Sayfalar

461 ) HİLAFET OSMANLI'YA GEÇİNCE...

    Orhan Bey'den itibaren Osmanlı padişahlarında elle tutulur bir "dindarlaşma" izlendi, fakat Osmanlı iç ve dış siyasetinde ciddi bir İslami uygulamaya rastlanmıyordu. Hatta Osmanlı Devletinin bu "din dışı" kimliği, egemenliği altındaki unsurlara güven veriyordu ; üstelik bu siyaset, Ortodoks ve Katolik taassubu altındaki Hristiyan topluluklara cazip geliyordu..
   Fakat Anadolu'nun doğu ve güneydoğusunda Perslerin Şiiliği, Arapların ise Sünniliği kullanarak siyaset yapması ; Osmanlı yönetiminin de diplomatik ve askeri siyasetine din unsurunu da eklemesine yol açtı.. Bunun sonucunda da Yavuz Sultan Selim koyu bir Sünni siyaset izleyerek Çaldıran'da Şiileri, Mercidabık'da ise Müslüman Sünnileri yenilgiye uğrattı. Daha sonra Yavuz Sultan Selim'in uyguladığı bu Sünni siyaset, Kahire'nin fethi ile doruğa çıktı. Çünkü burada Yavuz'un karşısına son Abbasi Halifesi Mütevekkil çıktı. Memluklerin elinde adeta bir oyuncak olan ve uhrevi liderliği iyice ayağa düşürmüş durumdaki Mütevekkil'in elinden halifeliği alan Yavuz, bu andan itibaren Osmanlı padişahlarının şahsında dinsel-siyasal liderliği de birleştirmiş oldu..
   Ancak hilafetin teslim alınışı sırasındaki çok küçük bir ayrıntı, ileride büyük ve önemli sonuçlar doğuracaktı. Bu küçük ayrıntı, hilafet ile saltanatın aynı şahısta, yani padişahın şahsında toplanmasıydı..
   Memluklerde hilafet ile saltanat ayrı şahıslarda idi ve böylece sultanlara dünyevi siyasetlerini uygulamalarında dinsel bakımdan serbestlik sağlıyordu. Yavuz'un yaptığı uygulama sonucunda ; Osmanlı padişahları, siyasetlerinde bağlı oldukları İslami dogmaları gözönünde bulundurmak zorunda kaldılar..Ayrıca bu durum, Osmanlı padişahlarına, İslam uhreviyatının doğal liderliği ve koruyuculuğu gibi, teokratik bir nitelik kazandırdı.. Tabii bu arada devletin idari yapısı da teokratik kimliğe uygun bir örgütlenmeye gitti..
   Yavuz, son Abbasi Halifesi Mütevekkil'i yanında İstanbul'a getirdi, kendisine bir hil'at giydirdi. Kutsal Emanetler hanedan hazinesine kondu ve Osmanlı hanedanında yeni bir dönem başladı...
   Gerçi Sultan Selim, hilafeti siyasal uygulamalarında hemen belirleyici bir unsur olarak kullanmadı ; ama ondan sonraki yirmi sekiz padişahtan pek çoğu, bu konuda bir hayli ileri giderek tutucu İslami uygulamalarla, Anadolu'da kültürel bir "Araplaşma" yaratacaklardı..
   Dinsel kültür ve edebiyat, Osmanlıca adı verilen Farsça-Arapça-Türkçe karışımı yeni bir dil ortaya çıkardı. Osmanlı aydını bu üçlüde ağır basan Arapça'nın etkisinde kaldı. Böylece ; zaten Peygamber'in milliyeti nedeniyle Arap kavmini "Kavm-i Necib" olarak adlandıran ve Araplar karşısında komplekse kapılan Osmanlı aydını, bu kompleks sonucu, Batı'daki oluşumlara da sırt çevirdi..
   16. yüzyılın başında Batı, Katolik Kilisesinin siyasal, ekonomik ve teokratik tekelini kırıp, kendi yaşam kararını kendi eline alırken Osmanlı payitahtında oturan Yavuz Sultan Selim, siyasal otoritesini teokratik otorite ile birleştirerek, hilafet şemsiyesi altında, hem kendini hem de tebaasını dinsel dogmaların tutsaklığına teslim etti...
   Böylece Batı'da Papa'nın dinsel gücü siyasal güçler karşısında gerilerken, Osmanlı'da sultanın siyasal gücü, teokratik gücün emri altına girdi. Üstelik Osmanlı Devleti din dışı konumda siyasal gücünü Türk unsurlara dayandırırken, teokratik tekelleşmeyle birlikte siyasal güç, Türk olmayan veya Türk-ulema unsurlara geçti.
   Yavuz'un Halife kimliği almasıyla birlikte İstanbul da teokratik merkez olmuş oldu. Bunun sonucunda Müslüman olmayan tebaa, siyasal iradeye şüphe ile bakmaya başladı.. Bu bakımdan Osmanlı Devleti Selçuklu Devletinin yaptığı hataları adeta yeniden yaşamaya başladı !.. Bu hataların başında sosyal yaşamın İslami esaslar çerçevesinde Araplaşması geliyordu. Dil de dini eğilimin etkisiyle Araplaşıyordu..
   Anadolu'daki Müslüman halkın dinsel sınırlar içinde dünyevi yaşama rağbet etmeden tasavvufi bir "yokluk özlemi" içinde yaşamını sürdürmesi, son derece sinik bir dünyevi "talep" oluşturuyor, bu da padişahın işine geliyordu.. Çünkü, Allah için canla başla cihad eden halk, barış zamanında talepsiz, tüketimsiz, yokluk sınırında yaşıyordu. Batı'da tüketim, üretim dinamiğini ateşlerken Osmanlı'da İslami hükümlerin israf saydığı tüketim, dünyevi özgürlüklerle birlikte cehennem ateşinin bir gerekçesi olarak kabul ediliyordu.. (Kur'an-ı Kerim, El Araf suresi)  



MURAT ÇULCU'nun "Marjinal Tarih Tezleri" adlı kitabından faydalanılmıştır..


460 ) MAHMUT ŞEVKET PAŞA SUİKASTININ PERDE ARKASI ...

   Mahmut Şevket Paşa, Prusya eğitiminden geçmiş, Alman hükumetinin sempati ve takdirini görmüş, toplumcu görüşleri benimsemiş, akılcı eğitimden yana, çağdaş bir Osmanlı generaliydi.. 
   1884 yılında, 500 bin mavzer silahının alımı sırasında Almanya'ya giden ve uzun sayılabilecek bir süre orada kalan Paşa'nın görüşleri, İngiltere ve Almanya arasında gidip gelen Sultan Abdülhamid ile de çelişmiyordu. Çünkü Sultan, İngiltere ile olan ilişkilerini Kamil ve Said Paşa gibi Liberal eğilimli devlet adamları aracılığıyla sürdürürken, Almanya ile olumlu ilişkileri de Mahmut Şevket ve Mahmut Muhtar Paşalar gibi devlet adamlarının üzerinden tesis ediyordu..
   Mahmut Şevket Paşa bununla birlikte, Sultan Abdülhamid'in uluslararası siyasetini çok iyi sindirmiş bulunuyordu. Padişahın iç siyasetindeki yanlışlarını görüyor, fakat hiçbir zaman açıktan muhalefet etmiyordu. 
   Kosova valisi bulunduğu sırada Makedonya'da yoğunlaşan İttihat ve Terakki örgütünün faaliyetlerini de dikkatle izliyor, ancak, bu faaliyetlere, görev ve yetkilerini aşacak herhangi bir müdahalede bulunmuyor ve tarafsız bir gözlemci gibi davranıyordu.. Bununla birlikte, İttihat ve Terakki'ye üye de olmuyordu.. 
   Kısacası Mahmut Şevket Paşa ruhen Sultan'a, mantıken ise çağdaş batı düşüncesine bağlı idi..
   Paşa, Meşrutiyet'in ilanına neden olan önemli eylemlerden birini teşkil eden Firzovik Olayı'nda, dolaylı olarak etki yapmıştı. Arnavutların toplandığı Firzovik'e İttihatçı olduğunu bildiği Yarbay Galip Bey'i göndermiş, o da Arnavutların Sultan'a bir telgraf çekerek gözdağı vermeleri olayını düzenlemişti.. Mahmut Şevket Paşa, Hareket Ordusunun İstanbul'a gönderilmesinden sonra Yıldız Sarayının güvenliğinin sağlanmasına yine Galip Bey'i tayin etmişti. Galip Bey, Sultan Abdülhamid'in hal'i sırasında odada bulunan sayılı kişilerden biri olacaktı..
   Kısacası Mahmut Şevket Paşa, İttihatçı olmamasına karşın İttihatçılar ile işbirliği yapmaktan kaçınmıyor, bunun yanı sıra Padişah'a olan saygı ve bağlılığını da koruyordu..                                   

 Mahmut Şevket Paşa'nın önderliğinde hazırlanan  Hareket Ordusu Yeşilköy'e vardığında, Ordu komutanlığını yüklenmiş olan Hüseyin Hüsnü Paşa ile Kurmay Başkanı Mustafa Kemal Bey ayaklananlara ve Padişah'a karşı son derece bilenmiş durumdaydılar. Mustafa Kemal Bey Hüseyin Hüsnü Paşayı da etkiliyordu. Hareket Ordusunun İstanbul'a girişiyle birlikte bir askeri darbeyi başlatmak istiyorlardı. Ayaklanma kan dökülerek bastırılacak, elebaşıları ve tertipçiler derhal idam edilecekti. Hatta iş Abdülhamid'in tahttan indirilmesine ve belki de saltanatın lağvedilmesine kadar varacaktı. Zaten Hareket Ordusunun kente girdikten sonra aşırı şiddet kullanması, kaçınılmaz olarak karşı şiddeti getirecek, böylece bir anlamda iç savaş başlayacaktı. İç savaşta Padişahın Hareket Ordusundan yana olması veya en azından tarafsız kalması düşünülemezdi. Kaldı ki Abdülhamid'in Meşrutiyeti rafa kaldırmak amacıyla ve Kabasakal Mehmet Paşa, Nadir Efendi gibi yakın adamları vasıtasıyla böyle bir karışıklığın meydana gelmesi için sarf ettiği çaba, onu bu kritik anda taraf yapmış bulunuyordu. Bu nedenle genç ve "inkılapçı" kumandanların yönetimindeki Hareket Ordusu İstanbul'a girdiği takdirde iş, iç savaştan da öte olumsuz aşamalara ulaşacak ve belki de içinden çıkılmaz bir durum alacaktı. Olasılıklar arasında genç subayların Yıldız'ı basması, Padişah'ı alaşağı etmesi, hatta hanedanın saltanatına son vermesi bile yer alıyordu..
   Her şeye karşın "Abdülhamid'in generallerinden" biri olan Mahmut Şevket Paşa bu varsayımların korkusunu Üsküp'ten hissediyor, bir emirle Hareket Ordusunu Yeşilköy'de durduruyor, Mustafa Kemal'i Kurmay Başkanlığından uzaklaştırıyordu. Bu arada Sadrazam Said Paşa Yeşilköy'e gelerek Mahmut Şevket Paşa ile görüşüyor, ondan Padişah'ın hal edilmeyeceği garantisini alıyordu. Sultan, bu garantiye güvenerek, kendisine bağlı kuvvetleri harekete geçirmiyor ve böylece olası bir iç savaş önlenmiş oluyordu..

  31 Mart'ın hemen ardından İstanbul'a girip yönetimi ele geçirdikten sonra, ilk yayınladığı bildirilerde subayların siyasete girmemelerini ve ordunun bu müdahaleyi herhangi bir siyasal akımı kollamak veya bir siyasal akımı egemen kılmak için yapmadığını duyuran Mahmut Şevket Paşa'nın bu tavrı başta Enver Bey olmak üzere İttihat ve Terakki'ye üye subayları rahatsız ediyordu. 
   Daha sonra kurulan hükumette Harbiye Nazırı olarak görev alan Paşa, Enver Bey gibi İttihatçı subayları "askerlikle siyaset arasında tercih yapmaya" zorluyor, başaramayınca da onları İstanbul'dan uzaklaştırıyordu. İşte bu tavrın bir sonucu olarak İttihat ve Terakki örgütü tarafından desteklenmiyor, aksine, şantaja maruz kalarak bakanlık görevinden ayrılmak zorunda kalıyordu..
   Ne var ki böyle bir denge adamından yoksun bulunan İttihat ve Terakki yönetimi, arka arkaya yapılan hatalı uygulamalar sonucu yıpranıyor, buna karşılık Prens Sabahattin'in görüşleri doğrultusunda oluşan muhalefet tarafından hırpalanıyordu. Bunun sonucunda da, muhalefetin desteklediği Kamil Paşa sadrazam oluyor, Nazım Paşa da Harbiye Nazırlığına getiriliyordu..
   Meclis-i Mebusan'a giremeyen Hürriyet ve İtilaf, bir yandan Kamil ve Nazım Paşaları desteklerken diğer taraftan dinsel / siyasal kesimle azınlıkları da kendi safına çekmiş bulunuyordu.. 
   Nitekim yeni Hürriyet ve İtilaf Partisinin tavrını benimseyen yazarlar arasında Ahmet Cevdet, Ali Kemal, Abdullah Zühtü, Lütfü Fikri Beyler gibi Liberaller yer alırken, dışarıda bu Liberallerle aynı görüşleri paylaşan Miralay Sadık Bey ve arkadaşları Rum mebuslarla birlikte Konyalı Şeyh Zeynel Abidin, Patrikhane papazları, Sabri Hoca, Asım ve Hamdi Efendiler ile Fatih Hocaları bir cephe oluşturmuş bulunuyordu..
   Bu cephenin arkasında yine Prens Sabahattin ve arkadaşları yer alıyordu. İttihat ve Terakki'nin ordu içindeki uzantısına paralel olarak Sabahattinci muhalefet de Halaskar Zabitan (Kurtarıcı subaylar) adlı grubu kuruyorlardı. Prens'in örgütlediği muhalefet, Balkan Harbi arifesinde Kamil ve Nazım Paşaları destekleyerek iktidara getiriyordu. Ama bir süre sonra başlayan savaş her ikisini de zor durumda bırakıyordu. Çünkü bu savaş sırasında Türk subayları bir yandan düşmanla savaşırken bir yandan da birbirlerine karşı siyasal mücadele veriyor, birbirlerini müşkül duruma düşürmeye uğraşıyorlardı. Bunun sonucunda da ordu bozguna uğrayarak tüm Rumeli'yi kaybediyor ve Çatalca hattına kadar çekiliyordu..

  Silahlı kuvvetlerin bu ağır yenilgisi, İttihat ve Terakki'nin Prusya eğilimli subayları ve fedaileri bakımından beklenen koşulları hazırlıyordu. Nitekim başta Enver Paşa, örgütün gözü pek fedaisi Yakup Cemil, Talat Bey'in de oluru ile Babıali'yi basıyorlardı. Bu kanlı baskında Harbiye Nazırı Nazım Paşa ve İttihatçı fedai Mustafa Necip yaşamlarını yitiriyorlardı. 
  Gerçi darbecilerin lideri Enver Bey ile gizli destekçisi Talat Bey idi ama onların yine de herkes tarafından kabul edilecek, orduya hakim olacak ve kişiliğiyle saygı uyandıracak bir sadrazama ihtiyaçları vardı. Bu makam için Mahmut Şevket Paşa adeta biçilmiş kaftan gibiydi..
   Paşa bu öneriyi etraflıca düşündükten sonra kabul etti ama kendi koşullarını da kabul ettirerek.. Maceracı girişimleri önlemek ve hepsinden önemlisi de Osmanlı Devleti'nin gereksinim duyduğu uzun bir barış ortamını sağlamak amacıyla olumlu yanıt veriyordu..  


   Nitekim sadrazam olduktan sonra iç ve dış odaklar Paşayı kendi saflarına çekmeye çalışıyor, Paşa onları dinliyor fakat dikkate almadan kendi siyasetini uyguluyordu. 

   Mahmut Şevket Paşa ne İngilizlerin beklediği ne de Almanya'nın umduğu siyaseti güdüyordu. Gerçi bir Prusya subayı gibi yetişmişti ama Almanya'nın Osmanlı Devleti üzerindeki emperyalist emellerini fark edemeyecek kadar cahil ve kör değildi.  Almanya Bismarck'tan beri aynı siyaseti uyguluyordu. Osmanlı'yı önce diğer düşmanlara hırpalatıyor, sonra da yardımına koşan bir kurtarıcı rolü oynuyordu. Balkan Harbi sonrası da aynı oyunu oynamak istese de Mahmut Şevket Paşa bu kez oyuna gelmiyor, temkinli davranıyordu. Almanya ise Paşanın bu siyasetinden rahatsızlık duyuyordu. Enver ve Cemal Beyler de bu konuda Almanya gibi düşünüyor, iki ülkenin İngiliz ve Rus saldırganlara karşı ittifak yapmaları gerektiğine inanıyorlardı. 
   Osmanlı Ordularının Berlin'deki Alman Genelkurmayına tam anlamıyla teslim olmasını engelleyebilecek tek adam konumunda bulunan Mahmut Şevket Paşa'nın ortadan kaldırılması gerekiyordu. Bu, aynı zamanda İttihat ve Terakki'nin hem asker hem de sivil bakımdan tek parti yönetimini tesis etmesi için gerçekleştirilmesi şart olan bir "cinayet" idi...
   Bu cinayet İngiltere bakımından da "elzem" bir nitelik taşıyordu !.. İngiltere'ye göre Paşa, Berlin'e bağımlı, tam bir Alman subayı idi. Yani dıştan bakıldığında Alman Genelkurmayının Boğaz'daki temsilcisiydi.. 
   Londra'daki bu hava, kaçınılmaz olarak Prens Sabahattin'e ve onun çizgisindeki muhalefete de yansıyordu. Muhalefetin ordu içindeki uzantısı olan Halaskar Zabitan grubu, İttihatçıların Nazım Paşa'yı öldürmelerini affetmiyor, bu nedenle yeni yönetime diş biliyorlardı. Nitekim bu diş bileme bir süre sonra suikast yapmak amacıyla örgütlenmeye dönüşecekti. Örgütlenme aşamasında suikastçıların arasına Cemal Bey'in (Cemal Paşa) adamları sızacak, dakikası dakikasına İstanbul Muhafızına haber vereceklerdi. Aslında Enver Paşa'nın aksine, Liberal eğilimli olan Cemal Paşa, son anda Mahmut Şevket Paşa'yı haberdar edecek, fakat iş işten geçmiş olacaktı. 12 Haziran 1913 günü Paşa Beyazıt Meydanından Babıali'ye giderken otomobilin içinde vurularak öldürülecekti. 
   Bu suikast Osmanlı Devletinin talihi ve tarihi bakımından büyük değişimlere yol açacaktı.. Ülke tamamen genç İttihatçıların eline geçecek, bu genç kadrolar ise savaştan kaçınmak yerine adeta savaş çığırtkanlığı yapacak, bundan önemlisi, ülke kaderini Almanya'nın kaderiyle birleştiren bir anlaşmaya imza koyarak, gözü kapalı bir şekilde Dünya Savaşı'na girecekti.. Osmanlı böylece, haritayı değiştirmek için çaba sarf eden ve fırsat bekleyen odakların adeta ekmeğine yağ sürecekti.. 

  




MURAT ÇULCU'NUN YAZILARINDAN DERLENMİŞTİR..


     

459 ) HÜNKAR SOFRASI !..

    

   Sultan Abdülhamid çağında saray mutfaklarının aylık masrafı 10 bin altındır. Bir günde alınan tavuk sayısı da 500'den aşağı düşmez. "Matbah-ı Amire" denilen saray mutfağı, Beşiktaş'ta, Dolmabahçe Sarayı'nın üst yakasındadır. Feriye saraylarında ve Dolmabahçe Sarayı veliaht dairesinde oturan şehzadeler ile sağlık durumu nedeniyle Çırağan Sarayı'nda ikamet eden Sultan Murad'ın yemekleri burada pişer.. Bu mutfaklarda elliyi aşkın aşçıbaşı, tatlıcı ve börekçi, yüze yakın aşçı kalfası ve çırak vardır. Bulaşıkçılar, kilerciler, tablacılar (tablakarlar) bu hesabın dışındadır..
   Yemekleri saraya tablacılar taşır. Her sarayın 10-15, Çırağan Sarayı'nın ise 35 tabla yemeği vardır. Bir dereceli tablalar efendilere, iki dereceliler saray görevlilerine gider. 
   Bir tepside sekiz büyük sahan yer alır, ama dağıtımda iki tepsi birbirine karıştırılarak verilir. Yıldız Sarayı ise Beşiktaş'tan yemek almaz. Onun ayrıca iki mutfağı vardır. Büyüğünde her yemekte 1700 tabla çıkar. Kuşhane Mutfağı denilen küçüğü ise sadece padişaha çalışır. Buranın aşçıbaşısı kuşçubaşı adını taşır. Yardımcısına ise ikinci adı verilir. Yamakların en eskisi de ocakbaşı adını alır.. Kadınefendiler de bu mutfaktan yerler..
   Gelelim Sultan Hazretlerinin yemek faslına...
   Kilercibaşı Osman Bey önde, dört kilerci ile sırma cepkenli, kocaman şalvarlı tablacıbaşı arkada, Sultan Abdülhamid'in yemeği mutfaktan alınıp Sarayın taşlığına getirilmiştir. Sofra takımları da sepet çantalar içinde yerleştirilmiştir. Yemek odası nerede diye sormayın, çünkü sarayda yemek odası yoktur ! Sultan ikide bir :
"Yahu ne zaman yerleşeceğiz ? Göçebe yaşamı sürüyoruz. Daha bir yemek odamız bile yok !.." der ama, o, belli bir yemek odası olmamasına (güvenlik açısından) için için memnundur..   
  

   

   Sultan Abdülhamid'in tablalarının özelliği, tepsinin dört köşesinin de mühürlü olmasıdır. 
   Taşlıkta Kilercibaşı tablaları Sırcemal Kalfa ile Feleksu Kalfa'ya teslim eder. Onlar da tablayı açılır kapanır bir masa üzerine yerleştirip sofrayı kurarlar. Tabaklar porselendir. Kenarları da kırmızı-beyaz altın yaldızlı ve markalıdır. Çatal bıçak takımları altındandır. Sultan'ın bir de, annesi Tirimüjgan Kadınefendi'den kalma, altın bir tuzluğu vardır..
   Sofra hazır olur olmaz Sırcemal Kalfa, hünkarın dördüncü kadını Müşfika Sultan'a haber salar. Müşfika Sultan, padişahın Yıldız'daki son yirmi yılında hep onunla birlikte olmuştur ; hem sofrasında hem de yatak odasında..
   Kilercibaşı Osman Bey'in ölümünden sonra yerine geçen Hüseyin Efendi, padişahın yemek yiyeceği odaya kadar girer ve ona çeşnilik eder. 
   Sultan yemek yerken kapıda iki nöbetçi durur. Yemekten sonra kilerciler gelip sofrayı toplar. Kalan yemekleri de nöbet odasındaki bendeler, musahipler kapışır. Ekmek artıkları da bir tülbente sarılır, başvuranlara verilir. Herkes şuna inanır ki, Ulu Hakan'ın ekmek kırıntıları kekemeliğe birebirdir !.. 


   Sultan öğle yemeklerinde çoğunlukla rafadan yumurta ya da tereyağda pişmiş soğanlı yumurta yer. Bunun hazırlanması da ayrı bir hüner ister. 
"Yeni Ev Kadınının Yemek Kitabı" yazarı Hadiye Fahriye Hanım bu hüneri şöyle anlatır : "Yeter derecede soğanı halka halka doğrayıp bolca tereyağda sararıncaya kadar kavurduktan sonra bir parça su, bir kaşık sirke katıp 2-3 dakika kaynatmalı. Üstüne az biraz toz şeker serperek kaşıkla 1-2 kez karıştırmalı, sonra da sahana almalı. Soğanlar sahana iyice yayılmalı ve yuva açılarak, içine yumurtaların sadece sarıları konmalı (çünkü yumurtanın beyazı sultana dokunmaktadır). Tuz ve biber de ekildikten sonra, iki sıra da tarçın gezdirilmeli. Sahan 2 dakika ateşte tutulduktan sonra sofraya alınmalı.." 
   Sultan, yumurta yemediği zaman, koyun külbastısı ya da kotlet yer. Canı balık çektiğinde de Mezgit ya da Gelincik olmasını ister. Bir koşulu daha vardır : balıklar tereyağda kızartılacaktır. Bir defasında, zeytinyağında kızartılmış barbun getirdiklerinde çok sinirlenmiştir.. Aşçıbaşı Raşit Ağa tereyağ yerine zeytinyağı kullanmak gibi bir yanlışlık yapmaz ama, iş çok başkadır. O sırada Abdülhamid artık padişah değildir, Beylerbeyi Sarayı'nda "Boğaziçi Mahpusu" adı altında, yaşamının son demlerindedir. Kendisini de, kardeşi Süleyman Selim Efendi'nin kızı Naciye Sultan ile evlenen Enver Paşa'dan başka kimse takmamaktadır..  

   

   Bulabildiğimiz bazı kayıtlara göre, Sultan Abdülhamid 23 Mart 1898 günü şunları atıştırmıştır :  "Sebzeli bolyon çorbası, kuzu beyinli börek, salçalı pisi balığı filesi, enginar ile bezelyeli sığır filesi, istakoz, kuşkonmaz, sülün ve karatavuk kebabı, pilav, zerde, yemişli kayısı tatlısı, dondurma.. "
   Bunca yemeği görünce, insan o gece sarayda konukların olduğunu düşünüyor. Çünkü Yıldız'da sık sık akşam yemeği verilirdi. En çok çağrılan da İngiltere Elçisi Henry Layard idi. Ama bu konuklar çoğunlukla sofraya tek başlarına otururlardı. 
   Sultan, tatlılardan en çok sütlaç ile muhallebiyi ve kaymaklı kadayıfı sever. 
   Konuğu olmadığı zamanlarda, sultan, çorba içer,meyve yer ve yatsıdan sonra hemen yatar. 
   Sultan Abdülhamid'in, sabahları, yarım bardak sütü madensuyu ile içtiği de olur. Bu, Çitli madensuyudur. Bağırsaklarından rahatsızlandığında, Almanya'dan getirtilen Doktor Bergman, kendisine Frederic madensuyunu önerdiği için, o tarihten sonra hep bu madensuyunu içmiştir. Su, Beyoğlu'nda İstiklal Caddesi'ndeki Bazar Alman'ın müdürü Bay Poloka aracılığıyla getirtilir. Bay Paloka sandık başına 4 lira almaktadır !..

   

458 ) HEM ÇAPKIN, HEM DE ÇOK MÜSRİF BİR SARAYLI !.

      

   Sultan Abdülmecid'in delicesine aşık olduğu kızlardan biri Serfiraz adında bir Rus güzeliydi.. 
   Yoksul bir Rus baba, hastalığı bir türlü anlaşılamayan sarışın, güzel ve solgun yüzlü bir anne ve üç kız kardeş.. Acılar içinde geçen bir çocukluk.. Bir süre sonra anne ölünce ; o dönemde çok görüldüğü üzere, babaları tarafından esir pazarında satılığa çıkarılırlar !.. 4, 6 ve 8 yaşlarındaki kızları bir Çerkes beyi iyi para vererek satın alır ve o yıllarda Rus işgali altındaki Çerkezistan'ın Tuabse kentindeki evine götürür. Onlara Çerkes dilini öğreten bey, öz çocukları gibi eğitir ve soylu birer Çerkes gibi yetiştirir kızları. 
   Aradan altı yıl geçer.. Çerkes beyi, artık serpilen kızları Karadeniz kıyılarından tekneyle Trabzon'a götürüp Vali Damat Halil Paşa'ya iyi bir para karşılığında satar. 10, 12 ve 14 yaşındaki kızlar ağlayarak vali konağına kapatılırlar. Ama sonunda buraya da alışırlar, Türkçe öğrenirler.. Haremdeki kadınlar da onlara kucak açarlar.. 
   Kendisi de kölelikten gelme olan Halil Paşa, ordu kumandanlığı yapmış, çeşitli valiliklerde bulunmuş, otoriter ama görgülü bir insandır. Büyük kıza Mümtaz, en tatlıları olan ortancaya Rana, en küçüklerine de Serfiraz adını verir..
   İki yıl sonra paşa İstanbul'a çağrılır, Trabzon Valiliği sona erer ve tüm aile hep birlikte başkente taşınırlar. 
   O dönemin gelenekleri uyarınca, taşradan gelen valiler, vezirler ve ünlü paşalar saraya armağanlar getirdikleri için ; Halil Paşa da düşündü taşındı ve Sultan Abdülmecid'in validesi Bezmialem Sultan'a verilebilecek en değerli hediyelerin, yetiştirdiği kızlar olduğuna karar verdi.. Valide Sultan da kızları çok beğendi, kabul etti ve onları saray geleneklerine göre eğitti. Kızlar da güzellikleri ve şirinlikleri ile herkese kendilerini sevdirdiler.. 
   Aradan iki yıl daha geçti.. Valide Sultan, kız kardeşlerden en beğendiği Rana'yı Sultan Abdülmecid'e sunmaya hazırlanıyordu.  Bir akşam Valide Sultan'ın kendi dairesinde saray kadınlarına mevlit okunurken, mabeyinden harem dairesine geçen Abdülmecid, mevlit şekeri dağıtan bir kız gördü. Mavi gözlü kız onu görünce tatlı tatlı gülümsedi. Kızın güzelliğiyle adeta büyülenen padişah, akşam, dairesine ikinci haznedar tarafından getirilen, annesinin daha önce bahsettiği kızla karşılaşınca şaşırdı. Çünkü o, şeker dağıtan kızı, yani Serfiraz'ı bekliyordu. Rana'yı kırmamaya çalıştı. Kendisini tanımakla çok mutlu olduğunu ve zamanı gelince kendisini yeniden görmek isteyeceğini söyledi. İkinci hazinedar bu sözlerin anlamını biliyordu, renk vermemeye çalıştı..  
   Hünkar seçimini yapmıştı. Valide Sultan'ın, henüz 14 yaşındaki Serfiraz'ı oğlunun dairesine göndermekten başka seçeneği yoktu..
   Abdülmecid o yıl 28 yaşındaydı. Tahta çıkalı on iki yıl olmuştu. Bu süre içinde sayısız cariye tanımıştı ve yirmiye yakın çocuğu olmuştu. Cariyelerin kimilerini cinsel kimilerini de duygusal bağlarla sevmişti ama Serfiraz'da ; bu işveli, cilveli, kıvrak, güleryüzlü ve çekici kızda başka bir şey bulmuştu. Onun canlılığı ve yataktaki becerileri, hünkarı deli ediyordu.. 

           
  

   Serfiraz'ın hünkardan istemeyeceği şey yoktu. Haftada birkaç kez saraya gelen Ermeni kuyumcular çantalarında kutular içinde taşıdıkları elmas, pırlanta, zümrüt, yakut takıları Serfiraz'ın dairesinde sergiliyorlar, genç ikbal de bedelini hiç somadan gözüne kestirdiklerini alıyordu.. Onun diğerlerine örnek olmasıyla da, saray sınırsız borçlara gömülüyordu !..
   İkinci Mahmud zamanına kadar saraydan dışarıya adım atamayan kadınlar, Serfiraz saraya geldikten sonra sık sık dışarı çıkmaya başladılar. 
   Saraya sık sık gelenlerden biri de Agop Efendi adında ünlü bir kuyumcuydu. Agop Efendi bir gün saraya kendi yerine genç ve yakışıklı oğlunu gönderdi. Dışarıdan gelen esnaf kesinlikle hareme giremediği için, mabeyin bahçesinde beklerlerdi. Harem kadınları da onları ancak uzaktan, kafes arkasından görebilirlerdi. Serfiraz da gördüğü delikanlıdan çok hoşlanmıştı. Cariyelerden birinin taktığı adla, "Küçük Fesli", genç ikbalin dikkatini çekmişti. Haremdeki monoton hayattan bıkan Serfiraz, Beşir Ağa'yı ayarladı ; genç adam bir daha geldiğinde yine kutuları hareme yollayacak ama sonra haremde geri alacaktı.. 
   "Küçük Fesli" bir iki gün sonra yine geldi ve her şey ayarlandığı gibi yürüdü.. Genç adam elinde bir kutuyla, yanında haremağası bahçede yürürken ; Serfiraz feracesini örtüp bahçeye çıktı. Beşir Ağa'ya biraz geride durmasını söyledi ve güzel gözlerini genç adama dikti.. Şaşıran adam, "Saray'lanım, hiç beğendiğiniz oldu mu ?" diye sordu. O da "Evet" dedi, "hepsini alıyorum. Borcum neyse haznedar kalfa yarın öder." 
   Akşam şaşkınlık içinde kendisine gösterilen takılara bakan Abdülmecid, "Bunlar sana az bile, hepsi sana feda olsun.." dedi. 
   Ondan sonra yine aynı olaylar yaşandı. Sonra bir daha ve Serfiraz, Küçük Fesli'ye Göksu'da randevu verdi..
   Ertesi gün, Göksu Çayırı tıklım tıklım doluydu. Saray ve konak hanımları, yanlarında haremağaları, bir curcuna !..  Yine de birbirlerini gördüler.. Bir bahaneyle haremağasını su almaya gönderen Serfiraz, mesire yerinden biraz uzakta bulunan sazlıkların arasında genç adamla biraz daha yakınlaştı..
   Bir süre sonra genç kadın eski Çırağan Sarayından ayrılıp Yıldız Köşküne yerleşti. 
 Hünkar onu görmek istediği zaman buraya geliyordu. Ama hünkar sık sık gelemediği için Serfiraz tam bir özgürlük içinde yaşıyordu. Boş gecelerini Küçük Fesli dolduruyordu nasıl olsa !.. 
   Bu durumu bilmeyen, duymayan kalmamıştı. Neredeyse bir tek Abdülmecid !.. Padişahın yakın çevresi bunu hazmedemiyordu. Hünkarın aldatılması kanlarına dokunuyordu. Sarayın muhafız kumandanı bu işi kendisi çözmeye karar verdi. Keskin nişancı bir Hırvat kabadayı buldular. Genci birkaç gün ona izlettiler ve bir gece Beyoğlu'nda bir meyhanede bastırdılar. Olaya Ermeni-Hırvat hesaplaşması süsü verilecekti.. Keskin nişancı (!) Hırvat silahını gencin üzerine boşalttı ama, kurşunlar setresini delip vücudunu sıyırarak geçip gitmişti. Gencin Ermeni arkadaşları kaçan Hırvat'ı kovaladılar ama yakalayamadılar. 
   Sonra, babası ve yakınları tehlikenin farkına varıp genci adalara kaçırdılar. Olaydan haberi olmayan Serfiraz yataklara düştü !. 
   Genç kuyumcu bir süre sonra döndü ama Serfiraz'ı unutamadığı halde görmeye cesaret edemedi, önceden nişanlanmış olduğu bir Ermeni kızıyla kışın düğün yapmaya karar verdi. 
   Fakat onun izini süren muhafızlar, döndüğünü komutanlarına haber verdiler. Hemen yeni bir suikast planı hazırlandı. Bu iş için İstanbul'un namlı kabadayılarından ikisi görevlendirildi. Tarabya'da koruya uzanan yolun başına pusu kurdular ve bir şeyden habersiz evine gitmekte olan genci kamalarıyla vurarak öldürdüler. 
   Cinayet ertesi gün duyuldu ve ortalık ayağa kalktı. Genç adamın ailesi İngiltere, Fransa ve Rusya sefaretlerine başvurarak cinayetin üzerine gidilmesini istediler. Dilekçelerinde şöyle yazıyordu : 
"Serfiraz Hanım, öldürülen kişiye mecbureydi (tutkundu) Lakin kendisi Serfiraz Hanım'a hiçbir tarzda bir meyil göstermediği gibi kendisini Yıldız Köşkü'ne davet etmek için gelen baltacılara bulamadık demeleri için paralar da verirdi."
   Sefirler tarafından sadarete ulaştırılan dilekçeden bir sonuç alınamadı..

  Padişaha tezkireler gönderen tarihçi Cevdet Paşa'nın belirttiğine göre, saraylıların rezaletleri utandırıcı bir biçim almıştı. Bir yıl içinde saraylılar 288 bin kese borç etmişler, Serfiraz Hanım'ın borçları da 125 bin keseye ulaşmıştı !.. 

   Hıfzı Topuz, "Abdülmecit" adlı kitabında bu konuyla ilgili daha çok şey anlatır ama ben daha fazla uzatmak istemiyorum.. 

   Serfiraz Abdülmecid'den sonra Abdülaziz'in, Beşinci Murad'ın ve Abdülhamid'in saltanatlarını da gördü. Sorunları bir türlü tükenmiyor ve durmadan padişahların başını ağrıtıyordu. Sarayın bu çılgın kadını 1900'lü yılların başında öldüğü zaman hiç ağlayanı olmadı. Sultan Abdülhamid onun öldüğünü duyduğu zaman, "Oh, öldü de kurtulduk," demekle yetindi...

457 ) ATATÜRK VE KOMÜNİZM..

   

   Sovyetler, Birinci Dünya Savaşında Türklerden esir düşenler arasında komünizmi benimseyenler arasından Mustafa Suphi (aşağıda ) adında bir şahsın başkanlığında 10 Eylül 1920'de, Baku'da, "Türkiye Komünist Partisi"ni kurdurmuşlardı.. TKP'nin, bilhassa Baku Kongresi esnasında, Anadolu içlerine saldıkları ajanlar zaman zaman etkili olmuşlarsa da, Mustafa Kemal Paşa, Doğu Cephesi Kumandanı Kazım Karabekir Paşa'nın yardımı ile, onların daha fazla ileri gitmelerine izin vermemişti. Fakat içinde bulunduğu şartları göz önünde tutan Mustafa Kemal Paşa, çok geçmeden komünistlere karşı tutumunu yumuşatmak gereğini hissetti. Onun amacı, Bolşeviklerin politik alanda desteklerini ve maddi yardımlarını sağlamak idi. Fakat Mustafa Kemal Paşa, Türk komünistlerinin Bolşeviklerin direktifleri ile hareket etmelerini istemiyordu. 
   O yıllarda, Mustafa Kemal Paşa'yı uğraştıran komünist oluşum yalnız Baku'da Sovyetlerin kurdurduğu TKP değildi. Sovyetlerden bağımsız olarak çalıştıklarını iddia eden iki komünist oluşum daha vardı : Yeşil Ordu ve Halk İştirakiyyun Fırkaları.. 

    

   Üçüncü Cumhurbaşkanı Celal Bayar, o günlerin atmosferini, kendilerinin ve Atatürk'ün tutumlarını şöyle anlatmıştır :
"Başlangıçtan beri, Atatürk'ün esas gayesi hürriyet ve milli hakimiyet, yani demokrasi idi. Bu inançta olan Atatürk'ün komünizmi benimsemesi mümkün değildi. Siyasi, sosyal ve milli bünyemize uymadığı, ayrıca, ekonomik olarak bize refah getiremeyeceğine inandığı için, Atatürk, komünizmi benimsememişti. 
O günlerde, Rusya'da esir olmuş olan subaylarımız Ankara'ya dönmüşler ve milli mücadeleyi yapan ordumuza katılmak istiyorlardı. Fakat bunların önemli bir kısmı Rusya'da komünizmi benimseyip gelmişlerdi. Atatürk, bunların orduya katılma isteklerine hayır diyememişti ama, olası zararları da ortada idi. Sonunda, bunlar ordu disiplinine uydukları ve milli hakimiyet fikrini benimsedikleri için, bu mesele kendiliğinden hallolmuştu. Fakat, bir de Rusya'dan gelen siviller vardı. Bir kısmı Azeri olan bu sivillerin önemli bir kısmı komünizmi benimsemişlerdi..
Nihayet, Atatürk, hem hakimiyet-i milliyeyi korumak, hem de bütün komünist faaliyetlerini kontrolü altına alabilmek için, bazı partilerin kurulmasına ve bu hususta sınırlı bir şekilde çalışmalarına izin verdi. Bunu da en çok güvendiği kimselere yaptırdı. Örneğin, Kazım Karabekir Paşa, Ali Fuad Paşa ve Fevzi Paşa gibi.. Ayrıca belirtmeliyim ki, o sıralar faaliyet gösteren Yeşil Ordu'nun, Kuva-yı Milliyecilere destek olmak gibi bir maksatları da vardı. Önderleri, 'milliyetçi ve mukaddesatçı bir partiyiz' diyordu. Bu hususu programlarında ilan etmişlerdi. Fakat, gerektiğinde de vurucu ve kırıcı olabilecek komünist prensiplerine de inanıyorlardı.
Yeşil Ordu'nun başında bulunan Hakkı Behiç (yanda) Fransızca'ya vakıf ve Fransız İhtilalini çok iyi incelemiş bir kimse idi. Bu zat, Osmanlı tarihini ve bilhassa son devirlerin olaylarını da incelemiş, hataların ve eksiklerin nerelerden kaynaklandığını tespit etmişti. Yakın arkadaşım olduğu için bu zatı çok iyi tanırdım. Hakkı Behiç'e başlangıçta Atatürk dahi inanmıştı. Nitekim, adı kayıtlarda geçmemekle beraber, Sivas Kongresi'ne katılan Heyet-i Temsiliyye'de o da bulunmuştu. Hatta bir ara vekillik dahi yapmıştı. Atatürk, benim bu Yeşil Ordu hareketini izlememi istemişti. Fakat, bana resmen git ve yap demedi. İstedi ki, ben kendiliğimden gideyim. Onun bu mesele hakkındaki görüşünü ben de kabul ediyordum. Ama yapmadım. Bu işi kabul etmeyişimin sebebi yeni bir sorumluluk almış olmamdı : İktisat Vekilliği.. Bu sahadan ayrı, başka yerlerde çalışarak mesaimi dağıtmak istemedim. İstedim ki, sorumluluğu benim üzerimde olan işte kendimi göstereyim. Bunun için Yeşil Ordu meselesine karışmadım. Yoksa, bu hususta ben de Atatürk gibi düşünüyordum. Atatürk'ün Yeşil Ordu ile ilgilenilmesini istemesinin esas amacı, Türk Komünist Fırkasında olduğu gibi, hem bu partiyi kontrol altında bulundurmak, hem de bu partiye mümkün olduğu kadar adam sokarak faaliyetlerini, bilhassa BMM'nin görev saydığı esaslar çerçevesinde yürütmesini, yani Kuva-yı Milliyeciliği desteklemesini sağlamaktı. Yeşil Ordu ile ilgilenilmesinden maksat bu idi.. Fakat, bir süre sonra bu maksadın hasıl olmadığı, hatta bazı komünistlerin bu partiye sızdığı görülünce, Atatürk Yeşil Ordu'yu kapattırmıştır.."


Celal Bayar, Halk İştirakiyyun Fırkası hakkında ise şunları söyler :

"Yeşil Ordu Fırkası'nın Moskova taraflısı elemanları vasıtasıyla kurulan bu parti tamamıyla kontrolümüz dışındaydı. Partinin başkanı olan Nazım Bey (yanda) Birinci BMM üyesi ve eski valilerden idi. İngiliz Muhibler Cemiyeti'ne girdiği söylenen bu zat, Türkiye'deki komünist faaliyetlerin Halk İştirakiyyun Fırkası kanalıyla yürütmek istiyordu. Amacı, Mustafa Suphi'nin yapamadığını başarmaktı. Bu fırkaya girenlerin çoğu Rusya'dan gelen Azeri Türkleri ile diğer Müslümanlar idi. Hatta Ankara'daki Sovyet sefaretinden bazı erkek ve kadın memurlar da bu fırkaya girmişlerdi. Bu parti üyeleri, aynı zamanda, Atatürk'ün Türkiye Komünist Fırkası'nı kurmasını da engellemek istiyorlardı. Anlaşılıyor ki, onların bu cüretkar tutumları hamileri olan Rusları bile endişeye düşürmüş ve Rus sefareti 'Bizim bu İştirakiyyuncular ile alakamız yoktur. Bunlar sizin için de tehlikelidir' diye Atatürk'e haber göndermişlerdir. Bizim vasıtamızla, dış dünyayla temas eden Sovyetler, aramız açılır diye endişelendikleri, mevcut dostluğa o günlerde halel gelmesini istemedikleri için bunu yapıyorlar. Gerçekten o zamanlar öyle idi. Ortak İngiliz aleyhtarlığı, politik olarak öyle hareket edilmesini gerektiriyordu.
  Bu İştirakiyyuncuların reisi Nazım Bey ile ilgili bir olayı anlatmak istiyorum. O zamanlar, vekiller, doğrudan doğruya Meclis tarafından seçiliyordu. Fakat beşeri zaaflar neticesinde gruplaşmalar ve hizipleşmeler olunca, vekil seçiminde kalite düştü. Atatürk bunun mahzurlarını görmüştü. Durumu düzeltmek istedi. Fakat tam bu sırada, Meclis'te var olan muhalif bir grubun desteği ile Nazım Bey, Dahiliye Vekili seçildi. Bu adam vekil seçilince, doğruca gidip Dahiliye Vekaletinde makamına oturup işe başladı. Halbuki vekil bir kimsenin nezaketen Meclis Reisini (O zaman Mustafa Kemal Paşa idi) ziyaret edip izin alması usuldendi. Memleketin Dahiliye işlerinin böyle bir komünistin eline geçmesinin mahzurlarını gören Atatürk'ün çok canı sıkılmıştı. Derhal bizleri (vekiller heyetini) topladı: 'Meclis karar vermiştir, kabul etmemek mümkün değil, fakat bu adamı buradan atmak lazımdır. Bunun da yolu Meclis'e gidip, 'madem ki bu adamı seçtiniz biz de istifa ediyoruz' deriz" dedi. Vekiller Heyeti olarak biz de bunu yaptık. Hükumet çekilince, Nazım Bey de vekillikten düştü.  Böylece ondan kurtulmuştuk. Bir müddet sonra da partisi kapatıldı. Nazım Bey, sonraları partisini yeniden faaliyete geçirmeye kalkıştı. Bu kanun dışı faaliyet üzerine İstiklal Mahkemelerinde yargılanıp 15 seneye mahkum oldu. Komünistler onun için 'mağdur oldu' diye yazdılar. Birbirlerini böyle tutmuşlardır. Sonradan, bu konu üzerinde konuşurken Atatürk bana, 'Rahmetli Talat Paşa sağ olsaydı, dahili işleri ona bırakır ben de diğer meselelerle uğraşırdım' dedi. Talat Paşa'yı sevdiğini ve takdir ettiğini bilirim.."

 



   Atatürk'ün Türkiye Komünist Fırkası'nı kurarak diğer komünist oluşumların faaliyetlerine nasıl engel olmaya çalıştığını ve bununla ilgili başka gelişmeleri Celal Bayar şöyle anlatmıştı :
"Atatürk, anlattığım bu iki partinin ve üyelerinin zararlı faaliyetlerini ve bu arada, Mustafa Suphi önderliğinde daha önce Baku'da kurulan TKP'nin Sovyet yanlısı propagandasını önleyebilmek için bunları kontrol altında tutmak istemiştir. Memleketteki bütün komünist akımları kontrolü altına almak isteyen Atatürk, sonunda, komünizmi resmen millete tanıtmak ve idaresi altında bulundurmak amacıyla, çok güvendiği bazı arkadaşlarına bir parti kurdurmuştur. Türkiye Komünist Fırkası adı verilen bu partinin başına da, bu alanda büyük hizmetleri bulunmuş olan Şark Cephesi Kumandanı Kazım Karabekir Paşa, Ali Fuad Paşa ve Fevzi Paşaları bir heyet olarak getirmiştir. Tabii daha başkaları da vardı. Atatürk, İsmet Paşa'yı da görevlendirmek istemiş ise de, İsmet Paşa o sıralar Garp Cephesi Ordusunu kurmakla meşgul olduğu için pek vakti olmamıştır. Nitekim, İsmet Paşa, sonradan, 'ben o zamanlar ne olup bittiğini dahi anlayamadım' demiştir. Yalnız burada şu hususu da belirtmeliyim : Kazım Karabekir Paşa, komünist partisi kurulması fikrini şartlı kabul etmiştir. O günkü şartlar devam ettiği sürece böyle bir partinin varlığını ve başında bulunmayı kabul edebileceğini söylemiş, Atatürk de bu şartı kabul etmiştir..
   Atatürk bütün bunları, Vekiller Heyetinde bizlere izah etmişlerdi. O, bunu, hem milletin egemenliğini korumak, hem de bütün komünist akımlarını kontrolü altına almak için yapmıştı. Ayrıca, o günlerde dostane münasebetlerde bulunduğumuz Sovyetler'in gönlünü hoş tutmak için bunu yapmıştır. Bunun sebebini de anlatayım : Milli Mücadele günlerinde çok sıkıntı çekmiştik. Atatürk, Hariciye Vekili Bekir Sami Bey başkanlığında bir heyeti dostluk ve yardım temini için Moskova'ya göndermişti. Bu heyetin, Sovyetler ile bir anlaşmaya varamadığı günlerde, heyet üyelerinden Yusuf Kemal Bey'in bir miktar para ile Ankara'ya gelmesi, bilhassa Meclis'te Sovyetler lehinde iyi bir hava yaratmıştı. Komünist akımların yoğun olduğu bir dönemde Meclis'te Sovyetler lehinde böyle bir havanın ortaya çıkması Atatürk'ü oldukça endişelendirmiş idi. Vekiller Heyetini ve kumandan arkadaşlarını Meclis'teki odasında toplayarak 'komünizmi ve Sovyet nüfuzunu Anadolu'ya sokmamak için ölünceye kadar mücadele edeceklerine dair' hepsinde teker teker yemin ettirmiştir. Atatürk, bir oldu bitti ile karşı karşıya kalmamak için bütün bu önlemleri almak gereğini hissetmiştir."

   Bayar'ın bu açıklamalarından da anlaşıldığı gibi, çeşitli odakların ve partilerin bütün çabaları aynı hedefe yönelikti : Türkiye'yi komünizmi yaymak ve ülkenin kaderine hakim olmak.. Bunu, bir kısmı bağımsız, diğerleri de Sovyetler adına yapmak istiyordu. Atatürk'ün gösterdiği bütün titizliğe rağmen, komünistlerin Türkiye'de büyük bir propagandaya girişmeleri ve bu arada Baku'ya yerleşmiş bir kısım İttihat ve Terakki mensupları ile birlikte hareket etmeleri, BMM'nin doğu vilayetleri temsilcilerini büyük tedirginliğe sevk etmiştir.
   Türk komünistlerin Bolşevik ve onlarla işbirliği yapmak isteyen İttihatçılarla temasa geçmeleri, bu arada Sovyet resmi yayın organı 'Pravda'nın verdiği talimata göre hareket etmeye başlamaları, Mustafa kemal Paşa'nın hiç hoşuna gitmemiştir..
   Böylece, Türkiye Komünist Fırkası'nın fonksiyonunu tamamladığı kabul edilerek, bu parti 1921 ortalarında kapatılmış ve bu partiye sızan Sovyet taraftarı komünistlerin bir kısmı tutuklanmış, geri kalanları da sınır dışı edilmiştir. Mustafa Kemal Paşa'nın bu sert ve kararlı tutumu üzerine, Türk komünistlerinin ileri gelenleri ile onları destekleyen Sovyetler, derhal taktik değiştirerek, Türkiye'de komünizmi kısa zamanda yaymak yerine bunu daha uzun vadede yapmaya karar vermişlerdir.
   Bu devrede, Yeşil Ordu ve Halk İştirakiyyun Fırkalarının kapatılmaları ; Sovyetlerin, Mustafa Suphi'ye Baku'da kurdurdukları TKP'nin Anadolu içlerinde istenen faaliyetleri gerçekleştirememesi ve bu arada Mustafa Suphi ile bazı arkadaşlarının öldürülmeleri üzerine komünistlerin yeni bir örgütlenmeye gittiklerini görmekteyiz. Bu örgütlenmede komünist faaliyetlerini o günlerde iki grubun yönlendirdiğini biliyoruz : Kurtuluş ve Aydınlık.. Komünist Partisi'nin faaliyetlerine izin verilmediği için komünistler, gizliden gizliye faaliyet göstermeye başlamış ve bu sebepten dolayı da partiye "Gizli Türkiye Komünist Partisi" adı verilmiştir.

456 ) BAŞ GÖZ OLMANIN TARİHİ !..

   Dünya tarihinde, dünyanın birçok bölgesinde, kız kaçırma adetinin veya taklidinin görüldüğü hepimizce bilinen bir şeydir. Ayrıca yine görülür ki ; evliliklerin kız kaçırılmadan gerçekleştirildiği dönemlerde de, damat adayı bir süre müstakbel kayınpederinin yanında ve onun hizmetinde çalışmıştır..
   Bugün de tarihin bu izleri fark edilebilmektedir. Çünkü, bu evlilik biçimleri evrensel aşamalar olarak ortaya çıkmaktadır. 
   Örneğin İngilizce'de "koca" anlamına gelen "husband" sözcüğü, "ahır hizmetlisi" anlamına  gelir. Türkçe "güvey" sözcüğü de, "hayvan gütmek" köküyle ilişkilendirilerek, damadın bir süre     kayınbabasının çobanlığını yaptığı döneme göndermedir..
  Batılı adeti olan gelinin eşikten kucakta geçirilmesi de, kız kaçırmanın izini taşır.. Orta Asya'da gelin çadıra kucakta sokulur. Anadolu'da ise,evin koruyucusu perinin en sevdiği yer olan eşiğe gelinin basmamasına dikkat edilir..
  Kızını gelin veren ailenin, ayrılığın işareti olarak, ağaç veya ip "kıyması" adeti Orta Asya'da da yaygındır ve bu adet Anadolu'da "nikah kıymak" , "beşik kertmek" sözlerinde yaşamaktadır...


   16. ve 17. yüzyıllarda Osmanlı Türkleri için evlilik, şerefli ve yüce bir anlam taşırdı. Evlilik aynı zamanda medeni ve hukuki bir antlaşmaydı ve her iki taraf bunu ancak belli nedenlerden dolayı bozabilirdi..
   Damat adayı evlenmeden önce müstakbel eşini göremezdi. Evlenme, erkeğin adına, kendi ailesindeki kadınlar tarafından hazırlanırdı. Genellikle onlar müstakbel gelinin anne ve babasını ziyaret ederek erkeğin evlenme isteğini bildirirlerdi. Bundan sonra anne ve baba da damat adayını uygun görürlerse kızlarına durumu açarlar ve rızasını sorarlardı.. Kız, müstakbel kocasını görmek isterse, damat adayı, onun görebileceği bir yere kızın ailesi tarafından çağırtılırdı. Fakat damat adayı kızı yine göremezdi. Eğer şansı varsa, dostlarının yardımıyla, evleneceği kızı bahçeden veya pencereden görebilirdi..
   Kız tarafı rıza gösterince, erkek evlilik için kızın anne ve babası ya da en yakın akrabasıyla anlaşırdı. Bu, çeyiz ve nafaka üzerine bir antlaşmaydı. Kadı ve iki şahit önünde, her iki tarafın birbirlerine verdikleri evlilik sözüyle birlikte, kadına, kocası onu boşadığında veya kocasının ölümünde verilecek para miktarı veya mülk yazılırdı. "Mehr" denilen para miktarı 16. yüzyılda 2.000 akça ile 12.000 akça arasında veya 1.000 altın ya da 5.000 flori kadardı.. 
(Bu bilgiler o dönem yabancı seyyahlarının kitaplarından alınan notlar arasındandır.. Saray veya zenginlerin konaklarına ait bilgilerdir genellikle.. Bu rakamların tüm halk kesimleri için geçerli olduğunu sanmıyorum.) 
   Kanuna göre yapılan bu yazılı antlaşma sırasında evlenecek kızdan "resm-i arusane" denilen evlenme vergisi alınırdı. Bu vergi, evlenecek kızın veya kadının maddi durumuna uygun olarak belirlenirdi. Örneğin, Ömer Lütfi Barkan'ın "Kanunlar" adlı eserinde belirttiği, 1584 tarihli bir kanuna göre, "bakire kızdan 60 akça, evsat-ül hal (orta halli) olandan 40 akça ve fakir-ü hal olandan 20 akça" idi.. 
   Kadı önünde yapılan bu antlaşma için tanıklık edecek kişilerin, özel hayatlarında iyi bilinen kişiler olmaları gerekirdi..
   Düğünden önce damat adayı gelinin babasına altın süs eşyaları ve para verirdi. Bu para gelinin çeyizi için harcanırdı. Ayrıca gelinin babası da kızının çeyizi için bir bu kadar para harcardı. 
   Osmanlı kadı sicillerini inceleyen Amerikalı Türkolog R.C. Jennings'e göre ; damadın kızın babasına verdiği bu çeyiz parasından bahsedilirken, Kayseri'de halk arasında almak", "satmak", "vermek" gibi deyimler kullanılmaktaydı..

    Gelelim evliliği simgeleyen "düğün" konusuna..
   Tarihin en eski düğünlerinden birinin tasvirini Ankara-Çankırı yolunda bulunan, İÖ 1600-1450 dönemine ait, Hitit İnandık Vazosunda görmek mümkündür.. 
   Bilinen en eski evlilik belgesi ; Musevilerden kalma, 
İÖ 5. yüzyıla ait Aramca yazılmış bir papirüstür. Sağlıklı 14 yaşında bir kızın altı inek karşılığında evlilik akdinin yapıldığını bildirmektedir..

   Türkiye'de düğünlerin salonlarda yapılması 1930'lu yıllarda bütün Anadolu'da yaygınlaştırılan balo geleneği ile ilgilidir. 
   Sultan Abdülmecid İngiltere Elçisi Canning'in verdiği baloya katıldığında tepki toplamış, Şeyhülislam baloya gitmezken, Ortodoks din adamlarına göre saz dinlemek ve raks seyretmek büyük günah olduğu halde "bilcümle patrikler ve hahambaşı dahil" baloya katılmıştı !..
   Osmanlı'nın son döneminde Türk Ocağı kültürel çalışmaları çerçevesinde balolar düzenlenmeye başlamıştı..
   1920'li yıllarda taşra balolarında kadın erkek ayrımı yapıldığında ihbarlar hemen hükumete bildirilirdi. Sonra, Halkevlerinin Anadolu geneline yayılmasıyla, balolar hem sayı olarak çoğaldı, hem de baloya katılım taban olarak genişledi. Halkevlerinin şehir sakinlerinin nikah törenlerine ve düğünlerine açılmasıyla, 1960'lı yıllardan itibaren kasabalara varıncaya kadar salon düğünleri yaygınlaştı..
   


   Folklorda düğün davetiyesi "okuntu çıkarmak", davet etmek "okumak", davetçi de "okuyucu"dur..  Oğuzlar'da ok, davet simgesidir. 
   Anadolu'da bazı yörelerde mumla davet etmek, saygı belirtisidir. Hatta bu nedenle "yeşil götlü mumla davet etmek" deyimi türemiştir..

   Düğünde "saçı" (kansız kurban) adeti evrenseldir. Buğday kültüründe düğünlerde gelinin başına buğday saçmak, bereket simgesi olarak bugünlere kadar gelmiş bir adettir. Buğdayın düğün pastasına dönüşmesi ise daha uzun bir süreçtir.
   Romalılar düğünde kuru pastalarını, yiyeceklerini, eski adetin devamı olarak gelinin başına atıyorlardı. Romalı şair ve filozof Lucretius, pastaların son zamanlarda damadın başına atılmaya başladığını, sonra da damatla gelinin aynı pastanın parçalarını yemelerinin (con ferreatio : birlikte yemek) moda olduğunu yazar..
   Ortaçağ'ın dinsel havasında buğday saçmak tekrar yaygınlaşır. Konukların kendi pastalarını getirmeleri, düğünün artıklarının fakirlere dağıtılması gibi ağırbaşlı adetler yüceltilir..
   1600'lerde zenginlik arttıkça pasta, kek ve diğerlerinin üst üste yığılması ve yükseklik arttıkça daha çok övünülmesi dönemi başlar. 1660'larda İngiltere Kralı II.Charles'ın Fransız aşçısı duruma müdahale ederek, bu pasta yığınının çok katlı düğün pastası halinde gelenekselleşmesini başlatan pastayı yapar..

   Tarihte gelinlikten daha eski olan, gelinin yüzünü örtmesidir. Asurlarda nikah, tanıklar önünde kadının başının örtülmesiyle tescil edilirdi. İbrani, Arami dillerde "gelin" sözcüğü "örtünme" anlamındaki "kalattu" ; Latince'de "düğün" "peçeyle örtünme" anlamında "obnubere" ; Almanca'da "kadın" (weib) "örtülmüş" anlamındaki "wiba" sözcüğünden gelir..
   Kuzey Avrupa ülkelerinde yalnızca kaçırılan gelinler yüzlerini örterlerdi. Renk değil, gizlenme önemliydi. İÖ 4. yüzyılda Yunanlar ve Romalılarda yarı saydam, kırmızı peçeler moda oldu. Romalılar "flammeum" adı verilen alev kırmızısını tercih ediyorlardı. Gelin, düğünde de bu renk giyiyordu. Ortaçağ'da renk önemini kaybetti, kumaşın pahası ve takıların zenginliği ön plana çıktı..
   16. yüzyılda İngiltere ve Fransa'da beyaz gelinlikler yaygınlaşmaya başladı. Beyaz renk bekareti temsil ettiğinden, ruhban sınıf bu konunun kabaca reklam edilmesini hoş karşılamıyordu. 
   İngiltere basınında ve kamuoyunda da bu konu uzun yıllar tartışıldı. 1813'de Fransa'nın etkin moda yayını "Journal Des Dames"de görülen beyaz gelinlik ve duvaktan sonra tartışma kapısı kapandı ve beyaz standart renk oldu..
   Türkiye'de gelinlik Batı kökenlidir fakat duvak ve gelin başına verilen önem çok eskidir. "Duvak" sözcük olarak, Eski Türkçe'de "örtü,kapak" anlamına gelen "tuğ"dan gelmektedir. (Bugün kullandığımız "tuğla"nın kökü olan "tuğlamak", suyun gediğini kapatmak anlamında bir fiildir.)

   Uzattığımın farkındayım ama ne yapayım ki konu "önemli" !..
   Son olarak kısaca "Balayı" ile ilgili birkaç not..
   Avrupa'da bu geleneğin kökeni araştırıldığında ; "balayı"nın kökenindeki "bal"ın "cicim ayları" anlamını değil, gerçek balı ifade ettiği görülür.. Kuzey Avrupa'da kız kaçırıldığında bir süre kızın ailesinden saklanılması gerektiği ve bu süre zarfında saklandıkları yeri sadece onlara köyden yiyecek ve bal getiren kişinin bildiği o ülke folklorunda anlatılır.. 
   Yeni evlilerin ilk aylarında şarapla karıştırılmış bal içme geleneği de yine Kuzey Avrupa'da yaygındı. Hun Hakanı Attila, 453 yılındaki düğününde bu içkiden boğularak, esrarlı bir biçimde ölmüştür.. 



GÜLGÜN ÜÇEL-AYBET'in "Avrupalı Seyyahların Gözünden OSMANLI DÜNYASI VE İNSANLARI 1530-1699" ve KUDRET EMİROĞLU'nun "Gündelik Hayatımızın Tarihi"  adlı kitaplarından derlenmiştir..


455 ) İTTİHATÇILAR !...

    

   Falih Rıfkı Atay, Batış Yılları adlı eserinde şöyle anlatır : 

"Tanin'e yakın olduğu için tanıdıklarımızla Nur-ı Osmaniye'deki İkbal Kıraathanesinde toplanırdık. Kıraathane, mahalle kahvesinin kibarcası demektir. Altı kol yerine kara taş tahtalı ve tebeşirli pokeri, büyükçe ise bilardosu da vardır. En yaşlılarımız Hasan Saka ve Halil Nihat idi. İttihat ve Terakki'nin genel merkezine hemen hemen bitişik olduğumuz için 1908 Temmuzundan beri yalnız adlarını duyduğumuz ihtilalcilerle tanışma yollarını kolayca buldum.
   Merkez binasının kapısından içeri girmek hayli dolambaçlıydı. Belli bir protokol izleniyordu. Önce Doktor Nazım (aşağıda solda ) ve Doktor Bahaeddin Şakir'i (aşağıda ortada) tanıdım. Pek sade ve samimi fakat bugünkü tipte partiliden çok farklı, Makedonya komitecilerini andırır adamlardı. İçerideki gençler arasında sık sık sözleri geçen iki 'adsız' vardı : Büyük Efendi ve Küçük Efendi.. Büyük Efendi'nin Talat Bey, Küçük Efendi'nin de İstanbul sorumlu katibi Kemal Bey olduğunu biraz sonra öğrenmiştim. İstanbul teşkilatı, esnaflar, hamallar, halk takımı Kara Kemal (aşağıda en sağda) denen Küçük Efendi'ye bağlıydı. Uzun saçlı, nargilesi elinden düşmeyen, sevimli bir adamdı. Türkleri 'piyasaya sürmek', yani tüccar yapmak görevini o eline almıştır. Birinci Dünya Savaşı'nda kendisi 10 kuruş kazanmadan birkaç milyoner de yaratmıştır. Eski fedailer arasından !.. Ama biz, fikir ve sanat gençliği ile asıl ilgilenenler Ziya Gökalp ve Küçük Talat idi. Küçük Talat Yeni Mecmua'yı çıkarmıştır. Mütareke günlerinde de bana devretmişti. 
   Doktor Nazım sonradan Mustafa Kemal'e suikast suçundan idam edilmiştir. Kara Kemal yakalanmamak için intihar etmişti. Bahaeddin Şakir, büyük Ermeni davasının düzenleyicisi olmakla tanınmıştır ve Avrupa'daki Ermenilerce öldürülmüştür. 
   
        

   Hayli daha sonra, yine Birinci Dünya Savaşı'nda IV.Ordu Komutanı Cemal Paşa'nın Beyrut'ta açmak istediği okulu idare etmek üzere İstanbul'dan Halide Edip Hanım'ı Suriye'ye götürüyordum. İstasyonlarda uzun uzun dururduk. Birinci Doğu illerinden dönmekte olan Bahaeddin Şakir'i gördüm. Halide Edip Hanım'ın trende olduğunu öğrenince görüşmek istedi. Kompartımanına götürdüm. İndikten sonra, 'Bu kadınla pek konuşmayınız, karakteriniz bozulur' dedi. Halide Edip Hanım ise büsbütün öfkeliydi : 'Beni bir katille tanıştırdığınız için size teessüf ederim' diyordu. 
   Halide Edip Hanım her türlü şiddetin, hele kanlı olanlarının aleyhinde idi. Öldürülen Ermenilerin yetimlerini kurtarmak için Suriye'de çalışanların başında idi. 
   İttihat ve Terakki birbirine alabildiğine aykırı iki takım. Batılı partici veya Makedonyalı komiteci takımı olmaktan sonuna kadar kurtulamamıştır. 
   İki takımın da ortaklaşa vasfı faziletli ve namuslu olmak, vatan fedaileri olmaktı. Muhalifleri arasında belki birçok meselelerde onlardan haklı olanlar çıkmıştır. Ama bu vasıfları, hiçbir zaman, o vakit İttihatçılığın temsil ettiği ilericilik ve milliyetçiliğe, daha sonra Atatürkçülüğün temsil ettiği ilericilik ve milliyetçiliğe karşı koyanlarda bulamazsınız. Nasıl İttihatçılar iki takım olmaktan kurtulamamışsa, Türk politika hayatı da ileri ve geri idealist yahut demagog veya oportünist iki parti olmaktan kurtulamamıştır. 
   Ben İttihatçıların bir silkinme hali geçirdiklerini Genel Merkez'de Ziya Gökalp'in odasında pek az konuşan kendisinden ve bilhassa onunla konuşmaya gelen İttihatçı fikir adamlarından öğrendim. 
   Artık varları yokları ile Türklüğün kurtuluşu üzerine eğilmek, elde kalan vatanı bir milli yurt olarak yoğurmak ve kurtarmak zamanı geldiğini görmüşlerdi. 
   Eskiden millet deyince Rumeli Türklüğünü anlardık. Millet sınırı belki Bursa ve Eskişehir'e doğru uzanırdı. Anadolu bize bir 'bütün' duygusunu vermezdi. Bölge lehçeleri birbirleriyle anlaşamayacak kadar farklıydılar. Konyalı, Trabzonlu ve Bitlisli birbirleriyle, Üsküplü, Manastırlı ve Selanikli Türkler gibi yoğrulup kaynaşamazdı. Anadolu, İstanbul'dan adam süreceğimiz veya Arnavutluk'ta, Yemen'de yeniden on binlerce adam öldürmemiz gerektiği zaman hatıra gelirdi.. Araplar da yerlerinden oynadıklarına göre, Türklüğün son sınırı artık Anadolu idi !.." 


     

454 ) YANGIN VAR YANGIN !..



   İstanbul güzelliğiyle kaç yürek yaktı bilinmez. Ama yıllar önce, bir evde başlayan yangın koca mahallelerin kül olmasıyla sona ererdi..

   1509 yılındaki büyük depremden sonra halkın taş yapılar yerine ahşap evlere rağbet etmesi, en az deprem kadar yıkıcı olan yangın felaketinin doğmasına neden olur. İstanbul'un yürek hoplatan yangınları sokakların çok dar olduğu Haliç kıyılarında boy gösterirdi. Hava bir de poyraz ise yangın canavara dönüşür, ateşten diliyle birkaç saat içinde mahalleleri yutarak aç karnını doyururdu..
   İstanbul yangınları mimarimizin en güzel örneklerinden olan yüzlerce konağın günümüze ulaşmasını engellediği gibi, matbaanın kullanılmadığı dönemlerde, raflarında elyazması kitapların dizildiği nice kütüphanedeki paha biçilmez eserleri küle dönüştürerek rüzgarın elinde oyuncak yapmıştır..
   İstanbul kadısı, yangınlara önlem olarak her evde çatıya kadar uzanan bir merdivenin bulundurulmasını şart koşar. Ayrıca, her evde su dolu büyük bir fıçının hazır bekletilmesi ve yangın çıktığında kimsenin kaçmayıp yardım etmesi de zorunlu kılınır. Ama ne alınan bu önlemler ne de ahşap evlerin çatılarına koruyucu olduğuna inanılan "Ya Hafız", "İsm-i Celal" yazılı levhaların konulması yangınların büyümesini engelleyebilir..



   Yangınlara karşı ilk koruyucu teşkilat, 1714 yılında, Nevşehirli Damat İbrahim Paşa tarafından "Yangın Tulumbacıları Ocağı" adıyla kurulur. Bu ocağın kurulmasına Fransız asıllı Gerçek Davud Efendi'nin yaptığı ilk tulumbanın Tophane yangınında kullanılarak başarılı olması neden olur. Gerçek Davud Efendi'nin 130 kiloluk bu tulumbası İtfaiye Müzesi'nde sergilenmektedir.. (aşağıda)



  Yangın Tulumbacıları Ocağı'nın İstanbul sokaklarında 111 yıl süren koşuşturması bünyesinde kurulduğu Yeniçeri Ocağı'nın 1826 yılında kaldırılmasıyla sona erer.. Ocağın kapatılmasından iki gün sonra çıkan bir yangın, İstanbul'a yeni bir yangın ocağının gerekli olduğunu gösterir. Böylelikle, dillere destan, adlarına şiirler yazılan mahalle tulumbacılarının altın çağı başlamış olur..
   Mahallelerdeki tulumba sandıkları birinci reis, ikinci reis, borucu, fenerci, hortumcu, kökenci ve 22 tulumbacıdan oluşurdu. Her sandığın kendine özgü bir üniforması vardı. Yalnızca birinci reis ata biner, diğerleri ise koşarak ulaşırlardı yangına. Bu koşuş sırasında nice genç kız kafesli pencerelerin ardına üşüşürken, tulumbacılar, karşılarına bir türbe çıkarsa durur "el-Fatiha" suresini okurlardı. Ayrıca, uğur getirdiğine inanılan 13-14 yaşlarında bir de çocuk bulundurulurdu tulumba takımlarında. Bu maskotun da yangına takımla birlikte koşmasına izin verilirdi. Tulumbacılar yangın öncesi kahvelerde bekler, sonrasında ise hamamlara giderek alem yaparlardı. Tulumbacı olup yangına koşarken sokaklarda nara atmak, yevmiyesi çok az olsa da, herkesin ulaşabileceği bir mertebe değildi..



   1874 yılında İstanbul'a gelen İtalyan yazar Edmondo De Amicis, "İstanbul"  adlı kitabında, Galata Köprüsü üzerinde karşılaştığı tulumbacıları çok kötü anlatır : "Köprü muhafızları 'Tulumbacılar' diye bağırdı. Bir kenara çekildik. Yarı çıplak, başı açık, göğsü kıllı, kan ter içinde vahşiler, dördünün omzunun üstünde çocuk tabutuna benzeyen ufak bir tulumba olan uzun saçlı, katil, hırsız suratlı ihtiyarlar, gençler, cüceler ve devler güruhu, çengelli uzun sırıklar, urganlar, baltalar ve kazmalarla gözleri yuvalarından uğramış, saçları dağılmış, yamalı yırtık urbaları uçuşarak, uluyarak, soluyarak yanımızdan geçtiler. Yüzümüze bir vahşi hayvan kokusu yayarak Galata sokağında kayboldular. Uzaktan gelen son 'Allah' feryatlarını duyduk ve her şey yine derin bir sessizliğe gömüldü. Uykuya dalmış koca şehrin sessizliği içinde bu gürültü ve yıldırım çarpmışa döndüren manzaranın bende uyandırdığı intıbaı ifade edemem. Bir anda, o zamana kadar hayalimde boşu boşuna canlandırmaya çalıştığım uzak memleketlere ve zamanlara ait bir sürü barbar istilası, katliam ve dehşet sahnesi görüp anladım ve kendi kendime bunun sahiden İstanbul, gündüz üzerinden Avrupa sefirlerinin, Paris modasına göre giyinmiş hanımların ve Fransız gazetelerini satan müvezzilerin geçtiği köprü olup olmadığını sordum. Bir dakika sonra, Altın Boynuz'un ihtişamlı sükuneti uzaktan gelen seslerle yeniden bozuldu, vahşi ve yarı beline kadar çıplak başka bir güruh önümüzden, dalgalanan ve gacırdıyan köprünün üzerinden, uluma, soluma, boğuk ve meş'um gülmelerle bir kasırga gibi geçti ve bir defa daha uzun ve hazin, 'Allah' feryatları Galata sokaklarında kaybolarak yerini bir ölüm sessizliğine bıraktı.."
   Alman ressam Hubert ise İtalyan yazarla aynı görüşü paylaşmaz ve "Kahveci Güzeli" lakabıyla anılan tulumbacı Bülbül Bilal'ın yağlı boya iki portresini yapar. Bu resimler yıllar sonra Ahmet Reşit Bey tarafından satın alınır.



   Padişah nerede olursa olsun yangın haberi anında ulaştırılırdı kendisine. Hatta, haremde bile olsa !.. Haremdeki padişaha yangın haberini vermek için özel bir odacı görevlendirilmişti. Yangın çıktığında, odacı, tepeden tırnağa kırmızı olan elbiselerini giyerek eşikte görünürdü. Ve padişah, İstanbul'un bir köşesinde yangın çıktığını anlayıp yangın mahalline giderdi. Halk, padişah gelirse yangının büyümeden söneceğine inanmıştı bir kere !..



   İstanbul'a ise yangın haberi kulelerden verilirdi.Beyazıt ve Galata kulelerinin yanı sıra Vaniköy'deki İcadiye Kulesi bu amaç için kullanılırdı. Yangının nerede olduğu asılan sepetler, bayraklar ve fenerlerden anlaşılırdı. Beyazıt Kulesi'nde uygulanan yangın bildirme yöntemi de, son derece ilginçtir : Kuledeki bekçi yangını gördüğü zaman ağayı uyandırır ve "Kalk ağa, bir çocuğun oldu" der.. Uyanan ağa da "Kız mı, oğlan mı ?" diye sorar. Nöbetçi "kız" derse yangın Beyoğlu, Üsküdar ve Boğaziçi tarafında ; "oğlan" derse İstanbul'da, yani sur içinde demektir !..  



SUNAY AKIN'ın "Ayçöreği ve Denizyıldızı" adlı kitabından alınmıştır..

      
  
  

453 ) SULTAN ABDÜLHAMİD'İN SADRAZAMLARINDAN BİRİNİN İTİRAFLARI !..



   Cevat Paşa, 4 Eylül 1891 ile 8 Haziran 1895 arasında, 3 yıl 10 ay ve 16 gün sadaret görevinde bulundu.. Cevat Paşa, birtakım haklı hizmetlerin bedeli olarak daha 40 yaşında müşirlik (mareşallik) rütbesine ulaşmıştı. Ve o yaşta sadrazam oldu.. Şahsiyetli ve haysiyetli bir insandı. Yabancı dil biliyordu. Yurt dışında önemli vazifelere memur edilmişti. Bu genç ve aydın adamın sadarete getirilişi, havada bazı ümitler yarattı. Ama işin sonunu, Cevat Paşa'dan dinleyelim. Bu hikaye onun, sadaretten, yani Kabine başkanlığından ayrılışından bir gün önce anlattıklarıdır : 

"Üçüncü defa olarak istifa ettim. Kabul cevabını bugün alacağım. Gözden düşmüş olarak istifa ediyorum. Adeta köpek gibi kovuluyorum. Ayrılmamın sebebi, Ermeni meseleleri değildir. Dış politikaya ait bir mesele de değildir. Son olaylarda anladım ki, biz içeride kuvvetlenmedikçe, dışarıya karşı hiçbir zaman kuvvetli olamayacağız. Fakat içeride her şeyimiz bozuk. En bozuk yer ise, Padişahın Yıldız Sarayı'dır. Suç Padişahta değil. Onun suçu, kendisini etrafındakilerin eline teslim etmiş olmasıdır. Ben ayrılıyorum. Sadrazamlık da benimle beraber gidiyor..
Yıldız'ın bu idaresi devam ettikçe, benden sonra gelecekler, kukladan ibaret kalacaklardır. Saray her şeyi kendi eline aldı. Son zamanlarda ben, bir mabeyinciden (Padişahın emrinde bulunup, onun emirlerini bildiren katip) bile aşağı idim. Padişah beni, gayet ender durumlarda huzuruna kabul ediyordu. En önemli meseleler hakkında, ancak Başkatip Tahsin Bey ile, yahut mabeyin katipleriyle konuşabiliyordum. En acele işleri bile, Mabeyinci Arif Bey'e veya Bekir Bey'e söylemeye mecburdum. Hünkarın cevabını bana bu delikanlılar getiriyordu. Ben bu adetlere artık tahammül edemeyeceğim için, bu makamda daha fazla kalamayacağımı anladım, tekrar istifa ettim..
Benim de bir gururum var. Mağrur, cahil bir saray hizmetçisinin teveccühünü kazanmaya çalışamam. Fakat ayrılmadan önce memleketime bir hizmet daha yapmak istedim. Devletin vazifesini, memleketin halini Padişaha iyice anlatıp kendisini uyarmak istedim. Çünkü halimiz tehlikelidir. Bu arzumun sonunun benim için ne kadar tehlikeli olacağını da biliyorum. Fakat bu son hizmeti yapmak görevimdi..
O sıralarda vatanperverlerden aydın bir zat bana bazı reform önerilerini toplayan bir layiha (tasarı) vermişti. Ben de bu layihayı Padişaha sundum. Buna ek olarak da tarafımdan, Anadolu, Yemen ve Rumeli'deki karışıklıkların, kötü yönetimden ileri geldiğini, bu yönetimi ıslah için önlemlerin gerekli olduğunu, saray memurlarının hükumet ve siyaset üzerindeki etkilerinin azaltılıp, sadrazamlık makamının, Kabinenin hüküm ve etkinliğini kuvvetlendirmek gerektiğini söyledim. Bunun yüzünden, kamarilla (saraydaki nüfuzlu kişiler) beni Padişaha, hürriyet ve Meşrutiyet taraftarı olarak bildirdi.. Şimdi sonucu bekliyorum. Uğrayacağım akıbetten dolayı gam yemem, fakat devletin akıbetinden ve Padişahın sonundan korkuyorum.." ( Osman Nuri, "Abdülhamid'in Hayatı Hususiye ve Siyaseti", s.606-607)



   Gerçekten de, Cevat Paşa ertesi gün sadrazamlıktan azledildi. Hafiyeler, gözcülerle sarılı olarak evinde oturmaya mahkum oldu. Nice zaman sonra, kendisine bazı görevler verildi ise de, hiçbir zaman bu gözcülerin, hafiyelerin göz hapsinden ve tacizlerinden kurtulamadı.. 
   Cevat Paşa'nın sadrazamlığı, bütün o anlattığı şartlar altında geçti.. Zaten Abdülhamid devrinde gelen 25 sadrazamdan, 20 tanesinin sadrazamlığı, bir yıldan azdır. Bu 25 sadrazam içinde, tekrar tekrar sadrazam olanlar var. Ama, örneğin 7 defa sadrazam olan Said Paşa'nın sadrazamlıkları, ancak bir defasında 2 yıl 10 ay 16 gün sürmüştür. Diğerleri her defasında, 1 yıldan az devam etmişti. Hele Cevat Paşa'nın ayrılmasından sonra sadrazamlık mevkiinin hiçbir değeri ve etkinliği kalmamıştı..



ŞEVKET SÜREYYA AYDEMİR'in "Enver Paşa" adlı üçlüsünün 1.cildinden derlenmiştir..


Hürriyet

KAYNAK OLARAK KULLANDIĞIM KİTAPLAR..
-------------------------------------------------------
1.DEVLET-İ ALİYYE.I...HALİL İNALCIK 2.OSMANLILAR..HALİL İNALCIK
3.İMP.'UN EN UZUN YÜZYILI..İLBER ORTAYLI
4.SON İMP. OSMANLI..İLBER ORTAYLI
5.TARİHİN IŞIĞINDA..İLBER ORTAYLI
6.OSM. TOPLUMUNDA AİLE..İLBER ORTAYLI
7.OSM.'YI YENİDEN KEŞFETMEK..İ.ORTAYLI
8.BATILILAŞMA YOLUNDA..İLBER ORTAYLI
9.OSMANLI TARİHİ..A.DE LAMARTINE
10.OSMANLI..CAROLİNE FİNKEL
11.OSM.İMP.TARİHİ..NICOLEA JORGA
12,BÜYÜK TÜRK..NICOLEA JORGA
13.YENİLMEZ TÜRK...NICOLEA JORGA
14.TÜRKİYE TARİHİ..ED.SİNA AKŞİN
15.OSM.DÜNYASI VE İNSANLARI..GÜLGÜN ÜÇEL
16.OSMANLI ORDUSU..GÜLGÜN ÜÇEL-AYBET
17,BU MÜLKÜN SULTANLARI..NECDET SAKAOĞLU 18.YENİÇERİLER..REŞAT EKREM KOÇU
19.SON PADİŞAH..YILMAZ ÇETİNER
20.SORULARLA OSM. ..ERHAN AFYONCU
21. SOKOLLU ...RADOVAN SAMARCIC
22. OSM.İMP.TARİHİ...A.CEVDET PAŞA
23. OSM.GERÇEĞİ..ERDOĞAN AYDIN
24. FATİH VE FETİH..ERDOĞAN AYDIN
25.KADINLAR SALTANATI..A.REFİK ALTINAY
26.DOĞU'YA BAKIŞ..GERALD MACLEAN
27.AT SIRTINDA ANADOLU..FREDERIC BURNABY
28.ABDÜLMECİD..HIFZI TOPUZ
29.ŞAH SULTAN ..İSKENDER PALA
30.FLORANSA BÜYÜCÜSÜ..S.RUSHDIE
31.TARİHİMİZLE YÜZLEŞMEK..EMRE KONGAR
32.PARİS'TE BİR OSM.SEFİRİ..ŞEVKET RADO
33.TARİHİN SAKLANAN YÜZÜ..ÇETİN ALTAN
34.OSM.İMP.'DA SON 300 YIL..ALAIN PALMER
35.KONSTANTİNİYYE..PHİLİP MANSELL
36.TÜRKİYE'NİN SİYASİ İNTİHARI..CENGİZ ÖZAKINCI
37.BU VATAN BÖYLE KURTULDU..EROL MÜTERCİMLER
38.16.YÜZYILDA İSTANBUL..METİN AND
39. ERKEN MODERN OSMANLILAR.. VIRGINIA H. AKSAN-DANIEL GOFFMAN
40."POPÜLER TARİH" VE "NTV TARİH " DERGİLERİ
41.İKİNCİ ADAM..Ş.SÜREYYA AYDEMİR
42.HAYAT..AYŞE KULİN
43.DEVRİM VE DEMOKRASİ..NUMAN ESİN
44.BİR NUMARALI TANIK..KURTUL ALTUĞ
45.İHTİLALİN MANTIĞI..Ş.S.AYDEMİR
46.KUTSAL İSYAN...HASAN İZZETTİN DİNAMO
47.KUTSAL BARIŞ...HASAN İZZETTİN DİNAMO
48.ÇÖL KRALİÇESİ...JANET WALLACH
49.YÖNETMENLER,FİLMLER,ÜLKELER..A.DORSAY
50.AY HIRSIZI...SUNAY AKIN
51.ONLAR HEP ORADAYDI...SUNAY AKIN
52.KULE CANBAZI...SUNAY AKIN
53.LÜZUMSUZ BİLGİLER ANSİKLOPEDİSİ..TAMER KORUGAN
54.PRENS..NİCCOLO MACHİAVELLİ
55.İSTANBUL'DA BİR ZÜRAFA..SUNAY AKIN
56.KIZ KULESİNDEKİ KIZILDERİLİ..S.AKIN
57.AH BEYOĞLU,VAH BEYOĞLU..SALAH BİRSEL
58.İSTANBUL-PARİS..SALAH BİRSEL
59.YAVUZ'UN KÜPESİ..ERHAN AFYONCU
60.OSMANLI PADİŞAHLARININ HAYAT HİKAYELERİ...YILMAZ ÖZTUNA
61.BİZİM DİPLOMATLAR..BİLAL N.ŞİMŞİR
62.KİM VAR İMİŞ BİZ BURADA YOĞ İKEN..CEMAL KAFADAR
63.RÜZGARIN GÖLGESİ..CARLOS RUIZ ZAFON
64.MELEĞİN OYUNU..CARLOS RUIZ ZAFON
65.ORTA DOĞU..TAYYAR ARI
66.ABD-ORTA DOĞU-TÜRKİYE..HALUK GERGER
67.ORTA DOĞU.. BERNARD LEWIS
68.ON BİR CUMHURBAŞKANI ON BİR ÖYKÜ.. CÜNEYT ARCAYÜREK
69.ÖFKELİ YILLAR...ALTAN ÖYMEN
70.ATATÜRK'TEN SONRA BUGÜNLERE NASIL GELDİK ?..CÜNEYT ARCAYÜREK
71.ÇANKAYA...CÜNEYT ARCAYÜREK
72.DEMOKRASİNİN İLK YILLARI..C.ARCAYÜREK
73.YENİ İKTİDAR,YENİ DÖNEM..C.ARCAYÜREK
74.BİR İKTİDAR,BİR İHTİLAL..C.ARCAYÜREK
75.NEREDEYSE BİR BALİNA..STEVE JONES
76.MOSSAD GİZLİ TARİHİ...GORDON THOMAS
77.BARIŞA SON VEREN BARIŞ...DAVID FROMKIN
78.SULARIN GETİRDİĞİ PADİŞAH..CAHİT ÜLKÜ
79.TANK SESİYLE UYANMAK..HASAN CEMAL
80.BİR MANİNİZ YOKSA.. ...AYFER TUNÇ
81.ALATURKAFRANKA..ERCAN ÇİTLİOĞLU
82.SUÇUMUZ MÜKEMMEL OLMAK..S.DUMAN
83.DARBE...STEPHEN KINZER
84.ÖZAL HİKAYESİ..HASAN CEMAL
85.TURGUT NEREDEN KOŞUYOR ? ..E.ÇÖLAŞAN
86.YEDİ TEPE ANADOLU...ALİ CANİP OLGUNLU
87."K", "DERBEDER BİR KAHİN"...CANSU YILMAZÇELİK
88.LATİFE HANIM...İPEK ÇALIŞLAR
89."K",YIKIK BİR SARAYDIR DÜNYA..PERİHAN ÖZCAN
90.BEYAZ PERDEDE KIRMIZI FİLMLER.. ATİLLA DORSAY
91.TEK ADAM..Ş.SÜREYYA AYDEMİR
92.DAHİLER VE AŞKLARI...ÖZCAN ERDOĞAN
93.HAYATIM KİTAP..YAŞAR AKSOY
94.BOĞAZİÇİ ŞINGIR MINGIR..SALAH BİRSEL
95.BİR EKONOMİK TETİKÇİNİN İTİRAFLARI...JOHN PERKİNS
96.CUMHURİYET TARİHİ YALANLARI 1. VE 2. CİLT...SİNAN MEYDAN
97. KOMPLO TEORİLERİ..EROL MÜTERCİMLER
98.ÖNCE KADINLAR VE ÇOCUKLAR..SUNAY AKIN
99.BİR ÇİFT AYAKKABI..SUNAY AKIN
100. BENİM CUMHURİYET'İM..EMİNE UŞAKLIGİL
101.DARAĞACINDA ÜÇ FİDAN..NİHAT BEHRAM
102.NEREYE..CAN DÜNDAR
103.İSTANBUL'DAN SAYFALAR..İLBER ORTAYLI
104.BİZİM İZMİRİMİZ..MELİH GÜRSOY
105.GİZLENEN TARİH..BRİAN HAUGHTON
106.BERGAMA DÜŞLERİMİN ŞEHRİ,İZMİR SEVDAM..SELAHATTİN TURAL
107.GÖLGEDEKİLER..CAN DÜNDAR
108.KIRMIZI BİSİKLET..CAN DÜNDAR
109.YAKAMDAKİ YÜZLER..CAN DÜNDAR
110.GEÇMİŞ AYRINTIDA SAKLIDIR..CEMİL KOÇAK