Sayfalar

555 ) OSMANLI KUDÜS'ÜNDE BİR KALPAZANLIK OLAYI !..

Ahmet Reşit Rey, Nur Özmel Akın'ın hazırladığı, "İmparatorluğun Son Döneminde Gördüklerim Yaptıklarım (1890-1922)" adlı kitabında Kudüs Mutasarrıflığı görevine dair anılarından birini şöyle anlatıyor...



Kudüs Mutasarrıflığına (sancak yöneticisi) tayinim çıktıktan sonra, 1904 senesi Ağustos'unun ortasında Kudüs'e ulaştım. Daha Yafa'da iken bir Yahudi çetesinin resmi ayarda gümüşten sahte beşlik basmakta olduğunu işittim, örneğini de gördüm. O zaman gümüş beşliğin maden halinde değeri 100 para, mühürlü sikke halinde ise 5 kuruş olduğuna göre, gümüş akçenin değeri külçe halindeki gümüşe oranla iki kat oluyordu. Bu sebeple gümüş paraları tam ayarıyla basanlar devletin itibarına ait olan yüzde yüz fazla değeri çalmış oluyorlardı. Bu kalpazanlığın engellenmesi ve sorumluların yakalanması çalışmalarına derhal başladık. 
Kudüs'e geldiğimden üç gün sonra kalpazanlık alet ve edevatı şehir dışındaki büyük zeytin ağaçları altına atılmış olarak bulundu. Birkaç gün sonra da kalpazanlardan kaçamayanlar tutuldu. Fakat ABD tebaasından olan iki kalpazan Yahudiyi tutuklamak isteyen polis memurlarına Amerika konsolosunun karşı çıktığı haber verildi. Bunun üzerine muhalefetten vazgeçmesini Umur-ı Ecnebiye (Yabancılar Dairesi) Müdürü aracılığıyla konsolostan rica ettim. Bu kişi, yaşlı başlı ve arkeolojiye meraklı bir adamdı. Ertesi günü hükumet dairesine bizzat gelerek, "Amerikan tebaasının Türk mahkemelerine teslimi meselesi hakkında Amerika hükumeti bazı itirazlar ileri sürmüştür. Mesele henüz sonuçlanmış değildir. O sebeple bu iki adamı teslim edemem" dedi. Buna cevaben şöyle dedim : "Aslında sizin taraflardan Filistin'e gelecekler, ya dini bir vazifeyi yerine getirmek yahut ilmi veya edebi bir seyahat yapmak maksadıyla hareket edenlerden ibaret olmak lazım geleceğine göre bunların burada tutuklanmaları veya mahkeme edilmeleri ancak nadir bir ihtimal olabilir. Bu itibarla meselenin neticeye bağlanmasını beklemekte belki büyük bir mahzur görülmez. Fakat yurtlarından sırf uyruklarını değiştirmek için çıkarak Amerika'ya gidip iki ay sonra Amerikan pasaportu ile buraya gelen Yahudilerin hal ve geçmişlerinin ne olduğu, aralarında ne tür adamlar bulunduğu Amerika için de, burası için de meçhuldür. Bunların zanlı oldukları suçtan dolayı polis tarafından tutuklanarak adliyeye teslim edilmemeleri, memleketin asayişine her bakımdan olumsuz etki eder. Özellikle kalpazanlık, siyasi olarak padişahın tuğrasını yani imzasını taklittir. Doğrudan doğruya hükümdarlık hukukuna aykırıdır. İktisadi bakımdan da gümüş paranın tedavülünü temin eden mali itibarı zedeler ve memleketin iç ticaretinde de memnuniyetsizliğe sebep olur. Böyle bir durumda kapitülasyonlara ve hele onların ifratı gibi görünen kayıtlara bakılamaz.."
O da, "Doğru söylüyorsunuz. Ancak ne yazık ki, bu düşünceniz hakkında hükumete ihtarlarda bulunmak benim yetkim dışındadır. Fakat bu işe ait olarak bahsettiğiniz hükümdarlık hukuku ile iktisadi itibar meselesi hakikaten çok mühimdir. Cumhurbaşkanı Mr. Theodore Roosevelt ile aramızda eski bir dostluk bağı vardır. Ona güvenerek, görüşünüzü özel bir mektupla kendisine bildiririm ; uygun bulursa zanlıları derhal teslim ederim" cevabını verdi. 
Tabii ki nezaketen teşekkür ettiysem de birinci adımda tesadüf ettiğim bu engelden dolayı çok üzüldüm. O iki Yahudi'den başka tutulan kalpazanların mahkeme edildikten sonra, suçları sabit olarak cezaları verildi. İki ay sonra Amerika konsolosu yanıma gelerek Mr Roosevelt'ten maalesef olumsuz cevap aldığını bildirdi. Amerikalı geçinen o iki Yahudi de ortadan kayboldu..
Bu olaydan sonra Türk uyruğunda bulunanlara her defa kanun hükmü uygulanırken yabancılara karşı aciz kaldığımızı düşünerek sıkılmaktan, hatta utanmaktan kurtulamadım..




554 ) MENDERES'İN HIZLANDIRILMIŞ EĞİTİMİ !..

 

Gazi'nin çevresindekiler ikiye ayrılırdı : Evvela onun "hizmetinde" olan "mutat zevat" vardı. Bunlar sevilmese bile, ister istemez sayılırlardı. Bazı nüfuz örgütleri de yaratmışlardı. Onlar dışında Atatürk'ün yakınları, en itibarlı, en saygıdeğer olanlardı : Vekiller, Meclis ve Parti ileri gelenleri bunlardı. Bunlar hemen her akşam Gazi'nin sofrasındaydılar. Ve Gazi'nin sofrasında olanlar, ya onun gibi konuşmaya, ya da onun gibi davranmaya heves ederlerdi. Bunlar, hem Meclis'te, hem Meclis dışında, bir tür seçkin zümre oluşturuyorlardı. Herkesin gözü onlar üstündeydi. Gazi ne dedi, Gazi ne düşünüyor, Gazi kimin için ne söylemiş ?.. 
Bütün bunlar üzerinde konuşmayı, bu ayrıcalıklı grup, kendi hakkı bilirdi. Bunlar dışında Meclis halkı, yani milletvekilleri, bölge, meslek, yaşama alışkanlıkları, oyun ve eğlence alışkanlıkları itibarıyla, kendi aralarında bölünürlerdi..
Adnan Menderes bunların hiçbirinden değildi. Ve hiçbirinden olmayanlardan biriydi. Böylece de herhalde bazı aşağılık duyguları da duyuyordu. Örneğin, orta öğrenimini bitirememişti. Ve bu, onu herhalde üzüyordu. Ama orta tahsilini dahi bitirmemiş bir insanın, eğer o adam Kurtuluş Savaşı'nın içinde sivrilmemiş ve örneğin Celal Bayar gibi, Gazi'nin etrafındaki halkaya da vaktiyle bağlanmamış ise, onun için Meclis'te ilerlemek, örneğin vekil olmak, pek de düşünülemezdi. 
Nihayet bir gün Recep Peker ona, bu eksikliği biraz açıkça söyledi :
"Tahsilini niye tamamlamıyorsun, Adnan Bey ?" dedi..
Adnan Bey de bu, bir tavsiye değil, bir darbe tesiri yaptı. Ama artık karar vermeliydi. Ya tahsilini tamamlayacak, ya çiftliğine dönecekti..
En doğrusu, öğrenimini tamamlamaktı. Ama nasıl ?.. Ankara Hukuk mektebinin her önüne geleni kabul ettiği yıllar artık geçmişti. Şimdi oraya girmek için bir lise şahadetnamesi lazımdı. Halbuki Adnan Bey'in böyle bir şahadetnamesi yoktu.. Geceleri uykusuz geçiyordu. Ve ona, Recep Bey kendisini artık görmemezlikten geliyor gibi görünüyordu. Ne yapmalıydı ki ?..  Yıl 1932 ve yaşı 33 idi..



Bir dilekçe yazdı, Hukuk mektebine başvurdu. Dilekçesini hocalar meclisine havale ettiler. Gerçi dilekçe bu meclise gitmedi. Eğer gitseydi, o günkü şartlara göre onaylanması belki mümkün olmazdı. Çünkü, Hukuk mektebinin açılışında, tahsil kaydı aranmaksızın yapılan kabul işlemleri, artık kaldırılmıştı. Bu sebeple daha doğru bir yoldan gidildi ve kayıt, havale yerine getirilmeden tamamlandı.. Ve Menderes bilgi ve görgüleriyle, bu mektebi takibe fazlasıyla da hazırdı..
Çünkü Menderes, "hayat mektebi"nin yetiştirdiği bir neslin çocuğudur. Birinci Dünya Savaşı'nda orta ve yüksek öğrenim çağında olan bu nesil, klasik okulların değil, hayat okulunun yetiştirdiği nesildir. Ve bu, yalnız Türkiye'de değil, o savaşa katılan bütün ülkelerde böyledir. Menderes de, işte bu neslin çocuklarından biridir...
Hukuk Mektebinde sınıf, hiç de yadırganacak gibi değildir. Oradaki öğrencilerin neredeyse çoğu, hep kendisi gibi yaşlı başlı, görev sahibi kimselerdir. Hepsi de burada, savaşın kendilerinde eksik bıraktığı bir şeyleri tamamlamaya gelmişlerdir. Zaten bunların çoğu daha sonra devlet kademelerinde müdür, genel müdür, müşavir, milletvekili ve vekil olarak yer alacaklardır..
O günlerde Türkiye gerçi çelişmeli bir devrim anlayışı, ama çelişmesiz bir devrim heyecanı içindedir. Ve 1933'de, Cumhuriyet'in onuncu yıl şenliklerinde bu heyecan doruk noktasına varır. Milletvekili Menderes'in ise, bu havaya ihtiyacı vardır. Çünkü o, eski bir Serbest Fırka'lıdır. Serbest Fırka, devrimci bir dinamizmi değil, evrimci ve klasik bir demokrasiyi savunurdu. Şu halde şimdi Menderes'in, bu duyduklarını, dinlediklerini, her yönüyle tartışması doğaldı. Gerçekten de öyle yaptı..
O günlerde ve onunla okul arkadaşı olanlardan birisi Şevket Süreyya Aydemir'e şöyle anlatır :
"Adnan, hoca ders verirken bile yanındakilere o kadar kafa tutardı ki, sonunda onun yanından ayrıldım, yerimi değiştirdim.."
Fakat bütün o zamanki arkadaşlarının, üzerinde mutabık kaldıkları nitelikleri şunlardır : 
"Zeki idi.. Fakat disipline gelmezdi. Günlük hayatı biraz düzensizdi. Ama hareketliydi. Çok iyi konuşurdu. Kendine özgü bir konuşma tarzı vardı. Mantık kuvveti güçlüydü. Mantık zinciri şaşılacak kadar kuvvetliydi. Hukukta, yerini dolduruyordu. Ama fevri idi ve bu fevrilik, ona güveni azaltıyordu. Bunun için de, adeta bir güvenilmezlik hissi, insanda ister istemez doğuyordu.."
Menderes'in bu vasıflarını ana hatlarıyla, onu tanıyan herkes bilir ve kabul ederdi. Günlük hayatında sözünde durmaz oluşu konusunda, onu tanıyan veya onunla tanışmış olan herkes aynı fikri taşır. Ama bu laubaliliğin ve sözünde durmazlığın, bir kasıtla yapılan bir şey değil, fevriliğine, duygusallığına ve hatta iki şahsiyetli oluşuna dayandığı konusunda da, çevresinde görüş birliği vardır..
Kısacası Menderes, milletvekili olduktan sonra, bir de Hukuk öğrencisi oldu. Vakit gelince Hukuk'u bitirdi. Ama bu sonuç, onun hayatını da etkiledi. Çünkü Meclis'e onun zamanında ve onun şartlarında gelen birinin, orta öğretimini bile bitirmeden sivrilmesi, ön saflarda mesafe alması ve hele bir hükumet üyeliğine gelişi, artık düşünülemezdi..  

ŞEVKET SÜREYYA AYDEMİR'in "Menderes'in Dramı ?" adlı kitabından derlenmiştir.. 

   

553 ) PAYİTAHTTA PARALI AŞK !..




Kanuni Süleyman'ın padişahlığının son günleri ile, özellikle sarhoşluğun yaygınlaştığı İkinci Selim zamanında, İstanbul'da halk arasında fuhuş da epey yayılmıştır..
Kanuni Sultan Süleyman'ın son yıllarına denk gelen 1565 yılında, bir gün Galata dışında Sultangir Mahallesi halkı toplanarak kadıya başvurmuş, mahalle sakinlerinden beş kadını şikayet etmişlerdir. Bunlar Arap Fati, Narin, Giritli Nefise, Atlı Ases diye tanınan Kamer ve Balatlı Yümni adlarındaki kadınlardı.. Bu kadınlar açıkça fuhuş yapıyorlardı. Kadı, şikayet üzerine kadınları çağırtmış, Arap Fati dışındakiler çağrıya uymuşlardı. Mahalle halkından Müslümanlar, bu kadınların uygunsuz davranışlarına tanıklık etmişler, kadınların evleri zorla sattırılmış, kendileri de şehir dışına sürülmüşlerdi. Arap Fati ise evinin önüne gelen imam, müezzin ve mahalle halkına karşı pencereyi açıp, "İmamınıza ve kadınıza ve şeriatınıza lanet !" diye bağırıp çağırmıştı. Kadın hemen yakalandı, "tecdid-i iman" (İman yenileme, inanç tazeleme) ettirilip evi satıldı, kendisi de, taşrada bulunan kocası gelinceye kadar zindanda hapsedildi..
İkinci Selim zamanında bu tip kadınlara artık adım başı rastlanıyordu. 1567 yılında bir padişah hükmü çıkarılıp mahalle aralarındaki fuhuş sınırlandırılmak istendi. Enderun çavuşlarından Piri Ağa'nın İstanbul Kadısına götürdüğü hükümde ; hiç gecikmeden, her mahallenin imamı ve müezzinlerinin halkı toplaması, son derece dikkat ve özenle mahallelerindeki fahişeleri ortaya çıkarıp hapsetmeleri isteniyordu..
Bu denetleme aylarca sürmüş, böylece epey kadın mahallelerden toplanıp hapsedilmişti. Oysa ki bunların birçoğuna gönül vermiş nice delikanlılar vardı. Bunlar sevgililerini ellerinden kaçırmak istemiyorlardı. Kadınları hapisten kurtarmak için kendileriyle evlenme isteğinde bulundular. Durum padişaha bildirildi. İkinci Selim, bu gibi kadınlardan evlenenlerin tahliyesini, fakat kendilerinin de kocalarının da İstanbul'dan kovulmalarını, böyle kadınlarla evlendikten sonra İstanbul'da kalacak olanlar bulunursa bunların da hapsedilmelerini emretti.. 



O zamanki Eyüp semtinin küçük farklarla şimdiki Galata sokaklarına benzediği anlaşılıyor. Eyüp'te fuhuş ve ahlaksızlığın yaygınlaşmasında, bunu yasaklamakla görevli kişilerin de rolleri vardı. Çünkü subaşılar, fahişe kadınların, hırsızların ve öbür uygunsuz takımının nerede olduklarını biliyorlar, fakat altınlarını, paralarını alarak kendilerine dokunmuyorlardı. Bu yüzden İstanbul'un öbür taraflarında iş yapamayan fahişeler, hırsızlar ve başkaları ceplerini doldurunca Eyüp'e geçiyorlar, subaşıların gönüllerini hoş tutup tezgah kurarak serbestçe işe başlıyorlardı. Rüşvet ve fuhuş o dereceye gelmişti ki, padişah hükmünde bu gibi hareketlere yeltenen subaşıların da şiddetle cezalandırılacaklarını açıklama ve onları korkutma gereği duyulmuştu. Aynı zamanda Eyüp'teki temizliğin esaslı olabilmesini sağlamak için bu arada bu ilçedeki kahvehaneler kapatılmış, çalgı çalmak, çaldırmak, toplanıp cümbüş yapmak da yasaklanmıştı..
Bu önlemler başlangıçta etkisini göstermiş, epey kadın toplanıp tutuklanmış veya sürgün edilmişti. Fakat hiç şüphesiz birçoğu da şuraya buraya saklanmıştı. Nitekim bunlar az bir zaman sonra başka perdeler altında ortaya çıkmakta gecikmediler.. 
Az bir zaman içinde, şehrin çeşitli yerlerinde bazı yeni dükkanlar açıldığı, yeni bir sanat ve ticaretin geçerlik kazandığı görüldü : Çamaşır yıkamak !..
İstanbul'un dört bir yanında açılan dükkanlarda ücret karşılığı çamaşır yıkanmaya başladığı görüldü. Doğal olarak, akla uygun ve yasal görüldüğü için, bu yeni ticarete ses çıkarılmadı. Az bir zaman sonra bu çamaşırcı dükkanlarının iç yüzü kendiliğinden ortaya çıktı ve mahallelerdeki fahişeleri toplamakla ahlaksızlığın önüne geçildiğini sananların ayakları suya erdi !..
Bu dükkanlarda çamaşır yıkayanlar doğal olarak kadınlardı. Çamaşırlarını dışarıda ücretle yıkatmak durumunda bulunanlar da, yine doğal olarak, erkeklerdi. Mahalle aralarında iş yapmaları yasaklanan "genel" kadınlar şurada burada, kıyıda bucakta çamaşırcı dükkanı açıp leventlerle ilişki kurmuş, alışverişe girişmişlerdi !.. Çok kez eski genelev patronları bu dükkanlarda tezgahtarlık görevi yapıyor, ellerinin altında her cinsten siparişe göre, taze, işinin ustası, becerikli kadınlar bulunuyor, bunlar bazen çamaşır yıkamakla uğraşıyorlar, bazen de yorgunluklarını erkeklerin kollarında dinlendiriyorlar, çalışırken de dinlenirken de kazanç ve kardan vazgeçmiş olmuyorlardı..
İşin 1570 yılı içerisinde farkına varılmış, yasaklanması yönüne gitmek için "Emr-i Şerif" (Padişah buyruğu) çıkmıştı. Padişahın İstanbul Kadısına o tarihte gönderdiği "Hükm-i Hümayun" bu konudaki uyarıları kapsar. Bu emirler üzerine İstanbul'un her tarafında bulunan vakıf yöneticileri çağrılıp kendilerine yönetimleri altında bulunan dükkanları çamaşırcı kadınlara kesinlikle kiralamamaları, önceden kiralanmış olanları da derhal boşalttırmaları tembih edilmişti. Aynı zamanda bölge bölge denetime başlanılmış, bütün çamaşırcı dükkanları kapatılarak "çamaşırcı kadınlar"ın tümü iş yapmaktan alıkonulmuştur. Bir süre sonra yine denetim yapılmış, yasağa uymayanlar, gerek kadınlar gerek vakıf yöneticileri, yakalanarak gerekli ceza verilmiştir. 
Eski zamanlarda zengin konaklarına cariye alım satımı da aslında bir tür resmi fuhuş sayılırdı. Zengin gayrimüslimler bile paraları sayesinde Müslüman kızlarına sahip olabiliyorlardı. Bir ara bazı hocalar birleşerek, bu konuyu padişaha başvuruda bulunup şikayet etmişlerdi. Sonunda istedikleri gibi bir hüküm çıkarttılar. İstanbul Kadısı İstanbul'da bulunan Musevi ve diğer Hristiyan evlerini denetleyecek, kimde ne kadar esir ve cariye olduğunu ve bunların kaynaklarını saptayıp bir deftere yazacaktı. 
Bu, gayrimüslimlerin esir ve cariye alımını yasaklamak değildi, ama buna doğru atılmış bir adımdı. Nitekim bu deftere geçirme işlemi tamamlandıktan sonra ikinci bir padişah buyruğu çıktı. Bu buyrukta, İstanbul'da bulunan Musevi ve Hristiyanların esir ve cariye alıp kullanmaları yasaklanıyordu. 



16. yüzyıl ortalarında Eyüp semtinin İstanbul'un en batak yeri olduğundan bahsetmiştik. İkinci Selim'in Hükm-i Hümayunundan sonra bir süre ortalık sessizleşti ama, bir süre geçtikten sonra Eyüp yeniden eski halini almıştı. Bu seferki fuhuş büsbütün başka bir biçimdeydi..
Eyüp Camii, medresesi ve okulu çevresinde bir süreden beri gayrimüslimler çoğalmıştı. Eğlenmek isteyen Müslümanlar da bunların arasına karışarak gizleniyorlardı !. Coşkun eğlencelere sahne olan Eyüp bağ, bahçe ve bostanlarından başka yerler de vardı.. Bunlar, o zamanlar Eyüp'te çok ünlü olan, kaymakçı dükkanları idi. Bu dükkanlar o devirlerde kaymak alışverişinden başka işlere de yarıyordu. Düşkünler, aşıklar, seven ve sevilenler şehrin dört bir yanından şimdinin pastanesi yerine geçen bu dükkanlara geliyorlardı. Kaymak yerken nice ilişkiler kuruluyordu buralarda !..
Yine hocalar, yine "Din elden gidiyor, kıyamet yaklaştı !" feryadıyla padişaha başvurma ve 1573 yılında çıkan bir ferman daha.. Padişah, bu işin, "gizlice yasaklanması çarelerinin araştırılmasını" ferman etmişti.. Bunun üzerine, Eyüp semtindeki fırınları, kaymakçı ve oyuncakçı dükkanlarını tutan gayrimüslimler burada ticaret yapmaktan alıkonulmuşlardı. Bostan ve bahçelerde düzenlenen eğlencelere de bundan sonra izin verilmemişti..



 REFİK AHMET SEVENGİL'in "İstanbul Nasıl Eğleniyordu ?" adlı kitabından derlenmiştir.. 

Yazarın faydalandığı KAYNAKLAR :
"Netayicü'l-vukuat", Mustafa Nuri Paşa ; "Tarih-i Siyasi-i Devlet-i Aliyye-i Osmaniye", Kamil Paşa ; "Tarih-i Ebülfaruk", Mehmet Murat Bey ; "Esmarü't-tevarih", Mehmet Şem-i Efendi ; "Mefhumü't-tevarih", Mahmut Örfi Ağa ; "Mizan-ül-Hak Fi ihtiyar-il-Hak", Katip Çelebi ; "Veladetname-i Hümayun" (Yazma) ; "Surname-i Hümayun", Abdi Efendi ; "Sürname-i Hümayun", Vehbi Efendi ; "Zeyl-i Şekayık", Nev'izade Atayi Efendi ; "Letaif-i Vekayi-i Enderuniyye", Hafız İlyas Efendi ; "Evliya Çelebi Seyahatnamesi" ; "Abdi Vekayinamesi" ; "Tarih ve Muharrir", Ahmet Rasim bey      

552 ) TÜRK ORDUSUNDA CUNTALAR DÖNEMİ !..

   

"Silahlı Kuvvetler Birliği", 14'lerin yurtdışına gönderilmesi sırasında hızla örgütlenen bir ihtilalci subaylar hareketi olarak başlamış, daha sonra Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay'ı da aralarına katmışlardır.
Bu harekette etkili olan subaylar, Harp Okulu Kumandanı Talat Aydemir, Ankara Merkez Kumandanı Selçuk Atakan, Jandarma Okulu Kumandanı Necati Ünsalan ve Hava Kuvvetleri Harekat Başkanı Halim Menteş idi. Bunlar, İstanbul'da, İstanbul 66. Tümen Komutanı olan Faruk Güventürk ve diğer bazı subaylara dayanıyordu. Bu subaylar, 27 Mayıs İhtilali'ne katılamamış ya da katıldığı halde Milli Birlik Komitesi'ne (MBK) girememiş ama Komitedeki arkadaşlarına sokularak, mevki ve makam sahibi olmuş kişilerdi. Örneğin Talat Aydemir, 27 Mayıs sırasında Kore'de görevliydi. Kore dönüşünde, arkadaşları tarafından Harp Okulu Kumandanlığına getirilmişti..
Aydemir, Ünsalan ve Menteş ; getirildikleri bu kilit noktalarda, MBK'nin parçalanmasını izlerken biraz da kışkırttılar. Komitenin zaafa düştüğü sırada ise, bir güç haline geldiler. Bunu planlı bir şekilde yaptıkları kesin. Amaçları, zayıflayan ihtilal kadrolarından üstün olup, gerçek anlamda bir ihtilal gücü haline gelmekti. Bunu da başardılar. Ankara'da güç kazanarak, Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay'ı da etki altına aldılar. 

   


Böylece gerek Ankara'da, gerekse İstanbul'da başlıca birlik kumandanlarının katıldığı bir örgüt, gerçek iktidar haline dönüştü.. Komite'den, onlarla işbirliği içinde olanlar da vardı. Havacılarla işbirliği içinde olan Mucip Ataklı, (üstte solda) karacılarla işbirliği içinde olan Ekrem Acuner hizbi, hep "birlik" içerisindeydi..
Cemal Madanoğlu, Cemal Gürsel ve Osman Köksal bu Cuntaya karşı çıktı. Bunun üzerine Cunta, MBK içindeki Madanoğlu-Köksal otoritesine karşı bir gövde gösterisine girişti.
Madanoğlu-Köksal-Gürsel üçlüsü, Hava Kuvvetleri Kumandanı İrfan Tansel'i 6 Haziran 1961'de başka bir göreve atamak istedi. "Silahlı Kuvvetler Birliği" ilk başkaldırısını işte bu olayda sergiledi ve Cevdet Sunay'a 6 maddelik bir ültimatom vererek bunun yerine getirilmesini Devlet Başkanından istedi. Ültimatom şöyle idi : 

"1. Korgeneral İrfan Tansel, eski görevi olan Hava Kuvvetleri Kumandanlığına iade edilecektir.
2. Milli Savunma Vekili Muzaffer Alankuş, Kara Kuvvetleri Komutanı Şefik İlter, Deniz Kuvvetleri Komutanı Zeki Özak emekliye sevk edileceklerdir.
3. Hava Kuvvetlerinde bizim harekatımıza karşı duranlar, Hava Kuvvetleri Komutanının (İ.Tansel) düzenleyeceği listeye göre emekliye sevk edileceklerdir. 
4. Korgeneral Cemal Madanoğlu (altta solda) Sıkı Yönetim Komutanlığından, Osman Köksal (altta sağda)  Muhafız Alayı Komutanlığından alınacak ve MBK içindeki görevlerine döneceklerdir.
5. Orduda yapılacak tayin, terfi ve tasfiyelere, MBK karışmayacaktır.
6. MBK üyelerinden hiç birisi bundan sonra MBK'dan tasfiye edilmeyecek ve istifaya zorlanmayacaktır.

   

Bu ültimatomun ciddiliğini göstermek için, İrfan Tansel'i destekleyen Halim Menteş ve Mucip Ataklı hizbi -ki Talat Aydemir ve ekibi de bunların yanındadır - Ankara'daki birlikleri alarma geçirdiler, uçakları havalandırdılar..
Bunun üzerine Cemal Gürsel, verdiği emri geri almak, Madanoğlu ise hem Ankara Komutanlığı görevinden hem de MBK'den istifa etmek zorunda kaldı. 
Böylece MBK'nın etkinliği sıfırlanmış oldu. Etkinlik tamamen Cunta'ya yani "Silahlı Kuvvetler Birliği"ne geçti. Müdahale tamdı..
"Birlik" artık belirli bir ordu içi oluşum haline gelmişti. Bu Albaylar Cuntasının Ankara kolunda Talat Aydemir, İstanbul kolunda ise Faruk Güventürk ve Emin Aytekin, "en hareketli üye" olarak göze çarpıyorlardı..

15 Ekim 1961'de Genel Seçimler yapılır. "Silahlı Kuvvetler Birliği",daha Meclis açılmadan, TBMM'nin önlenmesine ve ordunun iktidara tekrar el koymasına teşebbüs eder. Bu "direniş" Ankara'da Talat Aydemir'in beyanları ile açığa vurulduğu gibi ; İstanbul'da da, başta Cemal Tural olmak üzere 10 general ve amiral ile 28 albayın imzaladıkları bir protokol ile karar altına alınır. Bu protokole "21 Ekim Protokolü" denir. Amaç ; 25 Ekim'den geç kalmamak üzere hükumeti tasfiye etmek, Meclis'in kuruluşunu ve açılışını önlemek ve bazı sivillerin de davet edileceği bir askeri hükumete gidilerek bu hükumetin üstünde "Silahlı Kuvvetler Birliği"nin mutlak kontrolünü yürütmektir. Hatta bir Kabine listesi bile hazırlanmıştır. Başbakanlık görevi Kazım Orbay'a önerilecektir..
Protokol hemen Ankara'ya getirilir, Cevdet Sunay ve diğer kuvvet komutanlarına bilgi verilir. Artık her şey hazırdır.. Ankara'da üç albay ; Talat Aydemir (altta solda), Emin Arat ve Deniz Albay Nazım Özkan, hareketin merkezindedirler..

   

Fakat, İsmet İnönü, her nasılsa, bu protokolden, daha imzalanır imzalanmaz haberdar olmuştur. Bu kez girişimin merkezi İstanbul görünmektedir ama kendisinin gitmesi uygun düşmeyeceği için, derhal damadı Metin Toker'i çağırır, ona mesajını iletir ve İstanbul'a gönderir. Toker, İnönü'nün mesajını protokolün en başında imzası bulunan İstanbul Askeri Valisi Refik Tulga'ya (üstte sağda) nakledecektir. İnönü'nün mesajı şudur : "Eğer böyle bir şeye kalkışırlarsa, kendisi bunun kesin ve açık olarak karşısındadır." 
İşte o sıradadır ki protokol de Ankara'ya getirilmiş ve Cevdet Sunay'a sunulmuştu. Tabii bu arada İnönü'nün tavrı da öğrenilmişti. Ortada hemen bir gevşeme havası esti. Sunay ve Kuvvet Komutanları  işi artık onaylamaz görünüyorlardı. Bir başka çözüm yolu aranmalıydı. 
Kaldı ki Metin Toker de, "İsmet Paşa'yla On Yıl" adlı kitabında, bütün bu harekete karar verenleri, darbeden sonra ülkede ne yapacakları hakkında hemen hiç bir fikir ve programlarının olmadığını, daha İstanbul'da yaptığı konuşmada anladığını yazar..
Protokolün imzasını takip eden 23-24 Ekim günleri, "ihtilal heveslileri" arasında kararsızlık, bölünmeler olur. Sonunda Ordu, isteklerini dört maddede toplar :
1. Gürsel'in cumhurbaşkanlığı garanti edilecek..
2. "Eminsular" tekrar Orduya alınmayacak..
3. "147'ler" Üniversite'ye dönmeyecekler..
4. Yassıada suçları affedilmeyecek..

İnönü de temaslara başlar.. Sonuçlar da alır.. 
1. madde zaten yürüyecektir.. 2. madde Orduyu ilgilendirir.. Ama 147'ler maddesi kalkacaktır.. Yassıada suçları ile ilgili son maddeye ise "şimdilik" kaydını sokturur İnönü.. Böylece, ilerideki bir tarihte bu suçluların affı da sağlanmış olur. Nitekim İnönü koalisyon başkanı olduğunda, aflar da tamamlanır..
24 Ekim'de, Çankaya'da kumandanların ve "Silahlı Kuvvetler Birliği" temsilcilerinin önünde, Parti liderleri bir masa başı toplantısı yaparlar. Bu şartları kabul, imza ve taahhüt ederler. 
Böylece 25 Ekim darbesi kararı suya düşmüş olur. Aynı zamanda 21 Ekim Protokolü de tarihe karışmış olur... 
26 Ekim'de Meclis açılır. Cemal Gürsel Cumhurbaşkanı seçilir. Parlamento rejimine geri dönülmüştür. 15 Kasım'da da, İnönü başkanlığında CHP ve AP koalisyon hükumeti kurularak "koalisyonlar dönemi" başlar...

Ortalık durulur mu ? Hayır !.. "Birlik" gene ayaktadır..  Gene toplantılar yapılır, protokoller imzalanır, hükumet darbeleri ve ihtilaller hazırlanır.. Hedef bu sefer İnönü ve koalisyon hükumetleridir.. Albay Talat Aydemir artık gizlenmeye gerek duymaz, hep sahnededir. Harp Okulu öğrencileri yeni yürüyüşlere, yeni bir ihtilale hazırdır..
İnönü 17 Ocak 1962'de radyoda şöyle konuşur
"Demokrasiden vazgeçen kapalı bir sisteme asla izin vermeyeceğiz !.. Bunun karşısında mücadele edeceğim !.."
Halbuki Cunta tam aksi görüştedir. Demokrasiden vazgeçmek ve kapalı sisteme gitmek istemektedir..
19 Ocak 1962'de, Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay, Ankara'daki bütün kumandanları kendi başkanlığı altında toplar. Saat 17.00'de başlayan toplantıya 72 komutan katılır.. Sunay, Ordudaki huzursuzluğu bildiğini, fakat İnönü hükumetini desteklemek gerektiğini, İnönü başta bulundukça çıkar yollarının da bulunacağını ve ihtilal girişiminin bilinmez felaketler getireceği hakkında sayar, döker.. Onun konuşmasının ardından diğer komutanlar ve generaller de aynı fikirde olduklarını bildirirler. Fakat sıra albaylara geldiğinde hava değişir.. Jandarma Okulu Komutanı Necati Ünsalan, "Bu memleketin kaderi, 80 yaşında bir ihtiyara terk edilemez !" der.. 
Daha sonra sahneye Talat Aydemir çıkar.. Sert bir dille, "Bu memlekette yüzde yüz, ikinci bir ihtilal olacağına inanıyorum !" der..
Bu sözler bir ihtilalciden çok, bir ihtilal delisinin, bir ihtilal tutkununun sözleridir ve sonunda onu idama kadar sürükleyecektir..



ŞEVKET SÜREYYA AYDEMİR'in "İkinci Adam" adlı üçlüsünün 3. ve son cildinden derlenmiştir..





551 ) BISMARCK'TAN ÖDÜL ALAN OSMANLI GAZETECİSİ !..

            

1870-71 Almanya-Fransa Savaşı, Osmanlı İmparatorluğunda da yürekleri heyecanlandırmıştı. "Realist Prusya Raporlamaları" genç gazeteci ve yayımcı Ali Efendi'nin gazetesi Basiret'i Alman yanlısı bir çizgiye götürmesine yol açtı. Zamanının on bin kopya ile basılan bu günlük gazetesi henüz daha genç olmasına rağmen, güçlü politik baskılar karşısında profesyonelleşen basının varlığını göstermektedir..
Ali Efendi (1828-1910), İstanbul Saray Okulundaki (Enderun) eğitiminin ardından saray hizmetinde kalmış, imparatorluğun farklı yerlerinde bu hizmetlerini sürdürmüştür. 1870 yılında, ılımlı Genç Osmanlıların fikirlerini temsil eden ve sonradan ona lakap olacak "Basiret"i çıkarmadan önce de gazeteci olarak çalışmıştır..
Gazetenin Alman dostluğu çizgisine Bismarck'ın bir teşekkür olarak yaptığı davet, genç yazarlara masrafları Alman devlet bütçesinden karşılanacak şekilde Berlin'i ziyaret etme fırsatını verdi. Ali Efendi tüm yüksek makamlardan gerekli seyahat izinlerini alırken, Sadrazam Ali Paşa da kendisine ev sahibinin memnuniyetini kazanabilmesi adına, "alaturka değil, alafranga hareket etmesini" öğütlüyordu.. 
Bismarck ve Alman İmparatoru ile, tedavi amaçlı bulundukları Bad Gastein'da planlanan görüşme gerçekleşmedi. Ancak her siyasi görüşmenin Viyana'ya jurnal olarak bildiriliyor olması, Ali Efendi ile bir buluşmanın uygun görünmemesine neden oldu. Ancak sadece birkaç gün sonra, 1871 Ağustos'unda, Alman İmparatoru I. Wilhelm ve Bismarck'ın geri döndüğünü öğrenen Ali Efendi, tercümanı ile Bismarck'ın sarayına gitmiş ve görüşme nihayet Berlin'de gerçekleşmiştir..

"Zemin katta bir odaya yönlendirildim. Orada kartvizitim benden rica edilmeden önce soluk alma fırsatımız oldu (..) Prensin beni yalnız olarak kabul edeceklerini söyledikleri bir odaya girdik. Prens bizi orada bekliyordu. Avrupalı kıyafetler giyinmiş olmama rağmen, Prensi selamlamak için önünde eğileceğim sırada, Prens elini bana uzatarak 'Hoş geldiniz' dedi ve karşısına oturmamı işaret etti. Çevirmeni benim için yaptığı övgüleri tercüme ederken, kendisi de bana sigara ikram etti. Ben sigara kullanmadığımı ifade ederken, o ısrarla içtiğimi söyledi : 'Türkler sigara içerler, hatta şu an içtiğim tütünün Türk tütünü olması cabası..' Bunun üzerine uzatılan sigarayı alarak yaktım. Prensin isteği üzerine, hoş ve yorucu olmayan Tuna gezim hakkında kendisini bilgilendirdim. Ardından o söze girdi : 'Biz Fransız Savaşını sürdürürken ; Basiret'in tüm baskılarını İstanbul'daki büyükelçimiz aracılığıyla tercüme ettirerek okumak için edindim. Sizin, olayları çok doğru tasvir edişinizden duyduğum memnuniyeti ifade etmek isterim. Bundan başka, ordumuz üzerindeki tutarlı düşünceleriniz için de ayrıca teşekkür etmek isterim. Türk ve Alman milletleri arasındaki sevgi o denli eskidir ki, bu asla parçalanmayacaktır.."

Sadece yirmi dakika sonra Ali Efendi, vedalaşmak için izin istedi. Bu alelacele ayrılma isteğinden şaşkınlık duyan Bismarck, konuğuna ikinci bir görüşme için istek ve ümitlerini bildirdi...

"Saraya seyahat ettiğim esnada bir gazetenin özel baskısının büyük bir telaş ile satıldığını gördüm. Ben konuşmaya başladığım sırada Prens söze girdi : 'Bu noktada beni dinlemenizi istiyorum, çünkü Ali Paşa'nın bu sabah vefat ettiğini haberini aldım, çok sarsıldım.. Türkler büyük bir sadrazam, Avrupa ise büyük bir insanı kaybetti. Savaşın bitişi karşısında, ilk olarak Ali paşa iki tarafı da (Almanya ve Fransa) barışa davet etti. Onun barış ile ilgili yazılarını, arşivimizin özel bir bölümünde saklatıyorum. Böylesi diplomatların ölümleri büyük kayıptır.' Misafir evine dönüş yolunda caddelerdeki insan kalabalığının ve telaşın sebebini artık anlamıştım : Sadrazamın ölümü, devlet tahvillerinde düşüşü tetiklemişti !.."

Ali Efendi Berlin'de kaldığı 29 günlük süreyi geniş bir inceleme ziyareti fırsatı olarak kullandı. Nihayet Bismarck'tan, ayrılarak seyahate çıkabilmek için izin istedi. Prens kalma süresini uzatmayı önerse de ; Ali Efendi, yakında Mısır'a yapması gereken seyahati ve bunun öncesinde daha Augsburg'a uğrayarak, oradan bir matbaa makinesi ile gerekli ekipmanları satın almak isteğini anlattı. Bunun üzerine Bismarck, Ali Efendi'den fazla para alınmaması için, üzerinde dost fabrikatörlerin bulunduğu bir tavsiye mektubunu Ali Efendi'ye verdi.
Doğu bilimleri üzerine yüksek öğrenim yapmış olan, Bismarck'ın özel sekreteri Dr. Borch ; Ali Efendi'nin ayrılışına eşlik etmiş ve ayrılmadan önce ona kapalı bir zarf takdim etmiştir. Yolculuk sırasında, bu zarf hakkındaki merakını giderebilmek için çevirmeninden bilgi isteyen Ali Efendi'ye ; bunun bir Alman geleneği olduğu ve bir dostun ayrılışında yolculuğunun hızlı geçmesi için verildiği bilgisi iletilmiştir. Zarfı açtığında ise büyük bir sürprizle karşılaşmış ve zarfın içinde 10 adet 100 Marklık banknot görmüştür. 
Augsburg'a varışının ertesi günü hemen ona tavsiye edilen fabrikatörü ziyarete gitmiş ve Türk ziyaretçi olarak kabul edilerek kendisine kahveler ikram edilmiştir. Yapılan görüşme sonunda, elle 2000, motor ile 5000 baskı yapabilen bir makine, onun yanın da bir de ufak makine, Fransız harfleri, bir küçük makas ve diğer gerekli araç-gereçleri satın almaya karar veren Ali Efendi, toplam 1300 mark tutan malzeme bedelinin yarısını peşin, yarısını da İstanbul'da gümrükte teslim sırasında ödemek istediğini anlatmıştır. Bunun üzerine fabrikatör şöyle der : 
"Ama Ali Bey, hesabın tamamı Prensin hesabından karşılanacak. Kendisi, böyle olmasını buyurdu. Ben sizden bundan hariç bir tek pfenning (kuruş) bile alamam. Zaten bu model makine tamamen sizin için, özel üretilmiştir. Makinenizi bir ay içinde Galata Gümrüğünden teslim alabilirsiniz.."

İstanbul'a varmasıyla ve yeni makinelerin beklenmedik olağanüstü olumlu durumu ile birlikte Ali Bey, "Basiret"i genişletmeye devam etti. 1874'de ayrıca bir de mizah dergisi yayımlamaya başladı : "Kahkaha".. Bundan sonra da defalarca kapatma cezaları alan Ali Efendi'nin gazetesi Basiret son olarak Mayıs 1878'deki sansür ile birlikte tamamen kapanmıştır.. Yapılan soruşturma sonucunda Kudüs'e sürgün edilen Ali Efendi, daha sonra affedilerek, gazete çıkartmaması koşulu ile, İstanbul'a dönmesine izin verilmiştir...

    

18 Ocak 1871.. Versailles Sarayı Aynalar Galerisi.. Alman İmparatorluğu ilan ediliyor.. Ortada, beyaz üniforması ile Otto von Bismarck..




KAYNAKÇA 

Ali Efendi, "İstanbul'da Yarım Asırlık Vekayi-i Mühimme" ; 
Orhan Koloğlu, "Türkiye'de Basın" ; 
Ingeborg Böer-Ruth Haerkötter-Petra Kappert, "Berlin'den Türkler Geçti" ;
Orhan Koloğlu, "Osmanlı Basını : İçeriği ve Rejimi" ;

 

550 ) İLK TÜRK FİLMİNİ KİM ÇEKTİ ?...

2014'te 100 yılını tamamlayacak olan Türk sinemasının ilk filmi olarak Fuat Uzkınay'ın "Ayastefanos'taki Rus Abidesinin Yıkılışı" kabul edilir. Ne var ki, uzunluğu kimine göre 150, kimine göre 300 metre olan, yaklaşık 1-1,5 dakikalık, tek tük kayıtlarda 14 Kasım 1914'te çekildiği (!) belirtilen ve Nijat Özön gibi çok saygın bir film eleştirmeni, sinema yazarı ve tarihçiye göre "sinemamızın başlangıcı" sayılan, ama kimsenin görmediği bu belge film ne yazık ki günümüze ulaşamamıştır..

http://alkislarlayasiyorum.com/icerik/122277/ayastefanos-taki-rus-abidesinin-yikilisi-canlandirma

Halkın "93 Harbi" diye adlandırdığı, 1876-77 Osmanlı-Rus Savaşı'ndan galip çıkan Rusların İstanbul'a doğru ilerleyişlerinde en son varıp durdukları yer olan Ayastefanos'ta (Yeşilköy) bir zafer abidesi dikmek istemelerinin sonucunda ortaya çıkan, yarısı anıt, yarısı hayır kurumu gibi olan, Ayastefanos Rus Abidesi denen bu acayip yapının diken gibi battığı Osmanlı Devleti'nde, 93 Harbi'nin yarattığı acı anıları silmek için, ülkeyi I. Dünya Savaşı'na sokan hırslı yöneticiler tarafından, mutlaka yıkılması kararı alındı.
Anıtın yıkılışının, iyi bir propaganda olur düşüncesiyle, filme çekilmesi, önceden Viyana merkezli, Sacha film yapımevine sipariş edilmişken savaşa girmemizle körüklenen milli duyguların coşup iteklemesiyle bu yıkılışın mutlaka bir Türk tarafından çekilmesi görüşü ağır bastı ve o sırada, önceden sinemacılığa bulaşıp İstanbul'da halka ilk film gösterenlerden biri olan ve savaş nedeniyle askere alınmış yedeksubay Ali Fuat (Uzkınay) bu olayı filme çekmekle görevlendirildi.
1915'teki Almanya ziyaretinde Alman ordusundaki sinema bölümünün çektiği haber filmlerini seyredince sinemanın propaganda gücünü anlayan Enver Paşa' nın emriyle Osmanlı ordusunda da bir Merkez Ordu Sinema Dairesi (MOSD) kurulmuştu, 1915 yılında...
Cumhuriyet yıllarında Ordu Foto Film Merkezi adını alacak MOSD'un başına Weinberg atanmış, yardımcılığına da Uzkınay getirilmişti. Uzkınay, 1924'te yeniden düzenlenerek Genelkurmay Başkanlığı'na bağlanan Ordu Foto Film Merkezi'nde Laboratuvar Grup Amirliği'ne atanmış, emekliye ayrıldığı 1953 yılına kadar bu görevde kalmış ve 1956'da vefat etmiştir..

Aslında Uzkınay'dan daha önce Sultan Reşat'ın 1911'deki Selanik ve Manastır seyahatleri olmak üzere, çeşitli belge filmler ve haber filmleri çekerek Balkanlar'a sinemayı yayan, fotoğrafçılıktan yetişme, Manastırlı Yanaki Manaki ile Milton Yanaki kardeşler, ilk Osmanlı sinemacılarımızdır..

Titiz araştırmacılığı bilinen Nijat Özön'ün "Fuat Uzkınay" adlı kitabında, önemli bir dipnota dikkat etmek lazım :
"Bu film bugüne kadar bulunamamıştır. K.K.Foto Film Merkezi'nde bu ad altında kayıtlı filmin, bununla hiçbir ilgisi yoktur. Dikkati çeken bir nokta da, Uzkınay'ın 1953'te henüz emekliye ayrıldığı sırada, yazar Nurullah Tilgen'le yaptığı konuşmada, bu filmin Merkez'de bulunduğundan hiç söz açmamasıdır. Uzkınay, öteki filmlerinin resimlerini Merkez'in arşivindeki kopyalardan sağlayabilmesine rağmen bu filmle ilgili hiçbir fotoğraf vermemiştir Tilgen'e.
"Bundan dolayı filmin kaybolduğu sonucuna varılabilir. Foto Film Merkezi'ndeki filmlerin zaman zaman kayıplara uğradığı, tasfiye edildiği bilinmektedir. İlk filmimizin de bu arada kaybedilmiş olması muhtemeldir. Ancak filmin günün birinde beklenmedik bir yerden çıkması da (az da olsa) ihtimal dahilindedir.."

1951'de, "Film ve Öğretim" adlı bir dergide yayımladığı "Türk Filmciliğinin Tarihi" adlı yazısında "Ayastefanos"tan hiç bahsetmeyen Nurullah Tilgen'in sinemamız hakkında "Yıldız" dergisindeki "Türk Sineması Tarihi, Dünden Bugüne, 1914-1953" başlıklı araştırmasını yazarken o yıllarda hayatta olan Uzkınay'a danışmaması da ilginçtir..

Kendi çektiği "ilk filmimiz"e dair pek konuşmayan Uzkınay'ın 14 Kasım 1914'te kısa sürede kamera kullanmasını öğrenip öğrenemediği de bir başka soru işaretidir..
Anıtın yıkılmasına ilişkin toplumsal ilginin yoğunlaştığı o tarihte Uzkınay'ın filmin çekiminde başarısız olduğunu itiraf etmekten kaçınması da gayet doğal.
Bir varsayım olarak bu filmin hiçbir zaman çekilmediği de söylenebilir. Bu konudaki bir başka varsayım da, filmin çekilmiş ve zaman içinde bir şekilde kaybolmuş olması ihtimalidir. Ama en akla yakın ihtimal, telaş ve heyecan içindeki Uzkınay'ın büyük olasılıkla henüz öğrendiği kamerayı kullanamamış olduğudur..

"Gelişim Sinema" dergisinin Kasım 1984 tarihli 2. sayısında Burçak Evren imzalı "İlk Türk Filmi Üstündeki Kuşkular" başlıklı yazı ve Uzkınay'ın o tarihte hayatta olan iki kızıyla (Mutena Uzkınay, Mualla Uzkınay Tüzel)  yapılmış "İlk Türk Filmini Biz de Görmedik" başlıklı söyleşi de sonuçta bu görüşlerimizi doğrular niteliktedir..

Sungu Çapan, sözlerini şöyle tamamlıyor : "İlk Türk filminin varlığı üstüne akıl yürüttüğümüz bu yazıyla tabii ki ilk Türk sinemacısı Fuat Uzkınay'ın ruhunu rencide etmek ya da olay hakkında yazan kimi sinema yazarına, tarihçisine kara çalmak değil amacımız.." 

Metin Celal de bu konuda şöyle yazmış geçenlerde :

Uzkınay’ı “resmen” ilk sinemacımız olarak kabul ediyoruz. Hemen tüm kaynaklarda böyle geçiyor. Bir alanda resmen “ilk” olmak için önemli bir kıstas var, “Müslüman olmak”. İlk Türk romanında da benzer bir durum söz konusu. Şemsettin Sami’nin 1872 tarihli “Ta’aşşuk-ı Tal’at ve Fitnat”ı ilk Türk romanı olarak kabul edilir, oysa ondan 21 yıl önce 1851’de Hovsep Vartanyan’ın “Akabi Hikâyesi” yayımlanmıştır. Ta’aşşuk-ı Tal’at ve Fitnat’dan önce Hovsep Balıkçıyan, Hovsep Maruş ve Viçen Tilkiyan’ın romanları da vardır ama onlar ilk Türk romanı sayılmaz ve bir “Müslüman”ın roman yazması beklenir
Sungu Çapan’ın da belirttiği gibi “Aslında Uzkınay’dan daha önce Sultan Reşat’ın 1911’deki Selanik ve Manastır seyahatleri olmak üzere, çeşitli belge filmler ve haber filmleri çekerek Balkanlar’a sinemayı yayan, fotoğrafçılıktan yetişme, Manastırlı Yanaki Manaki (1878-1954) ile Milton Manaki (1882- 1964) kardeşlerdir ilk Osmanlı sinemacılarımız”. Manaki kardeşlerin ilk sinemacılar sayılmamasının nedeni “Müslüman” olmamaları. Çapan Müslümanlık kıstasını kullanmıyor ama onları diğer sinema tarihçileri gibi “Osmanlı” diye niteliyor. Türk saymayıp “Osmanlı” diye nitelemesinin sebebi Manaki kardeşlerin Manastırlı olması olabilir. Çünkü Manastır Makedonya sınırları içinde. Ama o tarihlerde bir Osmanlı Devleti toprağı.
“İlk Türk Filmleri” adlı kitabın da yazarı eleştirmen Burçak Evren “Manakiler hem çektikleri film kutularının üzerine hem de fotoğraflarının altına her zaman Türkiye ibaresi yazdılar” diyor (Skylife Dergisi, Haziran 2014). Burçak Evren kitabında “resmen” ilk Türk filmi olarak kabul edilen “Ayastefanos’taki Rus Abidesinin Yıkılışı”ndan önce çekilmiş Türk filmlerinin listesini de vermiş. “Ayastefanos’taki Rus Abidesinin Yıkılışı”nın çekildiğine dair bir kanıt yok ama Manakiler’in çektiği tüm filmler elimizde diyor Burçak Evren.
Resmi görüşe göre bir kişinin “Türk” sayılabilmesi için “Müslüman” olması gerekiyor. Türk sinemasının yüzüncü yılı da bu anlayışla 2014’te kutlanıyor. Evet, sembolik olarak kutlanabilir ama bazı gerçekleri de artık kabul etmek ve doğruları kayıtlara geçirmek şartıyla...  

549 ) BİR İNGİLİZ DİPLOMATININ GÖZÜNDEN ATATÜRK...



Sir Percy Loraine'in 1933-1939 yıllarındaki Türkiye Büyükelçiliği bir yabancı diplomat için az rastlanır parlaklıkta bir mesleki başarı öyküsüdür. 
Loraine, İngiltere büyükelçisi olarak atanmadan önce Türkiye Cumhurbaşkanı hakkında duyduklarını şöyle anlatmıştır :
"Türkiye'ye gitmeden önce 'Bozkurt' adlı eseri okuduğum gibi, Gazi hakkında birçok hikayeler dinlemiştim. Gözler önüne çizilmek istenen resim, son derece yetenekli, yılmaz enerjili ve yeniden yurdunu yoğurmak isteyen bir adamın resmiydi. Ama merhametsizlikle, ürkütücü kabalıkla, kontrol edilmez öfkeyle, gemlenmez iştahıyla, onur kırıcı ihtiraslarla donatılmıştı. Oysa ki karşıma çıkan kimse, bütün bu yakışıksız niteliklerden arınmış, haklı vakarı, kusursuz giyinişi, son derece temiz ve açık yüz hatları, insanın ta derinlerine kadar nüfuz eden buz mavisi gözleri ve gür kaşlarıyla dimdik tam bir yiğit adamdı..
"Onu daha iyi tanıyınca, her bakışta, her harekette ve hareketsizliğinde bile kendini belli eden şiddetli canlılığına hayran olmuştum. Zekası, vücudu eyleme hazır yaylar gibi kurulmuştu. Hayranlık uyandıran birçok özelliği vardı. Bunlardan biri önemliyi önemsizden ayırmak gücüydü ki, sütü kremadan ayıran bir aygıt gibi kesip atar ve esas üzerinde dururdu. Kendisini diktatör diye adlandırmalarını hiçbir zaman tepkisiz karşılamış değilim. Atatürk büyük bir devlet adamıydı, Hitler ve Mussolini gibi bir diktatör kesinlikle olmamıştı. O, kendi ölümünden sonra sürüp gidecek bir hükumet ve yönetim sistemi yaratmaya çalışıyordu.."

  

Loraine'in, okuduğuna dair bahsettiği "Bozkurt" (Grey Wolf : Mustafa Kemal an Intimate Study of a Dictator) adlı kitap, Türk-İngiliz ilişkileri açısından ciddi bir gerginlik yaratan Harold C. Armstrong tarafından yazılmıştı. Armstrong, Birinci Dünya Savaşı'nda İngiliz ordusunda görevliydi ve Kut-ül Amare'de Türk kuvvetlerine esir düşmüştü. Ateşkesten sonra da İstanbul'da İngiliz Yüksek Komiserliğinde askeri ataşe yardımcılığı ve hemen ardından Paris Konferansında, İngiliz delegasyonunda Suriye Komisyonunda bulunmuştu. Prof. Mustafa Yılmaz, kitabın o yıllarda Ankara'da ve Londra'da Türk ve İngiliz resmi çevrelerindeki yansımalarını değerlendirirken, İngiliz Subay Armstrong'un esaret izlenimlerinin de kitabına yansıdığını, bu yüzden onun yeni Türk devletine ve liderliğine yönelik olarak hayli saldırgan bir üslup kullandığını yazmıştır...



Loraine, yeni Türkiye'nin mimarı Atatürk'ü yakından tanıdığı 17 Haziran 1934 gecesini de şöyle anlatmıştır :
"İran Şehinşahı'nın onuruna Ankara Palas'ta yapılan resmi kabulde gerekli nezaket temaslarında bulunduktan sonra, İçişleri Bakanının ricası üzerine iki bayanla birlikte yan odalardan birinde briç oynamaya başlamıştık. 
"Az sonra Atatürk, yanında iki yüksek rütbeli İran generali ile odaya girdi. Poker oynamak üzere bizleri masasına çağırdı. Yarım saat için dediği oyun bir türlü bitmek bilmiyordu. Pokeri son derece tadını çıkartarak oynuyor ve her hareketiyle ustalığını belli ediyordu. Öyle ki, sabah saat 9'da oyun sona erdiği zaman önünde kazandığı çiplerden küçük bir dağ oluşmuştu. Atatürk bütün çipleri karıştırdı ve kimsenin oyundan zararlı çıkmamasını sağladı. Oyun boyunca şampanya içiyor, ben de sulu viskiyle kendisine eşlik ediyordum. Sabahın 3'ünden itibaren, ben içmedikçe o da içmeyeceğini söyledi.
"Oyun bittikten sonra beni alıkoydu. Odada İçişleri Bakanı ile İranlı generallerden biri kalmıştı. Atatürk, şuradan buradan söz ettikten sonra, esas konuya geldi. İngiltere ile dost olmak istiyordu. 'Niçin bir yakınlaşma olmasın ? İngiltere'nin Türkiye'ye karşı tutumu nedir ?' diye sorunca kendisine ; 'İki ülke arasındaki ilişkiler iyi ve olumlu bir durumdadır, ama bunların daha iyi olmaması için bir neden yok. Türkiye'nin Rusya ile yaptığı dostluk antlaşmasına paralel, İngiltere ile de bir dostluk antlaşması yapması için hiçbir engel görmüyorum' dedim..
"Büyükelçiliğe, evime uğramadan, balo kıyafetiyle geldiğim zaman saat 11 idi. Bu önemli konuşmayı Dışişleri Bakanlığıma bildirdim ve dedim ki : 'Eğer kendisine derhal karşılık vermeyip, görüşülenleri size yansıtmak ve sizden emir almak durumuna düşseydim, Atatürk bu hareketimden olumsuz sonuçlar çıkaracak ve belki yapmış olduğu girişimden cayacaktı.'
"Anladığıma göre aramızda geçen görüşmelerden son derece memnun olmuş. Kulağımda şu sözleri çınlıyor : '1914 yılından sonraki acı hatıraları silelim. Yeniden iyi, açık ve anlayışlı iki arkadaş olarak köklü bir dostluğa başlayalım !'.. "



Loraine için bu kararlı davetin iki eski hasım devletin barış dönemi ilişkileri açısından önemli bir fırsat oluşturduğu açıktır. Fakat tam bu günlerde Türk karasularında cereyan eden çok talihsiz ve acı bir kaza nedeniyle büyükelçinin şanslı olduğunu söylemek zordur. Türk-İngiliz ilişkilerinde beliren bahar havası, 14 Haziran 1934 günü meydana gelen bu talihsiz kaza, yerini beklenmedik bir krize bırakıvermiştir.. 
Loraine tarafından yazılan 1934 yılı raporuna göre ; üç İngiliz savaş gemisinden bir grup asker, Yunan Samos adasına sancağı olmayan bir motorla 100 yarda kadar yaklaşmaları üzerine ; Dipburnu yakınlarında bulunan Türk devriyesi tarafından ateşle ikaz edilmiştir.  Bir İngiliz askeri ölmüş ve diğeri yaralanmıştır. Türk tarafı, sınırın kaçakçılar tarafından ihlal edildiği, ikazlara aldırılmaması üzerine devriyelerce önce havaya ateş açıldığı, motorun ilerlemesi üzerine de talimatlar gereği ateşin sürdürüldüğünü açıklamıştır. Büyükelçiye durumu Ankara ile görüşmesi talimatı verilmiş ve Türk yetkililer olayın kaza ile meydana geldiğini ifade etmiş ve İngiltere bu açıklamayı kabul etmiştir. Olayın cereyan ettiği yermie, İngiliz ve Türk yetkililerin katıldıkları bir tören düzenlenmiş ve denize çelenk bırakılmıştır..
İngiltere'nin Türkiye Büyükelçisi için 1934 yılındaki bu talihsiz başlangıç, hemen ertesi yıl, 1935'de, yerini çok kritik bir konuda istihbarat paylaşımına bırakmıştır.
Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak'ın aktardığına göre ; "İngiliz Büyükelçisi Sir Percy Loraine, 1935 yılı Temmuz ayı içinde İstanbul'da İçişleri Bakanı Şükrü Kaya'ya, altında imzası bulunan bir not vererek : 'Ürdün'de Atatürk'e bir suikast tertibi yapıldığını ve suikastçıların Türkiye'ye hareket ettiklerini' bildirmişti.."
   
 

Türkiye'nin Avrupa ve Milletler Cemiyeti ile ilişkilerinde yönü artık Paris değil, Londra'dır.. Türkiye'nin İngiltere ile ticareti de artmaktadır. Bunda haziran ayında imzalanan ticaret ve ödemelerle ilgili anlaşma yanında Suriye ve Ürdün'de bulunan ve Ankara rejimine muhalif siyasi sığınmacıların Atatürk'e yönelik planladıkları suikast girişiminin İngiltere tarafından Türkiye'ye önceden haber verilmesi ve İtalya tehdidine rağmen İngiltere'nin güvencesi de rol oynamıştır. 
Türkiye'nin 1932 yılında üye olduğu Milletler Cemiyeti ile ilgili şüpheleri de raporda not edilmiştir. Ancak, sonraki yıllarda Türkiye, Milletler Cemiyeti'nin sadık üyelerinden biri konumuna yükselmiştir. Bunda şüphesiz, Türkiye'nin, Milletler Cemiyeti kararlarını hiç tereddütsüz uygulaması kadar, Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras'ın Milletler Cemiyeti içindeki aktif faaliyetleri de etkili olmuştur..

548 ) BAŞ ALIP, BAŞ VEREN ADAM : YAKUP CEMİL !...

    

Gözünü budaktan sakınmaz ve "pireyi gözünden vuracak" kadar nişancı, hem kendi, hem de başkalarının hayatına öfkeli biridir...
İstanbul, Yenibahçe' de doğmuş, fakir bir ailenin çocuğu olarak güçlükler içinde okumuştu. Okulda haşarı, kavgacı ve etrafını yıldıran Yakup Cemil, Harbiye'den mülazım (teğmen) çıktıktan sonra Rumeli'de eşkıya takibine memur edilmişti.
Arkasında ne servet bırakmıştı, ne de heves duyulacak bir şöhret.. "Babıali Baskını'na katılma gerekçesi" memleketin Bulgarlara terk edilip, Edirne'nin bırakılmasına yönelik anlaşma yapıldığı şeklindeki söylentilerdir..
Asker doğmuş ve asker gibi ölmüştür. Her zaman etkin olmayı isteyen ve kendi suskunluğuna bile haykıran çok değişik bir tavra sahiptir. 
Harbiye Nazırı Nazım Paşa'nın öldürülmesi önceden tasarlanmış bir cinayet değildi. Ve o gün Nazım Paşa'nın öldürülmesi için de hiç kimse ona "ateş" emrini vermemişti. Emri kendi verir ve uygulardı. Nazım Paşa ile herhangi bir kişisel meselesi yoktu. Vurma kararını o anda vermişti. Nefs-i Müdafaa durumu yoktu..
Kararları "fevri"dir ve saplantıları vardır. Trablusgarp'da "casus" olarak nitelediği, Birinci Mülazım Şükrü Bey'i vurmuştur. Siyahi olan ve alaydan yetişme bu askeri neden vurduğunu soranlara, "casus olduğu muhakkaktır" yanıtını vermiştir. Ama kimse çıkıp da ona bu cinayetin hesabını sormamıştır. 
Zaman zaman kendi başına buyruk "mahkeme" olabilen Yakup Cemil, Doğuda on altı kişinin kurşuna dizilmesinde de birinci derecede rol oynamıştır. Hasankale'de meydana gelen olayda, bir jandarma erinin köy halkıyla işbirliği yaparak düşmana bilgi sızdırdığına "kanaat" getirip, ölüm cezasına hükmetmişti. Kendi kanaati ve hükmü her zaman yasalardan önce geliyordu. Bu kurşuna dizilen on altı kişinin de hesabı sorulmamıştı.. 
"Vatanın menfaati uğruna babamı öldürmezsem namerdim" çok sık kullandığı cümlelerden biri idi...
Teşkilat-ı Mahsusa bünyesinde yer almış ve Kafkasya'ya gönderilen birliklerde vuruşmuştu. Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan'da sivil operasyonlara da katılmıştı. Binbaşı Asım, Yüzbaşı Halit, Lazistan Mebusu Sudi, Şakir Bey (eski İktisat Vekili Kesebir), Yüzbaşı Ethem ve Abdülhamid Bey ile çok önemli operasyonların gerillası olmuştu. Batum'u Ruslardan geri alan kuvvetlerin içinde onun gerilla birliği vardı. Şehre girince "Fatih"liğini ilan etmişti. 
İttihat Terakki'nin Adana sorumlu delegesi olmuştu. Parti onun yapısındakileri, sivillere tercih ediyordu. Adana Valisi Cemal Paşa idi ve geleceğin Bahriye Nazırı ile ihtilalcisi burada tanışacaklardı. Bingazi'ye geçip dört ay kaldıktan sonra 1911 Şubat'ında aniden İstanbul'a dönmüştü..
İhtar ve nasihat dinlemeyen, tavsiyeleri dikkate almayan Yakup Cemil, Harbiye Nezareti Müsteşarı Mahmut Kamil Paşa tarafından iki bin kişilik birliği ile Bitlis Alay Komutanlığı emrine verilmişti. O zaman Kaymakam rütbesi taşıyan Alay Komutanı Ali Bey (daha sonra Nafia Vekili ve İstiklal Mahkemeleri Reisi), Yakup Cemil'in uğraşılmaz biri olduğunu anlamıştı. Yakup Cemil bu kez Altıncı Ordu'ya gönderildi. Bu ordunun kumandanı ise, Enver Paşa'nın amcası Halil Paşa idi. Yakup Cemil burada muvazzaf hizmete alınmış ve kıdemli yüzbaşı yapılmıştı.. Fakat Halil Paşa, Enver Bey'i arayacak ve, "Al bunu buradan" diyecekti.. Çünkü kimseye danışmadan tabura hücum emri verecek kadar pervasızdır !..



Yakup Cemil, Talat Paşa'ya karşıydı ve 1912 Kongresi'nde muhalefetin başını çekmişti. Talat Bey'in Prens Said Halim Paşa Kabinesinde yer almaması için bastırmış ve Enver Bey'in Harbiye Nazırlığında etkin rol oynamıştı..
Almanları hiç sevmedi. "Bunlar kim ki, bir Türk'e kumanda etsin, bize emir versin" derdi. En çok Sapancalı Hakkı'yı severdi. Enver Paşa da ilk zamanlar taparcasına sevdiği bir kumandandı. Paşa'nın ameliyatı sırasında tabancasını çekip, doktorları "Sakın ha tedbirsiz davranmayın !" diye tehdit edecek kadar hem de..
İttihatçı idi. Hem de kalben olmanın dışında... Bir dine, bir tarikata bağlanır gibi bağlıydı Parti'ye..
Enver Paşa ile Talat Paşa'nın arasını açabilecek, Enver Paşa'ya amcası Halil Paşa'yı şikayet edebilecek kadar da pervasızdı.. Kendisini İstanbul'a getiren trenin penceresinden yollardaki halkın perişan durumunu görmüştü. İlk koyduğu teşhis, "umumi harbe" hazırlıksız girmekti. Ayrıca ordunun ehil olmayan ellere teslim edildiğine inanıyordu..
Bağdat dönüşünde Enver Paşa'nın karşısına çıktı. Enver Paşa, "Şimdi çok meşgulüm. Muamele Müdürü Osman Şevket Bey'e git, seni uygun bir yere atasın" dedi. Oysa o, sadece görev isteği ile gelmemişti. Onunla konuşup ne olup bittiğini anlamak istiyordu.  Oysa Paşa kendisini dinlememişti bile..
Osman Şevket Paşa da, Enver Paşa'dan atama ile ilgili bir emir almadığını ve daha sonra uğramasını söyleyince, içindeki İttihat Terakki ve Enver Paşa sıcaklığının erimeye başladığını hissetti. Odadan hışımla çıktı, selam bile vermeden !..





Enver Paşa daha sonraki görüşmede, onun ancak ihtiyat zabiti olabileceğini ve kanun mucibince ancak binbaşılığa yükselebileceğini söyleyecek ve isterse onu Erzurum Cephesi'ne gönderebileceğini söyleyecekti. Omuz omuza Babıali'den içeri girdiği, her yerde savunduğu ve canını esirgemediği Enver Paşa'nın hele "İstersen yardımcı olalım, ticarete atıl" demesi onu çıldırtmıştı. Dün iktidara onun cesareti ve kurşunları ile el koyanlar, bugün onun için "Kaymakamlık ve fırka kumandanlığı istiyor. Ona değil fırka, bölük bile emanet edilmez" diyorlardı.. 
Abdullah Efendi Lokantasındaki yemekte yapılan yatıştırıcı konuşmalar Yakup Cemil'i ikna edememişti. Sapancalı Hakkı masayı terk ederken, İnzibat Bölük Kumandanı Nevzat Bey ile Divanı Harp Reisliği Yaveri Murad Bey içeri giriyordu.
Sirkeci Meserret Oteli sarılmıştı. Yakup Cemil'in yeni bir eyleminden korkuluyordu. 
Yakup Cemil'in para ile toplanan adamlarına, "Büyük bir kriz geçiriyor. O, Enver Paşa'ya ve İttihat'a isyan etmez. Hadi siz de evlerinize gidin ve boşu boşuna ölmeyin" denmişti. 
Olay Yakup Cemil açısından kapanmıştı ama İttihatçılar açısından aynı şeyi söylemek mümkün değildi. Yakup Cemil'in telgrafla çağrılmasını istediği, eski arkadaşlarından Mümtaz Bey İzmit'den, Hüsrev Sami Bey de Eskişehir'den gelmişti. Bunlara Nail Bey de katılacak ve Sapancalı Hakkı'nın Galata'daki yazıhanesinde son bir "durum muhakemesi" yapılacaktı.. Tümü Yakup Cemil'in şuurunu kaybettiği görüşündeydi ve onunla birlikte idam sehpasına gitmemenin yolunu arıyorlardı. Enver Paşa'yı Kuruçeşme'deki konağında ziyaret ederek, son bir lütufta bulunmasını istediler. O da, "Yarın bana getirin, ona İran'da mühim bir görev vereceğim" dedi..
Yakup Cemil'in Enver Paşa ile görüşmesi "tekdir" ile başladı, "takdir" ile bitti. Konuşmanın sonunda iki eline sarıldığı Enver Paşa'yı öpüyor ve doğruca yeni görevi için Mahmut Kamil Paşa'nın yanına koşuyordu. İlk görev yeri Afyon'du. Karargahını burada kuracaktı..
Yakup Cemil'in asker ve sivillerden kurulu birliği, bir türlü gerekli düzene girememişti. Polis Müdürü Bedri Bey, "Bu başıbozukların sorumluluğunu almam" diye diretince, Kara Kemal araya girdi. Talat Paşa'dan, meselenin Enver Paşa'ya aksettirilmemesini isterken ; bir yandan da Enver Paşa'ya Yakup Cemil ve arkadaşlarının bir ihtilal hazırlığı içinde olduklarını "ima" etti.. Enver Paşa da Harbiye Nezareti'ne gitti ve Merkez Kumandanı Miralay Cevad Bey'i telefonla arayarak, "Yakup Cemil'i derhal tevfik edin.." emrini verdi..
Enver Paşa korkmuştu. Çünkü bu sefer Yakup Cemil'in etrafında 10 veya 100 kişi değil, binlerce başıbozuk vardı. İhtilale kalkmasını beklemektense, girişimi başlamadan önlemek istiyordu...
Operasyon başladı. Cevad Bey görüşmek üzere Yakup Cemil'i makamına davet etti. Yakup Cemil tevkif emrini duyunca donup kaldı ama topuklarını vurarak asker selamını verdi. 6 Ağustos 1916 günü, bir subay ve beş inzibatla Bekirağa Bölüğü'ne gönderildi.  "Hürmeten" silahları alınmamıştı.. Aslında tabancalarının alınmaması, tamamen onu intihara sevk etmeye yönelik bir uygulamadır..
Divan-ı Harp'e çıkarıldığında Yakup Cemil, "Meserret" hareketini fiili bir eylem olarak kabul etmedi, sadece bir protesto olduğunu savundu ama, İttihat ve Terakki'den memnuniyetsizliğini belirtti. 
Bir gece (büyük olasılıkla Talat Paşa'nın isteği ile) Kara Kemal ve Merkez Kumandanı Nafiz Bey onu hücresinde ziyaret ettiler. Bu tür konuşmaların kelle götüreceğini ve başkalarının da canını yakabileceğini söyleyerek ifadesini inkar etmesini istediler. 
Yakup Cemil kararsız bir durumdaydı. Eşi Nevber Hanım'ın onu hapishanede ziyaret etmesini bile istemez. Gerekçesi "hamiledir, üzülmesin" olur..
Sonraki ifadesini Kara Kemal'in dediği gibi değiştirse de bu, idam kararını önleyemez. Diğerleri de mahkum edilmiş, Satvet Bey beraat ettirilmiştir..
İdam emrini Talat Paşa vermiştir. Merkez Kumandanı Cevad Paşa geçmişteki hizmetlerinden dolayı idam cezasının müebbete çevrilmesini istemişse de iktidar, hükmün derhal infazından yana idi. Bu konuda Enver Paşa da söz geçiremez durumdadır. İttihat ve Terakki'nin kızgın olan diğer kanadı, Yakup Cemil'in infazı ile Enver Paşa ve çevresine güç gösterisinde bulunuyordu..  
Bekirağa'dan arabaya bindirilip Kağıthane'ye götürülür. Yanında Sorgu Hakimi Reşit Bey ile Hapishane Müdürü İsmail Hakkı Bey vardır. Bir süvari müfrezesi arabayı Kağıthane'ye kadar izler..
Piyade bölüğü atış poligonunda hazırdır. Ortadaki direğe bağlanmadan önce iki rekat namaz kılar ve dua etmeye gelen hocaya, "Biz bu işi daha önce yaptık, zahmet etmeyin" der. 
Vasiyeti de uzun değildir : "Param ve malım yok. Çocuklarımı İttihat ve Terakki aç bırakmasın."  
11 Eylül 1916 Pazartesi sabahı kurşuna dizilir.. İttihat ve Terakki onun kurşuna dizilmesinden dört ay sonra ailesine 33 kuruş maaş bağlar !..  

   

547) İSTANBULLULARIN DİLİ ..

 

İstanbul'un dili Türkçe idi. Türkçe dışında tarihin getirdiği, çeşitli dini-etnik grupların konuştuğu dillerden oluşan bir miras vardı. Bu dillerin en belli başlı olanları Rumca ve Ermenice idi. Bu dilleri konuşanların kiliseleri de başkentteydi. Okulları, matbaaları vardı. 
 İstanbul Musevileri dilleri ve gelenekleriyle sadece İstanbul'un değil, tüm dünyadaki dindaşları arasında da en ilginç gruptu. 15. yüzyılın İstanbul'unda Bizans mirası bir Musevi cemaat vardı. Romanyot diye biline bu grup Yunanca konuşurdu. Bu grubun Osmanlı kültürüne ilk katkısı da, hahambaşı Moses Capsali'nin torun yeğeni Eliyah Capseli'nin kaleme aldığı Osmanlı Tarihi'dir. Museviler arasında Yunan dili az zamanda eridi. 15. yüzyıl sonunda çoğunlukla İspanya'dan ve Avrupa'nın diğer taraflarından dalga dalga gelen Musevi mültecilerle dünya başkentine İspanyolca girdi. İstanbul Musevilerinin İspanyolcası, bugün artık örneğine İspanya'da veya Güney Amerika'da rastlanmayan ; İspanyolca uzmanlarını bile araştırma için Balat-Hasköy'e çeken eski Kastilya lehçesidir. 19. yüzyılda Musevi Cemaati eğitim reformlarına girişti. Alliance okulları 1870'lerde eğitime başlayınca Musevi aydın sınıfı Fransızca'yı tercih ettiler. İspanya'dan geldiklerinde kutsal yazı dilleri ladino / judeo espaglone denen ; İbrani harfleriyle yazılan İspanyolca sözlü, yer yer İbranice cümle kurgulu özgün bir yazı diliydi. Ancak bilen bilir, yazanlar anlardı. Din adamları ve araştırmacıların dışında İbranice'yi okuyan, bilen yoktu. İstanbul Musevi topluluğunun dili, argosu, musikisi ve gelenekleri bugüne kadar ciddi araştırma konusu olamadan hemen hemen kaybolmak üzeredir..



 Dünya başkentinde İtalyan dili, has Toscana lehçesinden başlayarak her çeşidiyle konuşulurdu. 18. ve 19. yüzyıllarda İstanbul'a yeni hayat arayan bir yığın İtalyan gelip yerleşti. Çoğu inşaat işçiliği, marangozluk, demircilik gibi işlerle uğraşıyorlardı. Bu işçi sınıfının konuştuğu İtalyan lehçeleri, İtalya'nın her bölgesindendi ve kısa zamanda Türkçe, Rumca, Ermenice ve Kastilyan sözcüklerle doluştu. 
 19. yüzyılın gezgin yazarı Edmondo de Amicis ; "İstanbul İtalyanlarının çoğu konuştukları İtalyanca'yı ancak kendileri anlarlar," diyor. Cenevizli, Venedikli ve Toscanalı koloni Bizans'tan mirastı. Kırım'ın fethinden sonra oradan da Cenevizli bir kalabalık gelmişti ; başka başka Katolik gruplarla birlikte Latin-Katolik cemaatini oluştururlardı. 
 Ayrıca, küçümsenmeyecek sayıda bir Bulgar nüfusu vardı. 19. yüzyılın ortalarında Bulgarların ilk gazeteleri ve önemli basımevleri İzmir ve İstanbul'da kurulmuştu. Arnavutça, Arapça, Sırpça da duyulan dillerdendi. 
 İstanbul'un Çingeneleri kendilerine özgü, zengin argolu ve farklı sözcük dağarcığı olan bir dil konuşurdu. 19. yüzyılda özellikle Üsküdar'da yerleşen kalabalık bir İranlı grubu vardı. Çoğu Azeri lehçesi kullanırsa da Farsça da konuşurlardı. 
 İstanbul'da Rumca'dan Farsça'ya kadar bir yığın dilde gazete çıkar, kitap basılırdı. Araştırılıp öğrenildikçe görülür ki, büyük şehirdeki basın ve yayın hayatı şaşırtıcı gerçeklerle doludur. Karagöz perdesini dolduran rengarenk dil ve şiveler bu gerçeği yansıtır. 



 İstanbul yakın zamanlara kadar her köşesi bir Babil Kulesi olan şehirdi. Bu dillerin birbirini ve Türkçe'yi etkilediğine de kuşku yoktur. "Paydosta mağaza kapandı, fistan alamadım ; hava poyrazdı, yalının fenerini yakamamış" ifadesine bir göz atalım : Fiiller dışında ; mağaza İtalyanca, fistan İtalyanca "fustagno" biçiminden, Arapça "fustan" dan geçme, hava Farsça, diğer deyimlerin hepsi, yani yalı, poyraz, fener, paydos ise Rumca...
 Kalabalık bir liste oluşturan denizcilik deyimleri ; günlük dile giren kanca, parça gibi sözler İtalyanca ; Arnavutların dilinde güverte, Venediklilerin "coverta"sından ; yine Venediklilerden geçme başka bir sözcük de iskele, "scala" dan..
 Gocuk, kaban, koçan (mısır veya makbuz koçanı) , piştov, izbe, dobra dobra gibi sözler de Slav dillerinden geçme.. 
 İş argoya dökülünce bu renklilik daha da artıyor. Zaten argo kadar evrenselliğe açık bir dil alanı zor bulunur. Binanın yüzü, fasadı gibi kullandığımız kelime, İtalyanların "faccia"sı, külhanbeyi argosunda "alırım façanı aşağıya" olmuş. 
 İstanbul Türkçesi ; Türkçe'nin hası, imparatorluğun edebi ve resmi dili olarak kabul ediliyor. Ama İstanbul'un her semtinin, her sınıf halkının da aynı ağzı konuşmadığı açık..
 Genellikle eski Aksaray-Fatih semtlerindeki konuşma dili, örnek Türkçe sayılır. Nedeni ise; bu semtleri bürokratların, medrese ulemasının, öğretmen-öğrenci takımının 15-16. yüzyıldan beri mekan edinmeleri olabilir. Bir de şehrin fethinden hemen sonra Karaman ve Aksaray'dan kalabalık grupların bu semtlere zorla yerleştirildiklerini unutmayalım. 
 Bazı semtlerin halkı seslilere bastırıp, "yapo'rlar" derken, kimileri de inadına sessizleri vurgulayarak "yapıyollar" derdi. Kimisi "yapicek" derken, öbürleri de "yapıcak" diye meram anlatırdı. İstanbullu "dokanmak" derdi. Kendisine yağlı yiyeceklerin "dokandığından" bahsederdi. 
 Hiçbir zaman ciddi bir fonetik laboratuvarı kurup, telaffuzunu saptayamadığımız Türkçe'nin, dünü gibi bugünü de meçhul. Avrupa ulusları ; tiyatrolarında, üniversitelerinde hangi telaffuzu kullanacaklarını biliyorlar. Biz ise, bugünkü İstanbul'da, İstanbul Türkçesi diye özgün bir Türkçe'den bahsedemeyiz artık.. 




İLBER ORTAYLI'nın "İstanbul'dan Sayfalar" adlı kitabından derlenmiştir..

546 ) DOĞU ANADOLU'DA RUS ENTRİKALARI..

     

1925 yılı başlarında Sovyetler Birliği, çevresini saran emperyalist devletlerin kıskacını zayıflatmak için Almanya ile Rapallo Antlaşması'nı imzalamıştı. O sırada Türkiye ile Rusya, Cemiyet-i Akvam'a (BM) katılmak istemiyorlardı, çünkü orada İngiliz etkisi vardı. Dolayısıyla, kendi aralarında bir dostluk antlaşması imzalamayı tasarlıyorlardı. Her iki ülke arasındaki ilişkiler bir süre iyi gitmişti ; ancak 1925 yılı Kasım ayında İngiliz İstihbarat Servisi, Sovyet Rusya'nın Türklerle Kürtler arasında entrikalar çevirdiğini iddia ederek, bu "oyunlar" konusunda, Baku'daki komünist merkezden Moskova'daki Komünist Enternasyoneli Yürütme Komitesine gönderilmiş gizli rapora dayanarak Londra'ya bilgi göndermişti. 
Oldukça uzun olan bu rapor, M. Broido adlı bir yetkili tarafından imzalanmıştı. Rapora göre Ruslar, Türklere, Musul'a silah kaçırmada yardımcı olurken, aynı sırada, Türklerin bilgisi olmadan tüm "Kürdistan"ı ve Kuzey Irak'ı Sovyetler Birliği'ne katmak amacıyla oralarda görünürde bir ihtilal havası yaratmaya çalışıyorlardı. Bu da Rusların ikili oynadıklarını, hem nalına hem mıhına vurduklarını gösteriyordu. İngiliz İstihbaratı'na göre, Rus entrikaları Tebriz, Erzurum (orada Rus konsolosu Diyetisov rol oynuyordu), Van ve Diyarbakır'da çevriliyordu. Erzurum, Trabzon, Erzincan, Harput ve Muş'ta kurulmuş Sovyet hücreleri gittikçe çoğalıyordu. Bu sahadaki çalışmaların çoğunu Irmanov adlı birisi yürütüyordu ; ancak Rus diplomatlarından Dietisov, Irmanov'un bu uğraşıları yüzünden kendi diplomatik dokunulmazlığını yitirmekten kaygılanıyordu..
Irmanov'a, yerli doğu halklarıyla ilişkilerinde prensip olarak self-determinasyon ve ulusların bağımsızlığı ilkelerinden yararlanma yetkisi verilmiş ve Van ilinde militan gençlerden oluşan örgütler kurulmasında başarılı olmuştu. Bitlis bölgesini de kapsayan yerlerin yöneticileriyle Süryaniler arasında ilişkileri düzene koymuştu. Rapora göre, pek yakında Diyarbakır, örgütlenme çalışmalarında en önemli rolü oynayacaktı. Ruslar, gizlice çalışarak orada bir üs kurmuşlardı. Troyanovski ve Sand Yoldaşlar sayesinde sorumlu gruplar teşkilatlanmayı sürdürüyor, onlar sayesinde yerel aşiretler arasında silah dağıtılıyor ve halkın, Rusların direktifiyle harekete geçmesi sağlanıyordu. Yani, Ruslar Ankara ile işbirliği yaparken perde arkasından ona karşı komplo kuruyorlardı...

İngiliz İstihbaratı'nın bu raporu 5 Ocak 1926'da İngiltere Dışişleri Bakanlığı yetkililerinden James Morgan tarafından şöyle değerlendirilmişti :

"Bu raporun özü şudur : Ruslar, Kuzey Suriye ve Irak sınırlarına Trabzon yoluyla silah sağlıyor ve Suriye ile Irak'taki aşiretler arasında kışkırtma yapıyorlar. Bu rapor, 5 Kasım 1925 tarihini taşır ; bu da Birleşmiş Milletler'in Musul'la ilgili kararından önce yazılmıştır. Rapora göre Türkiye, Suriye ve Irak sınırlarını aşarak Musul iline saldıracak ve Suriye ile Irak'ta çıkacak bir isyan ona yardımcı olacaktır. Sözü edilen Bolşevik merkezleri Suriye'nin kuzeyindedir. Yine rapora göre Sovyet Rusya, Fransız ve İngiliz emperyalizmine saldırmada Türkiye'ye yardımcı olurken, aynı zamanda Türkiye'nin doğu illerindeki 'karanlığı' Bolşevik ışığıyla aydınlatıyor. Gerçekte Rusya, doğu illerinde Ankara'ya karşıt sızlanmalardan yarar sağlarken, bu memnuniyetsizliği daha da artırmak için Türklerin Bolşevik olmadıklarını söylüyor. Ancak, bu rapor yazıldıktan sonra Türk-Sovyet antlaşması imzalanmıştır. Bu da, doğu illerindeki halkın, Ankara yerine Rusya'yı desteklemesine yardımcı olabilir ama Rusya'nın amacı, Fransa ile İngiltere'nin yıkılmasına değil, tüm bölgeyi ele geçirmeye yöneliktir."   

Yine bu sırada Türkiye, İngiltere'nin Yunanistan ile askeri sahada işbirliği yapması olasılığından kaygılanıyordu. Bu rapor, o günlerde Musul sorunu görüşülürken perde arkasında ne gibi oyunlar oynandığını açıkça göstermektedir..
Bu sırada Türkiye'nin iç bölgelerindeki huzursuzluk sürüyordu. İstanbul'daki İngiltere Büyükelçisi Sir Ronald Lindsay, Dışişleri Bakanı Austen Chamberlaine'e 1 Aralık'ta şu yazıyı göndermişti :

"Geçtiğimiz hafta içerisinde Türkiye'nin çeşitli iç bölgelerinde kargaşalıklar çıktığına dair haberler alınmıştır. İsmet Paşa'nın Millet Meclisi'nin 26 Kasım günlü oturumunda açıkladığına göre, bir zamanlar Çarlık Rusya'sından rüşvet almış Kürt şeyhlerinin ve öteki kötü niyetli kişilerin kışkırtmalarıyla Erzurum'da valinin ikametgahı önünde şöyle haykırdıkları öğrenilmiştir : 'gavur memur istemiyoruz' ; yani şapka giyen ve Avrupalılar gibi davranmaya çalışan kişilerce yönetilmeyi istemediklerini belirtmişlerdir. Vali ivedilikle önlem alarak Erzurum'da bir askeri mahkeme kurdurmuş ; birçok kişi tutuklanmış ; 6 şeyh veya hoca idam edilmiştir. 12 Kasım'da Sivas'ta buna benzer kargaşalıklar olmuştur."

Bu olaylar kaydedilirken, 17 Aralık'ta Paris'te, Türkiye Dışişleri Bakanı Dr. Tevfik Rüştü (Aras) ile Sovyet Rusya Dışişleri Komiseri Georgi Vasiliyeviç Çiçerin arasında dostluk, yansızlık ve saldırmazlık antlaşması imzalanmıştı. Bu antlaşma, 23 Aralık 1925 günkü Izvestia gazetesinde yayınlanmıştı. Buna göre, taraflardan birine karşı savaş açılırsa, öteki tarafsız kalacak ; taraflar birbirine saldırmayacaktı. 
Aslında bu antlaşmanın gerçek nedeni, güneydeki güçlü devletlerin etkisini denetlemekti. Bu da, Moskova'nın iç bunalımlara sahne olduğu bir sırada Ankara'nın Batı ile arasının açık olması, Sovyet dış politikasının destekleyeceği bir durumdu. Ayrıca, 1 Aralık'ta Fransa, İngiltere, Almanya, İtalya, Belçika, Polonya ve Çekoslovakya arasında imzalanan Locarno antlaşmalarını Rusya kendisine karşı tehdit saymıştı ve esasen bu antlaşmalar Türkiye'yi de köşeye sıkıştırıyordu.
İngiltere Dışişleri Bakanlığı yetkililerinden James Morgan Türk-Sovyet antlaşmasıyla ilgili olarak, 5 Ocak 1926'da şu notu düşmüştü
"Sir Roland Lindsay'e göre, Türkler, bu antlaşmayı Avrupa'ya bir uyarı olarak kullanıyor ve Rusya'dan yana dönme tehdidini savuruyor. Ancak Türk şunu da bilmelidir : Onun böyle davranması kimi ulusların İngiltere'den yana kaymalarına neden olabilir. Rusya kırılmış bir kamıştır.."  

Lindsay, iki gün sonra (28 Aralık 1925) Chamberlaine'e yazıda, bu sırada Kürt sorununun Türkiye yönetimine büyük bir tehlike duygusu verdiğini öne sürmüş, şunları eklemişti : "Türkiye, İran ve Azerbaycan'a karşı saldırgan görüşlere sahip olabilir ; dahası, İran'ın ötesinde Rusya'nın Doğu Asya ülkelerinde Türklere karşı fobisi olan sakinlerle daha sıkı ilişkiler kurmayı dileyebilir ; ancak, ülkesine daha yakın yerlerde ve daha önemli etkenler, onu, Kürt ulusalcılığını bastırmaya zorlayabilir.. Bu sırada Türklerin, Kürtlerin, Arapların ve belki İranlıların geleceği tehlikededir ve bizim de (İngilizlerin), kendi yönetimimizin izleyeceği istikamete göre, Türklerle aramız açılabilir. Gelecekteki iki nesli göz önünde tutarak, Rus siyasasının meylini, barışı ve İngiliz yönetimini çıkarlarını dikkate alarak, çıkarımız için Britanya ile Türkiye arasında dostluk ilişkilerine önem verebiliriz ; ancak bunu sağlamanın bir bedeli vardır ve bunu ödemek gerekmektedir.. İngiliz yönetimi bu konuyu oldukça geniş bir perspektif açısından incelemelidir.. Revandiz ilçesinin Türkiye'ye verilmesinin durumu yatıştırılacağı kuşkuludur.."

Tüm bu gelişmelere karşın, İstanbul'daki İngiltere Maslahatgüzarı M. Hoare, Türkiye ile ilgili olarak 1925 yılını süzgeçten geçiren yıllık raporunda şöyle diyordu : "Gazi, Türkiye'yi modernleştirme amacına ulaşma tutumunu sürdürmüştür ve onun bu sahada göstermiş olduğu cesarete hayran kalmamak olanaksızdır. Kendisi birkaç ay içerisinde reaksiyoner bir isyanı bastırdıktan sonra, kafası ağır çalışan bir halkın tüm önyargılarını altüst etmiştir.."


KAYNAKÇA :

SALAHİ R. SONYEL, "Kıskaç Altında" ;
MEHMET PERİNÇEK, "Atatürk'ün Sovyetler'le Görüşmeleri", s. 169-170
İSMAİL SOYSAL, "Türkiye'nin Siyasal Antlaşmaları", s.265 ;
FO 371/11458/E.51 : İngiliz Gizli İstihbarat Raporu,no. 1434, 31.12.1925-"Irak hududunda Bolşevik Rus hareketleri", rapor, 6.11.1925 ; 
FO 371/10869/E.1914/1914/44 : Henderson'dan Clerk'e yazı, Londra, 25.10.1925 İngiltere Dışişleri yetkilisi Henderson, İngiltere'nin Yunanistan'la askeri bir pakt imzalamadığına dair Londra'daki Türkiye Büyükelçisine güvence vermişti .  ;
FO 371/10863/E.7512 : Lindsay'den Chamberlaine'e yazı, no.880, İstanbul, 1.12.1925 ;
FO 371/10869/E.8099 : Lindsay'den Chamberlaine'e yazı, no.930, İstanbul, 23.12.1925 ;
YULUĞ TEKİN KURAT, "Elli Yıllık Cumhuriyetin Dış Politikası, 1923-1973", Belleten, XXXIX, s.265-266 ;
FO 371/11526/E 65 : Lindsay'den Chamberlaine'e yazı, no.943, İstanbul, 30.12.1925 ;
FO 371/11458/E 62 :Lindsay'den Chamberlaine'e yazı, no.940, İstanbul, 28.12.1925 ;
FO 371/11556/E 4798 : Türkiye Yıllık Raporu, 1925 ;
LORD KINROSS, "Atatürk", s.297 ;

Hürriyet

KAYNAK OLARAK KULLANDIĞIM KİTAPLAR..
-------------------------------------------------------
1.DEVLET-İ ALİYYE.I...HALİL İNALCIK 2.OSMANLILAR..HALİL İNALCIK
3.İMP.'UN EN UZUN YÜZYILI..İLBER ORTAYLI
4.SON İMP. OSMANLI..İLBER ORTAYLI
5.TARİHİN IŞIĞINDA..İLBER ORTAYLI
6.OSM. TOPLUMUNDA AİLE..İLBER ORTAYLI
7.OSM.'YI YENİDEN KEŞFETMEK..İ.ORTAYLI
8.BATILILAŞMA YOLUNDA..İLBER ORTAYLI
9.OSMANLI TARİHİ..A.DE LAMARTINE
10.OSMANLI..CAROLİNE FİNKEL
11.OSM.İMP.TARİHİ..NICOLEA JORGA
12,BÜYÜK TÜRK..NICOLEA JORGA
13.YENİLMEZ TÜRK...NICOLEA JORGA
14.TÜRKİYE TARİHİ..ED.SİNA AKŞİN
15.OSM.DÜNYASI VE İNSANLARI..GÜLGÜN ÜÇEL
16.OSMANLI ORDUSU..GÜLGÜN ÜÇEL-AYBET
17,BU MÜLKÜN SULTANLARI..NECDET SAKAOĞLU 18.YENİÇERİLER..REŞAT EKREM KOÇU
19.SON PADİŞAH..YILMAZ ÇETİNER
20.SORULARLA OSM. ..ERHAN AFYONCU
21. SOKOLLU ...RADOVAN SAMARCIC
22. OSM.İMP.TARİHİ...A.CEVDET PAŞA
23. OSM.GERÇEĞİ..ERDOĞAN AYDIN
24. FATİH VE FETİH..ERDOĞAN AYDIN
25.KADINLAR SALTANATI..A.REFİK ALTINAY
26.DOĞU'YA BAKIŞ..GERALD MACLEAN
27.AT SIRTINDA ANADOLU..FREDERIC BURNABY
28.ABDÜLMECİD..HIFZI TOPUZ
29.ŞAH SULTAN ..İSKENDER PALA
30.FLORANSA BÜYÜCÜSÜ..S.RUSHDIE
31.TARİHİMİZLE YÜZLEŞMEK..EMRE KONGAR
32.PARİS'TE BİR OSM.SEFİRİ..ŞEVKET RADO
33.TARİHİN SAKLANAN YÜZÜ..ÇETİN ALTAN
34.OSM.İMP.'DA SON 300 YIL..ALAIN PALMER
35.KONSTANTİNİYYE..PHİLİP MANSELL
36.TÜRKİYE'NİN SİYASİ İNTİHARI..CENGİZ ÖZAKINCI
37.BU VATAN BÖYLE KURTULDU..EROL MÜTERCİMLER
38.16.YÜZYILDA İSTANBUL..METİN AND
39. ERKEN MODERN OSMANLILAR.. VIRGINIA H. AKSAN-DANIEL GOFFMAN
40."POPÜLER TARİH" VE "NTV TARİH " DERGİLERİ
41.İKİNCİ ADAM..Ş.SÜREYYA AYDEMİR
42.HAYAT..AYŞE KULİN
43.DEVRİM VE DEMOKRASİ..NUMAN ESİN
44.BİR NUMARALI TANIK..KURTUL ALTUĞ
45.İHTİLALİN MANTIĞI..Ş.S.AYDEMİR
46.KUTSAL İSYAN...HASAN İZZETTİN DİNAMO
47.KUTSAL BARIŞ...HASAN İZZETTİN DİNAMO
48.ÇÖL KRALİÇESİ...JANET WALLACH
49.YÖNETMENLER,FİLMLER,ÜLKELER..A.DORSAY
50.AY HIRSIZI...SUNAY AKIN
51.ONLAR HEP ORADAYDI...SUNAY AKIN
52.KULE CANBAZI...SUNAY AKIN
53.LÜZUMSUZ BİLGİLER ANSİKLOPEDİSİ..TAMER KORUGAN
54.PRENS..NİCCOLO MACHİAVELLİ
55.İSTANBUL'DA BİR ZÜRAFA..SUNAY AKIN
56.KIZ KULESİNDEKİ KIZILDERİLİ..S.AKIN
57.AH BEYOĞLU,VAH BEYOĞLU..SALAH BİRSEL
58.İSTANBUL-PARİS..SALAH BİRSEL
59.YAVUZ'UN KÜPESİ..ERHAN AFYONCU
60.OSMANLI PADİŞAHLARININ HAYAT HİKAYELERİ...YILMAZ ÖZTUNA
61.BİZİM DİPLOMATLAR..BİLAL N.ŞİMŞİR
62.KİM VAR İMİŞ BİZ BURADA YOĞ İKEN..CEMAL KAFADAR
63.RÜZGARIN GÖLGESİ..CARLOS RUIZ ZAFON
64.MELEĞİN OYUNU..CARLOS RUIZ ZAFON
65.ORTA DOĞU..TAYYAR ARI
66.ABD-ORTA DOĞU-TÜRKİYE..HALUK GERGER
67.ORTA DOĞU.. BERNARD LEWIS
68.ON BİR CUMHURBAŞKANI ON BİR ÖYKÜ.. CÜNEYT ARCAYÜREK
69.ÖFKELİ YILLAR...ALTAN ÖYMEN
70.ATATÜRK'TEN SONRA BUGÜNLERE NASIL GELDİK ?..CÜNEYT ARCAYÜREK
71.ÇANKAYA...CÜNEYT ARCAYÜREK
72.DEMOKRASİNİN İLK YILLARI..C.ARCAYÜREK
73.YENİ İKTİDAR,YENİ DÖNEM..C.ARCAYÜREK
74.BİR İKTİDAR,BİR İHTİLAL..C.ARCAYÜREK
75.NEREDEYSE BİR BALİNA..STEVE JONES
76.MOSSAD GİZLİ TARİHİ...GORDON THOMAS
77.BARIŞA SON VEREN BARIŞ...DAVID FROMKIN
78.SULARIN GETİRDİĞİ PADİŞAH..CAHİT ÜLKÜ
79.TANK SESİYLE UYANMAK..HASAN CEMAL
80.BİR MANİNİZ YOKSA.. ...AYFER TUNÇ
81.ALATURKAFRANKA..ERCAN ÇİTLİOĞLU
82.SUÇUMUZ MÜKEMMEL OLMAK..S.DUMAN
83.DARBE...STEPHEN KINZER
84.ÖZAL HİKAYESİ..HASAN CEMAL
85.TURGUT NEREDEN KOŞUYOR ? ..E.ÇÖLAŞAN
86.YEDİ TEPE ANADOLU...ALİ CANİP OLGUNLU
87."K", "DERBEDER BİR KAHİN"...CANSU YILMAZÇELİK
88.LATİFE HANIM...İPEK ÇALIŞLAR
89."K",YIKIK BİR SARAYDIR DÜNYA..PERİHAN ÖZCAN
90.BEYAZ PERDEDE KIRMIZI FİLMLER.. ATİLLA DORSAY
91.TEK ADAM..Ş.SÜREYYA AYDEMİR
92.DAHİLER VE AŞKLARI...ÖZCAN ERDOĞAN
93.HAYATIM KİTAP..YAŞAR AKSOY
94.BOĞAZİÇİ ŞINGIR MINGIR..SALAH BİRSEL
95.BİR EKONOMİK TETİKÇİNİN İTİRAFLARI...JOHN PERKİNS
96.CUMHURİYET TARİHİ YALANLARI 1. VE 2. CİLT...SİNAN MEYDAN
97. KOMPLO TEORİLERİ..EROL MÜTERCİMLER
98.ÖNCE KADINLAR VE ÇOCUKLAR..SUNAY AKIN
99.BİR ÇİFT AYAKKABI..SUNAY AKIN
100. BENİM CUMHURİYET'İM..EMİNE UŞAKLIGİL
101.DARAĞACINDA ÜÇ FİDAN..NİHAT BEHRAM
102.NEREYE..CAN DÜNDAR
103.İSTANBUL'DAN SAYFALAR..İLBER ORTAYLI
104.BİZİM İZMİRİMİZ..MELİH GÜRSOY
105.GİZLENEN TARİH..BRİAN HAUGHTON
106.BERGAMA DÜŞLERİMİN ŞEHRİ,İZMİR SEVDAM..SELAHATTİN TURAL
107.GÖLGEDEKİLER..CAN DÜNDAR
108.KIRMIZI BİSİKLET..CAN DÜNDAR
109.YAKAMDAKİ YÜZLER..CAN DÜNDAR
110.GEÇMİŞ AYRINTIDA SAKLIDIR..CEMİL KOÇAK