen adamlarınla memlekette ve Meclis'te gereken telkinleri yaparak, İnönü'nün reisicumhurluğa seçilmesini temin etmeye çalış"..

atatürk'ün vefatı sonrası iktidar savaşı ile ilgili görsel sonucu

Ben oradan ayrıldım, İnönü'nün evine gittim. İnönü o zaman başbakan değildi, ayrılmıştı. Celâl Bayar'dı başbakan. Ona eski başyaveri olarak vicdani bir görev hissettim ve bu durumları anlatmak istedim. Beni kabul ettiler, yemek salonunda masanın bir tarafında o oturdu, yanına da ben oturdum..
Kahve getirtti. "Ne var Şükrü Bey ?" dedi. Ben olayları kısaca özetledikten sonra, Ali Çetinkaya'nın bana verdiği direktifi ve İnönü hakkındaki fikirlerini de anlattım.. 
Bir durakladı. Çünkü hakikaten Ali Çetinkaya'ya karşı öyle bir sevgisi yokmuş. Bana dedi ki, "Bunu Ali Çetinkaya'nın söylediği doğru mu ?" 
"Paşam" dedim, "ben Ali Çetinkaya'nın ne akrabasıyım, ne kimsesiyim. Bir mecburiyetim de yok. Ben bir hakikati size arz ettim," dedim. Ondan sonra bana dedi ki, "Mareşal hakkında bir fikrin var mı ?" 
"Mareşal Elazığ'dan dönüşünde Ankara istasyonuna gelir gelmez, doğruca ayağının tozu ile size geldi ve adeta size arz-ı hürmet etti," dedim ; "Binaenaleyh Mareşal hakkında benim kanaatim olumludur. O sizi tutacaktır. Ama kendi damadı Şefik Paşa onun reisicumhur olmasını ister.  Ama yine de Mareşal, böylesine, damadının sözüne aldanacak bir adam değildir," dedim ve kendisini tatmin ettim. O sırada, "Fethi Bey'in (Okyar) durumu nedir ?" diye sordu.. Dedim ki, Fethi Bey size bağlıdır ve sizin hakkınızda bir suikast konusu olduğunu bilerek, İbrahim Tali öngören ile temasında, sizin korunmanız gerektiğini, binaenaleyh sizi istemeyenlere, başka birinin reisicumhur olmasını isteyenlere, "bir suikast tertip edebilirler, bundan İnönü'yü haberdar edin" diye uyarmıştır.. 

atatürk'ün vefatı sonrası iktidar savaşı ile ilgili görsel sonucu

O büyük insanı kaybettikten sonra, Celal Bayar beni Çankaya'daki evine çağırdı. Gittiğim zaman Tevfik Rüştü Bey de oradaydı. Celal Bayar, "Şükrü Bey," dedi, gayet üzgündü, "beni İnönü'nün evine götürsün birisi," dedi. Peki, dedim. Telefon ettim, Emniyet Müdürü Sadri Aka geldi. Beyefendiyi İnönü'nün evine götür, dedim. Daha sonra İnönü ve Bayar döndüler ; biz de beraber istasyona gittik. Orada karar vermişler ; Celal Bayar İstanbul'a gidecek ve Atatürk'ün cenazesini Ankara'ya getirecek. Celal Bayar bu hareketi ile devletin başına İnönü'nün geçeceğini duyurmuş oluyor...
İstasyona geldiğimiz zaman, Atatürk'ün ölüm haberini alan Şükrü Kaya, Ali Çetinkaya, salonda -büyüklere mahsus bir salon vardı Ankara istasyonunda- hüngür hüngür ağlıyorlardı. Sonra İnönü, fevkalade üzgündü. Celal Bayar'ı uğurladık. İnönü'nün reaksiyonu Atatürk'ün ölümü üzerine meşhur beyannamesidir...

atatürk'ün vefatı sonrası iktidar savaşı ile ilgili görsel sonucu

Atatürk'ün Celal Bayar ile ilişkisini biraz daha iyi anlayabilmek adına, Şükrü Sökmensüer'den son bir küçük anekdot ile bitirelim yazıyı..
Falih Rıfkı (Atay) ile aramız gayet iyi idi. Bir gün bana şöyle dedi : "Atatürk bir gün maiyetiyle beraber benim evime geldiler. Ben yoktum. Eşim karşılamış ve eşime 'kızım bana bir kahve yap' demiş. Kahveyi yapmış eşim. Onu sık sık gördükleri için, bir üzüntü içinde olduğu fikrine kapılmış. Atatürk'e sormuş : 'Paşam nedir, neye sıkılıyorsunuz ?' Atatürk de, 'Memleket işlerini, devlet işlerini Celal Bayar'a tevdi ettim. Ordu işlerini Mareşal'a tevdi ettim. Celal Bayar en küçük bir hadisede gelip benden fikir alıyor, sık sık bu teması devam edip gidiyor' demişler.." Yani bu ifadesi ile kendisinin Bayar'dan pek de hoşnut olmadığını anlatmak istiyor..     

   Tarihe Tanıklık Edenler / Cumhuriyet'in Kurucu KuÅŸağıyla SöyleÅŸiler ile ilgili görsel sonucu    Ä°lgili resim

943 ) KURBAN !..


  

Kurban, ilk varlık vergisidir !..
Dalga geçmiyorum. Eski Ahit'te (Tevrat) kurban karşılığında kullanılan sözcüklerden biri olan "minha", vergi ya da bağış anlamına geliyor. Halkbilimci / etnolog hocamız, merhum Prof. Sedat Veyis Örnek'in hâlâ aşılamamış abide eserinde "hak kurbanı" olarak kategorize edilen ve dünyanın en küçük ölçekli ("ilkel" denilen) topluluklarından en karmaşık örgütlenme düzeyine sahip ("gelişmiş" denilen) toplumlarına kadar karşımıza çıkan pratiğin özü bu.. 
Bir kimsenin elde ettiği ilk ürün, bitkisel ya da hayvansal, mesela ilk doğan kuzu ya da hasat edilmiş ilk buğday demeti, onu "göndererek" insanı yaşatan, doyuran, koruyan, kollayan, gözeten "Yüce Yaratıcı"nın hakkıdır. Öyle ki bazen bu doğa-üstü yüce "yönetici" ile doğal / dünyevi yöneticinin bağlaşıklığını da düşündürecek şekilde ilk elde edilen ürünün şef, kral, rahip ya da "rahip-kral", yani toplumda önemli bir yere sahip lider konumundaki kişilere sunulduğu da görülür. 
O halde, garibanın kendisini hükmü altında tutup yaşattığı inanç ve kanaatinde olduğu fizik ya da metafizik güce, bu yaşa(t)ma karşılığında ödediği "varlık vergisi"dir kurban..
Tabii ki bu, insan toplumsallığının en asli, temel, önemli ve aşılamaz ilkelerinden "karşılıklılık" ile güçlü titreşimler içeren bir pratik :
"Ben sana veriyorum, sen de bana ver.."
İşte bu çerçevede kurban, doğa-üstü varlıktan bir şey istemek ve verdiklerinden dolayı ona teşekkür etmek etmek ya da ona bir şeyler verip karşılık beklemek, yani bir bakıma "pazarlık" amaçlı bir ritüel olarak karşımızdadır..

    

Doğudan batıya, kuzeyden güneye irili ufaklı tüm kültür ve medeniyetlerde dünden bugüne karşımızdaki kurban ibadetinin yalnızca bir yönüdür elbette bu.. Kurban, "Yaratıcı"ya yakınlık, onunla bağ kurmak amacıyla da kesilir. İbrahim Peygamber'in gözünü kırpmadan oğlunu kesecekken gökten indirilen koçla İsmail'in "ikame edilmesi", işte böylesi "yaratıcıya yakınlaşma" amaçlı kurbana girer. Bu anlamda kurban, "Allah ile akraba" olmaktır..
Nitekim Arapça "kurban" sözcüğüne kök oluşturan "k-r-b", aynı zamanda "akraba" sözcüğüne de doğuş verir. İnanç malûm, ölen Allah'a gidecektir. O halde kendilerinden olan yahut kendilerine ait bir varlığa ölümü "tattırıp" onu Allah'a ulaştıranlar, dolaylı olarak Allah ile "akrabalık" ilişkisi kurmuş olurlar. Dahası kurban sözcüğü, "İbrahimî" üç büyük din tarafından ortaklaşa kullanılır. Yahudilikte kurban karşılığı olarak başta vurguladığımız "minha"nın yanı sıra "yaklaştıran / yakın kılan" anlamına gelen "gorban" da kullanılır..
Kurban sözcüğü Hristiyanlıkta da kullanımda ve birazdan örneklenecek. Ama önce "Kurban"la ilgili tarihsel bir başka husus üzerinde duralım.. 
Üç büyük tektanrıcı semavî dinin (Yahudilik, Hristiyanlık, İslam) kurban ibadetini tarihsel olarak, yukarıda mevzubahis ettiğimiz üzere İbrahim Peygamber'e kadar geriye götürdükleri söylenir. İslam'da da kurban, Cahiliye döneminde Arap kabilelerinde mevcut uygulamalardan arındırılarak İbrahim'in pratiğinden uyarlanmıştır denilebilir. Gel gelelim Tevrat, İncil ve Kur'an'ın birbiriyle "süreklilik içinde değişme" arz eden içeriklerine bakıldığında Kurban'ın bu dinlerin "insanlık hikayesi"nin ta en başına tarihlendiğini kaydetmek gerekir..

    

Kurban, yeryüzünde ilk katil ve maktulün ortaya çıkışına vesile olmuş bir pratiktir..
İnsanlık, bu üç dine göre, "kardeş katli" ile başladı. Âdem ile Havva'nın ilk iki oğlundan çiftçilik yapan Kabil, küçük kardeşi, çoban Habil'i kıskandığı için öldürdü. Ayrıca işin içinde toprak (otlak-tarla) kavgası da "kız davası" da var gibi gözükmektedir..
Mesele çok çetrefilli, alengirli, netameli olduğu için Kur'an gayet üstü örtük geçiyor, ama Tevrat'ta detaylıca anlatılmakta. Bunu özetleyelim !..
Havva Ana, ilk oğlu Kabil'i bir ikiz kız kardeş, Aklima ile birlikte doğurdu. Ardından Habil'i de yine bir ikiz kız kardeş, Lebûda ile doğurdu. Tabii insanlığın çoğalması için "evlilik" şart ve kardeşler birbiri ile evlenecek (ensest konusuna burada hiç girmeyelim, bir başka uzun ve çetrefilli hikaye !).. Sadece ikiz kardeş evliliği yasak insanlığın bu başlangıç aşamasında. O yüzden Kabil, Habil'in ikizi Lebûda ile ; Habil de Kabil'in ikizi Aklima ile evlenecek. Allah böyle emretti.. Amma velâkin Aklima güzel, Lebûda çirkin ve Kabil, "ikizimi vermem de vermem" diyor. İşte size insanlık tarihinde ilk "kız davası" !..
Âdem Baba ne yapsın, çözümü "Yukarı" havale etti ve oğullarından Allah'a birer kurban sunmalarını, hangisininki kabul olursa Aklima'yı onun almasını önerdi. Oğlanlar kabul etti. Habil bir besili koç, süt ve yağ sundu kurban olarak. Kabil de bir tutam buğday.. Ve gökten bir ateş geldi, Habil'in kurbanını yuttu, Kabil'inkine ise hiç dokunmadı..
Bu sonuç hiçbir şeyi çözmedi, Kabil nezdinde "kız davası"na bir de kıskançlık eklendi ; Allah nasıl Habil'i daha çok severdi ?..
Ötesini biliyorsunuz, uzatmayalım, yerimiz daralıyor. Kabil vurdu taşı Habil'in kafasına, onu öldürdü, Aklima'yı aldı kaçtı, lanetlenmişlerden oldu..

İlgili resim     cain-abel and their girl twins ile ilgili görsel sonucu

Son olarak, bir de "kefaret", yani af dilemek ya da bağışlanmak için kesilen kurbanlar var. Buna en temel örnek de İsa'nın, insanın Tanrı'ya "İlk (atasal) Günah"ı için bir "geri ödeme" olarak kendisini kurban etmesi..
Bilindiği gibi "İlk Günah", Havva'nın (Şeytan dolayımlı) kışkırtması ile Adem'in "yasak meyve"yi yiyerek Tanrı'nın emrini çiğnemesi.. Ve Hristiyan inancına göre İsa, bu günahının kefareti olarak kendini kurban etmiştir..
O yüzden Süryanice "Kurbana", Hristiyan Komünyon (Ekmek-Şarap) ayini için kullanılan sözcüktür. Bu ayin, İsa'nın havarileri ile birlikte yediği ve kendi kanının, insanların bu doğuştan gelen günahının bağışlanması için döküldüğünü söylediği "Son Yemek"te ekmeğin onun bedenini, şarabın da kanını simgelediği inancından çıkış bulur..
Dolayısıyla İsa'nın haç üzerinde ölümü, "Tanrı-Baba"sına kavuşmak üzere kendini kurban etmesidir.
İsa, Hristiyanlıkta sadece "Mesih" değil, aynı zamanda ilk ve son "Kurban"dır da..
İşte böyle.. Kurban deyip geçmeyin, altını kazıyın bu ilahi pratiğin, "insani" olan her şey tüm çıplaklığı, zafiyeti, kiri-pası ile karşınıza çıkıyor : İSTEK, ARZU, TUTKU, HIRS, KISKANÇLIK, PAZARLIK, PİŞMANLIK, KORUNMAK, KOLLANMAK, AYRICALIK PEŞİNDE KOŞMAK, BORÇ DİLEME, AF DİLEME, VERGİ...
Hayatınızda ne varsa kurban etinin tadında, tuzunda, yağında, suyunda bulunmakta !..



YARARLANILAN KAYNAKLAR :   

S.V ÖRNEK, "100 Soruda İlkellerde Din, Büyü, Sanat, Efsane" ; TAYFUN ATAY, "Din Hayattan Çıkar" ; TDV İSLAM ANSİKLOPEDİSİ, "Kurban" (A.Güç) ve "İslam'da Kurban" (A. Bardakoğlu) maddeleri

  
   

Hürriyet

KAYNAK OLARAK KULLANDIĞIM KİTAPLAR..
-------------------------------------------------------
1.DEVLET-İ ALİYYE.I...HALİL İNALCIK 2.OSMANLILAR..HALİL İNALCIK
3.İMP.'UN EN UZUN YÜZYILI..İLBER ORTAYLI
4.SON İMP. OSMANLI..İLBER ORTAYLI
5.TARİHİN IŞIĞINDA..İLBER ORTAYLI
6.OSM. TOPLUMUNDA AİLE..İLBER ORTAYLI
7.OSM.'YI YENİDEN KEŞFETMEK..İ.ORTAYLI
8.BATILILAŞMA YOLUNDA..İLBER ORTAYLI
9.OSMANLI TARİHİ..A.DE LAMARTINE
10.OSMANLI..CAROLİNE FİNKEL
11.OSM.İMP.TARİHİ..NICOLEA JORGA
12,BÜYÜK TÜRK..NICOLEA JORGA
13.YENİLMEZ TÜRK...NICOLEA JORGA
14.TÜRKİYE TARİHİ..ED.SİNA AKŞİN
15.OSM.DÜNYASI VE İNSANLARI..GÜLGÜN ÜÇEL
16.OSMANLI ORDUSU..GÜLGÜN ÜÇEL-AYBET
17,BU MÜLKÜN SULTANLARI..NECDET SAKAOĞLU 18.YENİÇERİLER..REŞAT EKREM KOÇU
19.SON PADİŞAH..YILMAZ ÇETİNER
20.SORULARLA OSM. ..ERHAN AFYONCU
21. SOKOLLU ...RADOVAN SAMARCIC
22. OSM.İMP.TARİHİ...A.CEVDET PAŞA
23. OSM.GERÇEĞİ..ERDOĞAN AYDIN
24. FATİH VE FETİH..ERDOĞAN AYDIN
25.KADINLAR SALTANATI..A.REFİK ALTINAY
26.DOĞU'YA BAKIŞ..GERALD MACLEAN
27.AT SIRTINDA ANADOLU..FREDERIC BURNABY
28.ABDÜLMECİD..HIFZI TOPUZ
29.ŞAH SULTAN ..İSKENDER PALA
30.FLORANSA BÜYÜCÜSÜ..S.RUSHDIE
31.TARİHİMİZLE YÜZLEŞMEK..EMRE KONGAR
32.PARİS'TE BİR OSM.SEFİRİ..ŞEVKET RADO
33.TARİHİN SAKLANAN YÜZÜ..ÇETİN ALTAN
34.OSM.İMP.'DA SON 300 YIL..ALAIN PALMER
35.KONSTANTİNİYYE..PHİLİP MANSELL
36.TÜRKİYE'NİN SİYASİ İNTİHARI..CENGİZ ÖZAKINCI
37.BU VATAN BÖYLE KURTULDU..EROL MÜTERCİMLER
38.16.YÜZYILDA İSTANBUL..METİN AND
39. ERKEN MODERN OSMANLILAR.. VIRGINIA H. AKSAN-DANIEL GOFFMAN
40."POPÜLER TARİH" VE "NTV TARİH " DERGİLERİ
41.İKİNCİ ADAM..Ş.SÜREYYA AYDEMİR
42.HAYAT..AYŞE KULİN
43.DEVRİM VE DEMOKRASİ..NUMAN ESİN
44.BİR NUMARALI TANIK..KURTUL ALTUĞ
45.İHTİLALİN MANTIĞI..Ş.S.AYDEMİR
46.KUTSAL İSYAN...HASAN İZZETTİN DİNAMO
47.KUTSAL BARIŞ...HASAN İZZETTİN DİNAMO
48.ÇÖL KRALİÇESİ...JANET WALLACH
49.YÖNETMENLER,FİLMLER,ÜLKELER..A.DORSAY
50.AY HIRSIZI...SUNAY AKIN
51.ONLAR HEP ORADAYDI...SUNAY AKIN
52.KULE CANBAZI...SUNAY AKIN
53.LÜZUMSUZ BİLGİLER ANSİKLOPEDİSİ..TAMER KORUGAN
54.PRENS..NİCCOLO MACHİAVELLİ
55.İSTANBUL'DA BİR ZÜRAFA..SUNAY AKIN
56.KIZ KULESİNDEKİ KIZILDERİLİ..S.AKIN
57.AH BEYOĞLU,VAH BEYOĞLU..SALAH BİRSEL
58.İSTANBUL-PARİS..SALAH BİRSEL
59.YAVUZ'UN KÜPESİ..ERHAN AFYONCU
60.OSMANLI PADİŞAHLARININ HAYAT HİKAYELERİ...YILMAZ ÖZTUNA
61.BİZİM DİPLOMATLAR..BİLAL N.ŞİMŞİR
62.KİM VAR İMİŞ BİZ BURADA YOĞ İKEN..CEMAL KAFADAR
63.RÜZGARIN GÖLGESİ..CARLOS RUIZ ZAFON
64.MELEĞİN OYUNU..CARLOS RUIZ ZAFON
65.ORTA DOĞU..TAYYAR ARI
66.ABD-ORTA DOĞU-TÜRKİYE..HALUK GERGER
67.ORTA DOĞU.. BERNARD LEWIS
68.ON BİR CUMHURBAŞKANI ON BİR ÖYKÜ.. CÜNEYT ARCAYÜREK
69.ÖFKELİ YILLAR...ALTAN ÖYMEN
70.ATATÜRK'TEN SONRA BUGÜNLERE NASIL GELDİK ?..CÜNEYT ARCAYÜREK
71.ÇANKAYA...CÜNEYT ARCAYÜREK
72.DEMOKRASİNİN İLK YILLARI..C.ARCAYÜREK
73.YENİ İKTİDAR,YENİ DÖNEM..C.ARCAYÜREK
74.BİR İKTİDAR,BİR İHTİLAL..C.ARCAYÜREK
75.NEREDEYSE BİR BALİNA..STEVE JONES
76.MOSSAD GİZLİ TARİHİ...GORDON THOMAS
77.BARIŞA SON VEREN BARIŞ...DAVID FROMKIN
78.SULARIN GETİRDİĞİ PADİŞAH..CAHİT ÜLKÜ
79.TANK SESİYLE UYANMAK..HASAN CEMAL
80.BİR MANİNİZ YOKSA.. ...AYFER TUNÇ
81.ALATURKAFRANKA..ERCAN ÇİTLİOĞLU
82.SUÇUMUZ MÜKEMMEL OLMAK..S.DUMAN
83.DARBE...STEPHEN KINZER
84.ÖZAL HİKAYESİ..HASAN CEMAL
85.TURGUT NEREDEN KOŞUYOR ? ..E.ÇÖLAŞAN
86.YEDİ TEPE ANADOLU...ALİ CANİP OLGUNLU
87."K", "DERBEDER BİR KAHİN"...CANSU YILMAZÇELİK
88.LATİFE HANIM...İPEK ÇALIŞLAR
89."K",YIKIK BİR SARAYDIR DÜNYA..PERİHAN ÖZCAN
90.BEYAZ PERDEDE KIRMIZI FİLMLER.. ATİLLA DORSAY
91.TEK ADAM..Ş.SÜREYYA AYDEMİR
92.DAHİLER VE AŞKLARI...ÖZCAN ERDOĞAN
93.HAYATIM KİTAP..YAŞAR AKSOY
94.BOĞAZİÇİ ŞINGIR MINGIR..SALAH BİRSEL
95.BİR EKONOMİK TETİKÇİNİN İTİRAFLARI...JOHN PERKİNS
96.CUMHURİYET TARİHİ YALANLARI 1. VE 2. CİLT...SİNAN MEYDAN
97. KOMPLO TEORİLERİ..EROL MÜTERCİMLER
98.ÖNCE KADINLAR VE ÇOCUKLAR..SUNAY AKIN
99.BİR ÇİFT AYAKKABI..SUNAY AKIN
100. BENİM CUMHURİYET'İM..EMİNE UŞAKLIGİL
101.DARAĞACINDA ÜÇ FİDAN..NİHAT BEHRAM
102.NEREYE..CAN DÜNDAR
103.İSTANBUL'DAN SAYFALAR..İLBER ORTAYLI
104.BİZİM İZMİRİMİZ..MELİH GÜRSOY
105.GİZLENEN TARİH..BRİAN HAUGHTON
106.BERGAMA DÜŞLERİMİN ŞEHRİ,İZMİR SEVDAM..SELAHATTİN TURAL
107.GÖLGEDEKİLER..CAN DÜNDAR
108.KIRMIZI BİSİKLET..CAN DÜNDAR
109.YAKAMDAKİ YÜZLER..CAN DÜNDAR
110.GEÇMİŞ AYRINTIDA SAKLIDIR..CEMİL KOÇAK