Sayfalar

545 ) MUSTAFA KEMAL PAŞA'YA KARŞI KOYANLAR !..



Midilli'deki İngiliz konsolos vekili A. H. King'in, Atina'daki İngiliz ortaelçisi Charles H. Benting'e 9 Kasım 1923'te bildirdiğine göre ; daha önce Batı Anadolu'da Yunanlıların kışkırtmalarıyla kurulmuş Anadolu İhtilal Komitesi Kemalistlere karşı eylemde bulunuyor, o sıralarda Midilli adasında eylemlerini sürdürüyordu.. King'in elde ettiği bilgiye göre, bu komitenin Midilli'deki temsilcisi, İzmir'de Mustafa Kemal'e karşı yayın yapan "Köylü" gazetesinin editörü Rafet (Refet ?) Efendi idi. Komitenin merkezi, bir zamanlar İstanbul'da Adalet Bakanlığı yapmış ve Padişahın İstanbul'dan kaçtığı günlerde oradan ayrılan Vasfi Hoca tarafından Bükreş'e taşınmıştı. Hüseyin Rauf'la İzmir'in eski valisi Rahmi Bey'in de bu komitenin İstanbul'daki başlıca üyeleri olduklarını ileri süren konsolos yardımcısı, Kemalistler İzmir'e girmeden önce bu komitenin merkezinin Bahtiyar Hanı'nda bulunduğunu ama toplantıların o sırada gizli olarak evlerde yapıldığını ; Atina'da Eşref ve Reşit adlı iki Çerkes temsilcisi bulunduğunu ve bu temsilcilerin bir zamanlar Midilli'de ikamet ettiklerini bildirmişti..
King, yazısını şöyle sürdürüyordu :

"İngilizlerin İstanbul'dan ayrılmalarından sonra o kente giren Kemalist ordunun komutanı Selahattin Adil Paşa'nın da Mustafa Kemal Paşa'ya karşı meydana gelmiş olan akımdan yana celbedildiği söyleniyor. Ondan henüz kuşkulanılmıyor ; dolayısıyla İzmir ve İstanbul arasında kolayca seyahat ediyor. İzmir'in alınmasında yardımı geçen Türk ordusu komutanı Nurettin Paşa'nın Ankara, Sivas ve İzmir arasında toplanan Mustafa Kemal aleyhtarı milis gücüne komuta ettiği ve Kürt isyancılarla temas halinde olduğu söyleniyor.. Yine öğrendiğime göre Rahmi Bey, İstanbul'dan, burada (Midilli'de) Rafet Bey'e gönderdiği mektupta, Mustafa Kemal'e karşı harekete geçmeden önce güçlü devletlerin Lozan Antlaşması'nı onaylamalarını beklediklerini bildirmiştir. Bu antlaşmanın imzalanmasından sonra Mustafa Kemal'i iktidardan düşürerek padişahı geri getireceklerdir.."

King, bu bilgiyi, o sıralarda Midilli'de ikamet eden Halil İbrahim adlı Kıbrıslı bir Türk'ten sağlamıştı ve şunları ekliyordu :

"Halil İbrahim'in söyledikleri, son günlerde 'Yakın Doğu Yardım Derneği' (Near East Relief) tarafından Türkiye'den alınarak Midilli'ye getirilmiş olan Ermeni göçmenlerce de kanıtlanmaktadır. Ermenilerin anlattıklarına göre, Ankara yakınlarında, komutası altında 700 kişilik bir milis gücü bulunan Demirci Mehmet Efe'nin bu ihtilal komitesiyle ilişiği vardır. Öte yandan Isparta ve Aydın'da da Mustafa Kemal'e karşı 40 bin asker vardır. Onların çoğu çeteler halinde eylemde bulunuyor ama bunların ancak 20 bin kadarı bir nüve oluşturuyor. Yunan yetkilileri, barış antlaşmasının imzalanmasından sonra bu komiteyi ve Anadolu'da dolaşıp duran çeteleri desteklemekten vazgeçmişlerdi. Ancak Atina'da bilindiği gibi, Yunan yönetimi bu sırada Kemalist aleyhtarı göçmenlere yardımda bulunduruyor ve onları barındırıyor. Yönetimin bu cömertliği sadece hayırseverlik duygusuna dayanmıyor.."



İngiltere Dışişleri Bakanlığı'nda büyük bir ilgiyle okunan bu rapor, Doğu Masası yetkililerinden James Morgan tarafından 4 Aralık 1923'te şöyle yorumlanmıştı : 

"Sözü edilen kişilerin çoğunluğu, Kemalistlerin kuşkulandığı, kuyruk acıları olan veya Kemalistlerce vatan haini sayılan, Yunanlılar ile işbirliği yapmış kişilerdir."

Francis Osborne adlı yetkili de şu yorumu yapmıştı :

"Bu bilginin büyük bir kısmının doğru olmadığı veya çoğunlukla abartılmış olduğu kanısındayım. Mustafa Kemal'e karşı bu veya başka bir örgütün bu kadar askeri gücü olduğu şüphelidir ; ancak elimizdeki bilgiye göre, sözü edilen unsurların çoğu muhalefet partisine mensupturlar.."

(FO 371 / 9170 / E 11493 : Bentinck'ten Curzon'a yazı, No. 927, Atina, 23.11.1923 ; ilişikte Midilli'deki İngiliz Viskonsolosu A.H.King'in 9.11.1923 tarihli yazısının sureti)

     

544 ) MUSUL SORUNU ....

 

Musul ili Osmanlı Devleti'ne aitti. Mondros bırakışması 30 Ekim 1918'de imzalanırken, geri çekilmekte olan Türk ordusunu izlemekte olan İngiliz ordusu, Musul'un 45 km. kadar kuzeyinde bulunan Kaira'daydı. Türk komutan Ali İhsan (Sabis) Bey'in protestolarına karşın Musul, mütarekenin imzalanmasından 3-4 gün sonra, 3 Kasım'da İngiliz askerleri tarafından işgal edilmiştir. 
İngilizler burada bir gölge hükumet kurdular ve onunla bazı antlaşmalar yaptılar. 
Lozan'da Türk tezi  şöyleydi :
1- Musul vilayetinde çoğunluk Türktür. 
2- Coğrafi ve siyasi bakımdan bu vilayet, Anadolu'nun ayrılmaz parçasıdır.
3- Hukuken henüz Türkiye'nin bir parçası olan bu topraklar hakkında İngiltere'nin imzaladığı antlaşmalar geçersizdir.
4- Musul vilayeti İngilizler tarafından, mütarekeden sonra işgal edilmiştir. Bu sebeple de, aynı aynı hale maruz kalmış diğer Türk toprakları gibi, Anavatana iade edilmelidir...
Lord Curzon ise bu görüş ve isteklere karşı şiddetle diretiyordu. Fransız ve İtalyan temsilcileri de onu desteklediler.  
23 Temmuz 1923 günü imzalanan antlaşmada ; Irak ile sınır saptanamadığı için, getirilen hüküm şöyle idi (Madde : 3/2) :"Türkiye ile Irak arasındaki sınır, işbu Antlaşmanın yürürlüğe girişinden başlayarak dokuz aylık bir süre içinde Türkiye ile İngiltere arasında dostça bir çözüm yoluyla saptanacaktır. Öngörülen süre içinde iki hükumet arasında bir anlaşmaya varılamazsa, anlaşmazlık Milletler Cemiyeti Meclisine götürülecektir.
"Sınır çizgisi konusunda alınacak kararı beklerken, Türk ve İngiliz hükumetleri, kesin geleceği bu karara bağlı olan toprakların şimdiki durumunda herhangi bir değişiklik yapacak nitelikte hiçbir askeri ya da başka bir harekette bulunmamayı karşılıklı olarak yükümlenirler."

Bu hüküm, aslında, Musul'un İngiltere'ye bırakılması anlamına geliyordu !. 



Lozan Antlaşması gereğince ilgili taraflara, Musul sorununu kendi aralarında yapacakları dostça bir anlaşmayla çözümlemek için dokuz aylık bir süre verilmişti. 
25 Aralık 1923'de bu görüşmelerin yapılması kararlaştırılmış ama kimi nedenlerden dolayı görüşmeler 19 Mayıs 1924'de İstanbul'da başlamıştı..
Bu görüşmelerde İngiltere'yi Sir Percy Cox, Türkiye'yi de Dr. Tevfik Rüştü (Aras) Bey temsil ediyordu. Tevfik Rüştü, Musul ilindeki Türklerle Kürtlerin nüfusun çoğunluğunu oluşturduğunu ; bu halkların Türk yönetiminde yaşamak istediklerini ; onların Güney Anadolu halklarıyla ekonomik yaşam ve güvenlik açılarından bağlantıları olduğunu öne sürmüştü. Buna karşılık veren Cox, Türklerin gerçekte Musul'un nüfusunun 1/12'sini oluşturduklarını ve Türkler ile Kürtlerin ulusal amaçları olmadığını, ayrıca İngiltere'nin Irak sınırları içindeki Süryani Hristiyanları ve öteki halkları koruma sorumluluğu olduğunu öne sürmüş, İngiltere'nin Musul'u ele geçirmek istemesinin ardında petrol kaynaklarının bulunduğundan söz etmemişti !.. 
Görüşmelerde bir anlaşmaya varılamayınca Tevfik Rüştü Bey bu konuda bir plebisit yapılmasını önermiş ama Percy Cox (altta solda) bunu reddetmişti. Bu nedenle görüşmeler 5 Haziran'da bir sonuç alınmadan ertelenmişti. Bundan sonra sorun Birleşmiş Milletler'e aktarılmış ; bu kuruluş, bu konuda incelemeler ve çözüm önermek üzere Macar Kont Teleki, Belçikalı M. Under ve İsveçli M. Wirren'den oluşan bir komisyon kurmuştu. Bu komisyon, çeşitli çalışmalardan sonra 1925 yılı Eylül ayında raporunu sunmuş, Musul'un Irak'a verilmesini ve Irak'ta 25 yıl sürecek İngiliz mandası kurulmasını önermiş ; Türkiye ile Irak arasında "Brüksel Sınırı" üzerinde durmuştu. Birleşmiş Milletler bu raporu 16 Aralık'ta kabul ederek onaylamıştı..
Türkiye bu karardan hiç de memnun olmamış ; bunu sert bir şekilde protesto etmişti.. Ancak Gazi Mustafa Kemal, o sıralarda önemli görünen İngilizlere yakınlaşma ve onlarla dostluk kurma çabalarına önem vererek bu konuda İngiltere ile çatışmaya girmemeye karar vermişti. Tevfik Rüştü Bey (altta sağda) bir süre sonra, 
5 Haziran 1926'da, bu antlaşmayı açıklarken, Türkiye'nin bölgede barış ve İngiltere ile daha iyi ilişkiler kurmak için bu özveride bulunmuş olduğunu söylemişti..  

    

KAYNAKÇA :

SALAHİ  R. SONYEL, "Kıskaç Altında / Dış Güçlerin Türkiye'yi Bölme ve Yıpratma Çabaları (1923-2000)" ;  "Türk Dış Politikası", C.1 ,EDİTÖR : BASKIN ORAN ; ŞEVKET SÜREYYA AYDEMİR, "İkinci Adam", C.2

543 ) İSTANBUL RASATHANESİ NEDEN YAPTIRILDI VE NEDEN YIKTIRILDI ?..

     

Sultan III. Murad döneminde İstanbul'da Tophane sırtlarında kurulan İstanbul Rasathanesi'nin yine aynı padişahın emriyle yıktırılmasının nedenleri, bilim tarihimizin hala tam olarak açıklığa kavuşturulamamış önemli konularından biridir. Astrolojinin İslam ve Osmanlı siyasal ve kişisel yaşamındaki rolünü açıklığa kavuşturmak bize farklı bir bakış açısı sağlayabilir..
A.Adnan Adıvar, "Osmanlı Türklerinde İlim" adlı eserinde, rasathanenin kurucusu Takiyüddin'in, astrolojiyle ilgilendiğini kabul etmek istemiyordu. "Takiyüddin'in kuyruklu yıldızlardan ahkam çıkardığına ve padişaha bu hususta izahnameler verdiğine dair, Türk kaynaklarındaki haberler de kolay kolay kabul edilemez."
Ord. Prof. Dr. A. Süheyl Ünver de, "İstanbul Rasathanesi" adlı kitabında, "Halbuki Takiyüddin ahkamı nücuma (astrolojik hükümlere) önem vermiyordu. Onun amacı bir heyet (astronomi) müessesesi oluşturmaktı. Rasathaneyi kurarak iki yıl çalıştığı halde padişaha mugayyebattan (gizli şeylerden) kesin haberler veremedi. Bundan dolayı padişahın kuruma karşı teveccühü kalmamıştı.. " Prof. Ünver, bu sözleriyle rasathanenin padişah tarafından astrolojik amaçlarla kurdurulmuş olduğunu onaylamış oluyordu..  
Bilim tarihçisi Ord. Prof. Dr. Aydın Sayılı ise, uluslararası değerdeki büyük araştırma eseri "The Observatory in Islam"da şunları söylüyordu :
"Gözlemevinin inşası ve aletlerin yapımı 1577'de tamamlandı ve tam ölçekli çalışma aynı yıl başladı. Birkaç ay sonra, Kasım'da ünlü 1577 kuyruklu yıldızı göründü ve Takiyüddin bu vesileyle Sultan Murad için bir kehanet raporu hazırladı. O, bu kuyruklu yıldızın iyi haberlere işaret ettiğini ve Türk ordusunun İranlılara karşı savaştaki başarısını simgelediğini öngörüyordu.."
Sadrazam Sokollu Mehmed Paşa, İran'a karşı yapılacak bir seferin doğru olmayacağını savunuyordu. Fakat Sokollu'nun hasımları Lala Mustafa Paşa ve Sinan Paşa, İran'la savaştan yana tutum takınmışlardı. Üstelik kuyruklu yıldız da zaten batıdan doğuya doğru gidiyordu. Bu, Savaşın Türkler lehine gideceğinin işaretiydi !..
Adıvar ve Ünver, çok büyük olasılıkla, Takiyüddin'i iyi bir bilim insanı olarak gördükleri ve astrolojik kehanetlerde bulunmayı ona yakıştıramadıkları için böyle düşünüyor olabilirler. Fakat eğer böyleyse, bu, tarihsel olgulara güncel bir düşünceyle yaklaşmak sayılır. Çünkü 16. yüzyıl Osmanlı dünyasında astronomi ile astroloji henüz birbirinden (bilim ve sahte bilim olarak) ayrılmamıştı. Avrupa'da bile durum böyle değildi. Takiyüddin gerçekten çağının astronomi bilgisine sahip ve çok iyi gözlemci bir astronom ve astronomi hesaplamalarında ondalık kesirleri kullanacak kadar da öncü ve yetenekli bir matematikçiydi. Ayrıca optikle ve başka bilimsel konularla ilgili çalışmaları da vardı. Bu nedenle biz Takiyüddin için matematikçi ve astronom-astrolog demeyi tercih ediyoruz..
Öte yandan Takiyüddin'in rasathane kurulmadan önce müneccimbaşı olarak göreve atandığını da unutmamalıyız.. Osmanlı Devletinde müneccimbaşının en önemli görevlerinden biri, devlet işlerinde ve savaş hamlelerinde uğurlu saatin saptanmasıdır. Sultan III. Murad da astrolojiye ve fala çok düşkündü. Bu düşkünlüğü o derecedeydi ki, Şeyh Şüca isminde hiçbir olumlu özelliği olmayan fakat padişaha "gaipten haberler veren" kişi, onun en önem verdiği insan olmuştu. Ulema mensupları ve vezirler bile Şeyh Şüca'nın iyi niyetine bağımlı hale gelmişlerdi. Sultan Murad, şeyhin ölümüne kadar ona tereddütsüz bağlı kaldı. 



İslam dünyasında 16. yüzyıla kadar kurulan rasathanelerin hepsi, dini yararlılık ve astrolojik kehanetler için kurulmuştur. Biruni ve İbni Sina gibi saf bilimsel merakla astronomiye yaklaşan insanlar olmakla birlikte, devlet yöneticileri tarafından saf bilimsel araştırmalar yapması amacıyla kurulmuş rasathane örneğine rastlamıyoruz. Uluğ Bey de astrolojiye inanıyordu, Ali Kuşçu da.  Ali Kuşçu'nun Fatih Sultan Mehmet tarafından Otlukbeli Savaşına (1473) getirtilmesinin nedeni de savaşın gidişatında onun kehanetlerinden yararlanmaktı..   
Takiyüddin'in İstanbul Rasathanesi de diğer örneklerinde olduğu gibi, ikili amaçlarla kurulmuştu. Takiyüddin, kuruluş sırasında padişaha sunduğu raporda, mevcut astronomik tabloların artık eskidiğini, günün ihtiyaçlarına cevap vermediğini ve yeni gözlemlere dayanarak yeni tablolar düzenlenmesi gerektiğini belirtiyordu. Yukarıda belirttiğimiz gibi Safevilerle savaş gündeme geldiğinde, padişaha 1577 kuyruklu yıldızıyla ilgili olarak olumlu rapor da verdi. Fakat gerçekte Osmanlı Devleti bu savaşa girmekle, kendisini her bakımdan tüketecek on yıllık bir savaş, yoksulluk, iflas ve topraklarının mahvolması dönemine girdiğini hesap etmiyordu..
Padişahın etrafındaki kızgın iktidar savaşının bir sonucu olarak Sokollu Mehmed Paşa 1579 Eylül'ünde bir suikast sonucunda öldürüldü. Vezirler arasındaki iktidar savaşı bu koşullarda daha da kızışmıştı. Bu iktidar kavgalarının ayrıntıları, o dönemin tarihini yazan Osmanlı tarihçisi Mustafa Ali'nin ünlü eseri "Künhü'l-Ahbar"da (Haberlerin Aslı) bulunmaktadır. Ocak 1580'de de İstanbul Rasathanesi'nin yıktırılması kararı çıktı. Yaklaşık dört aylık bu süre içinde İran savaşında başarısızlıklar görüldü, İstanbul'da veba salgını başladı ve bu kısa zaman aralığında art arda birçok önemli kişi öldü. Bütün bunlar uğursuzluk işareti olarak görülüyordu. İşte bu koşullarda rasathanede yapılan astrolojik gözlemler, özellikle kehanetlerin doğru çıkmaması, fakat asıl olarak bu gözlemlerin uğursuzluk getirdiği görüşünün üstün gelmesinin bir sonucu olarak bütün kötülüklerin kaynağı olarak gösterildi ve padişah da etki altına alınarak rasathanenin yıkımı kararı çıkartıldı. Şeyhülislam Ahmet Şemseddin Efendi de, bunu padişaha bildirdi..



Görüldüğü gibi kapatılma gerekçesi tamamen astrolojik amaçlı gözlemlere ve astrolojik kehanetlere yöneliktir. Burada, İslam dünyasındaki astroloji konusundaki iki farklı yaklaşımdan birinin, günün özel koşullarına bağlı olarak diğerine galip gelmesinin bir örneğiyle karşılaşıyoruz.  İslam dünyasında kurulmuş rasathanelerin çalışmaları, ya destekleyici ve koruyucu devlet yöneticisinin ya da kurucu veya yürütücü astronom-astroloğun ölmesi sonucunda sona ermiştir. Burada bu nedenlerin dışında kalan özel bir durumla karşılaşıyoruz. Fakat bu özel durum da, İslam tarihindeki tek örnek değil. Astrolojik çalışmalar yaptığı gerekçesiyle yıktırılmış olan bir rasathane daha var. Bu rasathane, Fatımiler döneminde Kahire'de kurulmuş olan ve kurucularının adıyla bilinen Al Afdal-Al Bataihi Rasathanesi'dir. Bu rasathane 1120'de kuruldu ve 1125 yılında yıktırıldı.  455 yıl önceki bir olay olsa bile, var olma süresi ve sonu bakımından Takiyüddin'in rasathanesine ne kadar benziyor..  

Takiyüddin rasathanesinin yıktırılmasının nedeni şimdiye kadar, dinsel tutumun bilimsel tutuma bir tepkisi olarak görüldü ve o şekilde yorumlanmak istendi. Gerçekte ise, astrolojiyi tamamen reddeden dinsel yaklaşımın, astrolojiyi kısmen meşru gören dinsel yaklaşıma yapısal tepkisi olarak kabul etmek gerekir..

Bu iki saptama arasındaki farklılık önemlidir. Aksi takdirde Osmanlılarda bilimin gelişmesi sürecinin esaslarını çözümlemekte zorluklarla karşılaşırız..

Takiyüddin'in rasathanesinin yıktırılmasından tam 190 yıl sonra, matematiğe meraklı eski Şeyhülislam Damatzade Feyzullah Efendi (1703-1771), herhangi bir engelle karşılaşmadan bir rasathane kurma girişiminde bulundu. Galata Kulesi'ni bir rasathaneye dönüştürmeyi planlamıştı. Avrupa rasathaneleri tarzında tasarladığı bu projesini, Avrupalı astronomlara bağlı olarak gerçekleştirmeyi düşünüyordu. Bu özelliğiyle klasik İslam rasathanelerinden tamamen farklıydı ve elbette artık sadece astronomik çalışmalar yapılacaktı. Fakat bu çalışmaları sürdürdüğü sırada Feyzullah Efendi'nin ölmesiyle, bu önemli girişim sonuçsuz kaldı..
Sonuçsuz kalmasına rağmen, tam da yine Avrupalı mühendislerin yardımıyla Hendesehane'nin kurulması (1773) sıralarında modern bir rasathane kurma girişiminin yapılmış olması, bilim tarihimiz bakımından son derece önemli ve dikkat çekicidir ve Takiyüddin'in rasathanesinin yıktırılmasıyla ilgili yukarıda yaptığımız yoruma da katkıda bulunmaktadır..



OSMAN BAHADIR'ın, "Takiyüddin'in İstanbul Rasathanesi" başlıklı yazısından alıntıdır..  
  

542 ) BERLİN'DE ESKİ BİR SADRAZAM...

 


Hükumetinin istifasını takiben, Talat Paşa, 1 Kasım 1918'de son İttihat ve Terakki Kongresi'ni toplamış ve Parti bu kongrede kendini feshetmiştir. Bunu takiben hareketin devamı niteliğindeki yeni yapılanmanın adı "Teceddüt Fırkası" olarak kararlaştırılmıştır. Tüm sorumluluğu üzerine alarak hesap vermek isteyen Talat Paşa, önceleri parti arkadaşlarının kaçış planlarını reddetmiş ve dahil olmak istememiştir. Daha sonrasında yoğun uğraşlar sonunda, Talat Paşa partililerce, sonradan hesap vermek için geri dönmek üzere yurt dışına çıkmaya ikna edilir "Ülke yabancı kontrolü ve etkisinden kurtulur kurtulmaz" geri dönecektir. 2 Kasım'ı 3 Kasım'a bağlayan gece, bir Alman denizaltısı ; Talat Paşa, Harbiye Nazırı Enver Paşa, Bahriye Nazırı Cemal Paşa, Doktor Nazım, Bahattin Şakir ve Cemal Azmi'den oluşan kafileyi Odesa'ya ulaştırır. Odesa'da birbirinden ayrılan kafileden Talat Paşa, Almanya'ya gitmek üzere yola çıkar. Almanya seçiminin önemi : "Avrupa'nın tümü ile iletişim ve ulaşım bağlantılarının güçlü olması ve daha sadrazamlığı döneminden tanışıp dostluğunu kazandığı birçok üst düzey Alman yöneticilerin bu kentte toplanmasıdır."



Birinci Dünya Savaşı sonlarına doğru Kiel'daki Alman deniz kuvvetlerinde büyük çaplı bir isyan başlamış, kısa zamanda tüm işçi ve askerlerin katıldığı büyük bir ayaklanmaya dönüşerek Münih'e sıçramıştır (yukarıda). Bavyera'da cumhuriyet ilan edilmesinin ardından, 9 Kasım tarihinde SPD Partisi üyesi Scheidemann tarafından Reichstag balkonundan "Weimar Cumhuriyeti" ilan edilmiş ; bundan iki saat kadar sonra da, Spartaküs Birliği lideri Karl Liebneckt, "özgür, sosyalist cumhuriyet"ini ilan etmiştir ! 
Aynı günün akşamı İmparator Wilhelm de tahttan indirilir. Bu arada, ilerleyen süreçte, Spartaküs Birliği tarafından başlatılan isyan devrimin seyrini sosyalist bir çizgiye çekmek isteyince, Weimar Cumhurbaşkanı Ebert duruma müdahale eder ; kendisine bağlı Freikorps askeri birlikleri, aralarında Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht gibi önemli liderlerinin de bulunduğu çok sayıdaki Spartaküs üyesini öldürerek bu isyanı bastırır. Bunu izleyen 19 Ocak 1919'da yapılan parlamento seçimleri de yeni cumhuriyetin rotasını belirlemiştir. 
İşte Talat Paşa, Almanya'nın böylesine karışık bir döneminde, 10 Kasım 1918 günü, Ali Sai adına düzenlenmiş bir pasaport ile Almanya'ya varır. Alexanderplatz'daki bir otelde birkaç gün kaldıktan sonra, şehirdeki çatışma ortamı nedeniyle bir süre Neubabelsberg'deki bir sanatoryumun dairesine çekilir. 
Şehirdeki huzursuzluk yatıştırıldıktan sonra, dostları onu Charlottenburg'daki Hardenbergstrasse'de üç odalı bir daire temin ettiler. Talat Paşa, eşi Hayriye Hanım (altta) ile birlikte bu mütevazı eve yerleştikten kısa süre sonra, Dr. Nazım da onların yanına geldi...

   

Talat Paşa'nın Almanya'ya geldiğini öğrenen ve onun yakalanarak Türkiye'ye iade edilmesini amaçlayan Büyükelçi Rıfat Paşa, bu sebeple bir yandan Alman resmi makamlarını haberdar etmekte, bir yandan da Berlin'de bulunan Türk Kulübü'ndeki insanları kaçak İttihatçılar aleyhinde kışkırtmaktadır. Bunun sonucunda kulüp üyesi Türkler, Talat Paşa ve arkadaşlarının, kaçarken ülke hazinesini boşalttıklarını iddia ederek, yakalanıp Türkiye'ye teslim edilmesini isterler. Ancak bu iddia Alman makamlarından bir karşılık bulmadığı gibi, Alman Dışişleri Bakanı, Türk Büyükelçiye "Talat Paşa'yı eski zamanlardan beri tanıdığını ve onun dünyada tanıdığı en dürüst insan" olduğunu ifade eder. Dahası, Talat Paşa, beraberindeki arkadaşları Bahattin Şakir ve Dr. Nazım'ın da dürüstlükleri için kefil olmuştur..
Bu başarısızlık sonucunda, Büyükelçi Rıfat Paşa'nın görevine son verilir ve İstanbul'a geri çağrılır..
Bu arada İstanbul'dan da birtakım haberler Almanya'ya ulaşmaktadır. İngiliz işgal kuvvetleri muhalifleri Malta'ya sürmüştür ve İstanbul hükumetini de etkisi altına almıştır. Aslında İngilizlerin bu sürgünleri, önceden kaçarak Almanya'ya sığınan İttihatçıların tekrardan prestij kazanmasına katkıda bulunmaktadır da.. 
İstanbul'da gelişen bu olaylar Talat Paşa'nın canını sıkmıştır ama siyasi hevesini kırmaya yetmemiştir. Aksine, harekete geçen Talat Paşa, İstanbul'da tekrardan kurulmasını kaçınılmaz bir şekilde gerekli gördüğü Jön Türk yönetiminin oluşturulabilmesi için ; sürgündeki tüm güçleri bir araya toplayarak yeniden bir birlik oluşturma çabasına girişir. Ona göre Türkiye'nin geleceği ; kimi İslami nitelikler ve Türk milliyetçiliği üzerine, İngiliz ve Bolşevik Rus etki alanları arasında, küçültülerek kurulacak bir devlettir. 
Talat Paşa, Anadolu'da Milli Mücadeleyi yürüten birliklerin, bir emanet olarak Mustafa Kemal'in askeri önderliğine bırakılmasına kayıtsız şartsız hazırdır. O an için kendini hareketin yurtdışındaki siyasi temsilcisi olarak görmektedir. Zaferle sonuçlanacak Kurtuluş Savaşı sonrası ülkesine dönecek ve devletin yeniden inşasında hükumet üyesi olarak ipleri yeniden eline alacaktır.. 
Talat Paşa, bu faaliyetleri için bir merkez gerektiğini düşünerek, Berlin'de oturduğu eve uzak olmayan bir ofis kiralar. Çalışmalarını artık buradan sürdürmektedir. Finansman darlığı nedeniyle ve başına geçmesi düşünülen kişinin ölümünden dolayı, çıkarılması planlanan Fransızca gazete projesi rafa kalkar. 
Talat Paşa, bir yandan en yakın dostlarını kendi ikametgahında ağırlayıp onlarla düzenli bir şekilde ya briç oynar ya da memleketteki durum hakkında fikir teatisi yapar. Bu arada, edindiği bir Alman Kızıl Haçı pasaportuyla İsveç ve Danimarka'ya gider, Türkiye'deki durumun görünen tablosu hakkında bilgilendirmelerde bulunur. Yine 1919 yılında, Hollanda'da ikincisi düzenlenen Sosyalist Enternasyonal Kongresi'ne, Ermeni tehciri bağlamında Türkiye'ye yöneltilen suçlamaları yanıtlamak üzere katılır.. Faydalı da olur. 
Yine bu planlanmış seyahatler kapsamında, 1919 ve 1920'de İsviçre'ye, 1920 ve 1921'de de İtalya'ya gider. 
İtalya seyahatine giderken göze çarpan pos bıyıklarını keser. Baştaki yönetimin duruşundan emin değildir..
1915 Nisan'ında, İttihatçıların yurtdışı faaliyet merkezlerinden biri olarak, Hollanda ve diğer tarafsız devletlerde yayın yapmak, bilgi vermek ve direk Osmanlı adına bilgi toplamak için Den Haag'da kurulan "Bureau D'Informations Turques"nın, gelecekteki Türk yönetimini kabul ederek hizmete hazır olduğunu da bir mektupla Mustafa Kemal'e bildirir..
İşte böylesine faal bir döneminde, 15 Mart 1921 günü, evinin yakınlarındaki Hardenbergstrasse'de bir Ermeni suikastına yenik düşer Talat Paşa.. Suikast ne beklenmedik bir suikasttır, ne de son Ermeni cinayeti olacaktır. 
Bir gün memleketine döneceğine olan inancını hiç kaybetmeyen Talat Paşa'nın Berlin'den İstanbul'a bir tren ile nakledilen naaşı, 23 yıllık sürgünün ardından, 25 Şubat 1943 günü vatanına tekrar geri döner..  



KAYNAKÇA :

INGEBORG BÖER-RUTH HAERKÖTTER-PETRA KAPPERT, "Berlin'den Türkler geçti 1871-1945" ; TEVFİK ÇAVDAR, "Bir Örgüt Ustasının Yaşam Öyküsü" ; MİTHAT ŞÜKRÜ BLEDA, "İmparatorluğun Çöküşü" ; MEHMET KASIM, "Talat Paşa'nın Anıları" ; ARİF CEMİL (DENKER), "İttihatçı Şeflerin Gurbet Maceraları" ; SİNA AKŞİN, "İstanbul Hükumetleri ve Milli Mücadele" ; İLHAN TEKELİ ve SELİM İLKİN, "Kurtuluş Savaşı'nda Talat Paşa ile Mustafa Kemal'in Mektuplaşması" ; CEMAL KUTAY, "Tarih Konuşuyor"   

541 ) ACEM'İN İPEĞİ, İNGİLİZ'İN OYUNU !..

     

  16. yüzyıl sonlarında İran ipeği, Levant ticaretini canlandıran ve Osmanlı hazinesini dolduran başka bir zenginlik kaynağı olmuştur. Bu tarihe doğru ipeğin Avrupa ekonomisinde önem kazanması üzerine, Ortaçağlardan beri meşhur olan İran ipeği Bursa, Halep ve İzmir'de Batı tacirlerinin en çok aradıkları ve büyük meblağlar yatırdıkları canlı bir ticaretti. Hazar Denizi'nin güney kıyıları, Gilan, Mazenderan, Arran, Şirvan Ortaçağlardan beri Akdeniz için başlıca ipek üretim merkezlerini oluşturmaktaydı. Bursa'ya, Suriye'den ve İran'dan her yıl yaklaşık 1000 deve yükü ipek gelirdi. İpeğin ikinci büyük pazarı Halep'ti. 1618 baharında Bağdat yoluyla Halep'e 1000 yük ipek gelmişti. 17. yüzyılda İzmir gelişerek İran ipek ticaretinin büyük bir kısmını kendi üzerine çekecektir. Bir Fransız kaynağına göre, 1670'e doğru İran'ın ürettiği 22 bin balya ipekten 3 bin balyası İzmir'e gelmekte ve oradan ihraç edilmekteydi..





   İran, Şah Abbas zamanında, 1587-1628 arasında, büyük rakibi Osmanlı Devleti'ni bu servet kaynağından yoksun etmek için büyük bir çaba gösterdi. İran-Osmanlı savaşı, gerçek bir ekonomik savaş, bir karşılıklı abluka manzarası göstermeye başladı. Şah Abbas, İran ipeğinin Osmanlı ülkesine gitmesini yasakladı. İpeği Avrupalılara başka yollardan satmak ve Osmanlı ülkelerinin transit görevine son vermek gayesiyle büyük diplomatik faaliyetler gösterdi ; o, ipek ihracını yasakladığı gibi, Osmanlılar da altın ve gümüşün gitmesini yasakladılar. Bu durum, İran'da para buhranını şiddetlendirdi. 
   1617'de İngilizler Hint Denizi yolundan İran ipeğine doğrudan doğruya talip oldukları zaman yalnız İngiltere için bu satın alma 3-4 milyon altına varmaktaydı. İngilizler bu kadar parayı krallık dahilinde bulmanın güçlüğünü düşünmekte ve esasen paranın dışarı çıkmasını istemediklerinden karşılığında mal teklif etmekte idiler. Hatırlamalıdır ki, İngilizler ham ipeğin önemli bir kısmını Avrupa pazarlarına sevk etmekteydiler. 1580 kapitülasyonlarından sonra, öncelikle Levant'ta gelişen İngiliz ticareti, kapitalizmin gelişmesinde önemli bir rol oynamıştır. İngilizler, 1620 yılına doğru baharat ve ipek ticaretinin kesilmesiyle, Osmanlı hazinesinin yılda en az 300 bin altın gümrük geliri kaybedeceğini hesaplamaktaydılar. Venedik balyosuna göre, Hint ticareti, gümrük vergisi olarak padişaha senede yarım milyon altın getirmekteydi. 




   Şah Abbas, Osmanlıları ezmek için Hristiyan alemi ile ve özellikle onların o zaman Batı'daki en büyük düşmanı olan Habsburglar ile ittifak yapmayı düşünüyordu. Hatta, İran Şahı'nın İspanya'ya elçi göndererek, Osmanlı İmparatorluğu'nun Asya tarafı İran'a, Avrupa yakası İspanya'ya ait olmak üzere bölüşülmesini önerdiği söylentileri dolaşıyordu. Öte yandan 1583'ten sonra Portekiz'in ve kolonilerinin sahibi sıfatıyla Hint denizlerine gelen güçlü İspanya Kralı II. Philip, Hint yolunu tamamen kapatarak Osmanlı'ya ağır bir darbe vuracağını düşünüyordu..
   1590'da İran'la Osmanlı Devleti arasında barış imzalandı. Fakat bu barış geçiciydi. Şah Abbas, 1599 yazında belli başlı Avrupa saraylarına, Hüseyin Ali Bey adında bir adamını, hizmetinde bulunan İngiliz Sir Anthony Sherley ile beraber elçi olarak gönderdi. Bu heyetin görevi, Osmanlı İmparatorluğu aleyhine Hristiyan hükumetleri ile büyük bir ittifak yapılmasını ve ticaret yolunun Osmanlı ülkelerinden başka tarafa çekilmesini sağlamaktı. Karadeniz ve Kafkaslar'a doğru ilerleyen Rus Çarlığı ile Osmanlı arasındaki gerginlik, İran ile Moskova arasında dostça ilişkilere yol açtığından Osmanlı İmparatorluğu her yandan çember içine alınmış olacaktı. Osmanlılar ile savaş halinde bulunan imparator, İran elçilerini iyi karşıladı ve Şah'a teşvik edici bir cevap yazdı. Hristiyan hükumetleri arasında Osmanlı'ya karşı bir Liga oluşturma çabalarına devam edeceğini vaat etmesinin yanı sıra, Hristiyanların Türklerle ticaretini önlemeye çalışacağını, İran Şahının da kendi Gürcüler ve Ruslar ile aynı şeyi yapması gerektiğini bildiriyordu. 
   Papa tarafından da kabul edilen İran elçi heyeti İspanya'ya İspanya'ya, oradan da İngiltere'ye gitti. Osmanlı Hükumeti bu girişimlerden haberdardı ve İngiliz elçisini sorguya çekiyordu. İran diplomatik atağı, o zaman için görünürde bir sonuç vermedi. 1603'te İranlılarla Osmanlılar arasında savaş yeniden başladı. Şah Abbas, Avrupa'ya yeniden elçi heyetleri gönderdi. 1610'da Avrupa'ya giden bir İran elçi heyeti Lizbon'a beraberinde denemek amacıyla 200 balya ipek getirmiş ve deniz yolunun daha ucuz olduğunu göstermişti. O zaman Madrid'teki Venedik elçisinin istihbaratına göre, İranlıların başlıca amaçlarından biri, padişahı ipek üzerinden aldığı gümrük gelirinden mahrum etmekti. İngiltere'ye giden bir İran heyeti, ipek ticareti için İran'a gemiler ve Türklere karşı silah gönderilmesini istediyse de görüşmeler bir sonuç vermedi. Londra'ya aynı tarihte İstanbul'dan çavuşlar geldi ve İngiltere Kralı, İran elçisini kabul etmedi. O yıl, Türkiye'ye önemli miktarda İngiliz çeliği ve kılıç gönderildi..
   Bununla beraber İngilizler, çok geçmeden Hollandalılarla beraber Osmanlı'nın Hint ve İran ticaretini ciddi surette baltalayacaklardır. İngilizler ve Hollandalılar, 1590'dan beri ateş gücü yüksek kalyonlarıyla Akdeniz'de egemen duruma geldikleri gibi, 1613 tarihine doğru Hint Okyanusu'ndan Kızıldeniz'e saldırılar yapmaya başladılar ; bu saldırılar o kadar arttı ki, Osmanlı divanı buna karşı ciddi önlemler almak gereğini hissetti ve Kızıldeniz'de bir donanma yapılması için Mısır'a beş kalyon kereste gönderdi. Çok geçmeden İngiliz hükumeti, İran'ın ipek ticareti için yeni bir yol arama girişimini benimsedi..
   1619'da İran'a İngiliz gemilerinin gidip ipek aldıkları haberi, Osmanlıları ve Venedik'i çok kaygılandırdı. İstanbul'daki Venedik balyosu, Osmanlı hükumetini uyarıyor ve Suriye yolu üzerinden ipek ve diğer eşya ticaretinin tamamen duracağını söylüyordu. 
   Veziriazam, bilhassa deniz yolunun uzunluğunu öne sürerek bu endişeye katılmaz göründü. Gerçekten bu sırada İran'la barış imzalanmış (1618 Serav Barışı) ; Halep pazarına Bağdat yoluyla büyük miktarda ipek ve diğer maddeler gelmeye başlamıştı. Fakat şimdi İran ipeğinin bir kısmı İngiltere'ye Güney İran'dan, Hint Okyanusu yoluyla gidiyordu. Bu sırada, Halep'te Osmanlı'nın yanlış bir siyasetle ipek üzerinden yeni yeni vergiler almaya kalkışması, yeni bir ipek yolu açmaya çalışanların çabalarını artırmalarına sebep oldu. 1622'de Londra'daki Venedik elçisi, Hint Okyanusu'ndan gelen üç geminin İngiltere'ye önemli miktarda İran ipeği getirdiğini bildirmekteydi. Osmanlı hükumeti, içinde bulunduğu güçlükler yüzünden, bazı önemsiz tedbirler almakla yetindi. Şah'ın yeni kurduğu Bender-Abbas Limanı, İngiliz ve Hollanda ticareti sayesinde hızla gelişmiş, Güney Asya'nın en büyük limanlarından biri haline gelmişti. 
   İran ticaretinin kısmen Hint Denizi'ne yönelmesi, Osmanlı transit ticareti için o nispette bir kayıp demekti. Bağdat'ı zapt etmiş olan Şah, Osmanlılardan Halep'i de alarak ipeği daha kısa yoldan ulaştırma olanağını öne sürmekteydi. Bağdat ve Halep'in aynı elde bulunması, Hürmüz-Basra-Bağdat'tan geçen Hint ticaret yolunun işlemesi için gerekliydi. İşte Osmanlı Devleti'nin Bağdat'ı geri almak için, o kadar büyük çaba göstermesinin bir sebebi budur. Bağdat, ancak 1638'de Dördüncü Murad tarafından geri alınacaktır..
   Türkiye ile İran arasında 1639'da imzalanan Kasrışirin Antlaşması uzun bir dönem için savaşa son verdi. Şah Abbas 1628 yılında ölmüş ve halefi onun ülkede ipek tekeli siyasetini terk etmişti. 17. yüzyılda İzmir'i Halep'ten daha ileri bir ticaret merkezi haline getiren başlıca etkenlerden biri İran'da ipek ticareti olmuştur. 
   1580-1630 döneminde Osmanlı'nın dünya ticaretindeki kayıpları, kuşkusuz, genel ekonomik düşüş ve değerli maden stokunun azalmasında başlıca etkenlerden biridir ve para hareketlerini kuvvetle etkilemiştir. Osmanlı bütçe hareketleri bu düşüşü açık biçimde yansıtmaktadır. 1527-1528 mali yılında 277 milyon akçeye (4.6 milyon altın) varan ve 127 milyon akçe fazlalık veren merkezi hazine, 1597-1598'de 300 milyon akçe (düşük ayar akçe karşılığı 2-2.4 milyon altına) düşmüş ve o yıl 600 milyon akçe açık vermiştir...

      

540 ) SEREZ ÇETESİNDEN İZMİR ÇETESİNE !..



Şükrü Bey Kastamonu doğumlu. Trabzon'da okumuş, İstanbul Muallim Mektebi'ni bitirdikten sonra tarih öğretmenliği ve maarif müdürlüğü yapmış. Sonra da Selanik Hukuk Mektebi müdürlüğüne atanmış. Oradan da Serez Mutasarrıflığına getirilmiş. Adının duyulması da işte o zaman başlamış..
Şükrü Bey "Serez Çetesi"ni kurmuş ! Çevresine birtakım katilleri, sabıkalıları toplayıp orada astığı astık, kestiği kestik bir adam olmuş..
İttihatçılar da ona ses çıkarmamış. Serez'de Jandarma Komutanı Sarı Efe Edip denen bir adamı da yanına alarak birçok kanunsuz iş yapmışlar. Örneğin Sultan Abdülhamid dönemindeki hafiyeleri teker teker temizlemişler. Bu işleri İttihatçılar da perde arkasından desteklemiş ve ondan yararlanmışlar. 
Gazeteci Hasan Fehmi, Ahmet Samim ve Zeki Bey'e gönderilen tehdit mektuplarını da onlar yazmış.. Kendi başına hareket ettiği için hükumet bir ara Şükrü Bey'i görevden almaya kalkmış ama başaramamış. Bilindiği kadarıyla çetesinde şu isimler varmış :
Jandarma Komutanı Sarı Efe Edip, Serez Mebusu Derviş Bey'in kardeşi Mustafa Nazım, Nazım'ın çiftlik kahyası Çerkes Ahmet, eski bir süvari subayı olan Mümtaz, Çerkes Mehmet, Çerkes Ferit ve Teğmen Şeref.. Tabii, adları pek duyulmayan daha başkaları da...
Üç gazeteciyi öldüren kurşunlar Çerkes Ahmet'in tabancasından çıkmış. Keskin nişancı birisiymiş. Sicilinde yok yok !.. Mümtaz da subaylığı sırasında bir subay arkadaşını öldürmekten 15 yıl ceza almış ama Meşrutiyet'te çıkan afla tahliye olup İttihat ve Terakki delegesi olmuş.. Sonra da Şükrü Bey'in çetesine katılmış. Daha sonraları Enver Paşa'nın başyaveri bile olmuş !..
Şükrü Bey, "Turancı Şükrü Bey" olarak da tanınıyordu. Serez Mutasarrıflığı sonrası, Kastamonu'dan milletvekili seçilmiş, bir süre sonra da Maarif Nazırlığına atanmıştı. Artık şöhretin doruğundaydı. Ermeni Tehciri olayında baş rolü oynayan ve "Üçlü İcra Komitesi" denen çetenin üyesiydi. Doktor Bahattin Şakir, Doktor Nazım ve O... Teşkilat-ı Mahsusa'ya da bunlar yön veriyordu. Devlet içinde devlet durumundaydılar. Mevlanzade Rıfat'ın yazdığına göre, Rumeli'de ele avuca sığmaz, çapulcu ve yağmacıları bu komite örgütlüyordu..
10 Mart 1919'da İngilizler tarafından tutuklanan yirmi kişi arasında Maarif Nazırı Şükrü de vardı ; 28 Mayıs 1919'da Malta'ya gönderildi. 21 Ekim 1921 tarihinde, İngiltere ile yapılan anlaşma uyarınca, Malta sürgünleri Türkiye'ye gönderildi..
Şükrü Bey, Mustafa Kemal'in sayesinde sürgünden kurtulmuştu ; O'na olan borcunu nasıl ödeyebilirdi ? Coşku içinde İnebolu'ya ayak basar basmaz, doğru Ankara'ya gitti. 
Mustafa Kemal Malta'dan dönenlere kucak açtı. "Bundan sonra hep birlikte çalışacağız, vatanı kurtaracağız" dedi ve ekledi, "kırgınlıkları unutacağız.."
Amacı geniş tabanlı bir birlik oluşturmaktı..
Şükrü Bey ne yaptıysa yaptı, Trabzon Valiliğine atandı. Oraya Meclis tarafından gönderilmiş olsa da, her şeyden önce bir İttihatçı idi ve onlarla ilişkisini kesmemişti !.. 
İkinci dönem Meclis seçimlerinin 1923 baharında yapılacağını öğrenince adaylığını koymaya karar verdi. Mustafa Kemal'in 1923'de kurduğu Halk Fırkası'nı desteklemiyordu. O çevrede, onun gibi düşünenler de vardı. Rauf Bey ve eski İzmir Valisi Rahmi Bey de onu desteklediler ve İzmit'ten milletvekili seçildi.. Eski İttihatçıların niyeti Meclis'te çoğunluğu sağlayarak Mustafa Kemal'i devirmek ve iktidarı ele geçirmekti..
29 Ekim 1923'de Cumhuriyet ilan edildi ama İttihatçılar amaçlarından vazgeçmediler. Başına "Cumhuriyet" eklenmiş Halk Fırkası'na karşı bir muhalefet oluşturmaya çalıştılar. Aralarında Doktor Adnan (Adıvar), Refet (Bele) Paşa, İsmail Canpolat, Bekir Sami, Feridun Fikri (Düşünsel), Faik (Günday), Halis Turgut, Necip Ali ve tabii Şükrü Bey...
Muhalifler 17 Kasım 1924'de "Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası"nı kurdular. Liberal anlayışı savunan bir partiydi bu. Tüzükte de "Dinsel düşünce ve inançlara saygılı" olacakları belirtiliyordu. Bu madde dinci ve yobazlara ödün verecek nitelikteydi ve Cumhuriyet Halk Fırkası bundan huzursuzdu. 
Bir süre sonra doğuda Şeyh Said Ayaklanması baş gösterdi. Bu olay üzerine "Takrir-i Sükun" (Huzuru koruma) yasası çıkarıldı. Yasadaki şu maddeyle hükumete olağanüstü yetkiler tanınıyordu :
"Gericiliğe, ayaklanmaya ve memleketin sosyal düzenini, huzurunu, güvenliğini, asayişini bozmaya neden olacak bütün kuruluşları, kışkırtmaları, girişimleri ve yayınları hükumet yasaklayabilir. Sorumlular İstiklal Mahkemesi'ne verilebilirler." 
Muhalefetin, "Halk Fırkası dini batırıyor, biz dini kurtaracağız, koruyacağız" diye konuşmalar yaptığı ; Mustafa Kemal'in ise, "Amacımız cahil kitleyi nurlandırarak yolumuzda yürümek ve onu selamete çıkartmaktır. Cumhuriyetimizi çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırma isteğimizi köstekleyecek herhangi bir referanduma gitmek, yalnız cehalet değil, hıyanet olur," dediği o gergin günlerde, İstiklal Mahkemesi şöyle bir karar aldı :
"İrtica niteliğindeki kışkırtmalar ve propagandalar dini politik isteklere araç etmeye yönelmiştir.." 
3 Haziran 1925'de Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, İstiklal Mahkemesi kararı ile kapatıldı...
Eski İttihatçılar hükumeti ele geçirmek için başka yollar aramaya başladılar. Seçimle iktidara gelme şansları yoktu.. Ordu tümüyle Mustafa Kemal'den yana olduğundan, askeri bir darbe de yapamazlardı. Geriye ne kalıyordu ? Mustafa Kemal'e suikast !... 
Bu fikri ilk olarak Ziya Hurşit ortaya attı ve 1925 yılının ortalarında bu plan için yandaş toplamaya başladı. İlk önce İzmit Milletvekili Şükrü ve eski Ankara Valisi Abdülkadir Beyler ile görüştü. Anlaştılar.. Terakkiperver Fırka'nın kurucularından Halis Turgut, Albay Ayıcı Arif ve Rüştü Dadaş da "komite"ye katıldı !..
İlk plan, Mustafa Kemal'i Meclis'teki locasında vurmak idi.. Bu plandan zorluğu nedeniyle vazgeçildi..
İkinci plan Mustafa Kemal'i Ayıcı Arif'in evine davet ederek bahçede öldürmekti. Ama Şükrü Bey bir akşam kafayı çekip de Sabit Sağıroğlu adındaki bir dostuna bunu açıklayınca, adamın tüyleri diken diken oldu ve doğru Rauf Bey'e giderek bu suikast fikrini ihbar etti. Rauf Bey telaşlandı. Gazi'ye muhalif olmak başka şeydi, onu öldürmeye kalkmak başka.. Hemen Ziya Hurşit'in ağabeyi Faik Günday'ın evine gitti. Anlatınca Faik Bey de telaşlandı. İkisi birlikte yolda rastladıkları Ziya Hurşit'e yüklenince, o inkar etti ve kısa bir süre sonra da Ankara'yı terk etti..

   

Birkaç ay sonra tekrar Ankara'ya dönen Ziya Hurşit, Şükrü Bey'i gördü ve yeni bir eylem planı hazırlamaya başladılar. Bu defa İstanbul'da toplandılar. Aralarına İsmail Canpolat'ı (yukarıda solda), Manisa Milletvekili Abidin Bey'i (yukarıda sağda), Sarı Efe Edip'i ve Rasim Bey adında emekli bir subayı aldılar..
Silahları Şükrü Bey buldu ve İstanbul'da Laz İsmail adında eski bir soyguncuya teslim etti. Yer de İzmir olarak tespit edildi. Gazi o günlerde yurt gezisine çıkıyordu. Bursa-Balıkesir yoluyla İzmir'e gidecekti. Suikastçılar İzmir'de cinayeti işleyecekleri yerde bir de keşif gezisi yaptılar !.. En uygun yerin Kemeraltı'nda, Hükumet Caddesi ile Yemiş Çarşısı'ndan gelen yolun kesiştiği köşe olduğuna karar verdiler...
Gazi'nin arabası orada Gaffarzade Oteli'nin önünden geçerken suikastçılar, Sarı Efe'nin çiftlik kahyası Çopur Hilmi'nin akrabası olan Nuri'nin dükkanından fırlayarak ateş etmeye başlayacaklardı. Sonra da limanda, Giritli Şevki'nin motoruna atlayarak Sakız Adası'na kaçacaklardı !.. 
Ama Giritli Şevki, ertesi sabah Gazi'ye hitaben 15 Haziran 1926 tarihli bir mektup yazıp İzmir Zaptiye Müdürlüğü'ne götürdü. Mektupta her şeyi bir bir açıklıyordu. Zaptiye Müdürü bu mektubu okuyunca deliye döndü, hemen Vali Kazım (Dirik) Paşa'nın yanına koştu. O da telaşlanarak hemen telgraf makinesinin başına geçip Balıkesir'de bulunan Mustafa Kemal'e, yola çıkışını ertelemesini rica eden acele bir telgraf çekti. 
Ertesi günün akşamı, Gazi Basmane İstasyonu'na vardığında çete yakalanmış durumdaydı. Vali Kazım Paşa'nın saydığı çete üyelerinin isimleri arasında en çok Ziya Hurşit'e şaştı Mustafa Kemal.. Çünkü, Erzurum'dan tanıdığı vatansever Kadı Hurşit Efendi'nin oğluydu !...  Yanına getirtti onu. Babasıyla olan tanışıklığını anlattı ve bu işe neden karıştığını sorduğunda, Ziya Hurşit(aşağıda)şöyle dedi :
"Paşam, ben yeniliğe ve Cumhuriyet'e karşı değilim. Yalnız, vatanseverliğin belli kişilerin tekelinde olmasına karşıyım.. Ben yabana atılacak bir genç değilim, fakat her şeye rağmen, size karşı bir suikast girişimim olduğunu ve bunu da hazırladığımı itiraf ederim. 
"Suikastı İzmit Milletvekili Şükrü ve eski Ankara Valisi Abdülkadir ile birlikte düzenledik. Şunu da söyleyeyim, benim Karabekir Paşa ile, Refet Paşa ve Rauf Bey ile de aram iyi değildir.."   


   

İstiklal Mahkemesi, 26 Haziran 1926'da duruşmalara başladı. Bir hafta içinde elliden fazla kişi tutuklanarak İzmir'e gönderildi. 12 Temmuz'da son savunmalar alındı. Ziya Hurşit'in dışında, hepsi birbirini suçluyordu !..
13 Temmuz Salı günü, öğleye doğru, duruşmaların yapıldığı Elhamra Sineması önünü yoğun bir kalabalık doldurmuştu. Saat 17.00'de Mahkeme Başkanı Ali Bey kararı okumaya başladı..
15 kişinin idamına karar verilmişti.Bunlardan yalnızca ikisi yakalanamamıştı : Kara Kemal ve eski Ankara Valisi Abdülkadir Bey..
Asılacakların arasında, eski "Serez Çetesi" kurucusu Şükrü Bey de vardı. Onun idamını seyredenlerin arasında ise, öldürttüğü üç gazetecinin arkadaşı olan Mustafa Sermet bulunuyordu !.. 







539 ) PAYİTAHTIN OTOMOBİL İLE TANIŞMASI...

   

"Auto" eski Yunancada "kendi kendine" anlamına gelen "autos", "mobile" ise Latincede "hareket" demek olan, "mobilis"ten alınma.
Canlı bir hayvan tarafından çekilmeyen, buharla, petrolle, elektrikle, basınçlı hava ile, gazla hareket eden arabalara "otomobil" denilmiş..
Otomobilin İstanbul'da ilk görünüşü hemen Meşrutiyet sonrasıdır. O zamana kadar sınırlardan içeri girmesi bir silah, bir bomba kadar yasaktı. Burayı ziyaretinde içine ilk kurulanlar da, Kalamış'ta oturan, Basralı Zübeyirzade Ahmed Paşa'nın iki kızıdır..
Yıldız Sarayı'nın operetçibaşısı, Müzika-yı Hümayunlu Kaymakam Stravolo, İstanbul'a ilk otomobili bizzat kendisinin getirttiğini söylemekte ise de benim bildiğim, gördüğüm bu kız kardeşlere aittir..
Kadınefendilerin, sultanların bindikleri Has Ahır landoları (çift körüklü, dört tekerlekli büyük araba) gibi, krem ipekten storları, açılır kapanır körüğü, şapkalı ve kaküllü bir şoförü vardı..
Kornaya filan gerek yok, motorun gürültüsü yeterli !.. Fenerbahçe burnundaki bostanın yanında, kıyıdaki daracık yolu buldukları zaman, pata küteler duyulmaya başlardı..
Mesiredeki konak, "kira" ve muhacir arabacılarında etekler tutuşurdu : "Baş belası geliyor.." 
Arabacılardan ağır küfürlerle yerlerinden atlayan atlayana.. Beygirlerin önüne geçip okların başına sımsıkı yapışan yapışana.. 
Bu alarm halini gören, arabalardaki hatunlarda, tazelerde bir telaş, bir heyecan ; hep fırlamışlar dışarı : "Şeytan arabası geliyor !.." 



O günlerden bir süre sonra, İstanbul içinin en yaman otomobili, Harbiye Nazırı Mahmud Şevket Paşa'nınki oldu. Fiyakalı bir şekilde, köpek düdüğünü öttüre öttüre hazreti şehrin dört bir bucağına taşırken işin "uzmanları" : 
"Ne diyorsun ? Saatte 70 kilometreyi haklıyor !.." derlerdi. 
O sıralarda taksiler de birer ikişer belirmeye başladı. Taksi diyorsak saati filan yok, gelsin pazarlık.. Yerlerinden kalkmaları ateş pahası.. Sarı liralık olmayan yerlere kıpırdamazlardı bile. Büyükdere, Sarıyer gibi taraflara gitme gelme 12-15 liranın kapısı..
Bu kira otomobilleri içinde en revaçtakiler İranin'in çifte Mercedesleri idi. Mal sahibi, Sultanahmet Belediye Bahçesi'nin karşı köşesindeki tütüncü Abdüsselam idi.. Paraya kıymış, Mahmud Şevket Paşa'nınkiyle aynı markaları alıvermiş..
Devrin en şahane arabalarıydı. 28 beygir gücünde motorlu, karoserleri ahşap, alt gövdelerinde kamyonlar gibi zincir, gürültülü arabalardı..
Tütüncü Abdüsselam'ın bu iki arabasından birini, bir dostumun satın alacağı tuttu. Beğendirme provasında ben de bulundum. Zamanın ünlü şoförü ve makinisti Şapkalı Jozef direksiyona geçti. Kağıthane'ye vurduk, bayırlar indik çıktık. Mükemmel, yıldırım gibi.. Bizim ahbap "kelepir" diyerek, 180 lira altın parayı tıkır tıkır saydı. Araba vapuruyla Üsküdar'ı ve bizim yakayı boyladık. Erenköyü'ndeki eski istasyon caddesinden tren yoluna geçerken müthiş bir "küt" sesi.. Uzman Jozef Efendi, bir kontrol yaptı ve : "Aks kırıldı !" demez mi ?!.. 20 liracık sıkışmış !. Mercedes arabalar Almanya'nın asfalt ve tahta yollarına göre yapıldığı için alçak ve yere basık olurlarmış.. Hemşehrimizin bu parayı da söküldüğünün sonrasında, Kadıköy'e iniyoruz. Yoğurtçu Çayırı'na varırken, bir daha aniden durduk. Lastikler delinmiş, yenileri gerekirmiş. Mişlen markalar 20 bu kadar lira tutarsa da daha uygunları Kontinentaller, Pirelliler 120 kuruş eksiğine alınabilirmiş..
Eski Halile-i Mahmudiye Mektebi önünde, külçe kesilmiş haldeyiz. Tekerlekleri kaldıracak krikoyu ara tara yok !.. Dere kenarındaki kayıkçılara kadar başvuruldu ; 3-4 sırık bulundu. Otomobilin altına sokup, etrafındakilerin de yardımıyla lenduhayı kaldırıp yırtık lastiği perçinleyinceye kadar, yatsılara kadar helak olduk !.. 
Sonunda, canına "tak" diyen arkadaş, bu alameti yalnızca motoru fiyatına, bir takacıya defetti de kurtuldu ve sadaka verdi !..

O zamanlar İstanbul'a gelen en ünlü otomobiller Fransız marka Panhard, Minerva, İtalyan Fiat idi.. Amerikan arabaları yok derecesinde. Yalnız Ford vardı ki, bir adı da "keçi" !.. Tenekeden diye, "tu kaka".. Satışını yapan, Şişhane Karakolundaki Avigdor idi..

Umumi Harp (I.Dünya Savaşı) yıllarındaki Enver Paşa'nın, Cemal Paşa'nın, Maginot Hattı gibi tepeden tırnağa silahlı otomobillerinin meşhurluğunu unutmayalım...

SERMET MUHTAR ALUS'un "Eski Günlerde" adlı kitabından derlenmiştir.. Bu yazı, "Akşam" gazetesinde, 19 Şubat 1940 günü yayımlanmış..  

538 ) TÜTÜN !..



Mısır'ın ünlü mumyası, İÖ 1300 yılından kalma İkinci Ramses 1979'da Paris'te bilim insanlarınca incelendiğinde, birçok bitkiyle doldurulmuş bağırsaklarında kıyılmış tütün yaprakları da bulundu. Eski Mısır'da tütün içilmediği bilinse de, bu buluş tütün bitkisinin varlığını kanıtlıyordu. Ama tütünü ilk tüttürenler Kızılderililer idi ve beyazların ilk kez Amerika'da karşılaştıkları koka gibi, törensellik atfettikleri bu bitkinin esiri olmuş değillerdi..
   1492 yılı Kasım ayında Küba'ya yaklaşan Kristof Kolomb'un gemisinde Rodrigo de Jerez (yukarıda) adlı bir İspanyol Yahudisi de vardı. Yahudilerin İspanya'dan sürgün edildiği bu yılda Rodrigo gemiye İbranice, Arapça ve Keldanice bildiği için alınmıştı, çünkü (Hindistan sanılan) ada halkından bu kadim dillerden hiç olmazsa birini bilenin çıkacağı umuluyordu. Jerez yurduna döndüğünde ağzından burnundan dumanlar çıkıyordu !. İlk tütün tiryakisi beyaz adam, içine şeytan girdiği suçlamasıyla hapsedildi ve tütün tanınana kadar hapiste kaldı.
Tütün bilimsel adıyla Nicotiana tabacum'un "tabacum" kısmını Orta Amerika Tabago Adası ya da Yucatan'ın tütün bölgeleri Tabaco ve Tabasco'dan almıştır. "nicotiana" ise Fransa'nın Portekiz elçisi Jean Nicot'nun (aşağıda) adından gelir ; tütünü 1560'lı yıllarda Fransa'ya getiren odur..  
Tütün önce süs bitkisi olarak bahçelere ekildi, sonra öksürük, astım, baş ağrısı, kusma, aybaşı ağrılarına iyi geldiği iddia edildi. Doktorlar tütün yetiştiriyordu, hatta Vatikan'ın bahçesine bile ekilmişti !..
1586'da Virginia kolonisinde bir buçuk yıl yaşam mücadelesi veren göçmenler pes edip İngiltere'ye döndüler. "Fena halde kokan buhardan başka bir şey olmayan tütün dumanını eğlence ve sağlıklarını sürdürebilmek için büyük bir şevkle çeken, ağız ve burunlarından tekrar dışarı üfleyen" göçmenler tütünü hızla yaydılar. Ama tütün pahalıydı. Pipoyla içiliyor ve "tabagieen" denilen bir tür birahanede pipolar elden ele dolaşıyordu. Ceviz kabuğunu oyup kamış takanlar da vardı, gümüşten pipo yaptıranlar da.. Zengin gençler için pipo içmek, dans etmek, ata binmek, kağıt oynamak gibi bilinmesi gereken meziyetlerden biri olmuştu. Tütün içmesi öğreniliyor, dumanından halkalar yapıp savruluyordu..
   Tütünün paraları havaya savurmak olduğu tartışması başladı. 1605 yılında Oxford Üniversitesi'nde kralın da katıldığı felsefi bir toplantı düzenlendi. Kral I. James kendisi de söz aldı ve tütünün medeni ülkelerde bulunmadığını, barbarlara özgü olduğunu savundu. Üniversite profesörlerinden Doktor Cheynell ise ağzında piposuyla kürsüye çıkarak, kahkahalar arasında tütünün yararlarını anlattı..
   1619'da tütün ekimi yasaklandı. Virginia'da altın bulamayıp tütün yetiştirmeye başlayan göçmenler, kralın İspanyollarla işbirliği yaptığını düşünmeye başlıyor, tütün taşıyan İspanyol gemileri yağmalanıp ganimet İngiltere'de satılıyordu. 1625'de yeni kral I. Charles ithal tütünden vergi alma yolunu seçti. 1643 yılında ise tütün tekeli ihaleye çıkarılarak ekimi serbest bırakıldı ve vergiler artırıldı..
   Tütün İtalya'ya 1615'de girdi ve Venedik'te 1622'de olmak üzere, şehir devletlerinde vergiye bağlandı. Otuz Yıl Savaşları tütünün yayılmasında büyük etken oldu. Örneğin İsveçliler tütünü 1630'da savaşa girerek öğrendiler...
   Fakat savaştan sonra yasak dönemi geldi. Alman şehirlerinin çoğunda tütün yasaklandı. Eczane dışında satışına ve serbestçe kullanılmasına cezalar getirildi. Yasak 1634'de Rusya'ya girdi ; tütün içenlerin burnu yarılıyor, kırbaçlanıyorlar, mallarına el konuyordu..
   Tütünü Osmanlı topraklarına Cenevizli tüccarlar getirdi. Kısa sürede herkes çubuk sahibi oldu. Tütün düşmanı Dördüncü Murad'ın İran seferiyle tütün bu ülkeye de girdi. Şah da tütün içmenin cezasını idam olarak belirledi..

     

   İtalya'da tütünün günah olup olmadığı tartışıldı. Papazlar kürsüde tütün içiyorlar, ayin boyunca cemaat aksırıp tıksırıyordu. 1642'de Papalık tütün içmeyi yasakladı. Fakat bu yasağın, bu konuda soru soran Seville kiliseleri için olduğu söylendi. 1650'de ikinci yasak kararı geldi ; bunun da St. Pierre Kilisesi için getirilmiş olduğu savunuldu. İtalya'da günah ve yasak tartışmaları 1655'de tütün tekeli şarap tekeli ile birlikte ihaleye çıkarılana kadar devam etti. 
  Tütün tekellerinin kurulmasıyla yasaklar kalkmaya başladı. Büyük Petro İngiltere'de tütüne alışmıştı ; din adamlarının günah kararına karşı zevkle tütün içiyordu ; 1698'de İngiltere ile tütün anlaşması yaptı ve tekel hakkını Mençikov'a verdi. 
   Alman devletleri dışında, tütün artık serbestti..

   Silahdar Fındıklılı Mehmed Ağa, 1687 yılında hazine sıkıntı içinde olduğundan içki emanetinin yeniden kurulduğunu, meyhanelerin açıldığını ve tütüne de izin çıkarılarak gümrük konduğunu yazar.. Tütüncülerin esnaf loncası halinde örgütlenmesi de 1725 yılında olmuştur. Bu dönemde yeni bir moda başladı. Soylular artık pipo içmiyor, enfiye çekiyorlardı. Dumanı başkasının yüzüne gözüne üflemek artık ayıp olmuştu. Osmanlı üst sınıfları da enfiyeye başlamıştı. Yolda birbirine rastlayan tiryakiler hemen enfiye kutularını çıkarıp ikram ediyorlar, buna da "kaldırım sohbeti" deniyordu. Esrarı kabaktan içmeye alışkın Ortadoğulular ise bu yöntemi geliştirerek nargile içmeye başlamışlardı...


   1853 Kırım Savaşı sigaranın yayılmasında en büyük etken oldu. Sigara İspanya'ya Brezilya'dan gelmiş, 1844'de Fransa'da üretimi başlamıştı. Kırım'da İngiltere, Fransa, Osmanlı orduları ilk kez bu çapta sigara tüketilen bir ortam yarattılar. Savaştan sonra sigara alışkanlığı yayıldı ve birçok devlet puroyla rekabet edebilmek için iyi tütün ve sigara kağıdı kullanımına özen göstermeye başladı. Birinci Dünya Savaşı başladığında sigara birincil asker ihtiyaçları arasına girmişti..

KUDRET EMİROĞLU'nun "Gündelik Hayatımızın Tarihi" adlı kitabından derlenmiştir..


537 ) ŞİFRELER ÇÖZÜLÜNCE !..

 

Lozan Konferansı telgraflarla yürütülmüştür. Bizimkiler çoğunlukla "Eastern" telgraf hattını kullanmışlardır.  Bir ara "Köstence hattı"nı kullanmışlardır ama bu kısa sürmüştür. "Köstence hattı", Romanya ve Köstence üzerinden Türkiye'ye geliyordu ve Fransızların denetimindeydi. "Eastern" hattı ise Akdeniz üzerinden Türkiye'ye gelen ve İngilizlerin denetiminde olan bir hattı. Konferans boyunca yoğun bir telgraf trafiği görülmektedir. Lozan ile Ankara arasında 1600 kadar telgraf gidip gelmiştir. Bir o kadar da Lozan ile Londra arasında telgraf yazışması yapılmıştır. Bunlar yayımlanmıştır. Gelip giden telgrafların hemen hepsi şifreliydi. Bugün artık bunların şifresi, gizliliği kalmamıştır. 
Düşmanlarımız acaba bizim şifrelerimizi açmışlar mıdır ? Bu soruya toptan "evet" ya da "hayır" denemez. O dönemde bugünkü kripto makineleri yoktu, kitap şifreleri kullanılıyordu. Bizim Dışişlerinde çalıştığımız ilk yıllarda da kitap şifreleri hala kullanılmaktaydı. Şifre kitapları kasalarda saklanıyordu. Bu kitaplarda gösterilen dört-beş rakam bir harf oluşturuyor, rakam grupları dizile dizile kelimeler, kelimelerin dizilmesiyle de cümleler oluşturuluyor ve sonunda telgraf ortaya çıkıyordu. Kapatılan telgraf postane kanalıyla çekiliyordu. 
Kapatılan telgraf, uğraşılırsa başkaları tarafından açılabilir. Ama açılması çok uzun zaman alır, açılıncaya kadar da iş işten geçer. Şifrelerin açılması ihtimaline karşı tedbirler de alınmıştı. "Miftah" denen şifre anahtarları sık sık değiştiriliyordu. Dolayısıyla, Lozan Konferansı boyunca bizim şifrelerin karşıtlarımız tarafından açılmış olduğu söylenemez..



Ama Konferansın sonuna doğru Ankara'dan çekilen bazı şifre telgrafların İngilizler tarafından İstanbul'da açılmış olduğu anlaşılmaktadır. Bu bir istisnadır. İngiliz Yüksek Komiserliği, açılan telgrafları hemen Londra'ya ve Lozan'a yetiştirmiştir. Lozan'daki İngiltere Başdelegesi Rumbold da bunu 18 Temmuz günü Foreign Office'teki (FO) arkadaşı L. Oliphant'a keyifle açıklamıştı :
"Gizli kaynaktan psikolojik anlarda elde ettiğimiz bilgiler bizim için değer biçilemez önemdeydi. Bu bilgiler sayesinde biz, briç oynarken rakibin elindeki kartları bilen bir kimsenin rahatlığı içindeydik" diye yazmıştır.  
İsmet Paşa, 8 ve 9 Temmuzda, bütün sorunların halledildiğini, askıda yalnız üç adet imtiyazlı şirket sorunu kaldığını bildiriyor ve talimat istiyor. Sözü edilen üç şirket Régie Générale, Turkish Petroleum ve Armstrong Wickers şirketleridir. Bunların üçü de "imtiyazlı" şirkettir, üçü de İngiliz şirketidir. İngiltere, son dakikada, sessizce bu şirketlerin imtiyazlı statülerini Türkiye'ye dayatmaya çalışmaktadır..
Bu İngiliz manevrasına Ankara'nın tepkisi sert oluyor. Başbakan Hüseyin Rauf Bey, 9 Temmuzda İsmet Paşa'ya cevap veriyor :
"Gazi Paşa'nın huzuru ile görüşüldü : Bu defa istenen imtiyazlar, on yıl boyunca Anadolu'da demiryolu, İstanbul'da tersane inşa ettirmeyerek bizi zayıf düşürmeyi amaçlıyor. Bunu şiddetle reddetmek gerekir... Kabul edemeyeceğimiz noktalar üzerinde direnirlerse, üç şirketin gayrimeşru menfaatleri yüzünden dünyayı barıştan mahrum bıraktıklarını kamuoyuna açıklayıp reddedersiniz.."



Bir araştırma yaptım. O günlerde bizim telgraflarla İngiliz telgraflarını karşılaştırdım. Gördüm ki, İstanbul'daki İngilizler Ankara'nın işte bu telgrafını açmışlar ve Lozan'da Rumbold'a yetiştirmişlerdir..

Rauf Bey, iki gün sonra da İsmet Paşa'ya şunları yazmıştır :
"Telgraflarınız Gazi Paşa'nın huzurunda görüşüldü. Üç şirketin arkasında nüfuz bölgeleri kurma fikri yatmaktadır.. Hükumet görüşünü muhafaza etmektedir.. İktisadi bağımsızlığımızla bağdaşmayan bu hususların reddi için gayret sarf edilmesi ve sonucun bildirilmesi rica olunur.."

İsmet Paşa bu telgrafı alınca İngiliz isteklerine karşı direnişini sürdürmüş ve Rumbold'a boyun eğdirmiştir. Konferansın 16 Temmuz günü yapılan son toplantısında sorun şöyle düğümlenmiştir : Régie Générale ve Armstrong şirketlerinin haklarının saklı tutulacağı yolundaki cümle ve rüçhan hakları protokolden çıkarılmıştır. Turkish Petroleum şirketi ise protokolden tamamen çıkarılmıştır..
Ertesi gün Curzon bu sonucu haber alınca küplere binmiş ve Rumbold'a diplomatik bir zılgıt çekmiştir
"C. 17 Temmuz tarihli 289 sayılı telgrafınız.
Turkish Petroleum şirketini harcadığınızı ( jettisoned) öğrenince pek canım sıkıldı. Oysa dün akşam almış olmanız gereken gizli haber İsmet Paşa'nın boyun eğebileceğini gösteriyordu.. Aksi bir kanaatiniz yoksa protokole Turkish Petroleum'u da dahil etmek için ısrar ediniz.."

Sir Horace Rumbold, kendisini şöyle savunmaya çalışmıştır :
"C. 18 Temmuz tarihli, 131 sayılı telgrafınız.
Lord Hazretlerinin telgrafı beni derinden kaygılandırdı ama başka türlü hareketimin Konferansın kesilmesi demek olacağı yolundaki kanaatimi değiştirmedi. Sözünü ettiğiniz gizli haberin ardından İsmet Paşa'ya Ankara'dan gelen talimat, boyun eğmektense Konferansı kesmesi ve bunu kamuoyuna açıklaması yönündeydi. İsmet Paşa'nın 12 Temmuz'dan beri takındığı tutum da onun bu talimata uyacağını gösteriyordu. Bu durumda hem Müttefiklerin hem de dünya kamuoyunun önemli bir bölümünün, İngiliz petrol çıkarları yüzünden barışın mahvedildiği yolunda Majesteleri Hükumetini suçlayacaklarını düşünmekten kendimi alamadım.."

SONUÇ :İSMET PAŞA, SİR H. RUMBOLD'U MAĞLUP ETMİŞTİR. 
LOZAN SONRASINDA İSMET PAŞA'NIN YILDIZI PARLARKEN 
RUMBOLD'UN PRESTİJİ AZALMIŞTIR..   

 



Hürriyet

KAYNAK OLARAK KULLANDIĞIM KİTAPLAR..
-------------------------------------------------------
1.DEVLET-İ ALİYYE.I...HALİL İNALCIK 2.OSMANLILAR..HALİL İNALCIK
3.İMP.'UN EN UZUN YÜZYILI..İLBER ORTAYLI
4.SON İMP. OSMANLI..İLBER ORTAYLI
5.TARİHİN IŞIĞINDA..İLBER ORTAYLI
6.OSM. TOPLUMUNDA AİLE..İLBER ORTAYLI
7.OSM.'YI YENİDEN KEŞFETMEK..İ.ORTAYLI
8.BATILILAŞMA YOLUNDA..İLBER ORTAYLI
9.OSMANLI TARİHİ..A.DE LAMARTINE
10.OSMANLI..CAROLİNE FİNKEL
11.OSM.İMP.TARİHİ..NICOLEA JORGA
12,BÜYÜK TÜRK..NICOLEA JORGA
13.YENİLMEZ TÜRK...NICOLEA JORGA
14.TÜRKİYE TARİHİ..ED.SİNA AKŞİN
15.OSM.DÜNYASI VE İNSANLARI..GÜLGÜN ÜÇEL
16.OSMANLI ORDUSU..GÜLGÜN ÜÇEL-AYBET
17,BU MÜLKÜN SULTANLARI..NECDET SAKAOĞLU 18.YENİÇERİLER..REŞAT EKREM KOÇU
19.SON PADİŞAH..YILMAZ ÇETİNER
20.SORULARLA OSM. ..ERHAN AFYONCU
21. SOKOLLU ...RADOVAN SAMARCIC
22. OSM.İMP.TARİHİ...A.CEVDET PAŞA
23. OSM.GERÇEĞİ..ERDOĞAN AYDIN
24. FATİH VE FETİH..ERDOĞAN AYDIN
25.KADINLAR SALTANATI..A.REFİK ALTINAY
26.DOĞU'YA BAKIŞ..GERALD MACLEAN
27.AT SIRTINDA ANADOLU..FREDERIC BURNABY
28.ABDÜLMECİD..HIFZI TOPUZ
29.ŞAH SULTAN ..İSKENDER PALA
30.FLORANSA BÜYÜCÜSÜ..S.RUSHDIE
31.TARİHİMİZLE YÜZLEŞMEK..EMRE KONGAR
32.PARİS'TE BİR OSM.SEFİRİ..ŞEVKET RADO
33.TARİHİN SAKLANAN YÜZÜ..ÇETİN ALTAN
34.OSM.İMP.'DA SON 300 YIL..ALAIN PALMER
35.KONSTANTİNİYYE..PHİLİP MANSELL
36.TÜRKİYE'NİN SİYASİ İNTİHARI..CENGİZ ÖZAKINCI
37.BU VATAN BÖYLE KURTULDU..EROL MÜTERCİMLER
38.16.YÜZYILDA İSTANBUL..METİN AND
39. ERKEN MODERN OSMANLILAR.. VIRGINIA H. AKSAN-DANIEL GOFFMAN
40."POPÜLER TARİH" VE "NTV TARİH " DERGİLERİ
41.İKİNCİ ADAM..Ş.SÜREYYA AYDEMİR
42.HAYAT..AYŞE KULİN
43.DEVRİM VE DEMOKRASİ..NUMAN ESİN
44.BİR NUMARALI TANIK..KURTUL ALTUĞ
45.İHTİLALİN MANTIĞI..Ş.S.AYDEMİR
46.KUTSAL İSYAN...HASAN İZZETTİN DİNAMO
47.KUTSAL BARIŞ...HASAN İZZETTİN DİNAMO
48.ÇÖL KRALİÇESİ...JANET WALLACH
49.YÖNETMENLER,FİLMLER,ÜLKELER..A.DORSAY
50.AY HIRSIZI...SUNAY AKIN
51.ONLAR HEP ORADAYDI...SUNAY AKIN
52.KULE CANBAZI...SUNAY AKIN
53.LÜZUMSUZ BİLGİLER ANSİKLOPEDİSİ..TAMER KORUGAN
54.PRENS..NİCCOLO MACHİAVELLİ
55.İSTANBUL'DA BİR ZÜRAFA..SUNAY AKIN
56.KIZ KULESİNDEKİ KIZILDERİLİ..S.AKIN
57.AH BEYOĞLU,VAH BEYOĞLU..SALAH BİRSEL
58.İSTANBUL-PARİS..SALAH BİRSEL
59.YAVUZ'UN KÜPESİ..ERHAN AFYONCU
60.OSMANLI PADİŞAHLARININ HAYAT HİKAYELERİ...YILMAZ ÖZTUNA
61.BİZİM DİPLOMATLAR..BİLAL N.ŞİMŞİR
62.KİM VAR İMİŞ BİZ BURADA YOĞ İKEN..CEMAL KAFADAR
63.RÜZGARIN GÖLGESİ..CARLOS RUIZ ZAFON
64.MELEĞİN OYUNU..CARLOS RUIZ ZAFON
65.ORTA DOĞU..TAYYAR ARI
66.ABD-ORTA DOĞU-TÜRKİYE..HALUK GERGER
67.ORTA DOĞU.. BERNARD LEWIS
68.ON BİR CUMHURBAŞKANI ON BİR ÖYKÜ.. CÜNEYT ARCAYÜREK
69.ÖFKELİ YILLAR...ALTAN ÖYMEN
70.ATATÜRK'TEN SONRA BUGÜNLERE NASIL GELDİK ?..CÜNEYT ARCAYÜREK
71.ÇANKAYA...CÜNEYT ARCAYÜREK
72.DEMOKRASİNİN İLK YILLARI..C.ARCAYÜREK
73.YENİ İKTİDAR,YENİ DÖNEM..C.ARCAYÜREK
74.BİR İKTİDAR,BİR İHTİLAL..C.ARCAYÜREK
75.NEREDEYSE BİR BALİNA..STEVE JONES
76.MOSSAD GİZLİ TARİHİ...GORDON THOMAS
77.BARIŞA SON VEREN BARIŞ...DAVID FROMKIN
78.SULARIN GETİRDİĞİ PADİŞAH..CAHİT ÜLKÜ
79.TANK SESİYLE UYANMAK..HASAN CEMAL
80.BİR MANİNİZ YOKSA.. ...AYFER TUNÇ
81.ALATURKAFRANKA..ERCAN ÇİTLİOĞLU
82.SUÇUMUZ MÜKEMMEL OLMAK..S.DUMAN
83.DARBE...STEPHEN KINZER
84.ÖZAL HİKAYESİ..HASAN CEMAL
85.TURGUT NEREDEN KOŞUYOR ? ..E.ÇÖLAŞAN
86.YEDİ TEPE ANADOLU...ALİ CANİP OLGUNLU
87."K", "DERBEDER BİR KAHİN"...CANSU YILMAZÇELİK
88.LATİFE HANIM...İPEK ÇALIŞLAR
89."K",YIKIK BİR SARAYDIR DÜNYA..PERİHAN ÖZCAN
90.BEYAZ PERDEDE KIRMIZI FİLMLER.. ATİLLA DORSAY
91.TEK ADAM..Ş.SÜREYYA AYDEMİR
92.DAHİLER VE AŞKLARI...ÖZCAN ERDOĞAN
93.HAYATIM KİTAP..YAŞAR AKSOY
94.BOĞAZİÇİ ŞINGIR MINGIR..SALAH BİRSEL
95.BİR EKONOMİK TETİKÇİNİN İTİRAFLARI...JOHN PERKİNS
96.CUMHURİYET TARİHİ YALANLARI 1. VE 2. CİLT...SİNAN MEYDAN
97. KOMPLO TEORİLERİ..EROL MÜTERCİMLER
98.ÖNCE KADINLAR VE ÇOCUKLAR..SUNAY AKIN
99.BİR ÇİFT AYAKKABI..SUNAY AKIN
100. BENİM CUMHURİYET'İM..EMİNE UŞAKLIGİL
101.DARAĞACINDA ÜÇ FİDAN..NİHAT BEHRAM
102.NEREYE..CAN DÜNDAR
103.İSTANBUL'DAN SAYFALAR..İLBER ORTAYLI
104.BİZİM İZMİRİMİZ..MELİH GÜRSOY
105.GİZLENEN TARİH..BRİAN HAUGHTON
106.BERGAMA DÜŞLERİMİN ŞEHRİ,İZMİR SEVDAM..SELAHATTİN TURAL
107.GÖLGEDEKİLER..CAN DÜNDAR
108.KIRMIZI BİSİKLET..CAN DÜNDAR
109.YAKAMDAKİ YÜZLER..CAN DÜNDAR
110.GEÇMİŞ AYRINTIDA SAKLIDIR..CEMİL KOÇAK